Strict Standards: Declaration of vB_Database_MySQLi::db_connect() should be compatible with vB_Database::db_connect($servername, $port, $username, $password, $usepconnect) in /home/arkabahc/public_html/forum/includes/class_core.php on line 1095

Strict Standards: Declaration of vB_Database_MySQLi::select_db_wrapper() should be compatible with vB_Database::select_db_wrapper($database = '', $link = NULL) in /home/arkabahc/public_html/forum/includes/class_core.php on line 1095

Deprecated: Non-static method vB_Shutdown::init() should not be called statically, assuming $this from incompatible context in /home/arkabahc/public_html/forum/includes/class_core.php on line 2294
Tarih Yapraklarından - Sayfa 3 - Arka BahÇe Forumu
Arka BahÇe Forumu  

Geri Dön   Arka BahÇe Forumu > Nadas Alanı > Dünya Hali > Tarih
Kullanıcı ismi
Şifreniz
Kayıt ol SSS Üye Listesi Takvim Arama Bugünkü Mesajlar Bütün Forumları okunmuş kabul et


Konu Bilgileri
Konu Başlığı
Tarih Yapraklarından
Konudaki Cevap Sayısı
50
Şuan Bu Konuyu Görüntüleyenler
 
Görüntülenme Sayısı
49461

Cevapla
 
Konu Seçenekleri Bu Konuda Ara Modları Göster
  #21  
Eski 03-09-2006, 12:37
Ramo - ait Avatar
Ramo Ramo bağlı değil
.
 
Üyelik Tarihi: Feb 2006
Mesajlar/Teşekkür sayısı: 603/2786
438 Mesaj ına 2346 Kere teşekkür edildi
Tanımlı DÖrt EylÜl

Dört Eylül denince aklımıza ilk ne geliyor?
Dört Eylül çok önemli; Türkiye Cumhuriyeti’ne giden yolun ilk harcının atıldığı günlerden biri. Belki de en önemlisi!
Mustafa Kemal 4 Eylül 1919, Perşembe günü öğleden sonra, saat 15.00’da şu konuşmayı yapıyordu:
“Efendiler... Malumlarıdır ki, milliyetler esasına dayalı vaatler üzerine 30 Ekim 1918 tarihinde itilaf devletleri ile mütareke imzalandı. Milletimiz adilane bir barışa erişeceğini ümit etti. Halbuki mütareke hükümleri vatan ve milletimiz aleyhine her gün bir şekilde suiistimal ve taarruz ve zorlama suretiyle tatbik edildi. İtilaf devletlerinden kuvvet alan memleketimizde Hıristiyan unsurlar milletimizin haysiyetini kırma ve bozma mahiyetinde çılgınca harekata koyuldu. Batı Anadolu’da İslam’ın mukaddes ocağına giren Yunan zalimleri itilaf devletlerinin hoş gören bakışları karşısında canavarca facialar yaptı. Doğuda Ermeniler Kızılırmak’a kadar genişleme hazırlıklarına ve şimdiden sınırlarına kadar dayanan katliam siyasetine başladı. Pontus Krallığı hayalinin gerçekleşmesine bile çalışıldı....”
Yurdun dört bir yanı işgal edilmişti.
“... Devletin can evinde yabancı tekel ve tahakkümü kuruldu ve bütün bu hak kırıcı saldırılara karşı merkezi hükümet ihtimal ki tarihte bir misli daha görülmemiş şekilde tahammül etti. Ve daima zayıf ve aciz bir mevkide kaldı işte bu ahval milletimizi şiddetli bir uyanışa sevk etti...”
“ Efendiler, milletimizin sizler gibi aydınları(sayesinde)... manzaranın elemli karanlıklarından ümitsiz olmadılar.”
“Efendiler, itilaf devletlerinin haksızlıkları ve merkezi hükümetin zaaf ve aczi karşısında, milletimiz varlığını ispat ve fiili tecavüzlere karşı namus ve bağımsızlığını fiilen müdafaa hükmünü vermek zorunda kaldı...”
“ Bilhassa Ermenilerin vahşet ve zulümlerine sahne olmuş yaslı sınır vilayetlerimiz milli namus ve bağımsızlığı kurtarmak maksadıyla Müdafayı Hukuku Milliye, Muhafazayı Hukuku Milliye cemiyetleri kurdular...”
“Bu sayede asırlardan beri bağımsız yaşayan milletimiz varlığını aleme göstermeye başladı...”
“ Efendiler, burada büyük teessüflerle yüksek heyetinize arz edeyim ki, memleketin ve milletin mukaddesatını teminde acizlik ve miskinlikten başka bir kudret göstermemiş olan merkezi hükümet milletin sesini boğmak, ortak milli bağları kırmak ve bu suretle milleti daima mağlup göstermek gibi ancak düşmanlarımızın menfaati hesabına kaydolunan boğazlama ve tutarsızlık harekatında bütün mücadeleciliğini takındı...”
Mustafa Kemal yurdun dört bir tarafından gelen delegelere böyle sesleniyordu.
Çünkü 4 Eylül’de Sivas Kongresi yapılıyordu.
Sivas Kongresinde;
Madde-1 Bugünkü sınırlarımız; Misak-ı Milli ilan edildi..
Madde- 2 Rum ve Ermeni çetelerin baskısıyla yabancı devletlerin kışkırtmasıyla oluşturulmaya çalışılan yapılanmalara izin verilmeyecektir.
Madde-3 Devleti ortadan kaldırmaya yönelik çabalara karşı birlikte direnmek esası kabul edilmiştir.
Madde- 4 İşgalci devletlerin baskısı karşısında idari, askeri siyasi vaziyet alınması.
Ve memleketin her yöresinin yekdiğerinden ayrılmaz bir bütün olduğu belirtilmiştir.
Milli vicdandan doğmuş cemiyetler birleşmiş ve bir tek çatı altında toplanmıştı. İsmi de; “Anadolu ve Rumeli Müdafai Hukuk Cemiyeti” olmuştu.
Milli irade esas kılınmıştı.
O milli irade Amasya tamiminde vücut bulmuştu. Vatanın bağımsızlığı elden gitmişti. Orada milletin iç ve dış bağımsızlığı ve vatanın bütünlüğü için mücadele kararları alınmıştı.
Milli irade karşısında hem dönemin en güçlü devletleri, hem de boynu eğik padişah kaybetti.
Ve 9 Kasım 1938’de Türkiye Cumhuriyeti, dünyanın en saygın ve örnek devletleri arasında sayılıyordu...
Ulu Önder Atatürk ağır hastaydı.
Bu gün bağımsızlıktan, saygınlıktan, örnek gösterilmekten ne kaldı?
Bu gün bağımsızlığın anlamsızlığını tartıştırmıyor musunuz?
Büyük bir hata yapıyorsunuz. Bağımsızlık tartışılır mı?
Milletin sesini dinlemiyorsunuz, itilaf devletlerinin arzularına, hırslarına boyun eğenler gibi birilerinin isteklerine boyun eğiyorsunuz, başkalarının stratejik hedeflerine hizmet ediyorsunuz. Bir kere daha düşününüz!
Milli irade yükseliyor!
Bu gün dört Eylül!
Milli iradeye karşı gelinir mi?


Alıntı:Mahir Öztürk
Alıntı ile Cevapla
Ramo kullanıcısına teşekkür edenler
alihoca (08-09-2006), dentist (03-09-2006), janus (03-09-2006), Süvari (13-03-2007)
  #22  
Eski 15-09-2006, 18:07
buena vista buena vista bağlı değil
.
 
Üyelik Tarihi: Feb 2006
Mesajlar/Teşekkür sayısı: 895/3266
652 Mesaj ına 4322 Kere teşekkür edildi
Tanımlı Mustafa Kemal'in azmi ve vatanseverliği muazzam

Yunan ordusunun, Türkler'e yenilgisinin anıldığı şu günlerde Yunanistan, esir düşen bir askerinin yazdığı kitabı konuşuyor. Kitapta, Türklerin kendilerine ne kadar insanca davrandığını anlatan asker, Atatürk'ten övgüyle söz ediyor.

Her eylül, Yunanistan 1922 yılında Kurtuluş Savaşı sırasında ordusunun Türk askeri karşısında başarısız oluşunu anıyor. Yunanistan'da "Küçük Asya Felaketi" olarak bilinen başarısızlığın nedenleri yeniden konuşuluyor. Savaşın hararetle tartışıldığı bugünlerde, Yunan basını 1924'te yasaklandıktan sonra tamamen unutulmuş olan savaş karşıtı bir kitabı sayfalarına taşıdı. "Esaret Günleri" adlı kitap V.K. isimli Yunan pilot tarafından kaleme alınan bir günlüğün yazar Markos Avgeris tarafından derlemesi... V, K. keşif uçuşundayken düşmesini ve Türkler tarafından 2 yıl esir tutulmasını anlatıyor:

TÜRK ASKERLER KURTARDI
Esir düşen Yunan askerleri, Kemal'in (Atatürk) subaylarıyla iletişim kurdu.Yunan askerlerini hırpalayan, insanlık dışı muamele eden ve kafa kesen çete üyeleriyle, Türk askerleri arasında dağlar kadar fark var. Vahşetleri her defasında Türk asker ve subayları önlüyor. Bize daha insanca davranıyorlar. Subay arkadaşım F.'ye rastladım. Bana Gebze'de Türkler tarafından yakalandıklarını, yöre halkı üstlerine saldırırken onları Türk askerlerinin kurtardığını anlattı. Bir akşam Tuğgeneral bizi yemeğe davet etti. Masada herkes Kemal'den (Mustafa Kemal) hayranlıkla söz ediyordu. Bana da onun hakkındaki fikrimi sordular. Ben de "Kemal'in azmi ve vatanperverliği gerçekten muazzam" dedim.
STELYO BERBERAKİS - ATİNA
Alıntı ile Cevapla
buena vista kullanıcısına teşekkür edenler
alihoca (07-10-2006), dentist (06-10-2006), Süvari (13-03-2007)
  #23  
Eski 06-10-2006, 19:26
janus janus bağlı değil
.
 
Üyelik Tarihi: Mar 2006
Bulunduğu Yer: bilgisayar başı
Mesajlar/Teşekkür sayısı: 293/3485
0 Mesaj ına 1818 Kere teşekkür edildi
Tanımlı

http://www.haber7.com/haber.php?haber_id=190195
İslam'ı Türkçeleştirme girişimin kısa tarihi:

Türkiye Cumhuriyeti'nin ilk kurulduğu dönemde Arapça orijinalinin yerine, Diyanet İşleri Başkanlığı'nın 18 Temmuz 1932 tarihli bir genelgesi ile ezanın Türkçe okunmasıdır. CHP'nin tek parti iktidarı döneminde uygulamada kaldı.

1931 yılının Aralık ayında, Mustafa Kemal’in emriyle dokuz hafız, Dolmabahçe Sarayı’nda ezanın ve hutbenin Türkçeleştirilmesi çalışmalarına başladı.
Kuran’ın Türkçe tercümesi ilk kez 22 Ocak 1932 tarihinde İstanbul’da Yerebatan Camii’nde Hafız Yaşar (Okur) tarafından okundu. Bundan 8 gün sonra, 30 Ocak 1932 tarihinde ise ilk Türkçe ezan, Hafız Rifat Bey tarafından Fatih Camii’nde okundu.
3 Şubat 1932 tarihine denk gelen Kadir Gecesi’nde de, Ayasofya Camii’nde Türkçe Kuran, tekbir ve kamet okundu.


18 Temmuz 1932 tarihinde Diyanet İşleri Riyaseti, ezanın Türkçe okunmasına karar verdi. Takip eden günlerde, yurdun her yerindeki Evkaf Müdürlüklerine Türkçe ezan metni gönderildi.

http://www.youtube.com/watch?v=fu_9rYkmAOI

4 Şubat 1933 tarihinde, müftülüklere ezanı Türkçe okumalarını, buna uymayanların kati ve şedid (kesim ve şiddetli) bir şekilde cezalandırılacaklarını bildiren bir tamim gönderildi.

Türkçe ezanın metni

Tanrı uludur
Tanrı uludur
Tanrı uludur
Tanrı uludur
Şüphesiz bilirim ve bildiririm: Tanrı’dan başka yoktur tapacak

Şüphesiz bilirim ve bildiririm: Tanrı’dan başka yoktur tapacak

Şüphesiz bilirim, bildiririm: Tanrı’nın elçisidir Muhammed

Şüphesiz bilirim, bildiririm: Tanrı’nın elçisidir Muhammed

Haydi namaza, haydi namaza

Haydi felaha, haydi felaha

(Namaz uykudan hayırlıdır)

Tanrı uludur, Tanrı uludur

Tanrı’dan başka yoktur tapacak.

Türkçe ezan ilk olarak 1932 yılında İstanbul Fatih Camii'nde okundu.

18 sene boyunca ezan Türkçe okunmuş, daha sonra Demokrat Parti'nin iktidara gelmesi ile 16 Haziran 1950'de ezanın Arapça da okunabilmesine izin verilmiştir. İlgili kararla, Türkçe ezan yasaklanmasa da, Türkçe ezan okunması tümüyle terkedilmiştir. Günümüzde, serbest olmasına karşın, camilerde yalnızca Arapça ezan okunmaktadır.
Alıntı ile Cevapla
janus kullanıcısına teşekkür edenler
alihoca (07-10-2006), buena vista (06-10-2006), chem73 (06-10-2006), dentist (06-10-2006), Emin (07-10-2006), Ramo (06-10-2006), Süvari (13-03-2007)
  #24  
Eski 10-10-2006, 09:08
Master - ait Avatar
Master Master bağlı değil
.
 
Üyelik Tarihi: Feb 2006
Bulunduğu Yer: Kalamış
Mesajlar/Teşekkür sayısı: 6.503/2290
5427 Mesaj ına 23006 Kere teşekkür edildi
Arrow Kısa ve ÖZ

1960'lar...
Paris'te Madeleine Meydanı'nda bir öğle üzeri...
40 yaşlarındaki Madam Janine Thepenier karşısındaki Türk delikanlıyla sohbet ediyor.
Benoist-Mechin'in "Mustafa Kemal" kitabı yeni çıkmış piyasaya...
Daha önce Türkler ve Türkiye üzerine hiç bilgisi olmayan Fransız kadın kitabı yeni okumuş, bizim delikanlıya sorular soruyor:
"- Şüphesiz Mustafa Kemal davasında haklıymış. Fakat niye bu kadar çok kan dökmüş? İstiklal mahkemelerinde kelle uçurmak olacak iş mi?"
Sonra Menderes'in idamına getiriyor lafı:
"Anayasa'yı çiğnedi diye Başbakan'ı, bakanları asmak doğru mu?"
"Kıbrıs çıkarmasında masumların kanını dökmek günah değil mi?"
Delikanlı satır aralarından "Nedir sizdeki bu vahşet" sorusunu kokluyor. Ve karşı saldırıya geçiyor:
"Benim bildiğim Fransa (1. Dünya Savaşı kahramanı, Mareşal) Petain'i idama mahkûm etmiş, yaşlı diye cezasını süresiz hapse çevirmiştir. Laval'i ise kurşuna dizmiştir. Bunlardan birisi başkan, öteki de bakan değil miydi?"
Madam Thepenier hayretle itiraz ediyor:
"Aaaa, o başka..."
"Peki Danton, Robespierre, Babeuf gibi ihtilal başkanlarının kesildiği yer bu Paris değil midir?"
Cevap aynı:
"Aaaa, o başka..."
"Fransa paraşütçüleriyle Gabon'a niye müdahale etmişti? Eğer Cezayir'de Araplar orada kalmış Fransızları kesmeye, aç bırakmaya ya da sürmeye başlasalardı Fransa müdahale etmeyecek miydi?"
"Aaaa, o başka..."
* * *
Bu çifte standart karşısında saçını başını yolan "Fransa hayranı" delikanlının adı Attilâ İlhan'dı.
Bu izlenimlerini "Hangi Batı"da (Bilgi, 1976, s. 41) şöyle sonlandıracaktı:
"İnsan sonra sonra Batılının, yani Fransızın olayları, insanları ve sorunları iki ayrı gözle gördüğünü, iki ayrı ölçekle değerlendirdiğini fark ediyor.
"Birisi, dünyayı 'yöneten' ülkelerden biri olmaktan gelen yukarı bir ölçü, kendine toz kondurmayan, komşusuna karşı hoşgörülü...
"Ötekisi, 'yönettiği' ya da hizada saydığı ülkelere ve halklara uyguladığı, hafif alaycı, epeyce küçümser, adamakıllı merhametsiz ve toptan haksız bir ölçü. Avrupalı değil misiniz, 'Avrupalıyım' diye 40 yıldır yırtınsanız bile her hareketiniz başka bir ölçüyle yargılanacaktır.
"Diyeceğim, Paris'in iki gözü, iki ayrı renk..."
* * *
Aradan geçen 40 yılda fazla bir şey değişmedi Fransa'da:
Aynı çifte standart, aynı önyargı, aynı kibir...
Şu farkla ki; bu tavrının bedelini, varoşlarından yükselen ve 60'lardakine hiç benzemeyen bir şiddet dalgasıyla ödemeye başladı.
Türkiye ise Batı yolunda komşularıyla barışma, önyargılarından arınma, tarihini sorgulama, yasalarını demokratikleştirme yoluna girdi.
Şimdi Türkiye'de Batılı düşünenler "Soykırım vardır" diyenlerin hapsedilmesine fikir özgürlüğü adına karşı koyarken, "fikir özgürlüğünün Kâbe'si" kabul edilen Batı "Soykırım yoktur" diyenleri hapsetmeye hazırlanıyorsa, bize düşen, Batı'nın değerlerini Batı'ya hatırlatmak, bu çifte standardı yüzlerine vurmak ve en önemlisi yolumuzdan caymamaktır.
Bu vesileyle, yarın 1. ölüm yıldönümünde anacağımız, Paris'teki o "ebedi delikanlı"yı saygıyla selamlıyorum.

Can Dündar
__________________
''Gelişmekte olan bir ülke enflasyonu düşürebilir.. Yolsuzlukları azaltabilir.. Bütçelerde kısıntıya gidebilir.. Özelleştirme yapabilir..Ama yine de zenginleşemeyebilir! Çünkü bilgi değil,yalnızca mal üretiyordur." Juan Enriquez
Alıntı ile Cevapla
Master kullanıcısına teşekkür edenler
account (10-10-2006), dentist (10-10-2006), filiz (10-10-2006), janus (10-10-2006), kasved (10-10-2006), nedo (10-10-2006), neron (11-10-2006), nomeames (10-10-2006), Ramo (11-10-2006), Süvari (13-03-2007)
  #25  
Eski 01-11-2006, 10:07
dentist - ait Avatar
dentist dentist bağlı değil
.
 
Üyelik Tarihi: Feb 2006
Mesajlar/Teşekkür sayısı: 1.058/2200
469 Mesaj ına 3880 Kere teşekkür edildi
Tanımlı Kuva-İ Mİllİye'de SavaŞtepe

Anadolu'da Yunan işgalinin Sonu ve ilçeye "Savaştepe" Adının Verilişi

16 Mayıs 1919 da İstanbul'dan vapurla ayrılan Mustafa Kemal Paşa 19 Mayıs'da Samsun'a ulaşır. İlk olarak 25 Mayıs'da Havza'da bir genelge yayınlar. 22 Haziran'da Amasya'da, Sivas'da milli bir kongrenin toplanacağını bildiren ve Milli Mücadele'yi başlatan genelge yayınlanır. Mustafa Kemal Paşa Amasya'dan Erzurum'a geçer ve 7 Ağustos'da yapılan Erzurum Kongresi'nin aldığı kararlar açıklanır. Bu kongrede "Misakı Milli" sınırlan kabul edilip bir temsil heyeti oluşturulur. Milli Mücadele yolunda çok büyük öneme sahip olan bu kongrelerden genel nitelik yaşayan Sivas Kongresi 4 Eylül 1919 da toplanır. Alınan kararlar vatanın genelini kapsamakta ve düşmana karşı silahlı birliklerin düzenli hale getirilmesi yolundadır.

16 Mart 1920 tarihinde İstanbul'un İtilaf devletleri tarafından resmen işgal edilmesi üzerine 19 Mart'ta Mustafa Kemal Paşa Ankara'da bir meclis toplanması için yurdun dört bir yanından delegelerin Ankara'ya gelmesi için genelge yayınlar. 23 Nisan 1920 tarihinde ilk Türkiye Büyük Millet Meclisi Ankara'da toplanır. Artık vatanın düşmanlar tarafından işgaline karşı tek elden mücadele ve bağımsız Türk devleti için yapılacak olan çalışmalar buradan yürütülecektir.

Kurulan düzenli ordu ilk olarak 10 Ocak 1921 de I. İnönü ve ardından l Nisan 1921 de II. İnönü zaferlerini kazanır. 13 Eylül 1921 tarihinde ise Sakarya Meydan Muharebesi kazanılır. Artık Yunan kuvvetleri savunmaya geçmişlerdi. 26 Ağustos’ta topçu ateşiyle başlayan Büyük Taarruz 30 Ağustos’ta Başkumandanlık Meydan Muharebesi'nin kazanılmasıyla sonuçlanır. Hızla kaçan Yunan askerleri geride yakılıp yıkılmış şehirler bırakarak canlarını kurtarmaya çalışmaktadır. Milli Ordumuz 6 Eylül 1922 tarihinde Balıkesir ve Savaştepe'yi, 9 Eylül'de İzmir'i, 10 EylüPde ise Bursa'yı kurtarır. 11 Ekini 1922 yılında Mudanya Ateşkes Antlaşması ve 24 Temmuz 1923 tarihinde Lozan Antlaşması’yla şimdiki sınırlarımızın hemen hemen tamamı belirlenmiştir.

İlçe halkının, Kuva-yi Millîye teşkilâtıyla ilçenin, Yunanlılar tarafından işgal edilmeden önce Soma'da, Bergama'da ve son olarak da Çomaklı-Yağcılı cephesinde göğüs göğüse yaptıkları mücadeleleri ve işgal sırasında Yunanlılara karşı ormanlarla kaplı dağlarda verdikleri mücadelerden yukarıda bahsetmiştik. Bu sebeple bağımsız Türkiye Cumhuriyeti kurulduktan sonra Atatürk'ün teklifiyle 10 Ekim 1934 tarihinde TBMM tarafından nahiyeye "Savaştepe" adı verildi. Eski adı "Giresun " olan nahiye artık şanlı Savaştepe adıyla anılmaya başlar.

10 Ekim 1934 tarihinden sonra 20 yıl bucak örgütü olarak kalır ve 4 Mart 1954 tarih 6325 sayılı yasa ile l Haziran 1954 tarihinde Savaştepe ilçe merkezi haline getirilir.

1949 yılında Türk Milleti'nin kahraman şehitleri adına, Çomaklı Cephesi'ndeki kanlı çarpışmalar ve Kuva-yi Millîyeci nice fedakâr Türk şehitleri adına Savaştepe'nin "Lalelik Tepesi" denilen Anadolu Öğretmen Lisesi yakınlarında "Şehitler Anıtı" yaptırılmıştır. Anıtın yapımını dönemin Köy Enstitüsü müdürü Nihat Salku desteklemiş ve öğrencilerin bizzat çalışmalarıyla Ağustos ayında tamamlanmıştır. Anıt planını Balıkesir Necatibey Eğitim Enstitüsü'nün resim öğretmeni Mahir Gürsel hazırlamış, üzerindeki şiir ise aynı okuldan Tarih öğretmeni Aziz Eryalaz'a aittir. İnşaatı Savaştepe Köy Enstitüsü'nün inşaat öğretmenlerinden olan Kenan Gürgün ve inşaat ustası Hamit Eroğlu yapmışlardır. Göklere dimdik yükselen anıt üzerinde şu kıta yeralır;

"Bomba yağsa göklerden, göğsümüzde sönecek. Bütün dünya yıkılsa Türk dünyası dönecek Türküm, bize ne mutlu, Türk olan öğünecek. Bütün dünya yıkılsa Türk dünyası dönecek "
Alıntı ile Cevapla
dentist kullanıcısına teşekkür edenler
alihoca (28-12-2006), Süvari (13-03-2007)
  #26  
Eski 27-12-2006, 19:30
Master - ait Avatar
Master Master bağlı değil
.
 
Üyelik Tarihi: Feb 2006
Bulunduğu Yer: Kalamış
Mesajlar/Teşekkür sayısı: 6.503/2290
5427 Mesaj ına 23006 Kere teşekkür edildi
Question “Milli marş ve bayrağın değiştirilmesi söz konusu değil”

Barzani, yaptığı açıklamada bu bayrak altında binlerce şehit verdiklerini, Kürt bayrağı ve ’Ey Rakip’ isimli Kürt Marşı’nın değiştirilmesi için çalışma olmadığını söyledi. Barzani, “Milli marş ve bayrağın değiştirilmesi söz konusu değil” dedi.

Mesut Barzani, komutası kendisine bağlanacak peşmerge güçlerinin geçmişte diktatör Saddam rejimini yıkmak amacıyla yıllarca mücadele verdiğini, günümüzde de demokratik rejimi korumakla görevli olacağını söyledi. Kürt lider, peşmergelerin bu aşamada Bağdat’a giderek Şiilerle Sünniler arasıdaki mezhep tartışmalarına taraf olmayacağını anlatırken, “Peşmergeleri Bağdat’a gönderip teröristlerin hedefi haline getirmeyeceğiz” dedi.

Minik üstü Not : Eğer Bir Devlet kurulmuyorsa Bu bir haberdir..Ama bir devlet kuruluyorsa...Bu o devletin adımlarından biridir... Gerçi bu konuları Tarihçi Dostlar daha iyi değerlendirecektir.... Onun için Tarih bölümüne yazdım...
Koyu kısım da ince bir plan Kimler Sünni kimler Şii ise...Hani yeni kuruluş tarafsızım mı demek istiyor
__________________
''Gelişmekte olan bir ülke enflasyonu düşürebilir.. Yolsuzlukları azaltabilir.. Bütçelerde kısıntıya gidebilir.. Özelleştirme yapabilir..Ama yine de zenginleşemeyebilir! Çünkü bilgi değil,yalnızca mal üretiyordur." Juan Enriquez
Alıntı ile Cevapla
Master kullanıcısına teşekkür edenler
alihoca (28-12-2006), buena vista (27-12-2006), Ramo (27-12-2006)
  #27  
Eski 04-02-2007, 09:07
buena vista buena vista bağlı değil
.
 
Üyelik Tarihi: Feb 2006
Mesajlar/Teşekkür sayısı: 895/3266
652 Mesaj ına 4322 Kere teşekkür edildi
Tanımlı Atatürk'ten Ermeni terörüne tapulu cevap

Bir kesim, Atatürk'ün 1915'teki Ermeni olaylarına temas etmemeye özen gösterdiğini ileri sürüyor. Atatürk aslında Ermenilerin el konulan mallarını Ermeni terörünün hedef aldığı devlet adamlarının çocuklarına dağıtmıştı. İşte belgeleri...



Atatürk, Ermeniler'in elkonulan mallarını Ermeni terörünün yetim bıraktığı çocuklara dağıtmıştı

Türkiye'de, bundan birkaç ay önce, ortaya tuhaf bir iddia atıldı ve Atatürk'ün Ermeni tehcirini "facia" olarak nitelediği ve tehcir meselesine temas etmemeye özen gösterdiği ileri sürüldü. Bugün bu sayfada, bu iddiaları yalanlayan bazı belgeleri, Atatürk'ün Ermeniler tarafından katledilen devlet adamlarının ailelerine sonraki senelerde Türkiye'den ayrılan bazı Ermeniler'e ait malları vermesiyle ilgili dokümanları yayınlıyorum ve bu belgeleri, soykırım suçlamalarının Türkiye'deki gönüllü sözcülerine ithaf ediyorum..

Soykırım suçlamalarının Türkiye'deki bazı gönüllü sözcüleri, bundan birkaç ay önce, ortaya tuhaf bir iddia attılar: Atatürk'ün İttihad ve Terakki Partisi'nin bütün politikalarına karşı çıktığını söylüyor, 1915'te yaşananları "facia" olarak nitelediğini ve sonraki senelerde tehcir meselesine temas etmemeye özen gösterdiğini ileri sürüyorlardı. Gönüllü sözcüleri bu iddialarını hâlâ ve sürdürüyor ve "Atatürk, tehcirin sorumluları hakkında ağır suçlamalarda bulunmuş, 1915'te alınan kararları her zaman eleştirmişti" demeye devam ediyorlar. Tarihi konularda araştırmaya gerek görmeden, arşivlere girmeden ve herhangi bir belgeyi incelemeye ihtiyaç duymadan iddiada bulunmak ve karar verip yorum yapmak bizde eski bir âdetti. Atatürk'ün 1915 olaylarına bakışı konusunda ortaya atılan iddialar da bu âdetin devamıydı, hele işin içine mâlum iddiaların sözcülüğünü yapmak gibisinden zoraki bir çaba da girince gerçekler eğilip bükülüyor, Atatürk bile bu çabaya âlet ediliyordu.

MASUMLARI ASTILAR
Bugün, bu sayfada, Atatürk'ün Ermeni meselesine ve 1915 olaylarına bakışını yansıtan bazı belgeler yayınlıyorum. Belgeler, Atatürk'ün tehcir meselesine hiç de Türk tarafını suçlayıcı bir şekilde yaklaşmadığını, aksine, bu yolda can veren idarecilerin ailelerine sonraki senelerde büyük maddi yardımlarda bulunduğunu gösteriyor. Belgelerin daha iyi anlaşılabilmesi için, önce, 1915 sonrasında yaşanan ve detaylarını bugün sadece konunun uzmanlarının bildiği bir hadiseyi, tarihimizde leke olarak duran tehcir yargılamaları konusunu hatırlatmam gerekiyor: Türkiye'nin Birinci Dünya Savaşı'ndan yenik çıkmasından sonra, savaş yıllarında ülkenin kaderine hükmeden İttihad ve Terakki Partisi iktidardan düşmüş, lider kadrosu Türkiye'den ayrılmış ve işbaşına birkaç ay sonra Hürriyet ve İtilâf Partisi gelmişti. Sadrazamlık

makamında, meşhur Damad Ferid Paşa oturuyordu. İtilâf Devletleri, yani dünya savaşı yıllarında savaştığımız güçler, Mondoros Mütarekesi'nin imzalanmasından sonra, İttihad ve Terakki'nin ileri gelenlerinin ve Ermeniler'i tehcir edenlerin savaş suçlusu olarak yargılanmalarını istediler. Damad Ferid Hükümeti bir kararname çıkartarak Türkiye'deki önde gelen İttihadçılar'ı ve tehcirde görev yapan bazı idarecileri tutuklayıp yeni kurulan bir askeri mahkemeye sevketti. İngilizler ile Ermeni cemaatinin baskısıyla çalışan ve tam bir adli skandal olan mahkeme, ilk kararını 1919'un 8 Nisan'ında verdi: Boğazlayan Kaymakamı Kemal Bey'in idamına hükmetti. Kemal Bey iki gün sonra Bayezid Meydanı'nda asılacak; ertesi sene, 1 Ağustos 1920'de de tehcir sırasında Urfa'nın en yüksek mülki amiri olan mutasarrıf Nusret Bey idam edilecek, infazlar halkta büyük infial uyandıracak ama işgal sebebiyle toplu bir hareket yapılamayacaktı.

YİRMİŞER BİN LİRALIK MAL
Atatürk'ün, Ermeni tehciri ile ilgili olarak bugün gündeme getirilen iddiaları yalanlayacak mahiyetteki uygulamaları, Ankara'da, 1920'nin 23 Nisan'ında Büyük Millet Meclisi'nin açılışının hemen sonrasındaydı. Başında Mustafa Kemal Paşa'nın bulunduğu Meclis, 8 Mayıs 1920'de tehcir bahanesiyle tutuklu olanların tamamının tahliyesine karar verdi ve 11 Ağustos'ta da tehcirle suçlanan idarecilen yargılandıkları mahkemelerin faaliyetlerini durdurdu. 25 Aralık 1921'de Urfa Mutasarrıfı Nusret Bey, 14 Ekim 1922'de de Boğazlayan Kaymakamı Kemal Bey "Milli Şehid" ilân edildiler ve ailelerine maaş bağlandı. Türkiye'yi terkeden Ermeniler'den kalan bazı gayrımenkuller, Mustafa Kemal tarafından sonraki senelerde bakanlar kurulu kararı ile Kemal ve Nusret Beyler'in ailelerine verilecek, Ermeniler tarafından katledilen bazı İttihadçı liderlerinin ailelerine

de yine bazı Ermeni malları devredilecekti. Mustafa Kemal Paşa'nın da imzasının bulunduğu ilk hükümet kararı 2 Şubat 1927'de çıkartıldı ve Boğazlayan Kaymakamı Kemal Bey'in eşi ile çocuklarına İstanbul'da Ermeniler'den kalan 20 bin lira değerinde gayrımenkuller tahsis edildi. Aynı senenin 25 Aralığında, Urfa Mutasarrıfı Nusret Bey'in geride bıraktığı ailesine yine daha önce Ermeniler'e ait olan gayrımenkuller verildi. Tahsisler sonraki senelerde de devam etti. Türkiye'den giden Ermeniler'e ait yirmişer bin lira değerindeki bazı gayrımenkuller İttihadçı liderlerden olan ve Ermeniler tarafından şehid edilen Doktor Bahaeddin Şakir Bey'in, Doktor Reşid Bey'in ve Bahriye Nazırı Cemal Paşa'nın yaveri Nusret Bey'in ailelerine verildi.

DEVLETİN DEVAMLILIĞI
İlk defa Dr. Şenol Kantarcı tarafından 2001 yılında yayınlanan bu kararnamelerin altlarında "Reisicumhur Gazi Mustafa Kemal" ile "Başvekil İsmet" in imzaları bulunuyor ve özellikle de Doktor Bahaeddin Şakir Bey'in vârisleri ile ilgili uygulama bir gerçeği açık şekilde vurguluyor: Mustafa Kemal'in 1915 olaylarını facia yahut rezalet olarak görmediğini, Türk kurbanları sahiplenip devletin devamlılığı kuralını benimsediğini... Bu yazdıklarımı okuyup hâlen gündemde olan Hrant Dink cinayeti ile geçmişte yaşanan tatsızlıklar arasında kıyaslamaya gittiğimi düşünebilecekler için tekrar edeyim: Cinayet, nerede ve hangi maksatla işlenirse işlensin aynıdır, Hrant Dink'in katledilmesi ile İttihadçı liderlerin yahut diğer masumların canlarının alınması arasında hiçbir fark yoktur ve tetiği çeken caniler aynıdır. Cinayetler nasıl taraflar arasındaki nefreti arttırmaktan başka bir işe yaramamış ise, "Hepimiz Ermeniyiz" gibisinden acele ve uçuk sloganlar da tahrikten başka bir işe yaramazlar! Murat BARDAKçI
(Sabah)
Alıntı ile Cevapla
buena vista kullanıcısına teşekkür edenler
dentist (04-02-2007), Ramo (04-02-2007)
  #28  
Eski 15-02-2007, 12:19
Master - ait Avatar
Master Master bağlı değil
.
 
Üyelik Tarihi: Feb 2006
Bulunduğu Yer: Kalamış
Mesajlar/Teşekkür sayısı: 6.503/2290
5427 Mesaj ına 23006 Kere teşekkür edildi
Arrow AtatÜrk'Ün DoĞu Ve GÜneydoĞu Anadolu Polİtİkasi Ve Bunun Ortaasya Ve OrtadoĞu Polİtİk

Yrd.Doç.Dr. Kenan Ziya TAŞ



Türk milletinin binlerce yıl öncesine dayanan bir tarihi ve bu tarihle mütenasip iyi işlenmiş bir dili ve köklü bir kültürü vardır. Bu vasfıyla milletimiz yeryüzünde varlığı çok eski tarihlere giden nadir bir kaç milletten biridir. Atatürk ise tarih boyunca Türk milletinin yetiştirdiği müstesna şahsiyetlerin en son temsilcilerindendir. Mensubu olduğu milletin mukadderâtında izi kaybolmayacak bir rol oynamıştır. Atatürk de toplumlara hamle ve yön veren "büyük adam"lardandır. İngiliz tarihçisi ve düşünürü Maculley'in dediği gibi, büyük adam yüksek bir tepeye çıkan ve güneşin doğuşunu herkesten evvel görebilen insandır. Atatürk de kültürün önemini çok önceden kavramış, kültür ve dile büyük önem vermiştir; "Cumhuriyetin temeli kültürdür." sözü, onun kültüre verdiği bu öneme işaret eder.

Türk tarihi, büyük Türk kültürünün, çağlar içindeki siyasi ve medeni tezahüründen, yürüyüşünden, akışından, Türk kültürünün aksiyon haline gelmesinden başka bir şey değildir. Türk tarihine ilmin çıkabildiği en eski devirlerden itibaren tamamıyla sahip çıkmalı, onun her devrinin hakkını teslim etmeli, böylece tarihimize bir kültür ve birlik hazinesi olarak en müstesna yerin verilmesine ve bugünkü ve yarınki hayatın bu temel üzerine kurulmasına, millî tarih şuurunun kökleşmesine büyük ehemmiyet atfolunmalıdır. Türk tarihi, Türk kültürünün dolayısıyla Türk milletinin yüksek

Bu tesbitler istikametinde Atatürk Türk tarihinin gerçeklerini gün ışığına kavuşturmak için zaman ve enerjisinin büyük bir kısmını Türk tarihinin araştırılmasına adadı. Gerçekler bütün çıplaklığı ile meydana çıkarılmalı idi. Bu sayede yanlış kanaatler tashih olunacak, muhteşem bir geçmişi olan Türk milletinin yeni kuşakları medeniyet dünyası önüne açık alınla çıkacaklar ve nefse güvenle daha parlak bir geleceğe hazırlanacaklardı. Aynı zamanda büyük askeri zafer, kültür alanında böylece tamamlanacaktı. Bunların temin ve tesisi gayesiyle 1931'de Türk Tarihi Tetkik Cemiyeti (Türk Tarih Kurumu) ve 1932'de de Türk Dili tetkik Cemiyeti (Türk Dil Kurumu) ve bu ikisine ilâveten 1935 yılında Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesi açılmıştır. Böylece tarih boyunca Türk milletinin ortaya koydukları maddî ve manevî bütün varlıkları araştırılacaktı. Çünkü bir milletin büyüklüğü medeniyet alanında vücuda getirmiş olduğu eserlerle ölçülebilirdi. Böyle bir amaçla Atatürk, türk tarihi üzerindeki çalışmalar için şu direktifleri verdi:

"Büyük devletler kuran ecdadımız, büyük ve şumûllü medeniyetlere sahip olmuştur. Bunu aramak tetkik etmek, Türklüğe ve cihana bildirmek bizler için bir borçtur. Türk çocuğu ecdadını tanıdıkça daha büyük işler yapmak için kendinde kuvvet bulacaktır."

"Tarih, hayal mahsulü olamaz. Tarih yazarken gerçek olayları bulmaya çalışmalıyız. Eğer bunları bulamazsak mechuliyeti, bu noktada cehlimizi itiraf etmekten çekinmeyelim."

"Tarih yazmak, tarih yapmak kadar mühimdir. Yazan yapana sadık kalmazsa, değişmeyen hakikat insanı şaşırtıcı bir hal alır."

Atatürk'ü ve inkılâplarını değerlendirirken onu sahip olduğu ve tarihî süreç içinde oluşan bu anlayışı ile değerlendirmeliyiz. Bu bakımdan Atatürk, medeniyet bakımından hamle yapmak isterken inkılâplarında Türk Tarihi ve Türk kültürünü hep ön plâna çıkarmıştır. Bu sebeple Atatürk inkılâbı medeniyet değiştirme yönünden daha ziyade mutlak, kültür değişmesi yönünden ise daha ziyade nisbîdir. Birincisindeki mutlaklık medeniyetin milletler arası veya milletler üstü maddi ve manevî değerler manzumesi olmasından, ikincisindeki nisbîlik ise, kültürün milletlerarası tesirlere kapalı olmamakla beraber, aslî mahiyeti itibariyle millî değerler sentezi olmasındandır. Böyle olunca medeniyette "devrim" (!) olabileceğine karşılık kültürde devrimden (!) bahsetmenin bir çelişmeye düşmek olduğunu söylemek bir hata veya paradoks telâkki edilemez. Kültürde mutlak bir değişme yani devrim değil, global açıdan nisbî bir değişme veya tekâmül olabilir. Kültür ancak bu mahiyeti ile millî seciyenin ifadesi ve millî kişiliğin devamı olur.

Atatürk inkılâbı ile eski reformlar arasında tereddüte imkân vermeyen bir bağlantı bulunduğu ilmi bir hakikattir. Zira Atatürk inkılâbı müslüman Türk toplumunun. batı tesiri ile bir uyanış devri sayılan Lâle devrinden, yani 18.asır başlarından itibaren yavaş yavaş batıya açılması ile hıristiyan batı karşısındaki aşağılık kompleksi ile ve bilhassa jeopolitik tesirler altında, evvelâ teknik ve askerî, daha sonra idarî ve hukukî ve nihayet kültürel, sosyal ve ekonomik alanlarda bütün 19.asır boyunca devam eden bir medeniyet ve kültürden, başka bir medeniyet ve kültüre geçiş "transmutation" veya kültür ve medeniyet değiştirme hareketi karekterini taşıyan ağır fakat kesintisiz bir istihale "tranformation" süresinin varış noktasıdır. Başka bir deyimle, bir tekâmül zincirinin çok önemli bir halkasıdır. Bu tekâmül Atatürk inkılâbının kat'i surette tesbit ettiği ve gösterdiği genel yönde, kısmen kendiliğinden ve kısmen reforumcu müdahelelerle devam edecektir. Bu Atatürk inkılâbının temelinde yatan dünya görüşünün donmuş bir doğma veya doktirin değil esnek pragmatik bir felsefe ve realist bir duygu ve düşünce davrınışı "attitude"ü olduğu gerçeğinden ve aynı zamanda Türk toplumunun tarihi angajmanından çıkan tabiî bir neticedir.

Türk tarihinden çıkardığı netice ve güvenle istiklâl mücadelesine atılan ve eşsiz bir zaferle neticelendiren Atatürk, tarih bilgisinde en heyecanlı hitabenin ilham kaynağını, yeni devletin temellerini atmak yolunda giriştiği teşebbüslerde en etkili silahını buluyordu. Tesis edilen bu yeni devletin her modern devlet gibi üstlendiği vazifeleri ve sorumluluklarını şu şekilde sıralamak mümkündür:

1- Her hal ve şartta devletin devamlılığını sağlamak,

2- İç ve dış güvenliği sağlamak (içten ve dıştan devletin hakimiyetine zarar vermeye yönelik her türlü fiili hareketleri ve saldırıları önlemek,

3- Milletin refahını (ekonomik ihtiyaçlar) ve saadetini (sağlık, eğitim, eşitlik, hürriyet, adalet) temin etmek,

4- Millet hayatını devam ettirmek, bunun için milleti meydana getiren dil, töre, din, tarih, edebiyat gibi kültür unsurlarını evvelâ asliyetini bozmadan muhafaza etmek, ikincisi geliştirmek, üçüncüsü ise millî şahsiyeti, milli şuuru ve milli birliği kuvvetlendirecek şekilde yaymak ve öğretmek

5- Çağdaş ilim ve teknoloji kurarak, toplum hayatında esas kılmak.

Devlet sahip olduğu imkân ve şartlar çerçevesinde ülkenin her tarafında bu esasları tatbik etmeye çalışırken özellikle Doğu ve Güneydoğu Anadolu üzerinde çok çeşitli sebepelerle, aşağıda maddeler halinde zikrettiğimiz, hadiselerle karşı karşıya kalmıştır:

1- Doğu ve Güneydoğu Anadolu halkını çeşitli vasıtalarla (propaganda, şiddet) millî şuur dışına çekmek,

2- Türk devlet hakimiyetine karşı koyma, bu hakimiyeti reddetme ve bu hakimiyet altından ayrılma ve istiklâle kavuşma arzusunu tahrik ve teşvik etmek,

3- Doğu ve Güneydoğu Anadolu bölgesini Türk devletinden koparmak veya misâk-ı millî sınırlarını parçalamak.

Zikredilen bu hususların tarihî bir perspektif ile gelişimi ve buna bağlı olarak dış siyasetimizin önemli bir bölümü olan Orta Asya'daki (Türkistan) Türk devletleri ve Ortadoğu ile olan münasebetler üzerindeki yeri değerlendirilecektir. Doğu Anadolu, Kafkasya ve Ortaasya ile; Güneydoğu Anadolu ise Ortadoğu ile birleşen coğrafyalarımızdır. Buralarla tarihî, siyasî ve beşerî münasbetlerimiz neredeyse ayrılamayacak bir bütünlük gösterir.

Yukarıda ana hatlarıyla bahsetmeye çalıştığımız hususlardan dolayı Atatürk Doğu ve Güneydoğu ile dış türkler üzerindeki politikalarını sağlam bir kültür politikası üzerine oturtmanın gerekliliğini vurgulamış ve bu istikamette hareket etmiştir. Şu sözü bunu açıkça göstermektedir: "Türkiye dışında kalmış Türkler, ilkin kültür meseleleriyle ilgilenmelidirler. Nitekim biz Türklük davasını böyle bir müsbet ölçüde ele almış bulunuyoruz. Büyük Türk tarihine Türk dilinin kaynaklarına, zengin lehçelerine, eski Türk eserlerine önem veriyoruz." Millî Mücadele esnâsında ve sonrasında ortaya çıkan iç ve dış gelişmeler ve ortaya çıkan neticeler bu düşünceleri doğrulayacaktır.

Malum olduğu üzere Nutuk'ta belirtildiği gibi Mustafa Kemal'in dış politika tutumunda kronolojik iki devir vardır. İstiklâl savaşının zaferle sona erdirilmesine kadar süren birinci devre dış politika. Bu devir, Mustafa Kemal'in gerek padişah tarafından gerekse yabancı devletler tarafından bir asi sayıldığı devirdi. İkinci devir, Türk zaferiyle açılır ve Lozan müzakereleriyle yürümeye başlar. Bu devirde yeni Türkiye Cumhuriyeti devletler arasında eşit bir devlet olarak görünmeye çalışır ve bu statüyü başarılı bir şekilde elde eder.

Atatürk'ün Doğu ve Güneydoğu Anadolu'ya, Ortadoğu ve Orta Asya politikası açısından verdiği önemi açıklarken ağırlıklı olarak yukarıda bahsettiğimiz ikinci devredeki gelişmeleri ele alacağız. Bilindiği gibi Misâk-ı Millî ile kurulacak millî devletin hudutlarının nasıl olması gerektiği açıklanmaıştır. Mustafa Kemal, mecliste yaptığı bir konuşmada "Misâk-ı Millî şu hat, bu hat diye hiç bir vakitte hudut çizmemiştir. O hududu çizen şey milletin menfaati ve heyet-i celilenin isâbet-i hâzırıdır. Yoksa haritası mevcud bir hudut yoktur. Bunun için de yapılmış olan işlerde ve yapılması teklif olunan işlerde hiç bir vakitte buna taarruz edilmemiştir. Bilâkis riayet edilmiştir." demektedir.

Misâk-ı Millî'nin konumuzla ilgili bölümü incelendiğinde görülmektedir ki Misâk-ı Millî güneyde Araplık ve Türklük camialarının kültür temeline dayalı olarak çizilecek sınırlarla birbirlerinden ayrılmasını ifade eder. Misâk-ı Millî, Atatürk'ün çok erken devirlere kadar giden bir tarih şuur ve kültürü ile Kürtlerin bir Türk uyruğu olarak her her alanda ortak olan değerlerle Türk camiasına, Türk milletine mensubiyetlerine inancı ifade eder. Ancak Anadolu coğrafyasının bir devamı olan ve millî varlığımızın ayrılmaz bir parçası kabul edilen Musul, Kerkük, Süleymaniye, Erbil bölgesinde teessüs edilen siyasi yapının meydana çıkardığı şartlar teoride ve pratikte Türk milletinin birliği ile oynama imkânı vermiştir. Atatürk'ün bütün hayatına değişmez gaye yaptığı, son nefesine kadar sarsılmaz bir azimle ve plânlı şekilde sürdürdüğü rasyonel çaba, Misâk-ı Millî çerçevesinde, Türk kültürünü, türklük değerlerini paylaşan halkı, modern millî devlet yapısına, bütünlüğüne eriştirmek olmuştur.

Atatürk'ün Lozan sonrası Misâk-ı Millî'nin temel ruhunu terketmeden akılcı bir tarzda hedefe doğru gittiğini görmekteyiz. 30 Ağustos zaferinin hemen akabinde Fransız le Figaro gazetesine verdiği demeç gaye ve hedefi tüm berraklığı ile göstermektedir. Amerikalı yazar Richard Danin'in sorduğu soruya karşılık;

"-Makedonya ve Suriye'yi terkettik. Fakat artık arkada kalan ve sırf Türk olan her yeri ve her şeyi isteriz. Bunları kurtarmayı azmettik ve kurtaracağız.

-İhraz ettiğiniz muzafferiyetten sonra projelerinizin neden ibaret olduğunu sorabilir miyim?

-Bütün topraklar halâs olmadıkça tevvakkuf etmeyeceğim.

-Paşa hazretleri, Türk toprakları demekle ne murad ediyorsunuz?

-Avrupa'da İstanbul ve Meriç'e kadar Trakya, Asya'da Anadolu, Musul arazisi ve Irak'ın nısfı."

Açıkça görüldüğü gibi Atatürk, Irak'ın yarısını hedefliyordu. Kastedilen topraklaren az 250 bin metre karelik bir alandı. Buna Suriye içinde yer alan Türklerle meskun topraklar da dahildi.

Amerikalı general Mc.Arthur "Hatıralar"ında büyük devlet adamlarından biri olarak tanıdığını ifade ettiği Atatürk'le 1933'te Ankara 'da yaptığı bir mülâkatta şunları kaydeder: "Sizin Türkiye'nin geleceği hakkında tasavvurlarınız nedir diye sorduğumda. -Allah nasib eder, ömrüm vefâ ederse Musul, Kerkük ve Adalar'ı geri alacağım. Selânik de dahil Batı Trakya'yı Türkiye hudutları içine katacağım."

Atatürk:"Türkler bu topraklarda tam batı medeniyetli 25 milyonluk bir cemiyet olunca kendi kendilerini savunacaklar. 50 milyona çıkınca, eğer çevrelerinde bazı meseleleri varsa o vakit onlara bir göz atacaklar."

Prof.Dr. Tahsin Banguoğlu'nun yaptığı araştırmalarda Mustafa Kemal Paşa'nın resmî beyanları dışında güney ve doğu sınırlarımızdaki Misâk-ı Millî'nin hedeflerini gösteren iki belgenin varlığından bahsetmektedir. Bunlardan birincisi TBMM'nin açılışından sonra, Hatay'dan kaçarak Adana'da millî mücadeleyi yürütecek bir teşkilâ kuran Tayfur (Sökmen) Bey'in Mustafa Kemal'e gönderdiği mektup ve aldığı cevaptır. Tayfur Sökmen Bey mektubunda Hatay ile ilgili:

"-Sancak Millî Misâk'a dahil midir?" sorusunu sormaktadır. Mustaf Kemal Paşa ise bu soruya gönderdiği telgrafla önemli ve kesin bir anlam taşıyan şu cevabı vermiştir:

"-Türklerin yaşadığı her yer Millî Misâk'a dahildir."

Aynı tarihlerde kendisine Berlin'den mektuplar yazan Talat Paşa'ya verdiği bir cevap da ikinci belgeyi teşkil eder. Burada Mustafa Kemal Paşa sınırlarımızdan bahsederken: "Türkçe ve Kürtçe konuşulan bütün vilâyetlerimiz bizim olacaktır." demektedir. Çünkü ona göre Türkçe ve Kürtçe konuşulan bütün boylar aynı milleti teşkil etmektedir. Bunlar da devletin içinde yer almalıdır. Ayrıca bu görüşle büyük lider, kurtuluş savaşına canla başla katılan doğulu vatandaşlarımızı Türk milletinden asla ayrı görmediğini de dile getirmektedir. Nitekim 1923 Lozan Konferansı sırasında Anadolu Türklüğünü parçalamayı hedef alan görüşler karşısında İsmet İnönü: "Kürt halkının İran kökenli olduğunu öne sürülmüştür. Oysa bu iddiayı Kürtlerin Turan kökenli olduğunu kabul eden Encyclopedia Britanicca yalanlamaktadır. Zaten Anadolu'yu tanıyanlar bilirler ki gerek töre, gerek gelenek ve görenek bakımından Kürtler hiç bir yönden Türklerden farklı değillerdir." sözleriyle Türk heyeti adına Türk-Kürt ayırımının kabul edilemeyeceğini belirtmiştir.

Musul meselesinde ise gelişmeler şöyle cereyan etmiştir. 19 Mayıs 1924'te Musul meselesini halletmek üzere İstanbul'da bir konferans toplandı. Konferansın süresince her iki taraf da görüşlerinde ısrar ettikleri için bir sonuca varılamadı. İstanbul Konferansı'ndan bir sonuç çımaması ve Türkiye'nin tutumunun yumuşamaması sonucu İngiltere, Türk-Irak sınırları bölgesinde sınır olaylarını kışkırtıp karışılıklar çıkartmaya başladı. İkili görüşmelerin sonuçsuz kalması üzerine ve Lozan Antlaşmasına göre mesele milletler cemiyetine havale edildi. Milletler cemiyeti, Musul meselesi hakkında inceleme yapıp rapor vermek üzere bir komisyon teşkil etti. Komisyon raporunu Eylül 1925'te Milletler Cemiyeti'ne sundu. Raporda Musul'un Irak'a katılması gerektiği teklif edilmekteydi. Bu karar Türkiye'de büyük bir tepki yarattı. Hatta Türk basını bir Türk-İngiliz savaşından dahi söz etti. Fakat Türk hükümeti daha ileri gidemedi. Zira yıllarca süren savaştan yeni çıkan Türkiye'yi çözülmesi gereken sayısız ekonomik ve sosyal meseleler beklemekte idi. Bu sebeple 5 Haziran 1926'da İngiltere ile Ankara'da bir anlaşma imzalanarak, Milletler Cemiyeti kararları kabul edildi. Lâkin çeşitli sebeplerden olsa gerek Musul, Kerkük ve Süleymaniye'de oturan Irak Türkmenlerine Hatay'da olduğu gibi kültürel özerklik sağlanamamıştır.

Kamuoyunda oluşan Musul'un silah zoru ile alınması fikirleri karşısında Atatürk: "Musul meselesinin hallini muharebeye girmemek için bir sene sonraya talik etmek demek, ondan sarf-ı nazar etmek demek değildir. Belki bunun istihsâli için daha kuvvetli olabileceğimiz bir zamanı intizardır. Bugün sulh yaparız, bir ay sonra iki ay sonra Musul meselesini halletmeye kıyam ederiz. Fakat bugün Musul meselesini halletmek istediğimiz vakit, karşımızda yalnız İngiliz değil Fransız, İtalyan, Japon ve bütün dünyanın düşmanları vardır. Yalnız karşı karşıya kaldığımız zaman İngilizlerle karşı karşıya kalacağız. Bunda menfaat var mıdır, yok mudur? Bunu meydana çıkarmak gayet kolaydır. Musul meselesini bugünden halledeceğiz, ordumuzu yürüteceğiz, bugün alacağız demek, bu mümkündür. Musulu gayet kolaylıkla alabiliriz. Fakat Musulu aldığımızı müteakib muharebenin hemen hitam bulacağına kani olamayız. Şüphesiz orada bir harp cephesi açmış olacağız.

Hatay meselesi, Milletler Cemiyeti'ne intikal ettiğinde 27 Ocak 1937'de toplanan cemiyet, Hatay'ın bağımsızlığını kabul etti. Bu sırada Atatürk çok hasta idi. Kendisine, milletine, ordusuna ve Hataylılara güveni son derece yüksekti. Dünya durumunu çok iyi değerlendirmekte idi. Bir İskenderun Sancağı için Fransızların bir savaşı göze alamayacaklarına kani idi. Fransızlarla giriştiğimiz teşebbüslerin fayda vermemesi üzerine Atatürk, Mersin ve Adana'ya gitti. Atatürk'ün Hatay'ı silah zoruyla alabileceğini anlayan Fransızlar, bir askeri anlaşma istediler ve bu anlaşma ile Hatay'da tarafsız bir seçim yapılması kabul edildi. Bu maksadı sağlamak için, Kurmay Albay Şükrü Kanatlı kumandasındaki birliklerimiz Hatay'a girdi. Seçim sonrası 12 Eylül 1938'de Hatay Cumhuriyeti kuruldu ve 30 Haziran 1939'da Türkiye'ye iltihak kararı aldı.

Lozan'a gidinceye kadar Misak-ı Millî. büyük ölçüde tahakkuk ettirilmişti. Ancak Batı Trakya, Hatay, Musul, Kerkük halledilememiş ve üzerinde yapılacak görüşmeler daha sonraya tehir edilmişti. Atatürk'ün kültür politikasının dış politikaya nasıl yön verdiğini ve etkilediğini Hatay meselesinde çok çarpıcı bir biçimde görüyoruz. Bilindiği üzere 1921 yılında Hariciye Vekili Bekir Sami Bey, Fransa'da bulunduğu sırada, Faransız başbakanı Briand ile bir anlaşma imzalar. Bunun altıncı maddesi "İskenderun ve Antakya bölgesinde Türk unsuru fazla olduğundan Fransa, burada hususi bir rejim takib edecek, Türk kültürünün inkişâfına mani olmayacağı gibi resmî dil de Türkçe olacaktır." Bu madde Ankara İtilâfnâmesi'nde aynen kabul edilmiştir. En önemli madde budur ve Hatay'ın kurtarılması, bu maddeye dayanılarak sağlanmıştır.

Doğu ve Güneydoğu politikasında, kültür politikasının tek başına yeterli olamayacağı kesindir. Bu sebeple Atatürk, TBMM'nin beşinci dönem birinci yasama yılı açılış nutkunda: "İç yönetim kuruluşlarımızı yurdun doğu bölgelerinden başlayarak genişletme gereği duymaktayız. Yeni iki genel müfettişlik ve yeni bazı illerin kurulması gerekli görülmektedir. Bu arada Dersim bölgesinde önemli bir reform programının uygulanması da düşünülmüştür. İllerimizin sürekli denetimi ve ortak işlerin bir elden yönetilmesini sağlayan genel müfettişliklerden bir çok yararlar bekliyoruz. Doğu illerimizin başlıca ihtiyacı, orta ve batı illerimize demiryolları ile bağlanmasıdır. Doğuya ilerleyen iki ana demiryolunun hızla bitirlmesini ve bunları birbirine bağlayacak yollar dizisine şimdiden başlanmasını gerekli görüyoruz." demektedir.

Mustafa Kemal Atatürk, Misâk-ı Millî sınırları dışında kalan Orta Asya Türklerini de unutmuş değildir. Mecliste yaptığı bir konuşmada: "Malum-ı âliniz olduğu vechile Rusya'ya bir sefaret heyeti gönderiyoruz. Bu heyet-i sefaret esasen malum olan, mazbut olan kadrosu dahilindedir. Fakat Rusya'da ve Rusya ile temasta namütenahi islâm kütleleri vardır. Bu islâm kütleleri içinde bizim ifa edebileceğimiz bir takım hususi, mahrem ve fevkalâde vezaifimiz vardır. Bittabi bu vezaifin mahiyeti ilân edilerek oraya memur heyet gönderilemez. Sırf bu vezaif-i mahsusayı ifa ettirebilmek, takib ettirebilmek, icabında izhar edilebilmek üzere heyet-i sefaretin kadrosuna heyet-i ilmiye namıyla bir heyet ilâve edilmiştir. Heyet-i ilmiye denildiği zaman mânasından istidlâl edildiği gibi, oraya yalnız tetkikât-ı ilmiye yapacak değildir. İfade ettiğimiz gibi vezaif-i mahsusa ifa edecektir." Atatürk'ün vezaif-i mahsusa ile Moskova'ya gönderdiği bu ilim heyetinden İsmail Suphi Bey'in bir müddet sonra Türkistan'a gönderildiğini görüyoruz. 1921 Temmuzu sonlarında Buhara'ya varan İsmail Suphi Bey'in vazifesi, Atatürk'ün direktifleri istikametinde, Türkistan milli birliğinin kuruluşu için Türkistan Türkleri arasında arabuluculuk yapmaktı.

Atatürk, Türk dilini geliştirerek ve yayarak, bütün Türk dünyasının yegane sesi ve düşünce vasıtası olmasını istemiştir. O, Türkiye Türklerinin önderliğinde Batı Türklerinin dilini, Orta Asya yani Türkistan Türklerinin konuştukları dil ile kaynaştırmak ve müşterek bir tarihe sahip olan Türk dünyasının, lehçe farklılıklarını gidererek müşterek bir dil bağı ile birleşmelerini istiyordu. 1927 Yılında lâtin harfleri, Sovyetler Birliğindeki Türkler arasında önemli gelişmeler sağlarken, TBMM başkanı lâtin harflerini kabul etmenin zaruri olduğunu bildiriyordu. 1928'de Türkiye'de de lâtin harfleri kabul edilmiş lâkin Sovyetler, Türkistan Türklerinin alfabelerini değiştirmiş ve istenilen sonuç alınamamıştır.

Bu ülkeler tarihi, coğrafyası ve kültürü ile doğru öğrenilmeli ve tanınmalıdır. Türkiye değişen dünya dengeleri karşısında gelecekte güçlü ve etkili olabilmek için bu ülkelerle birlikte hareket etmek zorundadır. Bu istikamette gerçekçi bir anlayışa sahip olmak, bir tercih değil zarurettir.

Tabii bağları dolayısıyla o ülkeleri ve insanlarını en iyi bilmesi gereken ve dostlarınca da düşmanlarınca da bildiği kabul edilen Türkiye'nin bu avantajını iyi kullanarak bu ülkeler ve bölgeyle ilgili politikalar üretip bunu dostlarına da anlatan ve onlara sözünü dinleten bir ülke konumuna gelmesi elzemdir.

Türkiye bizatihi kendi mevcudiyet ve emniyeti bakımından stratejik vaziyetini sağlama almak mecburiyetindedir. Bu sebeple halihazırdaki imkânları değerlendirmeli kendi menfaatinin yanında diğerleri ile de ilgilenme fırsatları meydana getirmelidir. Bunun için tampon bölge veya tompon devlet yapısından istifade etmelidir. Türkiye'nin etrafında çok önemli iki tampon bölge var. Birincisi Musul, Kerkük, Süleymaniye hattında, Millî Mücadele yıllarında, ikincisi de Kafkas hattında. Her ikisinde de o gün bugündür savaşlar var. İkinci husus bugün sayıları 3 milyona yaklaşan Kuzey Irak'taki Türkmenler ile Anadolu Türklüğünün o zaman kurulan bu tampon bölge ile irtibatlarını kesmektir. Yine aynı şekilde Kafkas hattında da bir hançer gibi Mustafa Kemal'in veya Kâzım Karabekir'in bilgileri dışında değil ama bir mecburiyet yüzünden Ermenistan bölgeye yerleştirilmişitr. Bir hançer gibi Kafkas sınırına sokulan Ermenistan olayı da bunun bir örneğidir. 1914'de Türk istatistiğinin yapıldığı yıl, Rusya'da da aynı dönemde bir nüfus istatistiği yapılmıştır. Revan dahil bugünkü Ermenistan'ın başkenti Revan dahil Gence diğer Kafkasya'daki vilâyetlere baktığımız zaman Müslüman Türk nüfusu çoğunlukta ve yoğunluktadır. Eğer bu ihtilafların ana hedeflerinden biri petrol ise diğeri de Türk dünyasının irtibatını kesmektir.

Bölgede istikrarın sağlanması ve millî menfaâtlerimizin gereği gibi inkişâf ettirilebilmesi de bahsettiğimiz kültür temellerinin araştırılıp sağlamlaştırılması ile mümkün olacaktır. Bunu temin edebilmenin ilk şartı da bölgede Türk kültürünün temeli olan Türk tarihi ve Türk dili çalışmalarının ve eğitiminin düzenli, disiplinli ve kaliteli olmasıdır. Şayet bu sağlanmaz ise biraz önce basettiğimiz imkân sonuna kadar kullanılarak meş'um neticeler elde edilmesinin önüne geçilemez. Bu kültürel temellerin araştırılıp geliştirilmesinde üniversitelere büyük görevler düşmektedir. Bu sebeple Atatürk, Cumhuriyet'in on beşinci yılında sık sık doğu bölgesinin ilim ve kültür merkezi vazifesini yapacak bir üniversite kurulmasını hasretle ifade ediyordu. O sıralarda Asya'da ve Ortadoğu'daki devletlerle sıkı bağlar kuruluyordu. 8 Temmuz 1937'de Türkiye, Irak, İran ve Afganistan arasında Tahran'da Sâd-Abâd sarayında bir saldırmazlık anlaşması imzalanıyordu. Daha sonra da İran şahı Türkiye'yi ziyaret ediyordu. Böylece Türkiye'nin önderliğinde doğu sınırlarımızdaki devletlerde bir uyanma ve bir birlik hareketi ortaya çıkıyordu.

Atatürk bir yandan Türk inkılâbının komşu Asya ve İslâm ülkelerine de nüfuz etme ümitlerini beslerken bir yandan da Türk dil ve tarih tezlerinin buralarda da iyice araştırılması ve anlatılması imkânlarını da inceliyordu. Doğuda kurulacak bir üniversite hem doğunun yüksek kültür merkezlerini oluşturacak hem komşu devletlerin bilim ve düşünce hareketleriyle bir bağlantı kuracak hem de güney ve doğuya bu merkezlerden kültür, bilim ve Türk inkılâbı yayılacaktı. Bu düşünceden hareketle Atatürk, Kültür Bakanı Arıkan'a Van Gölü sahilllerinde her şubeden ilkokulları ve nihayet üniversiteleri ile modern bir kültür şehri yaratmak yolunda şimdiden faaliyete geçmesini söylemiştir.

Burada açıklanması gereken noktalardan birisi de "Yurtta sulh cihanda sulh." kavramıdır. Bu ilke, Türk inkılâbının bir temel ilkesi, Türk dış politikasının da dayanağıdır. 1961 ve 1982 Anayasalarımızda yer alan ve devlet yönetimimizde ve her türlü devlet faaliyetlerinde yönlendirici bir nitelik taşıyan "Yurta sulh cihanda sulh" ilkesi sadece bir parola değil, aynı zamanda bir üstün hukuk kuralıdır. Bu ilke bir taraftan yurt içinde huzur ve güven içinde yaşamayı diğer taraftan diğer taraftan da milletler arası barış ve güvenliği hedef tutar. Atatürk'ün belirttiği gibi "Harici siyaset bir heyet-i ictimaiyenin teşekkül-i dahilisi ile sıkı surette alâkadardır. Çünkü teşekkül-i dahiliyeye istinat etmeyen harici siyasetler daima mahkum kalırlar. Bir heyet-i ictimaiyenin teşekkül-i dahilisi ne kadar kuvvetli olursa, siyaset-i hariciyesi de o nisbette kavi ve rasin olur."

Atatürk'ün "Yurta sulh cihanda sulh" düsturunu hiç bir zaman körü körüne veya bedeli ne olursa olsun bir sulh temini maksadıyla anlamadığını biliyoruz. Bunun ispatı ise biraz önce yukarıda bahsettiğimiz Hatay ve Musul meseleleri karşısındaki tavrıdır. Burada Atatürk'ün önemle üzerinde durduğu bir nokta vardır ki o da dış siyasette başarılı olmanın sırrı içeride kuvvetli olmakta yatmaktadır. Ona göre "Asıl olan dahili cephedir. Bu cephe bütün memleketin bütün milletin vücuda getirdiği cephedir. Zahiri cephe doğrudan doğruya ordunun düşman karşısındaki müsellah cephesidir. Bu cephe tebeddül edebilir. Mağlup olabilir. Fakat bu hal hiç bir vakit bir memleketi, bir milleti mahvedemez. Mühim olan memleketi temelinden yıkan, milleti esir ettiren dahili cephenin sükutudur. Bu hakikate vakıf olan düşmanlar, bu cephemizi yıkmak için asırlardır çalışmaktadırlar. Bugüne kadar da muvaffak olmuşlardır.” Bahsedilen dahili cephe ancak Türk kültürünün, tarihinin ve dilinin araştırılıp, işlerlik kazanmasıyla kuvvetlendirilebilir. Çünkü milliyetçilik, İstiklâl savaşında temel bir ilke idi. Toprak kayıpları ve azınlıkların kendi millî isteklerinden vazgeçmeyi reddemeleri, Osmanlıcılığı Türk milliyetçiliğine dönüştürmüştü.

Türkiye siyasî coğrafyasında çeşitli isimler altında dil, din tarih, kültür varlık ve değerleri ile birbirine bağlı asırlardır kader birliği yapmış pek çok aşiret boy ve topluluklar bulunmaktadır. Bunların hepsi "Türk" şemsiyesi altında birleşmiştir. Ancak ülkemizde çeşitli etnik adlandırılmalarla topluluklara ayrı bir kimlikle tanınması gibi ırkçı ve bölücü bir saldırıyla karşı karşıya bulunmaktadır. Gerçekte Anadolu insanı, tarihî nedenler, kültür karışımı, iç göçler, evlilikler, eğitim, din ve ekonomik ilişkiler gibi etkilerle et-tırnak gibi ayrılmaz bir bütün niteliğindedir. Maalesef Türkiye kendi istikbalini ilgilendiren bu önemli konularda, ideolojik-psikolojik bir yenilgiye uğramıştır. Sorumlu mevkilerde bulunanların bile bu ideolojik yenilgi içinde Türkiye'nin bir mozaik olduğu tezini benimsedikleri görülmüştür. Bu eğilim Türkiye'yi değişik halkların yaşadığı bir ülke olarak göstermektedir. Gelişigüzel kullanılan ve muhtevası tam izah edilmeyen bu neviden tabirlerle meseleleri adlandırmak, konuları daha içinden çıkılmaz bir hale dönüştürmekte ve halledilmesi de o derece güçleşmektedir.

Siyasal karar alıcılar yüzeysel bilgilerle meseleye çözüm getiremedikleri gibi yanlış ve eksik bilgi temelinden hareket ile zaman zaman yaptıkları açıklamalarla meseleyi telâfisi daha da zor hale koymaktadırlar. getirmektedirler.

Amerika, Kuzey Irak'ta bulunmasını kendisinin petrol çıkarları için yaptığını ve Saddam sorununu çözene kadar bu bölgeden gitmeyeceğini açıkça söylerken ve uluslararası alanda hiç bir itiraz duyulmazken, kendini teröristlere karşı korumak için Kuzey Irak'a giren Türkiye'ye karşı itirazlar yağmakta ve Türkiye'nin bu bölgede bulunması önlenmektedir. Güçlü olan ülkelerin fikirlerinin haklı görüldüğü bu sisteme güç politikası denmektedir. Bu güç politikası içinde Türkiye hakkını arayabilmek ve bunu sürdürebilmek için güçlü bir devlet olmak zorundadır.

Özellikle gelişmiş ülkelerin enerji ve hammadde kaynaklarına olan ihtiyacının hızla artacağı 21.yüzyılın ilk çeyreğinde, artık tüm Ortadoğu coğrafyasında herşey önem taşıyacaktır. Bu coğrafyanın, coğrafî ve tarihî yönden tabii hakimi olan Türkiye ve Türk dünyasını bölge dışı ülkelerin yok saymaları mümkün değildir. Yeter ki biz kendimizin ve tarihî misyonumuzun farkında olalım.

Netice olarak, Türk kültürü bütün Türklerin kültürüdür. Bu kültür nerede olursa olsun Türkün malıdır. Her Türkü de Türkiye'yi de alâkadar eder. Türkiye nerede olursa olsun, Türk kültürü ile yakından ilgilenmeye, onu takip etmeye, ona yardım etmeye mecburdur. Çünkü Türk kültürü bir bütündür ve Türkiye'nin dış Türklerle kültür varlıklarını idame çerçevesinde ilgilenmesi her şeyden önce kendi varlığı için lüzumludur. Yeryüzünde ne kadar çok Türk, ne kadar çok Türk ülkesi, ne kadar yaygın Türk kültürü olursa, Türkiye o nisbette rahat eder ve yalnızlıktan kurtulur. Yoksa kimse Türk ülkelerini Türkiye'nin fethedip kendisine ilhak etmesini beklememektedir

http://www.dicle.edu.tr/dictur/suryayin/khuka/adgp.htm
__________________
''Gelişmekte olan bir ülke enflasyonu düşürebilir.. Yolsuzlukları azaltabilir.. Bütçelerde kısıntıya gidebilir.. Özelleştirme yapabilir..Ama yine de zenginleşemeyebilir! Çünkü bilgi değil,yalnızca mal üretiyordur." Juan Enriquez
Alıntı ile Cevapla
Master kullanıcısına teşekkür edenler
flz (15-02-2007), Ramo (15-02-2007), Süvari (13-03-2007)
  #29  
Eski 18-02-2007, 16:28
buena vista buena vista bağlı değil
.
 
Üyelik Tarihi: Feb 2006
Mesajlar/Teşekkür sayısı: 895/3266
652 Mesaj ına 4322 Kere teşekkür edildi
Tanımlı Filmin yapımcısı ve oyuncusu değişti senaryo hep aynı kaldı: The Kerkuk

Soner YALÇIN
sonery@hurriyet.com.tr


Tarih: 13 Şubat 1925.

Dinsel ve milliyetçi Şeyh Said isyanı başladı.

Ayaklanma iki ayda bastırıldı. İç savaşın Türkiye’ye bedeli ağır oldu; Musul-Kerkük kaybedildi.

Hikáye bilindik, bilinmeyen dünün bugüne ne çok benziyor olduğu...

FİLMİ, Şeyh Said ayaklanmasından iki yıl önceye giderek başlatalım:

Lozan Konferansı’na katılan Türk heyetinin elinde üç sayfalık 14 maddeden oluşan talimat vardı.

Birinci madde, Irak sınırıydı; Süleymaniye, Kerkük ve Musul mutlaka geri alınacaktı.

Çünkü:

Birinci Dünya Savaşı’nı sona erdiren Mondros Antlaşması’na (30 Ekim 1918) göre, bu sancaklar Osmanlı Devleti’ne bırakılmıştı. Ancak iki hafta geçmiş, İngiltere bir oldu bittiyle buraları işgal edivermişti!

Lozan Konferansı’nda İngilizlerin tüm stratejisi petrol üzerineydi... Daha konferans başlamadan, İngiliz, Fransız ve Amerikan petrol şirketleri, Londra’da Mezopotamya petrollerini müzakere etmişlerdi.

Bu toplantının başkanlığın ise Irak hükümeti adına Osmanlı Mebusan Meclisi eski üyesi Sasson Haskail Efendi yapmıştı!

Lozan Konferansı bu havada başladı. Türk Heyeti Başkanı Dışişleri Bakanı İsmet (İnönü) Paşa, önce duygusal konuşmalarla İngilizleri iknaya çalıştı:

"Türkiye yoksul bir ülkedir, petrole ihtiyacı vardır..."

Bu sözler, bir petrol şirketine ortak olan İngiliz Dışişleri Bakanı Lord Curzon’u nasıl etkileyebilirdi ki?

Zaten, Bonar Law Hükümeti, İngiliz heyetine kesin talimat vermişti; Musul-Kerkük konusunda tartışmaya bile girmeyeceksiniz!

KERKÜK 11. YÜZYILDAN BERİ TÜRK

Türk heyeti toplantılarda, "Bu topraklar 11’inci yüzyıldan beri bizimdir" gibi tarihi gerçekleri anlatarak İngilizleri iknaya çalıştı. Bölgenin nüfus sayım sonuçlarını sundu: 263 bin Kürt, 146 bin Türk, 43 bin Arap, 18 bin Yezidi, 13 bin gayrimüslim...

İngilizleri, kendi belgeleriyle, kaynaklarıyla vurmaya çalıştı.

Öyle ya, onların Britannica Ansiklopedisi bile Türkler ile Kürtlerin Turani iki kardeş kavim olduğunu yazmıyor muydu?

Türk heyeti iyi niyetini hep korudu; her iki halkın bir arada yaşamak istediklerini; inanmıyorlarsa referandum yapılabileceğini ileri sürdü.

Türkiye ne kadar tarihten, kardeşlikten, istatistiklerden bahsetse de İngilizlerin kafasında sadece tek bir düşünce vardı; petrol!

Bu nedenle, konuyla hiç ilgisi olmamasına rağmen, bir gün birdenbire Türklerin Ermenilere çok eziyetler yaptıklarını gündeme getiriverdiler!

Lozan’da toplam 8 ay süren görüşmeler sonucunda, Türkiye ve İngiltere uzlaşamadı. Konferans, sınır meselesini iki ülkenin kendi arasında halletmesine karar verdi.

Eğer her iki ülke, öngörülen 9 aylık sürede anlaşma yoluna gitmezse, mesele, Milletler Cemiyeti Meclisi, -bugünkü adıyla Birleşmiş Milletler’e- götürülecekti.

İNGİLİZLER: HAKKÁRİ’Yİ DE İSTERİZ

Lozan Konferansı’ndan sonra Türkiye ve İngiltere arasında ikili görüşmeler İstanbul’da başladı.

İngiliz heyetinin başında bu kez, Irak Yüksek Komiseri Sir Percy Cox vardı. İngilizler bu konferansta da, çözümsüzlüğü derinleştirmek için, yeni bir diplomasi taktiğini uyguladılar: Türkiye’den, -Musul’un komşusu- Hakkári’yi istediler!

Ve... Hay aksi, tam o günlerde Hakkári’de Nasturi Ayaklanması (12-28 Eylül 1924) başlamasın mı? Bakın şu kör talihe!

Şaka bir yana, bırakın kışkırtmayı, İngilizler isyanı havadan bile destekledi...

İngilizlerin oyunu hep benzerdi: Böl-yönet!

Petrol için önce Arapları ayaklandırmışlardı.

Şimdi sırada Kürtler vardı...

İngiliz istihbaratçıları; Albay T.E. Lawrence Arapları, Binbaşı E.W.C. Noel ise Kürtleri kışkırtıyordu...

Bu arada İngilizlerin, Araplarla Kürtleri de birbirlerine düşürdüklerini eklemeliyim.

ATATÜRK ÇİZMELERİNİ GİYİYOR

İstanbul’daki Türkiye-İngiltere ikili görüşmelerinden de sonuç çıkmadı.

Dolayısıyla, Irak sınırı meselesi Milletler Cemiyeti Meclisi’ne gitti...

İşin garip yani; bu mecliste İngilizlerin büyük ağırlığı vardı ve aksiliğe bakın ki, Türkiye cemiyete üye bile değildi...

Milletler Cemiyeti Meclisi, İngilizlerin isteği doğrultusunda üç kişilik bir komisyon kurma kararı aldı. İsveçli T. Wirsen, Macar Kont Teleki, Belçikalı Albay Poulis’ten oluşan bu heyet, her türlü yazışma ve soruşturma yapma yetkisine sahipti.

Bu komisyonun yaptığı ilk çalışma, Musul ile Hakkári arasına geçici bir çizgi çekmek oldu. Daha Türkiye’yi dinlememişlerdi bile.

Batı’nın bu kibirli, Türkiye’yi hor gören anlayışı Ankara hükümetini çileden çıkardı.

İngiliz istihbarat raporlarına göre, Mustafa Kemal asker çizmelerini tekrar ayağına geçiriyordu.

Atatürk, Irak’a müdahale etmeye kararlıydı...

Ve yine bir aksilik çıktı; ne oldu dersiniz?

Bu kez 14 ili kapsayan Şeyh Said isyanı başladı...

Türkiye, Kuzey Irak’a askeri operasyon yapamadı; içe döndü; binlerce asker ayaklanmayı bastırmakla görevlendirildi...

Ankara’nın, Türklerle Kürtlerin kader birliği içinde bulunduğunu söylediği bir dönemde, bu ayaklanma İngilizlerin elini güçlendirdi. "Hani siz kardeştiniz, bakın şu anda bile savaştasınız" dediler.

Ve, Milletler Cemiyeti Meclisi, Musul, Kerkük ve Süleymaniye’yi İngilizlere verdi...

The End. Çünkü yukarıdaki tarihi film bir İngiliz yapımıdır...

Vizyondaki yeni filmin yapımcısı ve oyuncuları kim acaba?..

Kürt ayaklanmalarında ’Halidiye Ekolü’ etkisi

NAKŞİBENDİLİĞİ Kürtler arasında yaygınlaştıran din adamı, Kuzey Irak Süleymaniye doğumlu Mevlana Halid-i Bağdadi (1776-1826) idi.

Araştırılması gerekiyor; Mevlana Bağdadi’nin halifeleri ve müritlerinin bir kısmı neden hep dinsel-milliyetçi hareketlerin içinde olmuşlardı?

Sorumuzu birkaç örnek olayla açalım:

Şeyh Said’in dedesi Şeyh Ali Septi, Halid-i Bağdadi’nin halifelerindendi. Halife Şeyh Ali Septi’nin torunu Şeyh Said, Kürt Azadi Cemiyeti’nin başkanıydı.

Adıyla bilinen ayaklanmanın lideriydi. "Emirülmücahidin, Mehmet Said’un Nakşibendi El-Halidi" imzasını kullanması dikkat çekici.

Halid-i Bağdadi’nin bir diğer halifesi Nehri’li Seyit Taha’nın torunu Seyit Abdulkadir ise Kürt Teali Cemiyeti’nin başkanıydı.

Mustafa Kemal’in Nutuk’ta yazdığına göre, Koçgiri İsyanı’nın elebaşısıydı.

Her iki torun da idam edildi.

Bitmedi...

Menemen ayaklanmasını organize ettiği için idam cezası alan Musul-Erbil doğumlu Şeyh Muhammed Esad Erbili’nin dedesi Şeyh Hidayetullah da, Halid-i Bağdadi’nin halifelerindendi.

Bugünden de bir örnek vermek gerekiyor:

Halife Seyit Taha’nın icazet verdiği Taceddin Efendi, Musul’a bağlı Barzan Köyü’nde yaşıyordu ve bugünkü KDP’nin başındaki Mesut Barzani’nin büyük dedesiydi.

Barzaniler’in hep ayaklandığını biliyoruz.

Araştırılması gereken bir soru: Mesut Barzani Güneydoğu’daki hangi Nakşibendilerle yakın ilişki içindedir?

Şeyh Said’in mezarı nerede

ŞEYH Said ve 46 arkadaşı, 28 Haziran 1925’te gece yarısı Diyarbakır’da "İngiliz ipiyle" asılarak idam edildi.

Cenazeler ailelere teslim edilmedi. Sadece, Eşref Cengiz’in (CHP-AP milletvekilliği yaptı) dedesi Şeyh Şemseddin’in naaşı ailesine verildi.

Diğerleri bilinmeyen bir yere gömüldü.

Bu yer hálá bilinmiyor...

İddiaya göre, Diyarbakır’da şehri boydan boya kaplayan surların dört ana kapısından biri olan Dağkapı’daki devlete ait boş araziye gömülmüşlerdi.

Cenazelerin bulunduğu bu arazinin bir bölümüne önce halkevi yapıldı.

DP döneminde halkevi kapatıldı, sinema yapıldı. Yenişehir Sineması’nın iki bölümü vardı; yazlık-kışlık.

Yazlık sinemanın arkasında makine dairesinin yanındaki bir tür çitlembik ağacı olan dağdağan vardı. Sinemaya gelenler, Şeyh Said’in bu ağacın altında yattığını söylüyorlardı.

Yeşil alan olarak gösterilen bu araziye Alman Hastanesi inşa ediliyor.

İnşaatı yapan DYP Diyarbakır İl Başkanı, müteahhit Galip Ensarioğlu. Ensarioğlu, cenazelerin bu arazide olmadığını söylüyor. "Olsa hafriyat sırasında kemikler çıkardı" diyor.

Onun iddiası, mezarlar kendi inşaatları ile Astsubay Orduevi arasındaki küçük ara bölgede. Gelen bilgilere göre, Şeyh Said ve arkadaşlarının mezarları, Astsubay Orduevi duvarının tam dibinde.

Ne ilginç:

İki Said; Said-i Nursi ve Şeyh Said...

İkisi de Kürt; ikisi de din adamı; ikisinin de binlerce müridi var ve ikisinin de mezarı kayıp...

82 yıllık derin sır

İdam edilen Şeyh Said ve 45 arkadaşının cesedi, Diyarbakır Dağkapı’da inşaatı halen süren Alman Hastanesi ile Orduevi arasında kalan bu arazinin altında. Bir diğer iddiaya göre, Astsubay Orduevi istimlak duvarının hemen dibinde.

Şeyh Said’in sosyalist torunları

ŞEYH Said’in torunları-akrabaları arasında Türk siyasi hayatının yakından tanıdığı, genellikle sağ partilerde bulunmuş politik isimler var: Abdülmelik Fırat (DP-DYP), Fuat Fırat (MSP- RP), Ali Rıza Septioğlu (AP-CHP-DYP), Mahmut Sönmez (ANAP), Abdulillah Fırat (RP), Muhammed Akar (AKP)...

1925 ayaklanması kararı, Şeyh Said’in kardeşi Şeyh Abdurrahim’in Piran’daki evinde alındı.

Şeyh Abdurrahim, ayaklanmadan sonra Suriye’ye kaçtı. 12 yıl sonra Türkiye’ye döndü. Bismil’in Salat Köyü’nde güvenlik güçleriyle girdiği çatışmada 11 arkadaşıyla birlikte öldü.

Şeyh Abdurrahim Piran’ın varlıklı ailelerinden Hasan Ağa’nın kızı Medine ile evliydi; üç oğlu vardı; Zülküf, Fevzi, Şahabettin.

Zülküf Bilgin, 1950-1960 yılları arasında önce Demokrat Parti’den, sonra Hürriyet Partisi’nden Diyarbakır Belediye Başkanı oldu.

Zülküf Bilgin’in iki oğlu oldu; Abdurrahim ve Behram.

Yılmaz Erdoğan’ın eşi Belçim, inşaat mühendisi Abdurrahim Bilgin’in kızıdır...

Behram Bilgin ise elektrik mühendisi oldu.

Her iki kardeş de Ankara’da, Abdullah Öcalan’ın da içinde bulunduğu sosyalist hareketler içindeydi.

Şeyh Abdurrahim’in ikinci oğlu Öğretmen Fevzi Bilgin de sosyalistti, Diyarbakır TİP listesinden aday oldu.

Fevzi Bilgin’in oğlu Samet, 12 Eylül döneminde TKP-ML davasından yargılandı, hüküm giydi. Samet Bilgin bir ara, Barış Partisi yönetimindeydi.

Diyarbakır TİP İl Başkanı Tahsin Ekinci, Şeyh Said’in kardeşi Şeyh Tahir’in kızıyla evliydi.

Şeyh Said’in "Mehdi" diye bilinen kardeşi Muhyettin Aygören, Elazığ’da TİP’i destekledi. Oğulları Hüsamettin ve Fehrun uzun yıllar Dicle Belediye Başkanlığı yaptılar.

Şeyh Said’in torunu Kasım Fırat, Murat Karayalçın’ın başında olduğu SHP’nin kurucusudur.
Alıntı ile Cevapla
buena vista kullanıcısına teşekkür edenler
alihoca (22-02-2007), dentist (18-02-2007), Süvari (13-03-2007)
  #30  
Eski 04-04-2007, 10:52
Master - ait Avatar
Master Master bağlı değil
.
 
Üyelik Tarihi: Feb 2006
Bulunduğu Yer: Kalamış
Mesajlar/Teşekkür sayısı: 6.503/2290
5427 Mesaj ına 23006 Kere teşekkür edildi
Arrow Burma'daki Sahipsiz Türk Şehitlikleri

Burma'daki Sahipsiz Türk Şehitlikleri

Faruk Budak


Bazen yabancı bir ülkeye yaptığınız bir gezi sizin için inanılmayacak derecede sürprizler içerebilir. Ne kadar araştırırsanız araştırın belki de hiç duymamış olduğunuz olaylarla, yerlerle karşılaşabilirsiniz. Benim için böyle bir şey Burma’da başıma geldi.

Burma, sonradan değiştirilen ismiyle Myanmar, yurdumuzdan 7500 km. mesafedeki bir Güneydoğu Asya ülkesi. Birçoklarımızın yerini bile bilmediği bu uzak ülkede, 1500 kadar Türk askerinin şehit olarak yattığını maalesef çok az insan biliyor.

Birinci Dünya Savaşı’nda Irak, Suriye, Filistin ve Arabistan cephelerinde Osmanlı ve İngiliz orduları arasındaki çarpışmalar sırasında İngilizlere tutsak düşerek üzerinde güneş batmayan Britanya İmparatorluğunun bir sömürgesi olan Burma’ya getirilen 12 bin askerimiz yol, demiryolu, köprü ve suni göl yapımında işçi olarak çalıştırılmışlar. Kesin sayısı tam olarak bilinmemekle birlikte 1500 kadarı, bu ülkedeki esaret dönemleri sırasında salgın hastalıklara ve çok ağır çalışma şartlarına dayanamayarak şehit düşmüşler, çalışmayı reddedenler öldürülmüş. Sağ kalmayı başaranların da Türkiye topraklarına dönüp dönmedikleri kesin olarak bilinmiyor.

Haziran 2002’de Burma’ya yaptığım gezi sırasında bir tesadüf neticesinde bu şehitliklerden birini (Thayet Myo’daki şehitliği) ziyaret etme şansını yakaladım. Yaklaşık seksen metreye seksen metrelik bir alan. Yaklaşık bir metre yükseklikteki ve sıvasının yer yer döküldüğü tuğla duvarın ardındaki şehitlik, inanılmayacak bir haldeydi. Bütün mezarlık alanı ekilmişti ve her yer, bel hizasına kadar ulaşan yeşil yapraklı bir bitki ile doluydu. Kitabeye ulaşacak bir yol bile yoktu. İnsan nereden geçeceğini şaşırıyordu. Bitkilerin içine girip dikkatlice yürümeye başladım. Bir mezar taşına çarpıp kırmak, asla istemediğim bir şey. Kitabenin ön yüzündeki mermer levhada yer alan yazıların çoğu silinmiş. Yuvarlak mezartaşlarında Ali, Osman, Süleyman isimlerini okudum. Genellikle 1916 yılının Mart, Nisan aylarında bu topraklarda ölmüşler.

Türkçe ve Burma dilinde yazılmış, yer yer siyah yazıları dökülmüş kitabede şöyle yazıyordu. “Birinci Dünya Savaşı’nda Irak, Suriye, Filistin ve Arabistan cephelerinde Osmanlı ve İngiliz orduları arasındaki çarpışmalar sırasında İngilizlere tutsak düşerek Burma’ya getirilen ve burada şehit düşen aziz Türk askerlerinin anısına”...

Şehitliğin uzun yıllar ihmal edilmiş oluşu gerçekten çok üzücüydü. Türk askeri, seksen yıldan daha fazla bir süre, orada unutulmuş bir vaziyette, bakımsız bir şehitlikte yatıyordu. Şehitliğin bu içler acısı durumunu gezim sırasında hemen üst düzey generallere ve tüm şehitliklerimizden sorumlu olan Milli Savunma Bakanlığına bildirdim.

Üç yıl sonra Ağustos 2005’te aynı şehitliği ikinci kez ziyaret ettim. İkinci ziyarette durum daha da vahimleşmiş. Çaresizliğimin verdiği üzüntü uç noktalarda. Mezartaşlarını bulmaya çalışıyorum ama çoğu ya kaybolmuş ya da parçalanmış. Var olanlar da yeşil bitki örtüsünün altında kalmış. Üzüntülü, kırgın ve kızgınım.

Bir şehitlik böyle olmamalı. Bu kadar sahipsiz kalmamalı. Türk Devletini harekete geçirebilmek için üç yıldır uğraşıyorum. Şehitliklerden sorumlu olan Milli Savunma Bakanlığına yaptığım müracaat dikkate alındı. Restorasyon için ayrılan bütçe Dışişleri Bakanlığına devredildi ama akredite olan Bangkok Büyükelçiliğimiz bu ödeneği kullanamadığı için parayı 2004 yılı sonunda Ankara’ya geri gönderdi. 2005’i kaybettik. MSB ilgilileri, 2006 bütçe yılında bu parayı göndermek için hazır bekliyor. Tek sorun, Dışişleri Bakanlığımızın gerekli restorasyon iznini alması.

Koskoca üç yılı kaybettik. Tüm müracaatlarıma rağmen ortada hiçbir şey yok. Her geçen gün de şehitlikteki mezartaşları, üzerinde tarım yapılması nedeniyle kırılarak toprağın içinde parçalanıp kayboluyor.

Bu seferki gezimde amacım diğer şehitliklerin de yerini bulabilmek. Ülkenin ikinci büyük şehri Mandalay yakınlarındaki Meiktila kasabası, Kızılay arşivlerine göre ikinci büyük şehitliğimizin olduğu yer. Orada gördüğüm manzara maalesef daha da içler acısı. 1947 yılında, ülkenin İngiliz sömürgeciliğinden kurtuluşu sırasında Burmalı askerlerin parçaladığı mezartaşlarından sağlam kalabilmiş 192 tanesi, kasabanın imamı tarafından caminin arka tarafına taşınmış. Şimdilerde şehitliğin yerinin belli bile olmadığı bu mezarlıkta 800’den fazla askerimizin yattığı biliniyor. “Kabirsiz yatan şehitlerimiz” sözü tam onlara uygun.

Meiktila’daki caminin arka duvarına dizilmiş mezartaşları neredeyse altmış senedir orada hüzünle bir gün tekrar eski yerine dikileceği günleri bekliyor.

Tespit edebildiğim kadarıyla Meiktila ve Thayet Myo’nun dışında Schwebo ve Kalaw kasabalarında da küçük şehitlikler var. Ülkenin kuzeyindeki Schwebo’da, şehitlerimizin mezarlarının da yer aldığı eski müslüman mezarlığı iki sene önce kadar Burma yetkilileri tarafından buldozerle yıkılmış ve maalesef geriye hiç bir şey kalmamış. Burmalıların bana söylediği, “sürgüne gönderilmiş önemli bir Osmanlı Prensi de orada yatıyordu” sözleri, hiç şüphesiz ki bizim askerlerimizin başındaki komutanlardan biri için söylendi.

Askeri hükümetin verdiği yirmi dokuz günlük vize süremi sonuna kadar kullanıp bu ülkeden ayrılırken ister istemez içimden bir şeyler kayıp gidiyor. Bizden kilometrelerce uzakta da olsa kendi vatan evladımıza, kendi askerimize bu kadar duyarsız olmamalıyız. Türk Devleti artık onlar için ciddi bir şeyler yapmalı...


http://www.fotografya.gen.tr/cnd/index.php?solanrenkler
__________________
''Gelişmekte olan bir ülke enflasyonu düşürebilir.. Yolsuzlukları azaltabilir.. Bütçelerde kısıntıya gidebilir.. Özelleştirme yapabilir..Ama yine de zenginleşemeyebilir! Çünkü bilgi değil,yalnızca mal üretiyordur." Juan Enriquez
Alıntı ile Cevapla
Master kullanıcısına teşekkür edenler
buena vista (04-04-2007), coser (06-04-2007), janus (23-09-2007), Lizzy (06-04-2007), neron (06-04-2007), zumbul (05-04-2007)
Cevapla


Konuyu Toplam 1 üye okuyor. (0 Kayıtlı üye ve 1 Misafir)
 
Konu Seçenekleri Bu Konuda Ara
Bu Konuda Ara:

Gelişmiş arama yap
Modları Göster

Yetkileriniz
Yeni konu açabilirsinizdeğil
Yanıt gönderebilirsiniz değil
Eklenti gönderebilirsiniz değil
Mesaj düzenleyebilirsiniz değil

Smileler Açık
[IMG] Kodları Açık
HTML-Kodları Kapalı
Gitmek istediğiniz klasörü seçiniz


Bütün Zaman Ayarları WEZ +2 olarak düzenlenmiştir. Şu Anki Saat: 04:01 .


Telif Hakları vBulletin v3.5.4 © 2000-2024, ve
Jelsoft Enterprises Ltd.'e Aittir.
Tercüme ve Tasarım : Arka & Bahce