Strict Standards: Declaration of vB_Database_MySQLi::db_connect() should be compatible with vB_Database::db_connect($servername, $port, $username, $password, $usepconnect) in /home/arkabahc/public_html/forum/includes/class_core.php on line 1095

Strict Standards: Declaration of vB_Database_MySQLi::select_db_wrapper() should be compatible with vB_Database::select_db_wrapper($database = '', $link = NULL) in /home/arkabahc/public_html/forum/includes/class_core.php on line 1095

Deprecated: Non-static method vB_Shutdown::init() should not be called statically, assuming $this from incompatible context in /home/arkabahc/public_html/forum/includes/class_core.php on line 2294
AB yolunda Türkiye - Sayfa 2 - Arka BahÇe Forumu
Arka BahÇe Forumu  

Geri Dön   Arka BahÇe Forumu > Nadas Alanı > Dünya Hali > Gözlem-Tespit
Kullanıcı ismi
Şifreniz
Kayıt ol SSS Üye Listesi Takvim Arama Bugünkü Mesajlar Bütün Forumları okunmuş kabul et


Konu Bilgileri
Konu Başlığı
AB yolunda Türkiye
Konudaki Cevap Sayısı
21
Şuan Bu Konuyu Görüntüleyenler
 
Görüntülenme Sayısı
21162

Cevapla
 
Konu Seçenekleri Bu Konuda Ara Modları Göster
  #11  
Eski 10-04-2006, 19:20
buena vista buena vista bağlı değil
.
 
Üyelik Tarihi: Feb 2006
Mesajlar/Teşekkür sayısı: 895/3266
652 Mesaj ına 4322 Kere teşekkür edildi
Tanımlı Türkiye sadece Avrupalı değil

10.04.2006 / Fadi Hakura / Yorum


"Türkiye Avrupalıdır" sloganı Türkiye'nin AB'ye girmesine şüpheyle yaklaşanları ikna etmek için sıkça kullanılıyor. Sonuçta ise ortaya tam bir sağırlar diyaloğu çıkıyor. Avrupalılar çoğu bu fikre inanmıyor. Almanlara ya da Fransızlara sorun.
Aslında Türkiye Avrupa'dan farklı. Nüfusu daha genç ve girişimci, hırsları daha büyük, doğu ve batıyı algılayışı daha hassas, vatandaşlarının yüzde 97'si kendini Müslüman olarak tanımlıyor ve Gürcistan ve İran gibi Asya'da bulunan komşularla çevrili. Peki bu ülkeyi sınıflandırma konusunda coğrafi bir olumsuzluk mu? Kesinlikle hayır. Türkler saf Avrupalı ya da saf Asyalı değiller. Bir başka deyişle onlar "Avrasyalı". Doğu ve batı dünyasının özelliklerini geleneklerin karışımı ve kültürel zenginlik içinde harmanlamışlar. Basit bir istatistik ciltlerce yazıya bedel: Türklerin yüzde 52'sinin kökeni Balkanlarda.

Daha da ilginç bir gösterge, geçen yıl Londra'daki Kraliyet Sanat Akademisi'nin ev sahipliği yaptığı "Turks" sergisiydi. Sergiyi tanıtan yazıda "Türkler buradaki sanat eserlerinden bazılarını kendileri üretmemiş olsalar da yeni sanatsal geleneklerin oluşmasında rol oynadılar ve faklı toplumların dinamik kültür değiş-tokuşuna zemin hazırladılar" itirafı yer alıyordu. Bu alışveriş kısmen Asyalı (Uygurlar, Moğollar, Selçuklular), kısmen Avrupalı (Bizans ve Balkanlar) ve kısmen de Avrasyalıydı (Osmanlılar).

Bu noktada benim naçizane önerim "Türkiye Avrupalı" sloganının yerini "Türkiye Avrasyalı" alması. Böylece modern cumhuriyet de yekpare bir Avrupalı kimliğini dayatma yükünden kurtulmuş olacak. Üstelik bu, Türkiye'nin bugünün dünyasına sağlayacağı mirasın avantajlarını da ortaya çıkaracak. Bunlardan sadece ikisini sıralamama izin verin:

Türkiye'nin Avrupalıları AB üyeliğinin onlara sağlayacağı avantajları anlatması kolaylaşacak. Avrupa ekonomilerini tehdit eden küresel rüzgarlar Çin'den, Hindistan'dan ve Brezilya gibi yükselen güçlerden esiyor. Avrupa ya da batıdan değil. AB'ye entegre olmuş ve hem Avrupa'ya hem Asya'ya yakın bir Türkiye birliğin ekonomik (istihdam kaybı ve Balkanlardaki kırılgan durum) ve ekonomik olmayan (farklı enerji kaynakları ve Ortadoğu'daki istikrarsızlık) konulardaki savunma gücünü de artıracağı gibi güçlü bir mesaj verecektir.

Türkiye dışındaki ülkelerin hiçbiri Kafkaslar, Ortadoğu, Karadeniz ve Balkanlar'ın ortasında yer almıyor. Avrasya markası bu hayati gerçeği ön plana taşıyacaktır. El Cezire televizyonu işte bu yüzden Türkçe yayın yapma kararı aldı. Türkiye'nin üyeliğine karşı olanlar da böylece "Türkiye Avrupalı değil" argümanının kozunu böylece tamamen kaybetmiş olacak.

Bir başka avantaj ise Türkiye'nin ticareti canlandırmak ve ülkeye yatırım çekmek için yaptığı markalaşma, pazarlama ve iletişim stratejilerinin kolaylaşması. "Avrasyalı Türkiye" farklılaşmış, bölge odaklı fırsatlar sunuyor. Örneğin Gaziantep gibi bir kent İran, Suriye ve Irak'la ticaretin üssü olurken Ege ve Akdeniz kıyıları güneş peşindeki Avrupalı turistlere, Batı Türkiye Balkanlar ve Almanya'ya, Kars Gürcistan, Azerbaycan ve Rusya'ya, Kayseri Avrupa, Ortadoğu ve Orta Asya'ya ve Konya da Mevlana'dan yola çıkarak sufi felsefesine hitap ediyor. Bu yaklaşım, ekonomik gerçekliklerle de uyum içinde. Araştırmalar komşu bölgelerdeki ülkelerle yapılan ticaretin daha yoğun olduğunu ortaya koyuyor.

"Türkiye Avrasya'dır" dikkate alınması gereken bir slogan. AB'nin ve dünyanın Türkiye'nin küresel arenadaki hayati yerini takdir etmesine izin verin.
(Referans)
Alıntı ile Cevapla
buena vista kullanıcısına teşekkür edenler
Michaelenaws (03-09-2022)
  #12  
Eski 10-04-2006, 19:36
buena vista buena vista bağlı değil
.
 
Üyelik Tarihi: Feb 2006
Mesajlar/Teşekkür sayısı: 895/3266
652 Mesaj ına 4322 Kere teşekkür edildi
Tanımlı AB, mali işbirliğini dondurabilir

Zeynel Lüle/Brüksel/CNN TÜRK

AB Komisyonu, Türkiye ile mali işbirliğini dondurmaya hazırlanıyor. Sebep ise, 2002 yılından bu yana Türkiye'den talep edilen mali işbirliğinin geliştirilmesine yönelik adımlarının Ankara tarafından atılmaması.
Komisyon kaynakları, Ankara'yı 'ihmalkar davranmak' ve 'rehavet' içinde olmakla suçluyor.
Ankara, mali işbirliğinin geliştirilmesi konusunda AB Komisyonu'nun beklentilerini karşılamazsa, hem 1 milyar eurodan olacak, hem de bazı başlıklarda müzakereler başlamayacak.
Bu adımlar atılmazsa, 2005 yılına ait ve Türkiye'ye kullandırılması öngörülen toplam 1 milyar euro tutarındaki para AB kasasına geri dönecek.
Türkiye'nin AB'nin beklediği adımları atmamasının, 2003 yılında da 24 milyon euronun AB kasasına geri dönmesine neden olduğu ortaya çıktı.

AB'nin beklentileri
AB'ye sunulacak projeler için kurulan Merkezi Finans ve İhale Kurumu'nda çalışan uzman sayısının 80'e çıkarılması. Hala bu kurumda görev yapanların sayısının 52 olduğu bildirildi.
Merkezi Finans ve İhale Kurumu'nun Hazine Müsteşarlığı'na devredilmesi. Bunun için hazırlanan 'mutabakat muhtırası'nın TBMM'de onaylanması gerekiyor.
AB ayrıca, sivil toplum diyalogunda çok önemli yere sahip olan Avrupa Birliği Genel Sekreterliği'nin güçlendirilmesini istiyor.
AB Komisyonu, mali işbirliğini dondurmaya yönelik tavrını resmi olarak Ankara'da 26 nisanda yapılması beklenen 'AB-Türkiye Ortak Denetleme Komitesi' toplantısında açıklayacak.
Mali işbirliğin tek taraflı olarak dondurulması Türkiye ile AB müzakerelerini olumsuz etkileyecek. Çünkü, Türkiye'nin proje karşılığı AB'den mali yardım alması ortadan kalkacak.
Böylece, AB müktesebatına uyum gerçekleşmeyecek ve birçok alanda mevzuatın AB standartlarına uyumu imkansızlaşacak.

Tarama süreci de sorunlu
Hala devam eden tarama sürecinde de sorun yaşanıyor. Komisyonun fiilen başlatmamayı düşündüğü müzakere başlıkları arasında kamu ihalesi, rekabet ve iş kurma var.
Bu sürece katılan Türk yetkililerin, müzakere konularında eksikliklerini sıraladığı, ancak neyi ne zaman gerçekleştireceğine dair herhangi bir takvim vermediği belirtildi.
Tarama ve müzakere sürecinin takvimlerinin belli olduğunu belirten AB Komisyonu yetkilileri, Türkiye'nin bu tavrı nedeniyle 'önlerini görmekte güçlük çektiklerini' kaydetti.
Alıntı ile Cevapla
buena vista kullanıcısına teşekkür edenler
Randybeago (28-01-2022), Stevensen (18-05-2022)
  #13  
Eski 20-04-2006, 12:12
Master - ait Avatar
Master Master bağlı değil
.
 
Üyelik Tarihi: Feb 2006
Bulunduğu Yer: Kalamış
Mesajlar/Teşekkür sayısı: 6.503/2290
5427 Mesaj ına 23006 Kere teşekkür edildi
Wink Tabi ki Alev Alatlı --Bilmeden, anlatmamak için.....

AVRUPA KÖKLER, EFSANELER, İNANÇLAR
“Avrupa” sözcüğünün nereden geldiğini bilmem hiç düşündünüz mü? Bir rivayete göre, Avrupa adını Finike prensesi Europa’dan alıyor. Finikeliler günümüzde Lübnan’ın olduğu Doğu Akdeniz kıyılarında yaşayan denizci bir halk – bu hesapça Prenses Europa Orta Doğulu bir genç kız oluyor. Efsaneye göre, pagan Yunanlıların en büyük tanrıları Zeus, Finikeli genç kıza aşık oluyor. Beyaz bir boğa şekline giriyor, Prenses Europa’yı kaçırıyor, Girit adasının batısına getiriyor. Europa o kadar güzelmiş ki, Zeus onu kaçırdığında güneş de onunla birlikte gidiyor, Batı istikametinde prensesin gözden kaybolduğu yerde kayboluyor. O gün bugün, Doğu Akdenizin Lübnan sahillerinden bakanlar, güneşin Europa’nın gözden kaybolduğu batıda battığını görürlermiş. Hatta, Arapça ve İbranicede “gün batımı” anlamına gelen “ereb” kelimesi de aslında bu Finike prensesinin isminden türemişmiş.
Peki, ya Almanya’nın adı? O nereden geliyor? O da “Allemanni” sözcüğünden geliyor. İsa’nın doğumunda üç yüz yıl kadar sonra Elbe ve Tuna nehirleri arasında yaşayan bir “Germen” kavminin, daha doğrusu küçüklü büyüklü bir takım “Germen” klanlarının ortak adı,“Allemanni”.
“Germenler” günümüz Avrupası halklarını oluşturan “aslî nesep”lerden birisi sayılıyorlar. İsveç, Norveç, Danimarka, Almanya, Hollanda, Belçika, Lüksemburg, Avusturya, İsviçre, Kuzey İtalya, İzlanda, hatta, Kuzey ve Orta Fransa ile aşağı İskoçya ve İngiltere’yi oluşturan halkların kökeni “Germen.”
“Allemani” Germen kavimlerinin önde gelenlerinden birisi; ama başkaları da var: Angles’ler, Sakson’lar, Burgundî’ler, Lombardlar, Vizigotlar, vb. vb. Ancak, bu insanlar kendilerine “Germen” demezlermiş. Hatta “Germen” sözcüğünün nereden geldiği de kesin olarak bilinmiyor.
Germen kavimleri, etnik bir dayanışma içine de girmememişler. Tersine, Milâttan sonra yedinci yüzyıldan itibaren çeşitli halklara bölünmüşler. Bu halklar giderek ayrışmış, farklılaşmış ve Avrupa’nın az once saydığımız ulus-devletleri oluşturmuşlar.
“Allemani”ye dönersek: bundan bin yedi yüz yıl kadar önce Elbe ve Tuna nehirleri arasında yaşayan “Allemanni,” yüz yıl kadar bir süreyle Avrupanın bir diğer önemli kavmi Romalılarla kavgalaştıktan sonra günümüzde Alsace, Badeni ve İsviçre’nin kuzeydoğusunu kapsayan bölgeye yerleşiyor.
Alsace, malûm, günümüzde Fransa’nın doğu sınırında, Almanya ile İsviçre arasında bir şerit gibi uzanan mülkiyeti tartışmalı bölge. 19.yüzyılın ünlü Alman şansölyesi ve Alman birliğinin kurucusu Bismarck, 1870’lerde Alsace’ın Alman toprağı olduğunu ilân ettiğinde kıyamet kopmuş. Bölgenin Fransız sakinleri yurtlarını terkedip, göçmek zorunda kalmışlar. Büyük bir çoğunluğu da Amerika’ya göçmüş. Bu göçmenler arasında Bartholdi isminde bir heykeltraş var ki, New York’taki ünlü Özgürlük Anıtının yontucu bu Alsace’lı. Fransızların Amerikalılara hediye ettiği bu heykel, Almanların Alsace’lılara çok gördüğü özgürlükleri ifadesiymiş. Alsace, Birinci Dünya Savaşı’nın da önde gelen nedenlerinden birisi. Fransızlar, İkinci Dünya Savaşı’nda Almanları durduracağını umdukları ünlü Maginot hattını burada güçlendirmişler. Bugün artık, Alsace, Avrupa barışının simgesi rolünü üstlenmiş. “Avrupa Birliği’nin kalbi” olarak sunuluyor. Üzüm bağları, şarapları ve yemekleri dillere destan. “Allemni” kavminin yerleşim alanı içindeki diğer şehir Baden, günümüz Almanyasının güneybatı ucundaki ünlü kaplıca şehri. “Kara Ormanların yeşil başkenti” dedikleri Freiburg’un az ötesindeki turist merkezi.
Alsace, Baden ve İsviçre’nin kuzeydoğusunu kapsayan bu bölgeye beşinci yüzyıldan itibaren adamakıllı yerleşen “Allemanni,” güçlenip, batıya doğru yayılmaya başlayınca karşısında “Franklar”ı buluyor. “Franklar” da günümüz Fransızlarının aslî kavmi sayılıyorlar. “Frank”ın kelime anlamı “cesur” ya da “atak” diye geçiyor.
Cesur Franklar ile Allemanni, M.S. 496 yılında nihai bir muharebede kapışıyorlar. Frankların başında ünlü Kralları Clovis var. Allemanni, Frank kıralı Clovis (ya da Chlodvig’in) karşısında dayanamıyor. Ve Allemanni’ler Frankların egemenliği altına giriyorlar.
Franların Allemanni karşı kazandıkları zafer, Clovis’e büyük bir Batı imparatorluğunun hükümdarı olmanın yolunu açıyor. 469 savaşı Avrupa’nın Eski Çağdan, Orta Çağ’a geçtiği tarih sayılıyor. Allemanni kavminin yenilgisi, Batı Avrupa’ya yeni bir yüz kazandıracak oluşumu başlattı diyorlar.
Nedeni de şu: “Allemanni” beşinci yüzyıl Avrupası kavimlerinin büyük çoğunluğu gibi pagan ve çok tanrılı “Asatru” dininden. Gotlar, Saksonlar, Frizyanlar, Anglesler, günümüz Danimarkasının asli kavmi Danlar, İsveçliler, Norveçliler bu pagan “Asatru” dininin muhtelif çeşitlemelerine inanıyorlar.
Allemanni’yi yenen Frank kıralı Clovis de bir pagan. Ama eşi bir Katolik. Kıral Clovis’I “doğru din” dediği Katolikliğe döndürmek için elinden geleni yapıyor. Hocalar tutuyor, papazlara vaazlar verdiriyor, görkemli ayinler, şölenler düzenliyor olmuyor. Kilisesini baştan başa süslüyor, yine olmuyor. Kıral Clovis’i Asatru inancından bir türlü vazgeçiremiyor.
Meğer Clovis’in inadının asıl nedeni hıristiyanlığı bir tür alışverişe benzetiyor olmasıymış. “Hıristiyanlar günah işler, sonra da bir kaç dua okuyup, bağışlanırlar, benim aklım da bunu almaz” demekteymiş. “Hıristiyanlar tanrıları ile pazarlık yaparlar, sen bana bunu yaparsan ben de sana şunu yaparım diye pazarlığa girerler ki, benim aklım bunu da almaz” buyururmuş. Böylece, uzun yıllar direniyor.
Ne ki, bu arada Allemanni ile de kapışmaktadır. 469’da zaferi ile sonunçlanan o nihai Frank-Allemanni muharebesinden on yıl önceki bir savaşta fena halde yenilmiş olduğu aklından çıkmıyor. Bu son muharebede de, bir nokta geliyor, Kral Clovis askerlerinin kaçmaya başladığını görüyor. İşte bu noktada “kendisine eski zaferlerini bağışlayan pagan tanrılarını terkediyor.” Bu sözcükler aynen böyle. “Tours’lu Gregori” isimli bir vakanüvis aynen böyle yazıyor “Frank kralı Clovis, kendisine eski zaferlerini bağışlayan pagan tanrılarını terkediyor” ve İsa Mesih’ten yardım istiyor: “Ey, İsa Mesih, karım Chrodechilde senin yaşayan bir Tanrı’nın oğlu olduğunu söylüyor. Senden düşmanlarımı yenmemi sağlamanı rica ediyorum. Sen bana bu iyiliği yaparsan, ben de sana iman eder, vaftiz olurum” diyor. Görüldüğü gibi, hıristiyanların karşı çıktığı yöntemlerini iyi öğrenmiş. Nitekim, “O bu sözleri söyler söylemez, bu defa Allemanni kaçmaya başlıyor” – diye anlatıyor, vakanüvis Gregori. Almanların kaçtığını gören Clovis, andına sadık kalıyor ve Rheims piskoposu tarafından Ortodoks hıristiyan olarak oracıkta vaftiz ediliyor.
Clovis’in pagan Asatru dininden hıristiyanlığa dönüşü Avrupa’nın Eski Çağdan, Orta Çağ’a geçtiği tarih sayılıyor.
Allemanni kaviminin Franklara yenilgisinin Batı Avrupa’ya yeni bir yüz kazandıracak oluşumu başlatması böyle ilginç bir pazarlığın sonucuymuş.
Benzeri pazarlıklara diğer başka pagan Avrupa kavimlerde de rastlıyoruz. Akla gelenlerden bir diğeri de Kiev Prensi Vladimir’in Hıristiyan olma öyküsü. Kiev, malûm, bugün Ukrayna’nın başkenti Dinyepr nehri üzerinde, kurulduğu tarihten bu yana Batı Avrupa ile içli dışlı olan bir merkez. Nitekim, Ukrayna günümüzde Avrupa Birliğine aday olan bir ülke.
Kiev, o zamanlar da Batı Avrupa’nın bir parçası ama esin kaynağı hep Bizans İstanbul’u olmuş. Kiev’in pagan Prensi Vladimir’in Hıristiyan olmasını sağlayan da bir kadın. Yıl, bu defa 988. Prens’in gözü İstanbul’da. Tutuyor, o günlerde Bizans’a ait olan Kırım’daki Sıvastopol şehrini zaptediyor. Sonra da oturuyor İstanbul’daki İmparator Basileyos’a bir mektup yazıyor: “Bilesin ki, görkemli şehrini zaptettim. Duyduğıma göre senin Anna isimli bekâr bir kızkardeşin varmış. Eğer onu bana karı olarak vermezsen, Sıvastopol’a yaptığımı senin şehrine de yaparım.”
İmparator Basileyos da diyor ki, “Hıristiyanların paganlarla evlenmesi uygun düşmez. Ama eğer vaftiz olursan hem bir karı sahibi, hem Tanrı’nın Kırallığı’nın mirascısı, hem de bizim din kardeşimiz olursun.”
Prens Vladimir, kabul ediyor ama bir şartla: Prenses Anna vaftizi gerçekleştirecek papazları ayağına getirecektir. İsteği kabul ediliyor. Anna, Sıvastopol’a geliyor, ancak Vladimir’in bu arada gözlerinden rahatsızlanmıştır. Bunu gören Anna, Prens’e vaftiz olursa rahatsızlığının geçeceğini söylüyor. Vladimir, “Eğer, bu söylediğin doğruysa, Yunan Tanrı’sının büyüklüğüne işaret eder,” diyor. Anna’nın getirdiği piskopos elini Prens’in başına koyar koymaz, Vladimir’in gözleri açılıyor, ışığı görüyor. “Sahici Tanrı’yı şimdi idrak ettim!” diye haykırıyor! Vaftiz oluyuor ve Sıvastopol’u da düğün hediyesi olarak karısına veriyor.
Öte yandan Frank kralı Clovis Hıristiyan olmuştur ama anlaşılan o ki, egemenliği altındaki Allemanni’yi din değiştirmeye kolay ikna edemiyor. Allemanni’nin Hıristiyanlığı kabulü Yedinci yüzyılı buluyor. “Asatru” denilen Kuzey Avrupa kökenli bir pagan dinine mensup, Allemanni. Eski İskandinav dilinde “Asatru” “tanrılara sadakat” anlamına gelen bir sözcük. Asatru paganlarına göre yer-gök tanrı ve tanrıçalarla dolu. Örneğin, Thor, gökgürültüsü, şimşek ve yıldırım tanrısı; yeryüzüne yağmur armağan eden, ekinleri büyüten Thor. Odin, Zeus gibi hepsinin babası. Tek-gözlü tanrı. Niye tek gözlü, çünkü gözlerinden birisini çıkartmış, mitolojik “dünya ağacına” asmış ki, gizli sırları öğrenebilsin, hikmet sahibi olabilsin. Odin’in Frigg isimli bir de eşi var ki, kocasının tahtında oturmasına izin verilen tek tanrıça kendisi. Oturduğu yerden tüm dünyaları görürmüş. Sonra Frey ve Freya var. Frey, barış ve bereket tanrısı. Freya, aşk ve güzellik tanrıçası. Boynunda Birisingamen dedikleri kutsal bir kolye ile gökyüzünde arabayla geziyor. Semavi arabasını at değil, bir kedi çekiyor. Bir de kayak ve av tanrıçası Skadi var ki, aynı zamanda bağımsızlığın ve gücün simgesi.
Avrupa kavimleri “Asatru”nun muhtelif verziyonlarını benimsemişler. Tanrı ve Tanrıçaların isimleri değişmekle birlikte, benzer işlevler yüklendikleri anlaşılıyor. Örneğin, Freya, aşk ve güzellik tanrıçası günümüz Ukrayna masallarında var. Arabasına koştuğu kedinin adı bile belli, “Bayun.” Bayun masmavi tüyleri olan sihirli daha doğrusu “bilge” bir kedi olarak anlatılıyor. Kadim Rus edebiyatının önde gelen simglerinden birisi. Puşkin’in şiirlerinde bile geçiyor. Şunu da söylemeden geçemeyeğim: Rusya’da Arhangel kedisi dedikleri mavi tüylü bir kedi cinsi de var gerçekten. Beyaz Deniz yani İskandinavya’nın doğrusundaki bölgede yaşayan bu kedilerin, kısa, sert, fok balıklarınkine benzeyen mavi tüyleri var. Bölgenin soğuğuna öyle dayanabiliyorlar.
“Asatru” yeryüzünden silinmiş bir inanç değil. Tersine, güçlendiği iddia ediliyor. Nitekim, 1966’da Norveç’te, 1973’de İzlanda’da resmi dinlerden birisi olarak kabul ediliyor. “Modern Asatru’nun” canlandığı, yeniden geliştiği söyleniyor ve bir iddiaya göre Kuzey Avrupa’da sekiz milyonu aşkın gizli Asatruar paganı var.
1994’de İzlanda “asatruar”ları, bir deklarasyon yayınladılar, eski adetlerine ve “kültürel miraslarının haysiyetine” sahip çıkmak istediklerini belirttiler. “Bunu eski ya da yeni dinlerin ya başkalarının kültürel mirası pahasına yapacak değiliz. Asatruar ideolojisinde fanatizme ve nefrete yer yoktur. Bizim kadim inançlarımız, hoşgörü, dürüstlük, sadakat, doğaya ve yaşamın her tezahürüne saygı gerektirir. Pagan akidesinin temel ilkesi her insanın kendi davranışından sorumlu olduğudur” diyorlar. Benzer bir bildiriyi 1996’da Norveç Asatruar’ları, onun ardından İsveç paganları yayınlıyorlar.
Öte yandan, günümüz Almanya’sında yaşayan Alman paganlar, ataları Allemani’nin özgün dinini gönüllerince yaşayamamaktan yakınıyorlar. “Rabenclan” ya da “Kuzgun Kavmi” isimli pagan-birliği kuran Alman Asatruar’ları, başta Asatru olmak üzere şamanizm gibi “doğaya-dönük dinleri temsil ettiklerini” 21.yüzyılda bu kadim dinlerin önyargısız bir biçimde araştırılması, tartışılması gereğine inandıklarını söylüyorlar.
Alman paganların kendilerini baskı altında hissetmelerinin nedeni, Almanların hıristiyanlık öncesi geçmişlerine en ufak bir göndermenin aşırı-sağcı hatta neo-nazi bir hareket olarak değerlendirilmesiymiş. Böylesi suçlamalarla karşılaşmamak, işlerini kaybetmemek için Alman toplumunun kıyısında, gizli bir hayat sürmek zorunda kalıyorlarmış. “Biz saklanırken, sahici dazlaklar sokaklarda cirit atıyorlar” diyorlar.

Ülkeye adını veren Allemanni’ye geri dönersek: Hıristiyanlığı yedinci yüzyılda benimseyen Allemanni’nin Asatru ilkeleri olarak bilenen dokuz kuralı şiar edindikleri söyleniyor. Bu kurallar şöyleymiş: 1) Onur, 2) sadakat, 3)misafirperverlik, 4) çalışkanlık, 5) özgüven, 6) dayanıklılık 7) cesaret 8) dürüstlük 9) disiplin. Kimi düşünürlere göre, Almanları Alman yapan özellikler bunlar. Eğer öyleyse, darısı tüm ulusların başına demek lâzım.



AVRUPA
KÖKLER, EFSANELER, İNANÇLAR (II)


Günümüz Almanya’sının aslî nesepi “Germen.” “Slav,” “Semitik” ya da “Türkik” gibi çok sayıda klanı kapsayan bir tanım, Germen. Angles’ler, Sakson’lar, Burgundî’ler, Lombardlar, Vizigotlar, vb vb. onlarca farklı “Germen” klanı var. Sadece günümüz Almanlarının değil, Hollanda, Belçika, Lüksemburg, İsveç, Norveç, Danimarka, İzlanda, Avusturya, İsviçre, Kuzey İtalya, Kuzey ve Orta Fransa, aşağı İskoçya ve İngiltere’yi oluşturan halkların kökenleri de “Germen”lere dayanıyor.
İngilizler, halkının “Germen” kökenlerine referansla ülkeye “Germany” /Germanya demişler. Fransızlar ve biz Türkler, “Allemanni” isimli Germen klanından yola çıkarak, “Allemand” /Almanya diyoruz.
Günümüzde güney Baden-Württemberg, güneybatı Bavarya ve güneybatı Almanya’yı kapsayan tarihi Schwaben ya da Swabia bölgesine de “Alamannia” deniyor ama Almanların kendileri ülkelerine “Deutschland” demeyi tercih etmişler.
“Deutsch” eski Celtic dilinde “gürültücü adamlar” anlamına gelen bir kelime, “Deutschland” “gürültücü adamlar ülkesi” demek oluyor ki, doğrusu, pek okşayıcı bir tanım sayılmaz. “Deutschland”ın bir de “Eski Hoch Deutsch” denilen Alman diyaleğindeki karşılığı var ki, korkarım o daha da tatsız: Deutschland, “tamahkâr” yani “gözü doymaz, hırslı” adamların ülkesi anlamına geliyor. Herneyse. Tarih biraz da böyle bir şey. Önyargılar, doğru-yanlış muhtelif etiketler uluslara yapışıp asırlarca kalabiliyorlar.
“Aryan” da bu “etiket”lerden birisi. İngilizler, “Aryan” kelimesini 19. yüzyılda Sanskritçeden türetiyorlar. Avrupa dillerine İngilizceden giriyor. Kelimenin Sanskritçe anlamı, “soylu.” Önceleri akademik çevrelerde Cilâlı Taş Devrinin sonlarında Kafkaslarda yaşadıkları varsayılan İran kavimlerinin “genel adları” olarak kabul görüyor. Bu bağlamda, “Germen” gibi bir takım ortak özellikleri olan kavimleri kapsayan bir şemsiye tanım Aryan.
Yine 19. yüzyılda, Aryan kavimlerinin “ilk-İndo-Avrupa dili” olduğu varsayılan bir dil konuştukları şeklinde bir tez ortaya atılıyor. “Konuştukları varsayılan,” diyorum, çünkü aslında ne Aryan diye bir kavmin varlığına, ne de konuştukları dile ilişkin sağlam veriler var. Buna rağmen, akademik spekülasyon devam ediyor. Bu defa Aryanların “ilk-İndo-Avrupalılar” oldukları konuşulmaya başlanıyor. Yani Avrupa halklarının kökenleri olarak kabul edilen “Germen”lerin nesebi de Cilâlı Taş Devrinin sonlarında Kafkaslarda yaşadıkları söylenen İran kavimlerine dayandırılıyor.
Etnoloji dediğimiz bilimdalı, malûm, farklı toplumların inançlarından, dünya görüşlerinden yola çıkarak insanlık tarihini yapılandırmaya çalışan bir bilim dalıdır. Ondokuzuncu yüzyılın Avrupalı etnologlarının beyaz Avrupalıların Aryan ismini verdikleri bu tarih öncesi insanların sülbünden oldukları şeklindeki hipotezleri müthiş rağbet görüyor. Ondokuzuncu yüzyılın son yıllarında ve Yirminci yüzyılın başlarında gerek Avrupa gerekse Amerika’da halka yayılıyor ve popüleritesinin doruğuna erişiyor. Öyle ki, beyaz olmak ya da olmamak başlı başına bir mesele haline geliyor.
Kafkaslı ya da Caucasian kelimesi açık tenli Avrupalıları tanımlamakta kullanılırken, kara, sarı ya da kızıl gibi diğer başka renkler de ırk belirlemede kullanılmaya başlanıyor. Dahası, kimin hangi renk ırkından olduğu, dönemin siyasi konjonktürüne, çıkarlarına göre değişmektedir.
Örneğin, İkinci Dünya Savaşından önce Museviler ve Slav’lar “beyaz” sayılmazlarken, savaştan sonra beyaz ırka dahil ediliyorlar. Çünkü beyaz Avrupalılar, savaşta “Slav” Ruslarla ittifak yapmış, Yahudileri kurtarmışlardır.
Öte yandan, Haiti, Küba gibi ülkelerde “melezler” beyaz sayılırken, aynı melezler Amerika ve Kanada’da “siyah” ırktan sayılıyorlar. Günümüzde de örneğin İspanyol kökenli Amerikalıların beyaz olup olmadıkları tartışmalıdır. Keza, Arapların, biz Türklerin, daha da garibi, beyaz Avrupalıların ataları Aryan’ların ahfadından İranlıların “beyaz” olup olmadıkları da tartışmalı olabiliyor. Yeri gelmişken, Ruslar da aslî beyazlar olmaları gereken Kafkaslılara “çorni” diyorlar; “esmer.” “Çorni” schwartzkopf kelimesinin bir çeşitlemesi olarak kullanılıyor.
Görüldüğü gibi “beyaz” olup olmamak, fiziksel bir nitelikten öte, bakan gözün sosyo-kültürel eğilimlerine göre değişiyor. Kişinin dini inancı gibi, ten rengiyle hiçbir bağlantısı olmayan niteliği bile ırksal sınıflandırmayla sonuçlanabiliyor. Müslümansan çorni olmalısın gibi, bir safsata.
Germen kavimlerinin Aryan sülbünden gelme beyazlar oldukları iddiasının 19. yüzyılda ortaya atılmış olması ile Avrupa sömürgeciliği arasında yakın ilişki var. Beyaz Avrupalıların çoğunlukta oldukları Avrupa ülkeleri aynı zamanda 15.yüzyıldan itibaren sömürgecilik faaliyetlerine giren ülkeler olmakla birlikte, emperyalizm 19. yüzyılın sonları ile 20.yüzyılın ilk çeyreğinde tavan yapmış durumdadır. 1918 itibariyle yeryüzünün yüzde seksenbeşinin Avrupa’lı beyaz güçlerin işgali altında olduğu hesap ediliyor.
Sömürgeciler, işgal ettikleri ülkelerin doğal kaynaklarını, pazarlarını, işgücünü acımasızca kullanıyor olmalarını, haklı ve hatta faydalı olduğunu gösterecek bir gerekçe peşindeler. Bu çerçeve, Aryan kökenli beyaz ırkın diğer ırklardan üstün olduğu şeklinde, hiç bir bilimsel dayanağı olmayan bir iddia daha ortaya atılıyor. Şöyle ki, üstün bir ırk olan beyaz ırka mensup olan Avrupalılar, sömürdükleri ülkelere aslında “medeniyet” götürmektediler. Ve sömürgeler bu medeniyet sayesinde gelişmekte, insane hakları, demokrasi hatta Hıristiyanlık gibi yüce değerlerle tanışmaktadırlar.
Beyaz adamın üstünlüğü fikrinin mucidi Almanlar değil. Örneğin, Amerika Birleşik Devletlerinde daha 1890’larda kabul edilen Jim Crow yasaları denilen bir takım yasalar var ki, bunlar Amerikan halkını kesin çizgilerle “beyaz”lar ve “renkliler” olarak ayırıyor. Renkliler sınıflandırmasına sadece Afrika kökenliler de değil, Amerikan yerlileri, Hispanikler, melezler, Yahudiler, daha doğrusu beyazların faaliyet gösterdikleri işkollarına elatan herkes giriyor. Jim Crow yasaları öylesine ayrıntılı yasalar ki, “renkliler”in hangi çeşmelerden su içeceklerine, otobüslerde nerelerde oturabileceklerine varıncaya kadar tanımlıyor. Jim Crow yasaları 1964’e kadar yürürlükte kalıyor. İptal edilebilmeleri için ne yazık ki Martin Luther King’in hayatını kaybetmesi gerekiyor.
Yeri gelmişken, “Jim Crow” 1828’de bir İngiliz komedyeni olan Thomas Rice diye bir adamın yarattığı bir karakter. Rice, yüzünü kömürle siyaha boyuyor ve aklısıra geri zekâlı, ilkel, her türlü aşağılanmaya layık bir zenciyi oynuyor.
Ne yazık ki, “sanat” insanoğlunu iyiye, güzele yönlendirebildiği kadar, nefrete, bağnazlığa, önyargıya da kışkırtabiliyor. Irkçı edebiyat, sanat, müzik hatta bilim mümkün olabiliyor.
Yine bir İngilizin, Sir Francis Galton isimli bir adamın önayak olduğu “eugenics” isimli bir “bilim dalı” var ki, sağlıksız ceninleri ayırıp, sağlıklı ceninler yetiştirmenin yollarını arıyor. “Eugenics” Galton’un “iyi yaşam” anlamında eski Yunanca’dan ürettiği bir kelime. Nitekim, doğumların devlet tarafından kontrol edilmesi düşüncesini ilk ortaya da atan ünlü Yunan filozofu Eflâtun. İnanması zor ama Eflâtun, yeni doğan bebeklerin yaşayıp yaşamayacaklarının yazı tura atılarak belirlenmesini istemiş. Ne ki, yetkililer parayı öyle ayarlamalıymışlar ki, bebek sağlıksızsa sonuç mutlaka ölüm çıkmalıymış. Böyle yapılırsa, sağlıksız çocuk sahiplerinin kalpleri kırılmaz ama sağlıksız kuşakların yetişmesi de önlenirmiş.
Bunu duyunca, öteki Yunan şehri, Isparta, daha bir dürüst görünüyor: onlar zayıf bebekleri şehrin surlarının dışında ölüme terkederlermiş.
Modern zamanlarda “eugenics”in ABD’de uygulandığı görülüyor. 1907’de Indiana eyaletinde kabul edilen bir kanunla zekâ özürlü, sağır ya da körler zorla kısırlaştırılmaya başlanıyor. Benzer bir yasayı 1909’da Washington ve California eyaletleri kabul ediyor. 1927’de Virginia eyaletinde zekâ özürlüler kısırlaştırılıyorlar. Yasa, Amerika’nın pek çok eyaletinde 1960’lara kadar yürürlükte kalıyor. Bir iddiaya göre sadece California’da zorla kısırlaştırılan insane sayısı 64,000. Tahmin edeceğiniz gibi “zekâ özürlülerin” ezici çoğunluğu da beyaz olmayanlar.
Son zamanlarda bu eyaletlerin valileri kısırlaştırma programları için mağdurlardan aleni af dilemekteymişler ancak hiç birisi kısırlaştıran insanlara tazminat ödemek yoluna gitmemiş – zira kısırlaştırılanların tazminat talep edecek varisleri de yok.
Beyaz adamın üstünlüğü fikrinin mucidi Almanlar değil, hayır. Ancak, Naziler, Germenlerin ve Germenlerin aslî nesebi olan “Aryan”ların üstün ırk olduklarına dair inançlarını öylesine bağlanmışlar ki, soykırım gibi akıl almaz bir vahşetin adeta normal kabul edildiği bir cinnet dönemi yaşanmış.
Günümüz Almanyasında nazizm yasadışı. Ancak, neo-Naziler denilen bir takım grupların faaliyet gösterdikleri de bir vakıa. Neo-naziler, Alman toplumunun ulusal birlik ve beraberliğinin dağılması, ulusal-kültürün yerini çok-kültürlüğün alıyor olması gibi sorunları beyaz-olmadıklarını düşündükleri göçmenlere bağlayan tipler. Ancak, bu tiplere sadece Almanya’da değil, dünyanın başka ülkelerinde de rastlanıyor. Örneğin, Kuzey Amerika’da faaliyet gösteren Aryan Ulusları diye bir dernek var ki, defatle kapatılmasına karşın, farklı isimler altında faaliyet göstermeye devam ediyor. Eskinin naziler gibi bunların sembolleri de gamalı haç. İşin garibi, gamalı haçın Avrupa dillerindeki karşılığı olan svastika kelimesi de Sanskitçe kökenli.
Hintililerin Ramayana ve Mahabharata isimli kutsal metinlerinde geçiyor. At nalı gibi, dört yapraklı yonca gibi uğur getirdiği düşünülen nesnelere svastika deniyor. Sadece Hintlilerde değil, Sümerlerde, Celtlerde ve eski Yunanda olduğu gibi Kızıl Derililerde de var. Hıristiyanlık öncesi Angle-Sakson kavimlerinin altın kupalarını süslemiş.
Neredeyse evrensel bir uğur ve iyilik simge olan gamalı haçın Naziler tarafından benimsenmiş olması özellikle de Alman paganlarını üzmekteymiş. Asatru paganları ülkelerinin hıristiyanlık öncesi geçmişlerine en ufak bir göndermenin aşırı-sağcı hatta neo-nazi bir hareket olarak değerlendirilmesinden şikayetçiler. “Biz saklanırken, sahici dazlaklar sokaklarda cirit atıyorlar” demeleri bu.
__________________
''Gelişmekte olan bir ülke enflasyonu düşürebilir.. Yolsuzlukları azaltabilir.. Bütçelerde kısıntıya gidebilir.. Özelleştirme yapabilir..Ama yine de zenginleşemeyebilir! Çünkü bilgi değil,yalnızca mal üretiyordur." Juan Enriquez
Alıntı ile Cevapla
Master kullanıcısına teşekkür edenler
buena vista (20-04-2006), Stevensen (18-05-2022), Süvari (21-04-2006)
  #14  
Eski 20-04-2006, 12:13
Master - ait Avatar
Master Master bağlı değil
.
 
Üyelik Tarihi: Feb 2006
Bulunduğu Yer: Kalamış
Mesajlar/Teşekkür sayısı: 6.503/2290
5427 Mesaj ına 23006 Kere teşekkür edildi
Tanımlı Alev Alatlı -- Bilmeden,yazmamak için

AVRUPA
KÖKLER, EFSANELER, İNANÇLAR (III)


“Hippi”ler 1960’lı yılların Amerikasında yerleşik davranış biçimlerini reddeden, tabiata yakın yaşamaktan, cinselliğin özgürce ifade edilmesinden yana olan genç insanlar olarak bilinirler. Çoğunlukla uzun saçlı, sıradışı giysiler giyinen hippiler, bilinçlerini geliştirdiğine inandıkları bir takım kimyasalları tüketmekten kaçınmazlar. Hatta, günümüzde Hollanda başta olmak üzere Avrupa ülkelerinde bir takım uyuşturucuların serbest bırakılmış olması 1960’lı yıllarda filizlenen bu gençlik hareketinin sonucu olarak değerlendirilir.
Oysa, hippi hareketi 1960’lı yıllardan çok daha eski ve Amerika değil Avrupa kökenli. Şöyle ki, daha 1930’larda ABD’nin California ve Florida gibi sıcak eyaletlerinde, nerede sabah orada akşam yaşayan, meyva, kuru yemiş gibi ormanlarda bulduklarıyla beslenen, hippiler gibi giyinen azımsanamayacak sayıda genç insan var ki, bunların istinasız hepsi birinci kuşak Alman göçmenlerinin çocukları, ABD doğumlu ikinci kuşak.
‘60lı yılların New York hippilerinin öncüleri, ikinci kuşak Alman göçmenleri, kendilerine “tabiat çocukları” demekte; daha o yıllarda 20. yüzyıl medeniyetinin dışında yaşamak istediklerini belirtmekteler. Dahası, insanlığı lebensreform dedikleri bir eyleme, yani bildik “yaşam biçimlerini” değiştirmeye, ıslah etmeye davet ediyorlar.
Lebensreform çağrısı yapan bu gençlere o yıllarda “ilkel modernler” deniyor. “Naturmensch,” “wandervogel,” “bohem” gibi, başka isimleri de var - “Naturmensch” doğa-insanı anlamında, “wandervogel” ise özgür kuş demek. Peki, ikinci kuşak genç Alman göçmenlerini toplumun dışına iten ne?! Bu sorunun cevabını Germen kavimlerinin tapınmaya varan tabiat sevgilerinde aramak lâzım deniyor.
Hıristiyanlığı Avrupa’ya yayanlar, Romalılar. Tabiat güçlerine tapınan pagan Germen kavimleri, Hıristiyanlığa uzun bir sure direnmişler.
İsa’dan sonra 9.yüzyılda Hermann’ın Romalılara karşı kazandığı zafer, Hıristiyanlığın Germenler arasında yayılmasına uzun bir süre sekte vurmuş. Olmakla birlikte, nihayi sonucu engelleyememiş.
Hıristiyanlık, Roma İmparatorluğu’nun resmi devlet dini. Romalıların askeri zaferlerini misyonerlerin akınları izliyor. Germen kavimlerinin doğaya tapındıklarını bilen ordu destekli Romalı misyonerlerin başlıca hedefleri Alman ormanları oluyor. Ormanları acımasızca keserlerken, Asatru paganizmiyle özdeşleştirdikleri sembolleri yakıyor, pagan tapınaklarını yerlebir ediyorlar. Uzun mücadelelerden sonra, Germenlerin büyük bir kısmı Hıristiyanlığı kabul ediyor ama paganizmin izleri hiçbir zaman bütünüyle silinemiyor.
Daha Ortaçağda, Almanya ve Hollanda’da “Özgür Ruh Kardeşliği” isimli bir kült kuruluyor. “Adamit”ler olarak tanınan bu insanlar, tabiattan uzaklaşmamak uğruna mağaralarda yaşar, yarı çıplak ayinler tertiplerlermiş. Sonra 1796 gibi erken bir tarihte Christoph Wilhem Hufeland “uzun yaşamın sırları” diye bir kitap yazmış. Temiz hava, güneş banyosu ve temizliğin insan ömrünü uzattığını anlatıyor. Ölçülü beslenme, seyahat, meditasyon, uyku ve çalışma saatlerine dikkat etmek gerekliliği gibi, zamanının çok ötesinde öneriler getirmiş.
Sonra büyük Alman düşünürü Goethe (ki kendisi 1749-1832 tarihleri arasında yaşamış) insanla-Tabiat’ın arasındaki sınırı tamamen kaldırmasıyla ünlü. Goethe’ye “Tabiat dindarlığının” şairi deniyor.
Goethe, “Tanrı’ya tapınmanın en güzel yolu, insanın Doğa ile kurduğu yürekten ilişkidir” diyor. 1832 yılında kaleme aldığı bir makalesi günümüz çevrecilerinin kaygılarının habercisi: “İnsanoğlu hatalı bir yönelişle tabiata müdahale etti,” diyor, “Ormanları yokederken atmosferin yapısını ve iklimleri değiştirdi. Doğanın ekonomisinin bir unsuru olan bir takım bitki ve hayvanların soyları tükendi. Hava ve nehirler kirledi. Günümüz insanının gözünden kaçan bu gibi müdahaleler, çok ciddi sonuçlar doğurmakta olup, sadece bitkilere ve hayvanlara zarar vermekle kalmayacak, insanoğlunun dayanıklılığını ve direnme gücünü de azaltacaktır.”
“Ekoloji” kelimesini ilk kez kullanan da bir Alman. Jena üniversitesi profesörü Ernst Haeckel, daha 1866 yılında biyosferin dengesinin bozulduğuna dikkat çekiyor. Sonra protestan papazlığından ayrılma Eduard Baltzer isimli bir başka düşünür, naturliche lebensweise “doğal yaşam biçimi” isimli bir dört ciltlik bir eser kaleme alıyor, vejeteryen beslenme biçiminin öncülüğünü yapıyor. Baltzer, 1851-1913 yıllarında yaşayan Karl Wilhelm Diefenbach’ı öylesine etkiliyor ki, Almanların bu ünlü ressamı Akdeniz’deki Kapri adasına göçüyor. Orada lebensreformcu’lar, yaşam biçimlerini ıslah etmeye niyetlenenler için bir komün kuruyor. Bu komünde kurulan sanat atelyelerinden yetişen Fidus ve Gusto Graser isimli ressamların eserleri 1960 hippilerinin o rangarenk, çarpıcı grafiklerinin öncüleri sayılıyor.
Gusto Graser, aynı zamanda ünlü yazar Hermann Hesse’nin arkadaşı.
Hermann Hesse, ülkemizde iyi tanınan bir yazar. Onun “Kayalar Arasında – Bir Doğa Adamının Anıları” isimli kitabı, Gusto Graser’ın hayatını anlatıyor. Herman Hesse’nin bir diğer ünlü kitabı 1922 yılında yazdığı Siddhartha’da doğa insanlarına ve wandervogel’e göndermeler var.
Bütün bunlar yaşanırken, sanayileşen tüm ülkelerde adet olduğu üzere, Almanya’da da hızlı bir şehirleşme görünüyor. 1870’de Almanların üçte biri şehirlerde yaşarken, 1900’de bu sayı iki misline katlanıyor.
20. yüzyılın başında, şehirlerde tutunmayan çalışan Alman orta-sınıfının “yüzeysel, kaba, kendini beğenmiş, tamahkâr, paracanlısı, çalışkan, teknokratik” bir yapıya büründükleri anlatılıyor. Ancak, şehir yaşamının kaçınılmaz olumsuzluklarına tepkili bir kısım Alman hareket geçmekte gecikmiyor. Endüstrileşmenin bunalttığı insanlar, atalarına öykünerek doğaya ve bu arada doğal beslenme, alternatif tıp gibi arayışlara yöneliyorlar.
İnsanların doğayla içiçe yaşamalarını öngören ilk sanatoryumlar İsenburg yakınlarındaki Hartz dağlarında açılıyor. Sanatoryumların kurucularından Adolf Just’un kaleme aldığı “Doğaya Dönüş” isimli kitap kısa sürede best-seller oluyor. Kitabında hava ve su kirliliğine, et oburluğa, kahve, sigara, alkol tüketimine ve geleneksel eğitim sistemine karşı çıkan, Just, ilaç tedavisini de reddediyor ki, bu durum, kendisinin hapse atılmasıyla sonuçlanıyor. Just, hapisten 1944’de çıkıyor. Kadim dostu Mahatma Gandi’nin yanına, Hindistan’a gidiyor, rüyalarını süsleyen alternatif tıp enstitüsünü o ülkede gerçekleştiriyor.
Just’un izinden giden bir başka yazar da Richard Ungewitter. Et, sigara, alkol tüketiminin zararlarına işaret eden Ungewitter’in “Die Nacktheit” çıplaklık, isimli kitabı da best-seller. 1904 yılında yazılan bu kitap öylesine etkili olmuş ki, “yüz yıl sonra bugün bile sıcak yaz günlerinde Almanları kendilerini çırılçıplak göllere, nehirlere atarken görebilirsiniz” deniyor.
Almanların doğaya dönüş hareketi, 20.yüzyılın başında trekking, dağcılık gibi doğa sportlarını teşvik etmiş. “Özgür Dağlar, Özgür Dünya, Özgür İnsanlar” sloganıyla kurulan “Wandervogel” özgür-kuş cemiyeti, ilk kez Berlin’in bir semtinde faaliyete geçmiş. 14-18 yaşları arasındaki lise öğrencilerini doğada uzun yürüyüşlere çıkartmaya başlamışlar. Yürüyüşler kısa sürede müthiş popular olmuş, üye sayısı 50,000’i bulmuş. Wandervogel çocukları paralarını birleştirip, sade yaşamlarını çadırlarda sürdürür olmuşlar. Kısa pantolon, Tyrolean diye bilinen tüylü şapkalar giyer, mandolinler, gitarlar eşliğinde anonim türküler söylerlermiş. Zamanla çadırların yerini pre-fabrik yapılar almış. Daha sonra bulabildikleri metruk binaları işgal etmeye, oralara yerleşmeye başlamışlar.
Vejeterjenlik, alternatif tıp, sigara-alkol gibi zararlı maddelerden uzak durma, kadın erkek eşitliği, cinselliğin özgürce ifadesi gibi ilkeleri olan Wandervogel komünleri, zaman içinde aralarında toprak ve din reformu da olan değişimler talep etmeye başlamışlar. Wandervogel’cilerin sayıları artmış, hareket Almanya dışına da taşmış. Örneğin, 1920’li yıllarda İsviçre’nin İtalyan sınırında yeralan küçük balıkçı köyü, Ascona, Avrupa’nın ruhani asilerinin toplandığı merkez haline gelmiş.
Ascona’da konaklayanlar arasında ünlü psikolog Carl Jung, gelmiş geçmiş en büyük dansçı sayılan İsadora Duncan, yazar D.H.Lawrence ve Franz Kafka gibi isimler var. Endüstrileşmenin olumsuz unsurlarına, aşırı tüketime, “burjuva” yaşam biçimine karşı çıkanlar, Ascona’da toplanır olmuşlar.
Öte yandan, 20. yüzyılda iki dünya savaşı ile sonuçlanacak olan siyasi baskıyı daha 1890’lı yıllarda hisseden Almanların varlığı sözkonusu. Nitekim, 1895’den itibaren onbinlerce Alman aile, gittikçe kuralla kaideye gömüldüğünü, kışla havasına büründüğünü hissettikleri ülkelerini terkedip, Amerika’ya göçme kararı almışlar. ABD’nin yepyeni bir oluşum olduğu, daha iyi bir toplum rüyalarını orada gerçekleştirebilecekleri umuduyla yeni dünyaya göçerlerken, naturmensch ideolojilerini de götürmüşler.
Amerika’nın ilk hippilerinin 1930’larda yaşayan ikinci kuşak Alman göçmenlerinin arasından çıkmasının nedeni buymuş. Nitekim, 1948 yılında California Eyaletinin Topango Kanyonunda yedi büyük naturmensch örgütü varmış. Bu insanlar, dağlarda, mağara ve ağaçlarda yaşarlar, taze meyva ve sebzelerle beslenirlermiş. Sadece taze incir bulabilmek için beşyüz mil yol yaptıkları biliniyor. Ve tabii doğaya taparlarmış.
Doğaya dönüş hareketi günümüzde de devam ediyor. AFA, Asatru Halk Meclisi’nin kısaltılmışı. (Asatru Folk Assembly) Meclis, ilk kez ‘70’li yıllardan kuzey Amerika’da toplanmış.
2002 yılında yayınlanan bir bildirisi “Asatru, Hıristiyanlık öncesi Avrupasının yerli ruhaniyatıdır” diye başlıyor, “Asatru, Germen halklarının Kutsal olanla ve dünyayla, geleneksel ilişki kurma biçimleridir. Asatru, Avrupa yerlilerinin Tarikidir. Amerikan derililerinin, Afrikalıların yerli dinleri olduğu gibi, bizim de yerli bir dinimiz var. Ecdadımıza geçmiş bin yıllarda huzur veren bu din, bugün de bize güç ve ilham verecektir… Asatru, eski İskandinavca bir kelime olmakla birlikte, Germen halklarının bütünü kapsar. Bu bağlamda Avrupa’nın tüm uluslarının derinliklerinde yaşayan ortak inançtır.”
Bildiri, “İzlanda’dan Rusya’ya, İskandinavya’nın donmuş kuzeyinden Akdeniz’e bin yıl gezmiş olan Germen halklarının çocukları bugün dünyaya yayılmış durumdadırlar,” diye devam ediyor,
“Kendimize Amerikalı, İngiliz, Alman ya da Kanadalı diyebiliriz. Ancak, bu etiketlerin ardında daha eski, daha asal bir kimlik gizlidir. Atalarımız Angleler, Saksonlar, Lombardlar, Heruli’ler, Gotlar ve Vikingler…onların kız ve erkek çocukları olan bizler birbirimize kan bağıyla ve yılların eskitemediği bir kültürle bağlıyız…”
Gerisi şöyle:
“Dünya güzel. Refah güzel. Hayat güzel.
Neş’e ve coşkuyla yaşamalıyız, hayatı…
Ömürlerimizi yeteneklerimiz, cesaretimiz, gücümüz izin verdiği ölçüde biçimlendirmekte özgürüz…
Alın yazısı yok, kader yok, dışarlıklı bir ilâhın keyfi iradesinin kısıtlamaları yok…
Tüm ihtiyacımız bahtımızı cesaret ve onurla karşılama özgürlüğüdür, kurtarılmaya ihtiyacımız yok…
Atalarımızla ilişkideyiz. Atalarımız bizim parçalarımız, biz de bizden sonra gelenlerin parçaları olacağız…
Yaşayan akrabalarımızla da, ailemizle de, kökleri Avrupa kavimlerinde olan her kadın ve her erkekle de ilişkideyiz
Avrupa kavimleri bizim “büyük ailemiz”dir.
Tabiat ilişkide, tabiat kanunlarının emrindeyiz.
Kutsal Güçler kendilerini sıkça Tabiat’ın güzelliği ve gücüyle ifade ederler…
Ahlâkın “On Emir”e değil, soylu-zihinleri olan erkek ve kadınların haysiyet ve onuruna bağlı olduğuna inanırız. Kutsal Güçlerden korkmaz, kendimizi onların köleleri olarak görmeyiz. Tersine Kutsal olanla cemaatimizi ve kardeşliği paylaşırız. Kutsal Güçler bizi gelişmeye daha ileri aşamalara varmaya teşvik ederler… Kutsal Güçleri Germen/Norse atalarımızdan bize kalan isimlerle onurlandırırız…Mevsim değişimlerini, atlarımızı, İlâhi’yi ve günlük yaşamını sürdüren kendimizi onurlandırır, Asatru ibadetimizi sürdürürüz. Asatru köklere dairdir. Asatru bağlantıda olmaya dairdir. Asatru, eve dönüştür.
Asatru, atalarımızın yolu. Asatru bizi eve çağırıyor.
__________________
''Gelişmekte olan bir ülke enflasyonu düşürebilir.. Yolsuzlukları azaltabilir.. Bütçelerde kısıntıya gidebilir.. Özelleştirme yapabilir..Ama yine de zenginleşemeyebilir! Çünkü bilgi değil,yalnızca mal üretiyordur." Juan Enriquez
Alıntı ile Cevapla
Master kullanıcısına teşekkür edenler
buena vista (23-04-2006), Stevensen (18-05-2022)
  #15  
Eski 20-04-2006, 12:15
Master - ait Avatar
Master Master bağlı değil
.
 
Üyelik Tarihi: Feb 2006
Bulunduğu Yer: Kalamış
Mesajlar/Teşekkür sayısı: 6.503/2290
5427 Mesaj ına 23006 Kere teşekkür edildi
Arrow Alev Alatlı --- Bilgi lazımsa....

AVRUPA
KÖKLER , EFSANELER, İNANÇLAR (IV)

Günümüz Avrupası halklarını oluşturan “aslî nesep”lerden birisinin “Germenler” olduğundan bahsetmiştik. Almanya, Danimarka, Hollanda, Belçika, Lüksemburg, İsveç, Norveç, Avusturya, İsviçre, Kuzey İtalya, İzlanda, hatta, Kuzey ve Orta Fransa ile aşağı İskoçya ve İngiltere’yi oluşturan halkların kökenleri “Germen.” Germen kavimleri, Hıristiyanlıkla İsa’nın doğumundan beş yüz yıl sonra ancak tanışıyorlar. Ancak, Germen Avrupa’nın Hıristiyan olması büyük çatışmalar sonucu mümkün olabiliyor. Dokuzuncu hatta onuncu yüzyılı buluyor.
Hıristiyanlık öncesi dinleri paganizm. Paganizmin esası, tabiata ve tabiat güçlerine duyulan saygı. Saygıyı getiren: “farkındalık.” Toprakla uğraşan, eken biçen tüm paganlar gibi Germenler de herşeyden önce güneşin hareketini izliyorlar. Yıl içindeki en önemli tabiat olaylarından birisi, gün-tün eşitliği dediğimiz, ekinoks; diğeri bu eşitliğin azami ölçüde bozulduğu solstis – eski adıyla tahavvülü şemsi - yani güneşin değiştiği nokta.
Ekinoks, yılda iki kez gerçekleşiyor. Birisi, 20-21 Mart’taki bahar ekinoksu, diğeri, 20-21 Eylül’deki sonbahar ekinoksu. Bu günlerde gün-tüne eşit; gece ve gündüz 12’şer saat. Solstis de yılda iki kez: ilki, günün en uzun olduğu 20-21 Haziran yaz soltisi, ikincisi gecenin en uzun olduğu 20-21 Aralık, kış soltisi.
Bahar ekinoksu, ekvatorun kuzeyinde yaşıyan ve tarımla uğraşan tüm halklar için çok önemli bir gün. Güneş, 20-21 Mart’ta, güney yarıküreden kuzey yarıküreye dönüyor. Tabiatın yeniden canlanışına, doğurganlığa, büyümeye ve berekete işaret ediyor. Baharın resmen başladığı gün sayılıyor.
Pagan Germenler, bahar ekinoksunu Yeni Yılın başladığı gün sayarlarmış. Günümüz Almanyasına adını veren Allemanni kavmi,“tag-und nachtgleiche” dedikleri bu günü, Güneş Tanrısının kışın yaşadığı yeraltından çıkıp, karısı Tanrıça Ostara (ya da Eostre) ile buluştuğu gün olarak kutluyorlar. Tanrıça Ostara’nın bir de şarkısı var. Şu mealde bir şey:
“Yılın tekerleği döner, günü tüne eşitlerken; Ostara, bahara hükmeder, Güneşin-çocuğunu büyütür. Tanrıça yeryüzünü kutsar, toprağın yaşam-enerjisini yenilerken, baharda gömün tohumu toprağa, Güneşin-çocuğu kapıda.”
Yumurta baharın müjdecisi ekinoksun sembollerinden birisi. Germenler, Tanrıça Ostara’nın sembolü olduğuna inanıyorlar ama pek öyle değil, çünkü yumurta herşeyden önce bir denge sembolü. Gecenin gündüze eşit olduğu tam o anda, yumurtanın dikey durabileceğine inanılıyor. Yumurtanın dikey durabildiği o an, yeryüzü ile gökyüzünün dengede olduğu o an. Nevruz kutlamalarında masalarda gördüğünüz yumurtalar işte bu anı temsil ediyorlar.
Evet, Nevruz, dedim. Germenlerin “tag-und nachtgleiche” dedikleri oluşumun bizdeki karşılığı Nevruz. Yani, “Yeni Gün.” Nevruz, Orta Doğu’da ve Orta Asya’da Mart ayının 19-20-21. günleri kutlanıyor. Türk cumhuriyetlerinde, Azerbaycan'da ve Anadolu’da özel bir yeri var. Bir de Nevruz destanı var ki, Oğuz Han’a atfediliyor. Nevruz destanı Hazreti İsa doğmadan iki asır kadar önce, M.Ö. 209’da tahta çıkan Hun hükümdarı Mete Hanın hayatından esinlenmiş. Yani, Alsace’da yerleşik Allemanni, Tanrıça Ostara’nın efsanesini anlatırlarken, Alsace’dan bir kaç yüz kilomete ötede, Macaristan’da, Segedin civarında yaşayan, Hunlar da Oğuz Han destanını dillendirirlermiş.
Hunlar, malûm, Türklerin aslî kavimlerinden birisi. Orta Asya’dan kopup gelen bu kavim günümüzde Macaristan dediğimiz topraklara İsa’dan sonra Dördüncü yüzyılda yerleşmişler ki, bu tarih Allemanni’nin Alsace’a yerleşmesinden yüz yıl kadar önceye denk geliyor. İsa’dan sonra 374’de kurulan Birinci Batı Hun devletinin ilk hükümdarı, Balamir Han. Hazreti Muhammed’in 570-632 tarihleri arasında yaşadığını düşünürsek, demek Birinci Batı Hun devleti İslâmiyetten iki yüz yıl kadar önce kurulmuş.
Batı Hunlarının zengin bir mitolojileri var. Kâinatın, insanın, kadın ve erkeğin yaradılışına ilişkin inançlarını Batılıların "epope" dedikleri tarzda “destan” tarzı metinlerde dile getiriyorlar. Oğuz Han’a atfedilen Nevruz destanı bunlardan birisi.
Şimdi bu efsaneye göre, “Oğuz,” Ay Kağan'dan doğma, yüzü gök, ağzı ateş, gözleri elâ, saçları ve kaşları kara, perilerden daha güzel bir erkek çocuğudur. Annesinden ilk sütü emdikten sonra konuşur, çiğ et, çorba ister. Kırk gün içinde yürür. Ayakları öküz ayağı, beli incecik kurt beli, omuzları samur omuzu, göğsü ayı göğsü gibi geniş olur. Küçücük yaşında at sürülerini gütmeye, avlanmaya koyulur. Ancak, o asırlarda yaşayan insanlar gibi Oğuz oğlu da kıştan çok korkar.
“Bunun içindir ki, yılın üç mevsimini kışa hazırlanarak geçirir; dünyanın nimetlerini mağarasına getirip, stok yapar. Bir defasında, kış uzun surer. Oğuz oğlunun azığı tükenir. Çaresiz kalan Oğuz oğlu ‘yemeye bir şey bulayım’ diye mağaranın dışına çıkar ama hiçbir şey bulamaz. Hava o kadar soğuktur ki, sakalı buzlanır, eli ayağı donar. Mağarasından çıktığına çıkacağına pişman bir şekilde eve dönerken, yolda bir kurt yavrusuyla karşılaşır. Kurt yavrusu ona ‘Bu karda boranda nereden geliyorsun?’ diye sorar. Oğuz oğlu başına gelenleri anlatır. Kurt yavrusu ona şöyle der:
‘Ey, Oğuz oğlu, ilerdeki yol ayrımında seni bir sürü koyun, kucak dolusu başak, bir kirman, bir de el değirmeni bekliyor. Onları evine götür. Koyunu kesip etini yersin, yününden iplik eğirip, kendine elbise yaparsın, derisini giyersin. Buğday tanelerini de el değirmeniyle öğütüp, unundan ekmek yaparsın. Böylece baharı karşılamış olursun. Yalnız sana verdiğim emanetlere dikkat etmelisin. Başakları ve koyunu arttırmalısın. Kuzuları şefkatle büyütmeli, buğday tanelerini yere serpip, onu alnının teriyle sulamalısın. Söylediklerimi yapmazsan, yaşamın çok zor olur.’
Oğuz oğlu yol ayrımına gelir. Ve kurt yavrusunun saydıklarını bulur. Onları alır, mağarasına getirir. Kışı güzelce geçirdikten sonra ilkbaharla birlikte sürüyü dağa yayar. Buğday tanelerini toprağa serper. Gece gündüz sürülere, başaklara gözkulak olur. Böylece, Allah, Oğuz oğluna görünmemiş bir bolluk nasip eder. O günden sonra, Oğuz oğlu yıl boyunca çalışır.
Destana göre, Oğuz oğlu yavru kurda rasladığı o güne ‘Nevruz- yeni gün’ adını verir ve yıl başını o günden hesaplar. Kendisine uğur getiren Nevruz'da bayram etmeği adet haline getirir.”
Orta Asya Türk cumhuriyetlerinde, Azerbeycan ve Türkiye’de farklı kutlamalar gözlemlenmekle birlikte, tüm bayramlar gibi Nevruz da zengin sofralar demek. Yayıklar çalkalanıyor, tereyağlar toplanıyor. Nefis yemekler pişiyor. Azerilerin “Yedi sin” sofrası dedikleri bir Nevruz sofraları var. Yedi sin demek sofrada “s” harfiyle başlayan yedi nesnenin bulunması şarttır demek. Bunlar sırasıyla sağlık simgesi olarak bilinen sarımsak, birinci s; lezzet simgesi olan sirke, ikinci s; insanlara ümit verdiği bilinen sebze, üçüncü s; bereket getiren summak, dördüncü s; yaşam kaynağı olan su, beşinci s; zenginlik göstergesi sikke, altıncı s; ve uzun ömür anlamına gelen saat, yedinci s. Sofrada bu yedi sin ve semen var. Semen buğday filizi anlamına geliyor. Nevruz’dan birkaç gün önce bir avuç buğday bir tabağa konuyor, bayram gününe kadar her gün ılık suyla sulandırılarak sıcak yerde bırakılıyor. Böylece bayram gününe kadar buğday semeni yeşermiş olur. Semen sofranın ortalarında bir yere, bahar çiçekleri, güneş ışığını temsilen bir kaç mum ve yumurtalarla birlikte konuluyor. Nevruzla birlikte yüzünü gösteren güneş, yaza doğru tüm görkemiyle parlayacaktır. Benzer beklenti, Germen kavimlerinde güneşin-çocuğunun büyümesi olarak görülüyor. Baharda zayıf olan güneş büyüyecek, yazın kırallığını devralacaktır.
Görüldüğü gibi, Paskalya yortusunda rastlanılan yumurtalara Nevruz’da da rastlanıyor. Ama Paskalya’da çikolata vb. biçimlerde sıkça görülen bir de tavşan figürü vardır ki, o bizde yok. Germen Pagan kültürünü araştıranlar, Paskalya tavşanının Tanrıça Ostara’dan geldiğini, tanrıçanın totem hayvanı olduğunu söylüyorlar. Totem hayvan tarih öncesi toplumların aralarında bir biçimde akrabalık olduğuna inandıkları ya da sembolleştirdikleri efsanevi hayvanlar. Anlaşılan Germen kavimlerinin totem hayvanları Tanrıça Ostara kanalıyla tavşan. Hunların ki, ve dolayısıyla bizimki ise kurt. Günümüzde Hıristiyan Türkler, yani Gök Oğuzlar olarak bildiğimiz Gagavuzlar, kurt sembolünü ulusal bayraklarına taşımışlar. Beyaz üzerine mavi kurt çizili.
Efsaneler, destanlar, batıl inançlar farklı coğrafyalarda ve tarih içinde değişiyorlar. Değişmeyen, güneş ışınlarının 21-22 Martta güney yarı küreden, kuzeye kırılması ve yeniden hayat bulan doğa. Bu bağlamda, yeryüzünde hiçbir halk yok ki, Nevruz’u bir biçimde kutluyor olmasın. Buna karşın, Batıda rastladığımız efsanelerde kadın figürünün baskın olduğunu görüyoruz. Örneğin, eski Yunan’ın Afroditi, Mısır’ın Hathor’u, İskandinavya’nın ve dolayısıyla Germenlerin Ostara’sı doğurganlık, analık sembolleri olarak ortaya çıkıyorlar.
Halkların adetlerini, ananelerini, efsanelerini, mitolojilerini inceleyen antropologlar, Meryem Ana-İsa Mesih bağlantısının aslının da pagan inançlarında yattığını iddia ediyorlar. Bu bağlamda, Tanrıça Ostara ve benzeri kadın tanrıçalarla Meryem Ana arasında; aynı şekilde onların doğurdukları güneş/çocukları ile İsa Mesih arasında bağlantı kuruluyor. Öyle ki, Hazreti İsa’nın yaşamını temel alan Hıristiyan yortularının hemen hepsinin, pagan yortularının bir biçimde devamı olduğu söyleniyor.
Nitekim, Tanrıça Ostara – ki kendisi ekinlerin olduğu kadar insanların doğurganlığını da temsil ediyor - Nevruz’da güneş tanrısından hamile kalıyor, ve oğlunu dokuz ay sonra kış solstisinde yani gecenin en uzun olduğu 21 Aralıkta doğuruyor. Günümüzde “Kutlu Bakire Meryem”in Tanrının oğluna hamile kaldığını öğrendiği gün olarak kutlanan yortu da 25 Mart’a denk geliyor. Hıristiyan inancına göre, Cebrail, İsa Mesih’e hamile olduğunu 25 Mart’ta müjdelemiş. Bu hesapça, İsa Mesih’in de 25 Aralık cıvarında doğması gerekiyor. Ve nitekim Christmas yortusu, aynı tarihte: 25 Aralık.
Bizde herşeyden önce bir ekin bayramı Nevruz. Bayramın birinci günü Hazreti Hızır aleyhiselâmın ya da Hıdır Nebi’nin günü. O gün toprağın ısınması için, ikinci gün toprağı sürecek öküzlerin sağlam ve kuvvetli olması için, üçüncü gün ise çiftçi ve sayacılara dua edilir. Sabahın erken saatlerinde tarlalara çıkanlara içinde mendil, beyaz gömlek, çorap, şeker ve kavrulmuş buğday bulunan sepetler gönderilir. Ekinin başlanacağı yerde kurbanlar kesilir, dualar okunur. Azerbaycan’da gençler, halka sağlık, esenlik getireceğine inanılan Hızır aleyhiselâmı aramaya koyulurlar. Bu gençlere Hızırcı ya da Hıdırcı deniyor. Sabah, güneş daha doğmadan Hızır Aleyhisselâmı aramaya çıkıyorlar. Bir de manileri var:
Şum yerini şumlayak, Şam evini şamlayak
Hıdırım addıdı, Hıdırım oddudu
At atı haylayak, Günleri saylayak
Han Hıdır gelesidir, Han Hıdır gülesidir. – Hızır Han gülsün, Hızır Han gülsün.
Onlar Hızır hanı arayadursunlar, evlerde sıkı bir bayram temizliği yapılıyor. Kız gelinler kilim ve halıların tozunu alır, temizlerlerken, delikanlılar ağaç diplerini belliyorlar. Bağlarda kıştan kalma sararmış yapraklar temizleniyor. Ağaçlar budanıyor. Bahçelerdeki çöpler toplanarak yakılır.
Dünyanın bize ait köşesinde, dini inançtan çok eğlenceli bir gelenek Nevruz. Meselâ, bir gece önce genç kız ve erkekler özellikle geç yatıyorlar ve yatmadan önce, tuzlu ekmek yiyorlar. Su içmiyorlar, çünkü efsaneye göre tuzlu ekmek yiyenlere rüyalarında su veren birisi oluyor. Su veren bu kimse, rüya görenin kısmeti, yani evleneceği kişi olurmuş. Sonra yine bazıları Nevruz gecesi Hızır aleyhisselâma niyet tutarak yatıyorlar. Niyet tutanlar gece yarısı kalkar da mum ışığında aynaya bakarlarsa, evlenecekleri kişiyi görürlermiş. Ama niyetin tutması için aynaya bakanın korkmaması gerekirmiş. Korkanın niyeti gerçekleşmezmiş.
Ertesi gün, baş yemeğin pilav olduğu zengin bir sofra kuruluyor. Döşemeli pilav, çığırtma pilavı, sebzeli kavurma pilavı, sütlü pilav denilen çeşitlerin üstüne kestane ve bol baharatlı koyun ve tavuk eti konuyor. Ve tatlı şart. Nevruz tatlıların içerisinde en önemlileri şekerbura, baklava ve şeker çöreği. Bunların içinde en geniş yaygın olanı baklava, onun da çeşitleri var. Ayrıca badem, fıstık, fındık, ceviz, kuru üzüm vb. çerezler de sofradaki yerlerini alıyorlar. Bir gece öncesinden ellerine kına yakmış, en güzel elbiselerini giymiş kız gelinler, ev halkına hizmet ediyor. Yemekten sonra akrabalar, komşular ziyaret ediliyor veya misafir ağırlanıyor. Konuklara hediyeler veriliyor. Nevruz gecesi, kapılara torba atmak diye bir adet var. Bu torbalara bayram şekeri dolduruluyor.
Bunlar hoş şeyler ama daha önemlisi, Nevruz’da güzel şeyler konuşulması şarttır. Nevruz’da gıybet edilmez, dedikodu yapılmaz. Küsenler barıştırılır:
Yar, yaylığın mendedir, Sermişem çemendedir
Eriyip yere gedince, Men gözüm sendedir.
Gümanım bu yazadır, Muradım Nevruzadır.
Nevruzunuz kutlu olsun. Hızır aleyhisselâm, hepinize sağlık esenlik getirsin.


AVRUPA
KÖKLER, EFSANELER, İNANÇLAR (V)

“Avrupa” denildiğinde akla gelen ilk aslî unsurlardan birisinin “Germenler” olduğu kuşkusuz. Ancak, yekpare bir bütün değil, bir kavimler topluluğu Germenler. Nitekim, kendilerine “Germen” de demezlermiş. “Germen” sözcüğünün nereden geldiği de kesin olarak bilinmiyor.
Günümüz Almanya’sına adını veren “Allemani” Germen kavimlerinin önde gelenlerinden birisi ama başkaları da var: Angles’ler, Sakson’lar, Burgundî’ler, Lombardlar, Vizigotlar, ve diğerleri. Bu insanlar etnik bir dayanışma içine girmemişler. Tersine, Milâttan sonra yedinci yüzyıldan itibaren çeşitli halklara bölünmüşler. Bu halklar giderek ayrışmış, farklılaşmış ve Avrupa’nın bugünkü ulus-devletlerini oluşturmuşlar. Tarihi süreçe bu pencereden baktığımızda Germenlerin ilk etnik dayanışmayı Avrupa Birliğini kurarak gerçekleştirdiklerini düşünmek de mümkün.
Söylediğimiz gibi, Avrupa’nın aslî kavimlerinden oldukları kuşkusuz Germenlerin ama tek mi? Bakın, işte o öyle değil. Hunlar da var. Hunlar, “Allemani”nin hakimiyetindeki Alsace, Baden ve kuzeydoğu İsviçre’yi kapsayan bölgenin birkaç yüz kilometre ötesinde, bugünkü Macaristan’ın Segedin bölgesinde yerleşikler. Birinci Batı Hun devleti orada.
Allemanni’nin İsa’dan sonra beşinci yüzyıldan itibaren, batıya doğru yayılmaya başlayınca karşısında bir başka Germen kavmi olan “Franklar”ı bulduklarını biliyoruz. Günümüz Fransızlarının aslî kavmi sayılan “Franklar”la Allemanni İsa’dan sonra 496 yılında nihai bir muharebede kapışıyorlar. Allemanni yeniliyor, Avrupa hakimiyeti Franklara geçiyor. 496 yılındaki bu savaş modern Avrupa’nın oluşumunda mihenk taşı sayılıyor. Batı Avrupa’ya yeni bir yüz kazandıracak süreçi başlattığı söyleniyor.
Bu yeni yüz, Hıristiyanlıktır. Pagan Avrupa 496’dan itibaren Hıristiyanlaşıyor. Eski Çağdan, Orta Çağ’a geçiyor.
Gelelim, Türklerin aslî unsurlarından birisi olan Hunlara.
Hunlar, Birinci Batı Hun Devletini 496 Allemanni-Frank savaşından yüz yıl kadar önce 374 yılında Macaristan’da kurmuşlar. İlk hükümdarları Balamir Han. Germen kavimleri birbirleriyle savaşadursunlar, Macaristan’da yerleşik batı Hun devleti hanedan değişiklikleriyle, birinci, ikinci Batı Hun devletleri şeklinde iki yüz yıl kadar yaşıyor. 565 yılında yine bir hanedan değişikliği var. Bu defa yine aynı bölgede, bugünkü Macaristan’ın Segedin bölgesinde, Bayan Kağan’ın kurduğu Birinci Batı Apar Devletini görüyoruz. Birinci Batı Apar Devleti de İsa’dan sonra 805 yılına kadar yaşıyor.
Hunlar, Avrupa’da yerleşen tek Türk kavmi değil. Merkezi bugünkü Ukrayna’nın sınırları içinde kalan Pereyaslav ‘da yerleşik bir de Tuna-Bulgar Devleti var ki, 679 yılında Asparuh Han tarafından kurulmuş. Tuna-Bulgar devleti 1018 yılına kadar devam ediyor. Ancak, 864’den itibaren Türklük niteliğini kaybetmiş sayılıyor. Neden, çünkü 864’de resmen Hıristiyan oluyorlar.
Ne var ki, tarih bugünden yarına değişmiyor. “Sıçrama” yapmıyor. Diğer bir deyişle, ilk anayurt olan Orta Asya belleklerde hiçbir zaman tamamen terkedilmiyor; destanlarda, efsanelerde hatta batıl inançlarda sürüyor.
Germen kavimlerinin Tanrıça Ostara efsaneleri gibi, kâinatın, insanın, kadın ve erkeğin yaradılışı, Türk milletinin doğuşu, çeşitli Türk devletlerinin kuruluş gelişme, çöküş süreçleri, zafer ve yenilgileri gibi konuları anlatan Türk destanları, belleklerden silinmedikleri gibi yeni durumlara uyarlanıyor, yeniden şekilleniyorlar. Tabii ki, tarihî gerçekleri hiçbir zaman doğru biçimde nakletmiyorlar. Kaldı ki, Orta Asya'dan itibaren Avrasya coğrafyası üzerinde uçsuz bucaksız bir alana yayılan Türk kültürü, kaçınılmaz olarak farklılaşıyor. Çeşitleniyor, zenginleşiyor. Ancak… Orta Çağ Avrupası şöyle dursun, günümüzde Asya’da yerleşik yedi Türk cumhuriyetinde (ve çok sayıda özerk toplulukta azınlık olarak) yaşayan Türk kavimlerinin efsane ve destanlarında ilk kaynaktan gelen ortaklık İslâmiyet’ten sonra da sürüyor.
Meselâ, Nevruz. Nevruz hoş bir gelenek olarak İslamiyetten sonra da sürüyor. Hatta, Nevruz geleneklerini kayda geçirenler Onbirinci yüzyılda yaşayan ünlü tarihçi El-Biruni gibi saygın isimler. Ömer Hayyam'ın Nevruzname isimli risalesinde, Nizamül - Mülk'ün Siyasetname’sinde, Firdevsi'nin Şahname’sinde, Alişer Nevai'nin Seddi - İskender’inde ve Büyük Nizami'nin İskendername’sinde Nevruz’dan bir halk bayramı olarak uzun uzun bahsediliyor.
Öte yandan, 374 yılında Avusturya-Macaristan cıvarında kurulan Birinci Hun Devletinin günümüze kadar gelen destanı ünlü Hun-Oğuz destanı. Destanın Hunların İslâmiyet öncesi inançlarını yansıtan ilk hali, 1200’lü yıllarda Uygur harfleriyle kaleme alınmış. İslâmdan sonra 1300’lerde bir kez daha ama bu defa Farsça yazılmış. Bir de 1600’lü yıllarda Ebul Gazi Bahadır Han’ın Türkmenler arasındaki sözlü rivayetlerden ve önceki yazmalardan faydalanarak derlediği çeşitlemesi var.
İslâm öncesi haline göre, Hunların atası Oğuz Kağan, Ay’ın oğlu. Yüzü gök, ağzı ateş, gözleri elâ, saçları ve kaşları kara perilerden daha güzel olan bu annesinden ilk sütü emdikten sonra konuşuyor, çiğ et, çorba ve şarap istiyor. Kırk gün içinde büyüyor ve yürüyor. Ayakları öküz ayağı, beli kurt beli, omuzları samur omuzu, göğsü ayı göğsü gibi, vücudu baştan aşağı tüylü.
Bu tarife göre günümüzde hiç de yakışıklı bir erkek sayılmaz ama zamanın güçlü erkeğini tanımlayan unsurlar bunlar.
Oğuz, at sürüleri güdüyor ve avlanıyor. Anlaşılan henüz yerleşik tarıma geçilmemiş. Yaşadığı yerde çok büyük bir orman, ve bu ormanda çok büyük, çok güçlü bir gergedan yaşıyor. Bir canavar gibi olan bu gergedan at sürülerini ve insanları yiyordu. Oğuz cesur bir adam. Günlerden bir gün bu gergadanı avlamağa karar veriyor; kargı, yay, ok, kılıç ve kalkanını alıyor, ormana giriyor. “Bir geyik avladı ve onu söğüt dalı ile ağaca bağladı ve gitti,” diye sürüyor efsane, “Tan ağarırken geldiğinde gergedanın geyiği almış olduğunu gördü. Daha sonra Oğuz, avladığı bir ayıyı altın kuşağı ile ağaca bağladı ve gitti. Tan ağarırken geldiğinde gergedanın ayıyı da aldığını gördü. Bu sefer kendisi ağacın altında bekledi. Gergedan geldi ve başı ile Oğuz'un kalkanına vurdu. Oğuz kargı ile gergedanı öldürdü. Kılıcı ile başını kesti. Gergedanın barsaklarını yiyen ala doğanı da oku ile öldürdü ve başını kesti.”
Sonra “Günlerden bir gün Oğuz Kağan Tanrıya yalvarırken karanlık bastı. Gökten bir gök ışık indi. Güneşden ve aydan daha parlaktı. Bu ışığın içinde alnında kutup yıldızı gibi parlak bir ben bulunan çok güzel bir kız duruyordu. Bu kız gülünce gök tanrı da gülüyor, kız ağlayınca gök tanrı da ağlıyordu. Oğuz bu kızı sevdi ve bu kızla evlendi. Günler ve gecelerden sonra bu kız üç oğlan çocuk doğurdu. Çocuklara Gün, Ay ve Yıldız isimlerini verdiler. Oğuz ormanda ava çıktığı günlerden birinde göl ortasında bir ağaç gördü. Ağacın kovuğunda gözü gökten daha gök, saçı ırmak gibi dalgalı, inci gibi dişli bir kız oturuyordu. Yeryüzü halkı bu kızın güzelliğini görse dayanamaz ölüyoruz derlerdi. Oğuz bu kızı sevdi ve onunla evlendi. Günlerden gecelerden sonra Oğuz'un bu kızdan da üç oğlu oldu. Bu çocuklara Gök, Dağ ve Deniz isimlerini koydular.
Oğuz Kağan büyük bir toy (şenlik) verdi. Kırk masa ve kırk sıra yaptırdı. Çeşit çeşit yemekler,şaraplar, tatlılar, kımızlar yediler ve içtiler.Toydan sonra Beylere ve halka Oğuz Kağan şunları söyledi:
Ben sizlere kağan oldum
Alalım yay ile kalkan
Nişan olsun bize buyan
Bozkurt olsun bize uran
Av yerinde yürüsün kulan
Dana deniz, daha müren
Güneş bayrak gök kurıkan
Oğuz Kağan bu toydan sonra dünyanın dört bir tarafına elçilerle şu mektubu gönderdi:" Ben Uygurların kağanıyım (niye Uygurların? Çünkü destanı Uygur Türkleri de benimsemişler) Ben Uygurların kağanıyım ve yeryüzünün dört köşesinin kağanı olmam gerekir. Sizden itaat dilerim. Kim benim emirlerime baş eğerse, hediyelerini kabul eder ve onu dost edinirim. Kim baş eğmezse, gazaba gelirim. Onu düşman sayarım. Onunla savaşır ve yok ettiririm".
Destan, “O zamanlarda sağ yanda bulunan Altun Kağan, Oğuz Kağan'a pek çok altın gümüş ve değerli taşlar hediye etti ve ona itaat ederek dostluk kurdu” diye devam ediyor, “Oğuz Kağanın sol yanında ise askerleri ve şehirleri çok olan Urum Kağan vardı. Urum Kağan Oğuz Kağanı dinlemezdi. Oğuz Kağan'ın isteklerini gene kabul etmedi. Oğuz Kağan gazaba geldi, bayrağını açtı ve askerleriyle birlikte Urum Kağana doğru yürüdü. Kırk gün sonra Buz Dağ'ın eteklerine geldi. Çadırını kurdurdu ve sessizce uyudu. Tan ağarınca Oğuz Kağanın çadırına güneş gibi bir ışık girdi. O ışıktan gök tüylü gök yeleli büyük bir erkek kurt çıktı.” Gök mavi demek. Bahsedilen mavi kurtun bugün Ukrayna’da yaşayan Hıristiyan Gagavuzların – ya da Gök Oğuzların - bayraklarında yer alan mavi kurt başı olduğunu düşünmek heyecan verici!
Mavi Kurt: "Ey Oğuz, sen Urum üzerine yürümek istiyorsun; Ey Oğuz ben senin önünde yürüyeceğim." dedi. Bunun üzerine Oğuz çadırını toplattırdı ve ordusuyla birlikte kurdu izlediler. Gök tüylü gök yeleli büyük erkek kurt itil Müren denizi yakınındaki Kara dağın eteğinde durdu. Urum Hanın ordusu ile Oğuz Kağanın ordusu arasında büyük savaş oldu. Oğuz Kağan savaşı kazandı, Urum Hanın hanlığını ve halkını aldı. Oğuz Kağan ve askerleri Gök tüylü ve gök yeleli kurdu izleyerek İtil ırmağına geldiler.”
İtil dediği dedikleri Volga. İtil veya İdil, Volga’nın Türkçe adları. Batı Hunların anayurtlarını işaretliyor. Efsane, “Oğuz Kağan'ın beylerinden Uluğ Ordu bey itil ırmağını geçmek için ağaçlardan sal yaptı ve böylece karşıya geçtiler.” Diye sürüyor, “Oğuz'un bu buluş hoşuna gittiği için bu Uluğ Ordu Bey'e "Kıpçak" adını verdi.”
Bugünkü Gagavuzya’da Kıpçak adında bir köyün hâlâ ayakta olduğunu hatırlatmadan geçemeyeceğim! Ayrıca, günümüz Kazaklarının atalarının da “Kıpçak”lar olduğu anlatılır. Arkeologlar, Kıpçakların izlerini Sibirya’dan, Rusya’ya ve Avrupa’ya sürerler. İsa’dan iki yüz yıl sonra Atilâ’nın komutasında Avrupa’ya doğru yürüyüşlerine geçerler.
“Gök tüylü gök yeleli kurdu izleyerek yeniden yola devam ettiler. Oğuz Kağan'ın çok sevdiği alaca atı Buz Dağa kaçtı. Oğuz Kağanın çok üzüldüğünü gören kahraman beylerinden biri Buz Dağa çıktı ve dokuz gün sonra alaca atı bularak geri döndü. Oğuz Kağan atını ve karlarla örtünmüş kahraman beyi görünce çok sevindi. Atını getiren bu beye: "Sen buradaki beylere baş ol. Senin adın ebediyen Karluk olsun." dedi. Bir süre ilerledikten sonra gök tüylü ve gök yeleli erkek kurt durdu. Çürçet yurdu adı verilen bu yerde Çürçetlerin kağanı ve halkı Oğuz Kağana boyun eğmeyince büyük savaş oldu. Oğuz Kağan, Çürçet Kağını yendi ve halkını kendisine bağladı. Oğuz Kağan, ordusunun önünde yürüyen bu gök tüylü gök yeleli erkek kurdla Hint, Tangut, Suriye, güneyde Barkan gibi pek çok yeri savaşarak kazandı ve yurduna kattı. Düşmanları üzüldü, dostları sevindi. Pek çok ganimet ve atla evine döndü. Günlerden bir gün Oğuz Kağanın tecrübeli bilge veziri Uluğ Bey rüyasında bir altın yay ve üç gümüş ok gördü. Altın yay gün doğusundan gün batısına kadar uzanıyordu. Üç gümüş ok da kuzeye doğru gidiyordu.Oğuz Kağan bu rüyayı dinleyince yurdunu oğulları arasında paylaştırdı.”
“Altın yay gün doğusundan gün batısına kadar uzanıyordu. Üç gümüş ok da kuzeye doğru gidiyordu”… Türk diyasporasının başlangıcı da bu olsa gerek!
Mitoloji, adı üstünde, esatir yani efsaneler ilmi. Bir kavme ait efsaneler bütünü o halk yeryüzünde silinmedikçe belleklerden silinmiyor. Tüm destanlarda olduğu gibi Hun-Oğuz destanı da bir milletin ortak bilinçaltının istek, beklenti, ve değerlerini anılarıyla birleştirilerek anlatıyor. Ancak, bence daha önemlisi, Türk milletinin kendisine yakıştırdığı nitelikleri, değer verdiği, önemsediği hasletleri belirtiyor. Yiğitlik, güç, binicilik, cengâverlik, sözünün eri olmak, acizlere ve mağluplara merhamet… Bugün bile yadırgamadığımız ortak değerlerimiz.
__________________
''Gelişmekte olan bir ülke enflasyonu düşürebilir.. Yolsuzlukları azaltabilir.. Bütçelerde kısıntıya gidebilir.. Özelleştirme yapabilir..Ama yine de zenginleşemeyebilir! Çünkü bilgi değil,yalnızca mal üretiyordur." Juan Enriquez
Alıntı ile Cevapla
  #16  
Eski 20-04-2006, 12:18
Master - ait Avatar
Master Master bağlı değil
.
 
Üyelik Tarihi: Feb 2006
Bulunduğu Yer: Kalamış
Mesajlar/Teşekkür sayısı: 6.503/2290
5427 Mesaj ına 23006 Kere teşekkür edildi
Arrow Alev Alatlı --- Okudukça...BİLİNİYOR ...Zaten emir ''OKU'' idi...

AVRUPA
KÖKLER, EFSANELER, İNANÇLAR (VI)

Antropoloji, dünya halklarının adetlerini, ananelerini, efsanelerini, mitolojilerini inceleyen bilim dalı. Antropologlar, inançlar bugünden yarına değişmez, insanoğlunun dünya görüşü “sıçramaz” diyorlar. Kadim efsaneler, halkların belleklerine kazınıyor. Hiçbir zaman tamamen terkedilmiyorlar ama tarihi gelişmeler doğrultusunda yeniden yorumlanıyor, şekil değiştiriyorlar.
Bu bağlamda pagan Avrupa inançlarının Hırıstiyanlığa sızdığı hatta Hıristiyan amentüsünün esaslarını oluşturduğu savunuluyor. İleri sürülen örneklerden birisi İskandinav mitolojisinin tanrıçası Ostara ile bakire Meryem arasındaki benzerlik. İskandinav Nors mitolojisinde Tanrıça Ostara, doğurganlığın temsilcisi. Efsaneye göre, bahar ekinoksunda yani günün geceye eşit olduğu 20-21 Mart’ta, yani Nevruz’da, güneş tanrısından hamile kalıyor, ve oğlunu dokuz ay sonra kış solstisinde yani gecenin en uzun olduğu 21 Aralıkta doğuruyor. Hıristiyan inancına göre, Cebrailin, Meryem’e İsa Mesih’e hamile olduğunu müjdelediği tarih de 25 Mart. Ostara gibi Meryem de oğlunu kış solstisinde doğuruyor: Christmas yortusu, Noel, aynı tarihte: 25 Aralıkta kutlanıyor. Bu örnek, pagan inançlarının Hıristiyan akidesini şekillendirmiş olmasına örnek sayılıyor. Başkaları da var.
Ancak işin bir de diğer yüzü var: pagan efsanelerinin Hıristiyan akidesini şekillendirdiği gibi, Hıristiyan inançları da dönüyor pagan efsanelerini bozuyorlarmış. Öyle ki, mitoloji araştırmacıları Hıristiyan inançlarından etkilenmemiş, özgün öyküler bulmakta zorlanıyorlar.
Pagan Germenlerin yaradılış efsaneleri, “Önce boşluk vardı,” diye başlıyor, “Ve boşluğun adı Ginnungagap’tı.” Bu boşluğun kuzeyinde Niflheim dedikleri sis ve buz ülkesi, güneyinde Muspelheim denilen ateş ülkesi. Sis ve buz ülkesinde Hvergelmir dedikleri bir göze ve bu gözeden beslenen onbir ırmak. Gözeden gelen sular kat kat dondukça bu ırmaklar aysbergler gibi yükseliyor, boşluğun kuzeyini kapatıyorlar. Aynı şelikde, ateş ülkesinden fırşkıran lâvlar da donuyor, böylece oluşan dağlar boşluğun güneyini kapatıyor. Ancak zamanla kuzeydeki buz kütlesi ile güneydeki kızgın lav kütlesi buluşuyor. Buzlar kızgın lâvları soğuturlarken, Ymir isimli bir dev ile Audhumla isimli devasa bir inek biçimlendiriyorlar. İneğin sütü, devin gıdası oluyor. Dev büyüyor, koltuk altlarından buzdan yapılma iki dev daha çıkarıyor. Bunlardan birisi dişi, diğeri erkek. Bu arada Audhumla isimli inek de tuzlu suları yalayarak besleniyor. O kadar çok yalıyor, o kadar çok yalıyor ki, tuzlardan Buri isimli tanrı oluşuyor. Buri’nin Bor isimli bir oğlu oluyor. Bu Bor, modern paganizmin yani Asatru dininin en güçlü tanrısı Odin’in babası. Tek-gözlü tanrı. Niye tek gözlü, çünkü gözlerinden birisini çıkartmış, mitolojik “dünya ağacına” asmış ki, gizli sırları öğrenebilsin, hikmet sahibi olabilsin.
Modern paganizmin olduğuna dikkat çekiyorum çünkü “Asatru” yeryüzünden silinmiş bir inanç değil. Tersine, canlandığı, yeniden geliştiği söyleniyor ve bir iddiaya göre halen Kuzey Avrupa’da sekiz milyonu aşkın gizli Asatruar paganı var. Nitekim, 1966’da Norveç’te, 1973’de İzlanda’da resmi dinlerden birisi olarak kabul edildi.
Daha da yakın bir tarihte 1994’de İzlanda paganlarının yayınladıkları deklarasyon var. Bu deklarasyonda eski adetlerine ve “kültürel miraslarının haysiyetine” sahip çıkmak istediklerini belirttiyorlar: “Bunu eski ya da yeni dinlerin ya başkalarının kültürel mirası pahasına yapacak değiliz. Asatruar ideolojisinde fanatizme ve nefrete yer yoktur. Bizim kadim inançlarımız, hoşgörü, dürüstlük, sadakat, doğaya ve yaşamın her tezahürüne saygı gerektirir. Pagan akidesinin temel ilkesi her insanın kendi davranışından sorumlu olduğudur.” Benzer bir bildiriyi 1996’da Norveç Asatruar’ları, onun ardından İsveç paganları yayınladılar.
Evet. Odin’in iki de kardeşi var: Vili ve Ve. Bilinmeyen bir nedenden ötürü bu üç kardeş, Ymir isimli devi yemeye karar veriyor. Ve öyle yapıyorlar. Gelin görün devden akan kanlar ortalığı sele boğuyor. Nuh tufanı gibi bir selden tek bir karı koca kurtuluyor, diğerleri ölüyorlar. Bunun üzerine Odin ve kardeşleri, devin naaşını boşluğun ortasına çekiyor, cesedinden yer ve gökyüzünü yaratıyorlar. Bu iş bittikten sonra ateş ülkesine dönüyor, oradan aldıkları kıvılcımlarla yıldızları, güneşi ve ayı oluşturuyorlar. Bu iş de bittikten sonra iki kütük buluyorlar. Ve bu iki kütükten de iki insan yaratıyorlar: Birisi Ask ki “kül”demek, diğeri de Embla ki, “karaağaç” anlamına geliyor. İnsanlık, işte bu Kül ve Karaağaçtan türüyor.
Hıristiyanlık önce Germen kavimlerinin yaradılış inançları böyle. Peki, ya İslâm öncesi Türklerin? Bizim en eski Yaradılış Destanımız Altay - Yakut Yaradılış Destanı. Altaylardan ünlü Rus bilim adamı Verbitskiy tarafından derlenmiş. Özetle şöyle:
Yer gök hiç bir şey yokken dünya uçsuz bucaksız sulardan ibaretti. Tanrı Ülgen bu uçsuz bucaksız dünyada durmadan uçuyordu. Göklerden gelen bir ses Tanrı Ülgen'e denizden çıkan taşı tutmasını söyledi. Göğün emri ile oturacak yer bulan Tanrı Ülgen artık yaratma zamanı geldi diye düşünerek şöyle dedi :
Bir dünya istiyorum, bir soyla yaratayım
Bu dünya nasıl olsun, ne boyla yaratayım
Bunun çaresi nedir, ne yolla yaratayım
Su içinde yaşayan Ak Ana, su yüzünde göründü ve Tanrı Ülgen'e şöyle dedi: Yaratmak istiyorsan Ülgen, Yaratıcı olarak şu kutsal sözü öğren: De ki hep," yaptım oldu " başka bir şey söyleme. Hele yaratır iken, "yaptım olmadı" deme.
Ak Ana bunları söyledi ve kayboldu. Tanrı Ülgen'in kulağından bu buyruk hiç gitmedi . İnsana da bu öğüdü iletmekten bıkmadı : " Dinleyin ey insanlar, varı yok demeyin. Varlığa yok deyip de, yok olup da gitmeyin."
Tanrı Ülgen yere bakarak : " Yaratılsın yer!"
Göğe bakarak "Yaratılsın Gök!"
Bu buyruklar verilince yer ve gök yaratılmış oluyor.
Tanrı Ülgen bundan sonra çok büyük üç balık yaratıyor. Dünya bu balıkların üzerine konuyor. Böylece gezer olmaktan çıkıyor, bir yerde sabit duruyor. Tanrı Ülgen balıkların kımıldadıklarında dünyaya su kaplamasın diye Mandı şire'ye balıkları denetleme görevi veriyor. Mandı şire, Ülgen’in elçisi sayılıyor.
Tanrı Ülgen, dünyayı yarattıktan sonra tepesi aya güneşe değen etekleri dünyaya değmeğen büyük Altın Dağın başına geçip oturuyor.
“Dünya altı günde yaratılmışdı, yedinci günde ise Tanrı Ülgen uyumuş kalmışdı. Uyandığında neler yarattım diye baktı: Ayla güneşden başka fazladan dokuz dünya, bir cehennem ile bir de yer yaratmıştı.
Sonra günlerden bir gün Tanrı Ülgen denizde yüzen bir toprak parçacığı üzerinde bir parça kil gördü "insanoğlu bu olsun, insana olsun baba." dedi ve toprak üstündeki kil birden insan oldu. Tanrı Ülgen bu ilk insana "Erlik" adını verdi ve onu kardeşi kabul etti. Ancak Erlik'in yüreği kıskançlık ve hırsla doluydu. Tanrı Ülgen gibi güçlü ve yaratıcı olmadığı için öfkelendi.
Tanrı Ülgen, kemikleri kamıştan, etleri topraktan yedi insan yarattı. Yedi insanın kulaklarından üfleyerek can, burunlarından üfleyerek başlarına akıl verdi. Erlik'in yarattığı dünyaya zarar vereceğini düşünerek insanı korumak görevini Mandışire’ye, insanları idare etmek görevini ise May-Tere'ye verdi. May-Tere’yi insanoğlunun başına han yaptı. Vs.”
Altay-Yakut destanının başka çeşitlemeleri de var. İskandinav efsaneleri gibi bunlar da zaman içinde değişikliğe uğruyorlar. Ancak, ilginç olanı, ve bugünkü sohbetimize konu olmalarının nedeni Avrupa’da bu tür efsanelerin son yıllarda büyük rağbet görüyor olmaları.
Doğaya dönüş hareketi adı altında azımsanmayacak bir paganlaşma akımı görülüyor. AFA, Asatru Halk Meclisi (Asatru Folk Assembly) ’nin kısaltılmışı. Meclis, ilk kez ‘70’li yıllardan kuzey Amerika’da toplanmış.
İki yıl kadar önce, 2002 yılında yayınlanan bildirisi “Asatru, Hıristiyanlık öncesi Avrupasının yerli ruhaniyatıdır” diye başlıyor, “Asatru, Germen halklarının Kutsal olanla ve dünyayla, geleneksel ilişki kurma biçimleridir. Asatru, Avrupa yerlilerinin Tarikidir. Amerikan derililerinin, Afrikalıların yerli dinleri olduğu gibi, bizim de yerli bir dinimiz var. Ecdadımıza geçmiş bin yıllarda huzur veren bu din, bugün de bize güç ve ilham verecektir…”
Bildiri, “Asatru, eski İskandinavca bir kelime olmakla birlikte, Germen halklarının bütünü kapsar. Bu bağlamda Avrupa’nın tüm uluslarının derinliklerinde yaşayan ortak inançtır.” Diye devam ediyor.
“İzlanda’dan Rusya’ya, İskandinavya’nın donmuş kuzeyinden Akdeniz’e bin yıl gezmiş olan Germen halklarının çocukları bugün dünyaya yayılmış durumdadırlar.
Kendimize Amerikalı, İngiliz, Alman ya da Kanadalı diyebiliriz. Ancak, bu etiketlerin ardında daha eski, daha asal bir kimlik gizlidir. Atalarımız Angleler, Saksonlar, Lombardlar, Heruli’ler, Gotlar ve Vikingler…onların kız ve erkek çocukları olan bizler birbirimize kan bağıyla ve yılların eskitemediği bir kültürle bağlıyız…”
Bildirinin gerisi şöyle:
“Dünya güzel. Refah güzel. Hayat güzel.
Neş’e ve coşkuyla yaşamalıyız, hayatı…
Ömürlerimizi, yeteneklerimiz, cesaretimiz, gücümüz izin verdiği ölçüde biçimlendirmekte özgürüz…
Alın yazısı yok, kader yok, dışarlıklı bir ilâhın keyfi iradesinin kısıtlamaları yok…
Tüm ihtiyacımız kaderimizi cesaret ve onurla karşılama özgürlüğüdür, kurtarılmaya ihtiyacımız yok…
Atalarımızla ilişkideyiz. Atalarımız bizim parçalarımızdır. Biz de bizden sonra gelenlerin parçaları olacağız…
Yaşayan akrabalarımızla da, ailemizle de, kökleri Avrupa kavimlerinde olan her kadın ve her erkekle de ilişkideyiz
Avrupa kavimleri bizim “büyük ailemiz”dir.
Tabiatla ilişkide, tabiat kanunlarının emrindeyiz.
Kutsal Güçler kendilerini sıkça Tabiat’ın güzelliği ve gücüyle ifade ederler…
Ahlâkın “On Emir”e değil, soylu-zihinleri olan erkek ve kadınların haysiyet ve onuruna bağlı olduğuna inanırız.
Kutsal Güçlerden korkmaz, kendimizi onların köleleri olarak görmeyiz. Tersine Kutsal olanla cemaatimizi ve kardeşliği paylaşırız. Kutsal Güçler bizi gelişmeye daha ileri aşamalara varmaya teşvik ederler…
Kutsal Güçleri Germen/Nors atalarımızdan bize kalan isimlerle onurlandırırız…Mevsim değişimlerini, atlarımızı, İlâhi’yi ve günlük yaşamını sürdüren kendimizi onurlandırır, Asatru ibadetimizi sürdürürüz.
Asatru köklere dairdir. Asatru bağlantıda olmaya dairdir. Asatru, eve dönüştür.
Asatru, atalarımızın yolu. Asatru bizi eve çağırıyor.”

Deklarasyon böyle. Ancak, nostaljik bir hareket olmanın ötesinde bir akım olduğuna ilişkin işaretler var. Devi yiyen Odin ve kardeşlerine, gökgürültüsü, şimşek ve yıldırım tanrısı Thor’a, Odin’in karısı Frigg’e, barış ve bereket tanrısı Frey’e, aşk ve güzellik tanrıçası Freya’ya efsane yaratıkları olmalarının dışında tapmak şöyle dursun, inanmak mümkün mü?
Anlaşılan, mümkün.
Hal böyle olunca, bize Allah akıl versin demekten başka çare kalmıyor.
__________________
''Gelişmekte olan bir ülke enflasyonu düşürebilir.. Yolsuzlukları azaltabilir.. Bütçelerde kısıntıya gidebilir.. Özelleştirme yapabilir..Ama yine de zenginleşemeyebilir! Çünkü bilgi değil,yalnızca mal üretiyordur." Juan Enriquez
Alıntı ile Cevapla
Master kullanıcısına teşekkür edenler
Heidigyday (01-01-2023)
  #17  
Eski 21-06-2006, 04:55
Mazhi - ait Avatar
Mazhi Mazhi bağlı değil
.
 
Üyelik Tarihi: Feb 2006
Bulunduğu Yer: Frankfurt a.M.
Mesajlar/Teşekkür sayısı: 277/113
0 Mesaj ına 2144 Kere teşekkür edildi
Mazhi - MSN üzerinden Mesaj gönder
Wink Ab yolunda Türkiye

Tek bir animasyonla özetlenmiş

http://www.youtube.com/watch?v=AdJZdULdYPc
__________________
Yeni e-mail adresim mbkaya[AT]hotmail.de, eskiden yazıştığımız arkadaşları Msn listeme beklerim.. Sevgiler, Mazhi
Alıntı ile Cevapla
Mazhi kullanıcısına teşekkür edenler
Michaelenaws (03-09-2022)
  #18  
Eski 29-05-2010, 22:42
Master - ait Avatar
Master Master bağlı değil
.
 
Üyelik Tarihi: Feb 2006
Bulunduğu Yer: Kalamış
Mesajlar/Teşekkür sayısı: 6.503/2290
5427 Mesaj ına 23006 Kere teşekkür edildi
Wink Yaşasın Sıra bize geliyor

Geçen yıl Avrupa Birliği üyesi olmayan Makedonya, Karabağ ve Sırbistan'a vizeyi kaldıran AB, Bosna-Hersek ve Arnavutluk'a da vizeyi sonbaharda kaldıracağını açıkladı.

Milliyet'in haberine göre, Avrupa Birliği'nin Bosna-Hersek'teki Delegasyon Başkanı Dimitris Kourkoulas, biyometrik pasaporta sahip Bosna-Hersek vatandaşlarının, sonbaharda AB ülkelerine vizesiz seyahat edebileceğini açıkladı.

Kourkoulas, Saraybosna'da düzenlediği basın toplantısında, AB'nin geçen yıl da Makedonya, Karadağ ve Sırbistan'a vizeyi kaldırdığını, Bosna-Hersek ile Arnavutluk'a da bu yıl içinde vize serbestliği getirileceğini duyurdu.

Dimitris Kourkoulas, “Sonbahara üç ay kaldığını biliyorum ama şu anda hiç kimse vizelerin kaldırılacağı kesin tarihi bilemez. Bilinen tek şey vizesiz seyahatin sonbahar aylarında başlayacak olmasıdır” dedi.

Kourkoulas, bu önemli gelişmeye Bosna-Hersek halkının ve liderlerinin gayretleri sonucu ulaşıldığını vurguladı. Avrupa Komisyonunun içişlerinden sorumlu üyesi Cecilia Malmström, dün Avrupa Parlamentosunun ve AB üyesi devletlerin Arnavutluk ve Bosna-Hersek'e vize uygulamasının kaldırılmasını öngören bir tasarıyı onaylayacağını söylemişti.

Makedonya, Karadağ ve Sırbistan'a vizeyi 2009 yılında kaldıran AB, Bosna-Hersek ile Arnavutluk'tan da biyometrik pasaporta geçilmesi gibi bazı teknik adımları tamamlamasını istemişti.
__________________
''Gelişmekte olan bir ülke enflasyonu düşürebilir.. Yolsuzlukları azaltabilir.. Bütçelerde kısıntıya gidebilir.. Özelleştirme yapabilir..Ama yine de zenginleşemeyebilir! Çünkü bilgi değil,yalnızca mal üretiyordur." Juan Enriquez
Alıntı ile Cevapla
Master kullanıcısına teşekkür edenler
account (30-05-2010), dohol (29-05-2010), hazan (31-05-2010), janus (31-05-2010), neron (31-05-2010)
  #19  
Eski 06-06-2010, 20:50
salacak salacak bağlı değil
.
 
Üyelik Tarihi: Mar 2006
Mesajlar/Teşekkür sayısı: 94/223
59 Mesaj ına 191 Kere teşekkür edildi
Tanımlı

Küreseleşen ve Pazarlara ayrışan Yeni Dünya sisteminde ;

Şayet Ömrümüz yeterse AB nin Nasıl İç sömürgesi olacak Türkiye Hep beraber Göreceğiz.

Bu Millete atılan Kazıkta emeği olanlar..Bu Fani Dünyadan Göç edettikden sonra nasıl mezarlarında rahat edecekler onu bilemiyorum...

:(
__________________
yazdıklarım al sat önerisi değildir..
Alıntı ile Cevapla
salacak kullanıcısına teşekkür edenler
account (07-06-2010)
  #20  
Eski 15-06-2010, 15:04
Master - ait Avatar
Master Master bağlı değil
.
 
Üyelik Tarihi: Feb 2006
Bulunduğu Yer: Kalamış
Mesajlar/Teşekkür sayısı: 6.503/2290
5427 Mesaj ına 23006 Kere teşekkür edildi
Wink Aziz Nesin % kaç demişti...

15:55:27 AB VIZESIZ SEYAHAT ICIN MOLDOVA'YLA MUZAKERELERE BASLADI
AVRUPA BIRLIGI (AB) UKRAYNA'NIN ARDINDAN
MOLDOVA'YLA DA VIZESIZ SEYAHAT MUZAKERELERINE BASLADI.
AB KOMISYONU'NUN GENISLEME VE KOMSULUK POLITIKASINDAN SORUMLU UYESI
STEFAN FULE, MUZAKERELERIN SONUCLANMASIYLA MOLDOVA VATANDASLARININ AB'YE VIZESIZ
SEYAHAT EDEBILECEGINI BELIRTEREK, BU YOLLA HALKLAR ARASI TEMASLARI
KOLAYLASTIRARAK, EKONOMIK, KULTUREL VE TOPLUMSAL BAGLARI GUCLENDIRMEYI
HEDEFLEDIKLERINI SOYLEDI.
MOLDOVA 2007 YILINDA AB VATANDASLARINA VIZEYI KALDIRIRKEN, BIR YIL SONRA
AB MOLDOVA VATANDASLARINA VIZE KOLAYLIGI TANIMISTI.
HIRVATISTAN, SIRBISTAN, KARADAG VE MAKEDONYA ILE VIZELERI KALDIRAN AB, BU
YIL SONUNDA BOSNA HERSEK VE ARNAVUTLUK'U DA VIZE ISTEMEDIGI ULKELER ARASINA
EKLEMEYI HEDEFLIYOR.

AB, VIZESIZ SEYAHAT ICIN UKRAYNA VE RUSYA ILE DE MUZAKERELER YURUTUYOR.


-AA-
__________________
''Gelişmekte olan bir ülke enflasyonu düşürebilir.. Yolsuzlukları azaltabilir.. Bütçelerde kısıntıya gidebilir.. Özelleştirme yapabilir..Ama yine de zenginleşemeyebilir! Çünkü bilgi değil,yalnızca mal üretiyordur." Juan Enriquez
Alıntı ile Cevapla
Master kullanıcısına teşekkür edenler
account (15-06-2010), chem73 (16-06-2010), janus (16-06-2010), neron (15-06-2010), PINAR (17-06-2010), Stevensen (18-05-2022)
Cevapla


Konuyu Toplam 1 üye okuyor. (0 Kayıtlı üye ve 1 Misafir)
 
Konu Seçenekleri Bu Konuda Ara
Bu Konuda Ara:

Gelişmiş arama yap
Modları Göster

Yetkileriniz
Yeni konu açabilirsinizdeğil
Yanıt gönderebilirsiniz değil
Eklenti gönderebilirsiniz değil
Mesaj düzenleyebilirsiniz değil

Smileler Açık
[IMG] Kodları Açık
HTML-Kodları Açık
Gitmek istediğiniz klasörü seçiniz


Bütün Zaman Ayarları WEZ +2 olarak düzenlenmiştir. Şu Anki Saat: 11:31 .


Telif Hakları vBulletin v3.5.4 © 2000-2024, ve
Jelsoft Enterprises Ltd.'e Aittir.
Tercüme ve Tasarım : Arka & Bahce