#41
|
|||
|
|||
"Ben rüsvetten sikayet ediyorum, o bana Beethoven``i anlatiyor"
|
#42
|
|||
|
|||
Bir varil görürseniz..
Bekir COŞKUN bcoskun@hurriyet.com.tr
BAŞKOMİSER, memurları toplayıp gerekli talimatı verdi: "Arkadaşlar... Polis teşkilatı memleketin huzur ve asayişini teminle mükelleftir. Şüpheli varil görüldüğünde derhal işlem yapılacak. Sayın Valimiz Muammer Bey ve Sayın Emniyet Müdürümüz Celalettin Bey’in emirleriyle bir varil görüldüğünde..." Polisler sordular: "Yakaladığımızda karakola mı celp edelim amirim?.." "Kimi?.." "Varili..." "Eee tabii..." "Ya kaçarsa?.." "Varil kaçar mı ulan?.." "Bu kadar gizli işi tek başına becerdiğine göre demek ki ne variller vardır..." "O zaman önce ayağına ateş edilecek..." "Varilin?.." "Eeee tabiii... Kaçtığına göre demek ki ayağı var..." * Vatandaşlar da "Burada bir varil var, öyle karşıda duruyor" ihbarlarıyla katkıda bulundular. Polis o varillere de el koydu. Çarşı esnafı ise "Bizim çöp bidonumuzu kim almışsa, onun..." şeklinde açıklama yaptı. * Çevre Bakanı da her varil bulunduğunda koştu. Medya da koştuğu için bakan varillerin başında özlü konuşmalar yaptı: "Bu varil..." Çevre Bakanı olarak atık varilleri yeni gördüğünden aklına kuş gribi konuşması geldi. Varillerin uçamamasına canı sıkıldı, yeniden aldı: "Bu varil..." Sonunda yakaladı: "Bu varil, gördüğünüz gibi tehlikeli duruyor..." Herkes dönüp varile baktı. O ise aklına Çanakkale Harbi’ni getirip, heyecanlanarak adeta haykırdı: "Arkadaşlar....." Uyuklamakta olan Vali ile Emniyet Müdürü, bu sese "Buyrun beyefendi..." diye koştular. * Ve kazdıkça yeni yeni variller çıkıyor. Kazdıkça toprağın altına gömülmüş, tehlikeli, atık, çürümüş biz çıkıyoruz. |
#43
|
|||
|
|||
Taze baklayı yiyince keklik gibi sekiyorum
Gregoryen Takvimi’nin 101. günü olan 11 Nisan, Parkinson hastalığını bulan İngiliz doktor James Parkinson’un doğum günü. Bunun içindir ki, 11 Nisan "Dünya Parkinson Günü" olarak ilan edilmiş.
Sevgili Durul Gence aklıma geldi, birkaç yıldır başı Parkinson’la dertte. Telefon ettim "Ne haber, Melda nasıl, sevgili kızın Elvin nasıl" diye. "Herkes bomba gibi, ben de bomba gibiyim" deyip bastı kahkahayı. "Çıkar ağzından şu baklayı" dedim. "Tam üzerine bastın, sağlığımın sırrını taze baklada buldum. Beni bakla ayağa kaldırdı, inanmazsan gel de gör" dedi. Ver elini Ankara, Gazi Osman Paşa Kırlangıç Sokak’taki 5 No’lu tripleks villa. Eskiden kapıda "Gence Çocuk Yuvası" yazardı. Şimdi bir de "Durul Gence Sanat Kursları" tabelası asılmış. Müzikten resme, klasik baleden Latin danslarına, pilatesten aerobiğe, yogaya kadar ne istersen var. "Ritim Atölyesi" yazılı kapıyı açtım, Durul baterisinin başındaydı. Kucaklaştık, bir daha kucaklaştık. Hey gidi Durul Gence hey... Gözün kör olsun Parkinson, e mi?.. Durul’la Sheraton Ankara Oteli’nin "Brasserie One" restoranına gittik. Yürürken ayakları sürüyor, sol kolu titriyordu. Durul, kendine çorba, yeşil salata ve yoğurtsuz zeytinyağlı bakla söyledi. İyice duygusal olmuştu, eski günleri anarken hemen gözleri sulanıyordu. İki saat sonra yemekten kalktığımızda bir mucizeye gözlerimle tanık oldum. Aynı Durul keklik gibi sekiyordu, titremelerden eser yoktu. - Şaşırma Yenerciğim, sakin ol. Parkinson teşhisi konulduğunda hayatım altüst oldu, neredeyse depresyona girecektim. Ama, zaman geçtikçe onunla yaşamayı, savaşmayı öğrendim. Bir dostumuzun tavsiyesiyle taze baklayı keşfettim ve hayatım değişti. Beni kollarımdan çeken sırtımdaki maymun, taze bakla yedikten sonra kayboluyor. Kuru bakla ve favanın hiçbir faydası yok, illa tazesi olacak. Melda ve evimizdeki bakıcı kadın her gün benim için zeytinyağlı taze bakla pişiriyor. Zeytinyağlı taze baklayı üzerine yoğurt koymadan yedikten 2 saat sonra bütün titremeler, kasıntılar kayboluyor. Yaklaşık 4 saat huzur içindeyim, keklik gibi sekiyorum, kızımla dans ediyorum. Taze bakla, bana Parkinson olduğumu unutturacak kadar iyi geliyor, o gece çok iyi uyuyorum. Bir de bakla çayı varmış, onu da bulup denemek istiyorum. - Temel Reis ıspanak yedikten sonra ne hale geliyorsa, ben de öyle oluyorum. Sen de kendi gözlerinle şahit oldun, şaşkınlıktan dilini yutacaktın. Melda bütün bunları her gün gözleriyle gördüğü halde, hálá bana inanamıyor, bilimsel açıklama bekliyor. Bu hastalık hayat boyu tedavi ve bakım gerektirdiği için, benim kadar sevgili eşim Melda ile biricik kızım Elvin’in psikolojilerini de olumsuz etkileyebilirdi. Ama hem onlar, hem de bütün yakınlarım benim en büyük desteğim oldu. Hareketlerim biraz yavaş ama, şimdilik kendi işimi kendim yapabiliyorum. Bateri ve öteki ritim aletlerini çalarken biraz ağrım oluyor ama, yine de çalabiliyorum. Ailemin yardımı ve kendime olan güvenle, Parkinson’un üstesinden geleceğime inanıyorum. İlaçlarımı muntazaman kullanıyorum, fizik tedavimi de eksik etmiyorum. Temel Reis gibiyim Türk pop müziğinin ünlü bateristi Durul Gence, eşi Melda Hanım’ın pişirdiği zeytinyağlı baklayı yoğurtsuz yediği zaman Parkinson hastalığıyla ilgili sorunlarının 4-5 saat süreyle yok olduğunu söylüyor. Durul Gence, Yener Süsoy’a "Temel Reis’in ıspanağı varsa, benim de baklam var. Ama taze olacak. Kurusu ve favası işe yaramıyor" diye konuştu. (Fotoğraflar: Sinan ÖZBALKAN ) Günde 250 gram bakla iyi gelir Parkinson Hastalığı Derneği Başkanı Prof. Dr. Önder Akyürekli, 1942 İzmir doğumlu. 1977’de Türkiye’nin ilk "Nöroloji Yoğun Bakım Ünitesi"ni Ege Üniversitesi’nde kurdu. 24 yıldır Parkinson ve Hareket Bozuklukları ve Nörootoloji-Nörooftalmoloji Ünitesi’nin yönetimini sürdürüyor. Hocam, ne diyorsunuz Durul Gence’nin bakla savaşı için? - Taze bakla, önemli ölçüde "Dopamin"in öncül maddesi olan "L-Dopa" içeriyor. Taze baklanın 40 gramında 135 gram L-Dopa var, çok yüksek. Yoğurtsuz olmak kaydıyla günde 250 gram zeytinyağlı taze bakla yiyen hastanın bozulan hareketleri düzelebiliyor. Ama bakla asla tek başına ilaç değildir, normal Parkinson hastalığı ilaçlarıyla birlikte alınmalıdır. Ayrıca taze baklanın fazla yenmesi, hastalarda istem dışı huzursuz hareketlerin çıkmasına neden olabiliyor. Parkinson hastalarının yiyeceklerinin iyi ayarlanması gerekir. Dopamin ilaçları, aç karnına ve bol su ile alınmalıdır. Proteinli gıdalar ilaçların mideyi terk etmesini geciktirdiği gibi, beyindeki etkileri azalır. Bu nedenle hasta, proteinli gıdaları akşamları ilaç alımından 1-1,5 saat sonra yemelidir. Geçtiğimiz yıllarda, sigara içenlerin Parkinson’a yakalanma risklerinin, içmeyenlere göre daha düşük olduğu yolunda yayınlar vardı. Sigaradaki nikotinin, beyinde eksilmiş olan Dopamin düzeyini arttırdığı ileri sürülüyordu. Ancak son bilimsel araştırmalar, sanılanın tam tersine sigaranın son derece zararlı olduğunu kanıtladı. Sigaranın sağlık için son derecede zararlı olduğu, birçok ölümcül hastalığa yol açtığı zaten kesin olarak belirlenmiş durumda. Son yıllarda kahve ve yeşil çayın Parkinson’a karşı koruyucu etkisinin olabileceğine dair veriler elde edildi ama, henüz kesin değil. Ölümcül bir hastalık değil - Parkinson hastalığı, beyinde hareketlerle ilgili hücrelerin hızlı yaşlanmasıdır. Hayatı etkilediği halde, yaşamı tehdit etmez, ölümcül değildir. Parkinson, beyinde "Dopamin" adlı maddenin yapıldığı sinir hücrelerinin kaybı ya da dejenerasyonu sonucu ortaya çıkar. Eksilen Dopamin’i yerine koymak için ağızdan veya damardan verildiğinde bariyerleri aşıp beyne geçemiyor. Onun yerine, engeli aşan ön maddesi L-Dopa verilir. Hastalık genellikle çok sinsi ve yavaş biçimde başlar. Hastalar çoğu zaman hastalığın başlangıç tarihini kesin olarak söyleyemez. Çoğunda ilk belirti, bir el veya el parmağında titremedir. Kimi hastada ilk belirti yazı yazarken harflerde küçülme veya yüzde donuk ifadedir. İstirahat halinde görülen "tremor" yani titreme, saniyede 3-7 vuruşludur. Her titreme de Parkinson hastalığı anlamına gelmez. Parkinson’un nedeni kesin bilinmemekle birlikte, yüzde 5 kadar genetik yönü vardır. Hareket bozukluklarının belirmesinden 3-4 yıl önce çoğu hastada koku hissi kaybolur. Bazılarında ise yıllar önce uykunun rüya dönemlerinde huzursuzluk, bağırıp çağırma, yanındaki eşine vurma, yataktan düşmeler olur. Tenise, futbola devam - Parkinson hastalarında tıbbi tedavinin yanı sıra, fizik tedavi, beden eğitimi de çok önemlidir. Fiziksel olarak zinde olan hastaların uzun hastalık seyriyle daha iyi başa çıktıkları bilinen bir gerçektir. Hastalar normal hareket açıklığına kavuşmak amacıyla, tüm eklem ve kaslarını her gün kısa sürelerle çalıştırmalıdırlar. Bu çalışmaların hastayı aşırı derecede yoracak kadar ağır olması ya da uzun sürmesi şart değildir. İsterse, sabit duran bisiklet ya da kürek çekme aletlerinden yararlanabilir. Eskiden beri yapmaktan hoşlandığı tenis, futbol gibi faaliyetleri varsa, bunları sürdürmelidir. Çünkü, bu tür sporlarda öğrenilmiş hareketler, içgüdüsel olarak yapılan hareketlere oranla Parkinson’dan daha az etkilenir. (Hürriyet) YENER SÜSOY |
buena vista kullanıcısına teşekkür edenler | ||
Ramo (17-04-2006) |
#44
|
||||
|
||||
Vaktiniz olduðunda ve de sesli olarak mutlaka izleyin......
> BU SITEDE TURKCE OLARAK IYI BI SEKILDE ANLATILMIS. > BAKMANIZI SIDDETLE TAVSIYE EDIYORUM... > > > http://freehost16.websamba.com/pentagonym/pentagon.htm
__________________
YATIRIM, sonu yanliş giden SPEKÜLASYONDUR EGER, zamaninda spekülasyondan cikamazsaniz MECBUREN yatirimci olursunuz..George SOROS TEKNiGE iNANMA TEKNiKSiZ KALMA. Bikmisbroker |
#45
|
||||
|
||||
ağabeyimin armağanı dolma kalemimi almayacaktı.
İslamabad terzisinin bilinmezleri
Pakistan'ın atom bombasının babası Abdul Kadir Han, dünyanın en büyük nükleer kaçakçısı. Han İran'a atom bombası sırlarını satınca, ülkeyi ABD'nin hedefi yaptı. İşte Han'ın benzersiz hayat öyküsü... İslamabad terzisi Pakistan'ın atom bombasının babası ve dünyanın gelmiş geçmiş en büyük nükleer tüccarı Abdul Kadir Han'ın yanında James Bond çırak kalır Kuzey Kore atom bombalarını büyük ölçüde ona borçlu. İran'ı nükleer güç yapan da o. Tam Libya'yı da kulübe sokuyordu ki bir 'aksilik' tüm planlarını alt-üst etti Önümüzdeki haftaların birinde portresini çizeceğimiz, romanları insanda Pireneler'e yaslanmış bağların konyağı kadar gizemli tatlar bırakan John Le Carre neden ona el atmadı; hala cevabını bulamadık. Oysa gizli servislerin en yetenekli ajanlarına taş çıkartan maceraları ve on milyonlarca dolarlık servet edinmesini sağlayan entrikalarıyla, kesinlikle bestseller olacak bir roman malzemesi o. Abdul Kadir Han'dan söz ediyoruz. Pakistan'ın nükleer bombasının babası. Dünyanın en büyük nükleer kaçakçısı. İran'a atom bombası sırlarını satan ve şimdi ABD'nin hedefi durumuna getiren tüccar bilim adamı. (Rastlantıya bakın; "Time" dergisi durdu durdu, haftalarca araştırıp yaşam öyküsünü ezberlediğimiz adamı, tam da bu satırları kaleme aldığımız sırada kapak konusu yaptı...) Dominique Lapierre-Larry Collins ikilisinin ("Paris Yanıyor mu", "Yasımı Tutacaksın", "Ey Kudüs" ve son olarak 11 Eylül saldırılarını konu alan "New York Yanıyor mu" belgesel romanlarını yazanlar) insanın soluğunu kesen "Bu Gece Özgürlük" kitabını okuyanlar ya da onun beyaz perdeye uyarlamasını izleyenler hatırlayacak. Aynı şekilde, silahsız direnişin mucidi Mahatma Gandhi'nin hayatını konu alan filmi seyretmiş olanlar da (Richard Attenborough yönetmiş, Gandhi'yi Ben Kingsley oynamıştı. Baş kadın oyuncu da gençliğimde düşlerimin kahramanı ya da ilahesi Candice Bergen'di. Laf aramızda, sonra "On" filmiyle Bo Derek alacaktı onun yerini. Hani, Maurice Ravel'in Bolero'sunun eşliğinde sevişen "femme fatale." Neyse- Deriiiin bir iç çekmeyle ve hüzünlendiren "Galiba yaşlanıyoruz" itirafıyla geçiştirelim. Gandhi filmi, 1983'te 8 dalda Oscar ödülü almıştı.) ÇOCUK GÖZÜYLE GÖÇ Hindistan'ın İngiltere'den bağımsızlığını söke söke kopardığı ama din savaşıyla bölündüğü, Muhammed Ali Cinnah liderliğindeki Müslümanlar'ın Pakistan adıyla ayrı devlet kurduğu 1947'nin o kaos günlerinde, Bhopal'de 11 yaşındaki bir çocuk, çevresinde olup biteni dehşetle izliyordu. Hindular'ın katliamından kaçmaya çalışan binlerce Müslüman, can havliyle garı doldurmuştu. Vagonlardan yayılan çürümüş ceset kokusu tüm kente çökmüştü. 5 yıl sonra yollara düşme sırası onlara geldi. Rajastan çölünü kateden trenle Pakistan'a giderken, bir Hintli sınır muhafızı cebindeki dolmakalemi çekip aldı. Birkaç damla gözyaşı süzüldü yanaklarından. O dolmakalem, Hindistan'da kalan ağabeyinin armağanıydı. Pakistan'a varınca, milyonlarca mülteci gibi başlarını sokacak ev derdine düşen Han ailesini rüzgar Karaçi'ye sürükledi. Dış mahallelerden birinde derme çatma bir eve yerleştiler. Abdul Kadir Han, "üstün zekalı" denecek kadar yetenekliydi. 1960'da devlet onu burslu olarak Batı Berlin'e gönderdi. (Gel de yine anma John Le Carre'yi; Han gittiğinde Berlin Duvarı henüz inşa edilmemişti ama kent ajan kaynıyordu. Han nükleer bilgilerini uluslararası pazarda satışa çıkaracağı yıllarda gizliliği koruma önlemlerini tasarlarken, 1960'ların Berlin gözlemleri çok işine yarayacaktı. ) Batı Berlin'den sonraki durağı Hollanda'nın Delft Üniversitesi oldu, ardından da Belçika'daki Louvain Üniversitesi. Sonunda metalurji mühendisi diplomasını cebine koydu. Kusursuz Almanca ve Flamanca da öğrenmişti. Abdul Kadir Han her şeyini çok basit görünen bir makineye borçlu. Tamburu ses hızıyla dönen 2 metrelik çamaşır makinesi düşünün. İçine uranyum heksaflüorür koyun. Biraz bekleyin. Sonra makinenin üstünde biriken parçacıkları toplayın. Bunu aynı tip binlerce makineyle binlerce kez tekrarlayın. Alın size nükleer bomba yapmaya yeterli miktarda zenginleştirilmiş uranyum Amsterdam'daki Urenco konsorsiyumunun santrfüj araştırmaları yapan laboratuvarında iş buldu. O günlerde tanıştığı, Hollanda kökenli bir Güney Afrikalı kıza, yani bir "Boers"e vuruldu. Evlendiler. 18 Mayıs 1974'te sadece onun değil tüm Pakistan'ın hayatını değiştirecek haber geldiğinde, Urenco'nun laboratuvarında 2 yılını doldurmuş ve çevresine güven vermişti. O gün Pakistan'ın can ve kan düşmanı Hindistan ilk atom bombası denemesini başarıyla gerçekleştirdiğini dünyaya duyurdu. İslamabad'da kıyamet koptu. Başbakan Zülfikar Ali Butto'nun konuşmasını tüm Pakistanlılar şimdi bile ezbere tekrarlıyorlar: "Gerekirse kuru ot yiyeceğiz, gerekirse ondan bile vazgeçeceğiz ama mutlaka nükleer bombaya kavuşacağız." Butto'nun dramatik konuşması Han'ın yurtseverlik duygularını şaha kaldırdı. Çocukluğunda ailesiyle birlikte Hindistan'dan Pakistan'a göç ederken, bir sınır muhafızının ağabeyinin anısı dolmakaleme el koymasını anımsadı ve hıncı daha da bilendi. Hemen Başbakan'a mektup yazıp yaptığı işi anlattı, "Emrinizdeyim" sözcüğüyle noktayı koydu. Butto'nun cevabı "Acele gel" oldu. Ve Urenco'nun mühendisi birden ortadan kayboldu. Birkaç ay sonra İslamabad'da ortaya çıktığında, koltuğunun altında çalıştığı laboratuvarda geliştirilen santrfüjlerlerin planları vardı. Sonsuz yetki verildi. Sınırsız bütçe de. Hemen -onun adını taşıyan- bir laboratuvar kuruldu: "Khan Research Laboratory." Tek görevi vardı; binlerce ama binlerce santrfüj üretmek. Sonra Han'ın James Bond'a nal toplatacak günleri başladı. Gerekli parçaları nerelerden bulacağını biliyordu. Urenco'ya malzeme veren şirketlerin listesini de çalmıştı. Güvenlik nedeniyle sürekli gözaltında tutulan o şirketlerle temasa geçebilmek için eski iş ve okul arkadaşlarının yardımıyla bir dizi paravan şirket kurdu. Birkaç yıl sonra o arkadaşlarını, İsviçreli Friedrich Tinner'i, Hollandalı Henk Slobos'u, İngiliz Peter Griffin'i paraya boğacaktı. Şirketler ihtiyaç duyulan "hassas" parçaları fiyatına bakmadan topluyordu. Ama almak yetmiyordu, Pakistan'a ulaştırmak da gerekiyordu. Küresel rüşvet ağı oluşturdular: Armatörleri, gümrükçüleri, bürokratları, yollarına taş koyabilecek herkesi satın aldılar. 10 yıl sonra 1984'te ilk uranyum zenginleştirme fabrikasının kurdelasını keserken hayatının en mutlu, en gururlu ve de en onurlu gününü yaşıyordu. Pakistan'ın Muhammet Ali Cinnah'tan sonra en büyük kahramanı olmuştu. Sadece okullara, caddelere değil, futbol kulüplerine bile adı veriliyordu. Tüm kentleri dev posterleri süslüyor, evlere, işyerlerine, devlet dairelerine, hatta otomobillere fotoğrafları asılıyordu. O günleri müthiş bir keyifle şöyle özetleyecekti: "Batı'nın süper güçleri, Pakistan gibi yoksul ve geri bir ülkenin, uranyum zenginleştirme tekellerini delik deşik edeceğini akıllarından geçiremezlerdi." Han paha biçilmez bilgisini daha sonra dünya pazarındaki ama özellikle ve de öncelikle İslam coğrafyasındaki potansiyel alıcıların hizmetine sundu. Elbette, zengin olma hırsının bu kararında etkisi vardı ama tek neden değildi; siyasal görüşleri ve inancının da hayli önemli payı bulunuyordu. Uluslararası Atom Enerjisi Ajansı'nın Mısırlı Başkanı Muhammed El Baradey ilerde onu şöyle anlatacaktı: "Han sadece para için çalışmıyordu. Onun için ideoloji de önemliydi. Hatta paradan bile önemli ve öncelikli." Han servetinin kaynağını şöyle anlatıyordu: "Ne yoluma çıkan bir kahvede çay içmeye kalktığımda, ne arabam bozulduğunda tamircide, hatta ne de çocuklarım için uçak bileti almaya kalktığımda, elimi cebime atıyorum. Herkes 'Hediyemiz olsun' diyor. Pakistanlılar böyle işte. Allah onlardan razı olsun." Doğruydu. Pakistanlılar'ın "Yarı ilah" mertebesine yükselttikleri adam, iyi tanıdığı Batı'dan nefret ediyordu. Şöyle diyordu: "Tüm Batı ülkeleri sadece Pakistan'ın değil, İslam'ın da düşmanıdır." Ve ekliyordu: "Bir İslam ülkesinin atom bombasına sahip olmasına yardım etmek asla suç değildir!" Bilin bakalım ilk müşterisi kim oldu? Elbette İran. Yıl: 1987. İran'ın o sıralar askeri nükleer programı çıkmaz sokaktaydı. Bir türlü uranyumu zenginleştiremiyordu. İRAN'A İLK SİFTAH Han ilk temastan sonra Tahran'a gitti ve "P-1" santrfüjünün planlarını verdi. İlkel modeldi bu. İranlılar çalıştıramadı. Han daha sonra iki konteynerle 500 santrfüj yapmaya ve küçük de olsa bir nükleer tesis kurmaya yetecek parça gönderdi. Karşılığında da nakit olarak 3 milyon dolar aldı. İki valiz dolusu "Yeşil", Dubai'de elden teslim edildi. Bu siftahtan sonra Dubai'yi kurduğu "Scomi Precision Engineering" adlı şirketin operasyon merkezi yaptı. Başına da oğlu gibi sevdiği bir Sri Lankalı getirdi: Buhari Seyyid Abu Tahir. 34 yaşındaki kara kuru genci "Bana ulaşmak isterseniz onunla temasa geçmeniz yeterli" güvencesiyle tüm "müşterileri"yle tanıştırdı. Sonra 1990 Ekim'inde ikinci müşteri göründü: Saddam Hüseyin. Irak o sıralar Kuveyt'i işgal etmişti ve ABD "Ya çık ya çıkarırım" diye tehdit ediyordu. Yine İslam dayanışması dürtüleriyle Han ona santrfüj ve atom bombası planları satmayı teklif etti. Ancak Saddam yanıt vermedi. CIA'nın kendisine tuzak kurmuş olmasından kuşkulanmıştı. Han omuz silkip yeni pazarlara yöneldi. Oltaya Kuzey Kore takıldı. Ona önce 1992'de plutonyum fabrikası sattı, ardından santrfüj karşılığı Pakistan'a 20 orta menzilli füze kazandırdı. Kuzey Kore'yi Suriye, Mısır ve Suudi Arabistan'ın izlediği söyleniyor. Ama yalanlıyorlar. Günahları boyunlarına. Ve nihayet Han'ın da sabırsızlıkla beklediği müşteri kapıyı çaldı: Libya. Han'ın adamları ile Libyalılar arasında ilk görüşmeler nerede yapıldı dersiniz? İstanbul'da! Onu Kazablanka ve Dubai'deki buluşmalar izledi. Görüşmelerde Libya heyetine Başbakan Yardımcısı Muhammed Matuk başkanlık ediyor ve Han'ı sınıyordu: Sözüne güvenilebilir mi? Kader ortaklığı yapılabilir mi? Cihazları gerçekten işe yarıyor mu? Han müşterisinin kuşkularını gidermek için 1998 başında 20 tane Batı istihbarat servisleri henüz kesin kanıt bulamadılar ama Abdul Kadir Han'ın El Kaide'nin çekirdeğinde yer alan "Leşker El- Toyba" örgütünün üyesi olmasından kuşkulanıyorlar. Ve bir cevapsız soru onlara soğuk terler döktürüyor: Han acaba Usame Bin Ladin ya da adamlarıyla bağlantı kurdu mu? "P-1" santrfüjünü Libya'ya ulaştırdı. Yanında 200 kadar santrfüj üretmeye yetecek malzemeyi de. Bu parçalarla Trablus'un banliyösü Al-Asham'daki uranyum zenginleştirme fabrikası kuruldu. O yılın, 1998'in 28 Mayıs'ında Pakistan ilk nükleer denemesini yapınca, başta Libya olmak üzere tüm müşterilerin Han'la ilgili son kuşkuları da atom bombasının mantar biçimindeki dumanları gibi dağıldı. Kaddafi hemen bin santrfüj birden sipariş etti. Ama gelişmiş modelden, yani P-2 sınıfından olacaktı. Her P-2 santrfüjünde 100 parça olduğu düşünülürse, 1 milyon parça anlamına geliyordu bu! Han siparişi karşılayabilmek ve CIA'nın dikkatini çekmemek için malzemelerin üretimini Avrupa ve Asya'da bir düzine fabrikaya dağıttı. Uluslararası Atom Enerjisi Ajansı raporlarına göre, aralarında epey Türk üretici de vardı! O fabrikalar da hammaddeleri 30 ülkeden sağlıyorlardı. İşin büyüklüğünü düşünün. Libya'ya ilk teslimat 2002 sonunda gerçekleşti. Kaddafi'den bir sipariş daha geldi: Santrfüj yedek parçaları üretecek anahtar teslimi fabrika istiyordu. Hanhem fabrikayı kurmayı, hem de çalıştıracak elemanları yetiştirmeyi taahhüt etti. Bir grup Libyalı staj için Malezya, İspanya ve Güney Afrika'ya gönderildi. KAÇAKÇILIK FAALİYETLERİ Kaddafi'nin son derece gizli fabrikasının adı bile konulmuştu: "Shop 1001." Ancak kağıt üstünde kaldı. 4 Ekim 2003'te Alman bandıralı "BBC China" gemisi İtalya'nın Toranto limanına yanaştı. İngiliz MI6 ve CIA'nın talebiyle İtalyanlar gemideki Libya'ya teslim edilecek 5 sandığa el koydular. İçlerinde santrfüj parçaları vardı. Ve Kaddafi 19 Aralık 2003'te dünyayı şaşırtan bir açıklama yaptı: "Libya'nın atom bombası üretmeyi hedefleyen programı vardı ama artık vazgeçiyordu." Uluslararası Atom Enerjisi Ajansı hemen Trablus'a denetçilerini gönderdi. Onları CIA ve MI6 ajanları izledi. Trablus'a birkaç kilometre uzaklıktaki Canzur kasabasında gizli bir tesiste Libyalılar'la buluştular. Kaddafi'nin adamları iki plastik poşet verdiler. İçlerinde atom bombasının montaj ve kullanım şemaları vardı. Ve de poşetlerin üstünde geldikleri yerin adresi yazılıydı: "Good Looks Tailor, Islamabad." Abdul Kadir Han'ın terzisi! (John Le Carre'nin 'Panama Terzisi' romanı bile bu kadar gerilimli değildi.) Sonra ABD Dışişleri Bakan Yardımcısı Richard Armitage, Pakistan'a gidip Devlet Başkanı -Beşiktaş fanatiği- General Pervez Müşerref'e bir dosya uzattı. Ve 4 Şubat 2004'te Pakistan TV'leri yayınlarını kestiler. Ekranda Abdul Kadir Han belirdi: "Sevgili kardeşlerim. Bu konuşmayı kendi kararım ve özgür irademle yapıyorum ve sizlere en içten pişmanlık duygularımı iletmek istiyorum. Evet, ben nükleer füzelerimizin planlarını yabancı ülkelere sattım. Lütfen beni bağışlayın." Ertesi gün de Müşerref göründü ekranlarda: "Ulusal kahramanımızın bazı hataları oldu. Ama onları kabul ettiğine göre, ben de kendisini affediyorum." ABD de Pakistan ordusunun Usame Bin Ladin'le savaşa daha yoğun ve de daha samimi katkısı karşılığı Han'ı sorgulamaktan vazgeçip dosyasını -şimdilik- kapattı. Nükleer kaçakçılık faaliyetlerinden kimbilir kaç on milyon dolarlık nakit paranın yanı sıra Pakistan'da 6 villa ve bir düzine restoran, İran'da Hazar kıyısında muhteşem ev, Londra'da malikane, Fransa ve İsviçre'de şatolar, Güney Afrika'da uçsuz bucaksız arazi, Dubai'de gökdelen, Mali'de 5 yıldızlı otel sahibi olan Han bir yıldır evinde göz hapsinde. Ve sırça köşkünde volta atarken her gün en az 10 kez aynı cümleyi tekrarlayor: "O Hintli sınır muhafızı ağabeyimin armağanı dolma kalemimi almayacaktı..." |
Ramo kullanıcısına teşekkür edenler | ||
#46
|
||||
|
||||
Sen önce kendini kurtar!
Birisiyle tanışıyorsun; daha ismini bile tam öğrenmeden seni çözmeye kalkıyor: "Dur, sakın söyleme: Akrepsin değil mi?" Tabii, kişiliğimi bir dakikada analiz edebildin; çünkü ben, tek hücreli canlılar kadar basit bir yapıya sahibim. Bak, bu da hücre çekirdeğim. Hadi var sayalım teorin doğru; doğduğum gün, gökyüzündeki bazı yıldızlardan gerçekten de etkilendim. Ama ben, kişiliğimin geri kalan yönlerini de yılın diğer dönemlerinde, yani gökyüzünde başka yıldızlar varken edindim. Buna ne diyeceksin? Astroloji gibi klasiklerle uğraştığım yetmezmiş gibi, şimdi de yeni moda felsefeler ve inançlar arasında sıkışıp kaldım. Nereye dönsem karşıma ya bir Reiki ya da bir Feng Shui çıkıyor. Hayret! Bazıları kendilerini yeni bir inanca ne kadar da kolay kaptırıveriyorlar. Birisinden bir şeyler duyuyorlar veya bir kitap okuyorlar, bütün düşünceleri ve davranışları değişiyor. Yeni moda inançlar, genellikle, o paketleri hatmetmiş bir takım felsefe kuyumcuları tarafından pazarlanıyor. Bu kişiler, ne hikmetse, bütün mesailerini insanları aydınlatmaya ve ruhlarını huzura kavuşturmaya adamışlar. Önce, usul usul yaklaşıp, sizi yokluyorlar; felsefelerinden tatlı bir doz verip, yiyor musunuz diye bakıyorlar. Eğer olumlu tepki verirseniz; o masum paketlerden, ne kadar aşırı uçların çıkabildiğine şahit oluyorsunuz. Yok, mızıkçılık edip söylenenleri tartışmaya başlarsanız, kapı suratınıza kapanıyor: "Eğer böyle konuşuyorsan, henüz hazır değilsin demektir..." Neye hazır değilim yahu? Hakkında düşünmeden, bilimselliğini sorgulamadan ve sağduyuma danışmadan, aklımı bir felsefeye emanet etmeye mi? O halde haklısın; gerçekten buna hiç hazır değilim. Zaten iç huzur ve aydınlanma, onların anlattığı kadar ucuza elde edilebiliyorsa söyleyin, ben bütün dükkânı satın alayım! Süslü ambalajlarını bir yana bırakıp incelediğinizde; moda inançların, öyle ahım şahım mesajlar içermediklerini, hatta herkes tarafından bilinen temel doğruları yeniden ısıtıp önümüze koyduklarını görüyorsunuz. Aslında, farklı felsefelerle ilgili kitaplar okumanın ve onlardan ilham almanın kimseye zararı yok. Ama iş, dini ayinleri andıran toplantılara katılmaya ve kendi vücut sıvını içerek sağlığa kavuşmak gibi abuk sabuk uygulamalara gelince, oyunun adı değişiyor. O noktadan sonra aydınlanma yolculuğu bitiyor, inanç turizmi başlıyor. Bana sorarsanız; o eşik geçildikten sonra yapılmaya çalışılanlar, eski dinlerin, binyıllardır uyguladıkları misyonerlik faaliyetlerinden çok da farklı değil. Gelin, size böyle bir misyonerlik hikâyesi anlatayım: Eskimoları Hıristiyan yapmak isteyen rahipler, ciddi bir sorunla karşılaşmışlar. İncil'e göre; Hıristiyan olmanın ilk koşulu, kişinin kendisini günahkâr olarak görmesidir. Oysa Eskimolar, mutlu insanların oluşturduğu huzurlu bir toplulukmuş. Günah ve din gibi kavramları da bilmiyorlarmış. O nedenle misyonerler; Eskimolara önce günahı ve sevabı öğretmişler. Sonra da günahlarından kurtulmak için Hıristiyanlığı kabul etmelerinin şart olduğunu anlatmışlar. Böylece Eskimo, mutluluğa ulaşmak için önce mutsuz olması gerektiğini kavramış. Fıkra bu ya; Kuzey Kutbu'nda misyoner rahiple Eskimo sohbet ediyorlar. Eskimo sormuş: - Eğer benim Tanrı'dan ve kutsal kitaptan haberim olmasaydı, günahkâr olur muydum, cehenneme gider miydim? - Hayır, bilmeseydin gitmezdin. - Peki, o zaman neden bana söyledin?... Yanlarında olsaydım, misyonerin söyleyemediklerini Eskimo kardeşimin kulağına ben fısıldardım: "Çünkü onun asıl niyeti ruhunu kurtarmak veya seni günahlarından arındırmak değil, masum bir inancı kendi çıkarı için kullanıp otoritesini yaymak. Mümkünse, sırtından para kazanmak." İster eski bir din olsun, isterse de yeni moda bir akım; bence, herkes inancını birey olarak yaşamalı ve inancının gereklerini önce kendi hayatına uygulamalı. Bunu yapmadan, başkalarının hayatlarını yönlendirmek isteyenlere ise söylenecek tek bir şey kalıyor: "Sen önce kendini kurtar. Merak etme; biz başımızın çaresine bakarız." Hakan Yaman |
Ömmes kullanıcısına teşekkür edenler | ||
bikmisbroker (18-04-2006), Ramo (18-04-2006) |
#47
|
||||
|
||||
Çeyrek EFE
Hikaye bu ya;
Vaktiyle Ege`nin bir yöresinde tüm çevreyi titreten, astığı astık, kestiği kestik bir efe varmış. Boylu, poslu ve çok da yakışıklıymış ama hiçbir kıza gönül vermediği gibi kızlara bağlanırım diye mümkün mertebe soygunlar dışında köylerden de uzak durmaya çalışıyormuş. Gel zaman git zaman, bizim efe şeytana uymuş ve gece şehre yalnız inmiş. Şehrin ileri gelen zenginlerinden bir Rum, efe` yi korkudan evinde ağırlamış.. Zengin Rum`un güzel ve işveli kızını gören bizim efe de kıza deli gibi tutulmuş. Sabah dağa dönen efenin günleri, artık hep kızı hayal etmekle geçiyormuş. Adamları ile eskisi kadar ilgilenmediği gibi artık soygunlara da pek iştahlı katılmaz olmuş. Dağda otoritesinin azalacağından korkan efe, kızı babasından istemeye karar vermiş. Öyle ya; Kızın babası zengin.. Evlenip şehre yerleşirse hayatı da kurtulacak ve dağda ihtiyarlamak zorunda kalmayacak. Kızı babasından ister ama kız, ailenin tek kızıdır ve babasının şartları vardır. Kızın babası "İlk şartım; Madem benim damadım olacaksın. O zaman bizim gibi kültürlü, medeni olmalısın. Önce bıyıklarını keseceksin ve dağda bir ay öyle Efelik yapacaksın. Sonra diğer iki şartımı da yerine getirirsen kız senin!" diye şart koşar. Bizim efe celallenir "Bıyıksız efe mi olur lan?!" diye bağırır, kızar ama adam Nuh der peygamber demez. Kaçıracak ama kız da babasının sözünden çıkmamaktadır. Efe ne yapsın? Tek çare babayı memnun etmekten geçiyor. Güç de olsa bıyıkları keser. Ama bu kez dağda otoritesi sarsılmaya başlar.. Adamları " Efem bu ne iştir?" derler. Efe de bir kıza tutulduğunu ama babasının bu şartı öne sürdüğünü söylese de adamları inanmazlar. Bir ay sonra kızın babasına gider ve ilk şartı yerine getirdiğini söyler. Kızın babası, bu kez; " Senin niyetinin ciddi olduğunu anladım. Benim kızım için çeyiz dizmek gerek. Dağdaki tüm altınlarını bana getireceksin. Nasıl olsa kızımı aldığında benim mallarımın tamamı senin olacak." Efe çaresiz dağa çıkar, adamlarının hisselerine düşen altınları da borç olarak alır. Sözünde duracağının nişanesi olarak da tüfeğini arkadaşlarına verir, tabancası ile şehre gelir. Kızın babasına paranın tamamını verir. Kızın babası da " Nikah yapılmadan evimde oturamazsın. Söz yüzüğü takma törenine kadar benim bahçıvanım Yorgo ile kulübesinde kalırsınız." diyerek efe`yi Yorgo`nun kulübesine gönderir. Yorgo da çam yarması gibi bir heriftir ama efe`den çekinir. Yorgo ile efe bir müddet aynı kulübede yaşarlar. Aradan bir süre geçtikten sonra efe kızın babasının karşısına dikilerek; Söz takma töreninin hala niye yapılmadığını sorar. Kızın babası da "Yarın bir ziyafet veriyorum. Şehrin tüm ileri gelenleri katılacaklar. Sen de o toplantıya katılacaksın ve herkesin önünde benden kızımı istersin. Ben de herkesin şahitliğinde kızı sana veririm. Kimse bana kızını korkudan verdi demez." der ve efe de kabullenir ama arkadan üçüncü şart gelir; "Sen dağda yaşamaktan insan içine pek çıkmamışsın. Böyle kaba konuşma ve yürüme ile olmaz. Benim kız sana yürümeyi ve kibar konuşmayı öğretsin de; bizi törende mahcup etme!" der. Efe için son şart çok ağır gelmiştir ama kızı almak için tek yol bu kalmıştır. Kızdan vazgeçse dahi, artık dağa da çıkamayacaktır. Dağdakiler, alacaklarını isteyeceklerdir. Çaresiz, son şartı da kabul eder ve ne kadar ağır gelse de kızdan yürüme, kibar konuşma derslerini alır.. Akşam konakta büyük bir ziyafet vardır.. Şehrin tüm ileri gelenleri ile efenin dağdan gelen arkadaşları toplanmışlardır. Bizim efe de şehirliler gibi giyinir ama görünüşü, duruşu, konuşması itibariyle artık eski efe değildir. Yemekte herkes gözlerine inanamamaktadır. Efe yemek esnasında "Kuşum Aydın " gibi yürüyerek kızın babasının önüne gelir ve "Ben efe ...... olarak, herkesin şahitliğinde kızınıza talibim." der. Kızın babası ise " BENİM İ...NE` YE VERİLECEK KIZIM YOK ! " diye kestirip atar. * * * Galiba AB yolunda Efe(!) gibi olacağız. * " Terörle mücadele yasasını değiştirin. " dediler. Yasayı değiştirdik, terörle mücadele edemez hale geldik. Artık teröristler, İstanbul`da, Mersinde, İzmir`de kısacası her yerde yürüyüş yapar hale geldiler. ( Şu anda, ABD de veya AB de El kaide yandaşları Usame Bin Ladin resimleri ile gösteri yürüyüşü yapabilir mi? ) Oysa biz, hala da şehitler veriyoruz. * " 48 saatlik gözaltı süreniz uzun kısaltın." dediler. 24 saate düşürdük. Kendileri ise Londra Metro saldırılarından sonra 28 güne çıkardılar. * " İfade özgürlüğünü genişletin ." dediler. Atalarımıza sövenleri yargılayamazken ( O. PAMUK `un davasının hangi kanuna dayanarak düştüğünü açıklayabilecek hukukçu var mı? ) Kendileri Ermeni soykırımı olmamıştır diyenleri yargılayabiliyorlar. * " Dil özgürlüğünü genişletin." dediler. Genişlettik, Kürtçe, Zazaca kursları açtık. Kendileri (Hollanda) sokakta başka dillerin konuşulmasını yasaklamaya çalışıyorlar. * " Her türlü şartı yerine getirseniz dahi, sizin ülkeniz ve nüfusunuz çok büyük olduğundan son kararda AB nin hazmetme kapasitesine (İngilizcesi tam bu anlamı vermiyor ama gazetelerde bu şekilde tercüme ediliyor.) göre sizi alıp almayacağımıza karar vereceğiz." diyorlar. Kahin değilim ama yaptıkları çalışmalara göre, Türkiye AB`nin tahmini müzakere süreci sonunda küçülmüş iki Devlet veya Federasyon olacaktır. İnanmayan Sayın Osman DİYADİN` in Ben şehit miyim, Hain mi?.. adlı kitabını ve bu haftanın (3 Şubat 2006) TEMPO dergisini okusun. Adamlar Diyarbakır Kürtlerin başkentidir diyebiliyorlar. Artık hangisini hazmedebilirlerse onu alırlar. (Peki bu kadar verdiğimiz sivil - asker şehitlerimiz mi? diye sormayın nasıl olsa onlar Türk` tü (!) ) * "Güney Kıbrıs Rum Kesimi için; Kıbrıs Cumhuriyeti olarak tanıyın, yoksa giremezsiniz! " diyorlar. Bizimkiler yakında tanıyacaktırlar. Daha doğrusu tanımak zorundadırlar. Tanıdığımızda ise; KKTC`den vazgeçtiğimiz gibi, bağımsız bir ülkenin toprağını da silah zoru ile 33 sene işgal altında tutmuş olacağımızdan(!) 33 yıllık işgal tazminatı ödeyeceğiz. (Louzidiu davası benzeri) Yetmedi; 1973 Barış harekatında ölen Rum askerleri için dahi tazminat ödeyeceğiz. Tüm bu tazminatları ödeyebilmek için herhalde Trakya`yı versek yine ödeyemeyiz. (Ya bizim şehitlerimiz? diye sormayın nasıl olsa onlar Türk` tü (!) ) * " Ermeni soykırımını biz tanıdık. Siz de tanıyın, yoksa giremezsiniz!" diyorlar. Haklı olmamız veya bizim insanlarımızın soykırıma uğramış olması önemli değil. Önemli olan onların tanımış olmaları. Yoksa, "Sizi aramıza almayız." diyorlar. Diyelim ki tanıdık; bu kez haksız yere katil millet olarak damgalanacak ve korkunç tazminatlar ödeyeceğiz. Tazminatların peşinden toprak talebi de gelecek. (Ermenilerce şehit edilen atalarımız mı? nasıl olsa onlar Türk` tü (!) ) * " Azınlıklar ve Din özgürlüğünde adım atmalısınız! " dediler. Henüz biz adım atmadan Misyoner radyolarını kurdular (İstanbul`dan dinlenebilen Müjde FM), her gün 24 saat Hıristiyanlık propagandası yapılıyor. Aynı derginin (TEMPO) 51. sayfasında da Watch Tower İncil ve Dua Örgütünün verilerine dayanarak Türkiye`de 1679 Protestan misyonerin görev yaptığını, 243 kişinin Hıristiyanlaştırılıp vaftiz edildiği belirtiliyor. Hepimiz bir gecede hıristiyanlaşsak bile bizi aralarına kabul etmezler. * " Özelleştirmeleri hızlandırın." dediler. Biz kıçımızdaki donumuzu bile satmaya kalkışıyoruz. (Atatürk Samsun`a çıktığında Madenler yabancılarda idi, Şehir hatları yabancılarda idi, Demiryolları, sanayii yabancılarda idi. (Hatta T. ÖZAKMAN Şu Çılgın Türkler kitabında Konya`dan askeri birliği taşıyan trenin makinistinin Rum olduğunu, Türklere bu işin öğretilmediğini yazar.) Artık kesinlikle eminim ki, biz de Efe`nin akıbetine uğrayacağız.. Alıntı Netten yazanın ellerine sağlık. -- Lider dediğin önde yürüyen değil, yol gösteren olmalıdır. Sizler, yani yeni Türkiye'nin genç evlatları! Yorulsanız dahi beni takip edeceksiniz... Dinlenmemek üzere yürümeye karar verenler, asla ve asla yorulmazlar. Türk Gençliği gayeye, bizim yüksek idealimize durmadan, yorulmadan yürüyecektir. Mustafa Kemal ATATÜRK |
Ramo kullanıcısına teşekkür edenler | ||
alihoca (19-04-2006), bikmisbroker (19-04-2006) |
#48
|
||||
|
||||
FARE ÖYKÜSÜ
Evin minik faresi, duvardaki çatlaktan bakarken çiftçi ve eşinin mutfakta bir paketi açtıklarını gördü. Kendi kendine: - "İçinde hangi yiyecek var acaba ?" diye düşündü. Bir süre sonra gördüğü paketin bir fare kapanı olduğunu anladığında yıkılmıştı. - "Evde bir fare kapanı var!, evde bir fare kapanı var!" diye bağırarak telaşla bahçeye fırladı. Minik fareyi telaş içinde gören tavuk, umursamaz ve bilgiç bir tavırla başını kaldırdı ve gıdakladı: - "Zavallı farecik...Bu senin sorunun benim değil. Bana bir zararı olamaz küçücük kapanın" dedi. Tavuktan destek bulamayan farecik bu sefer telaşla domuzun yanına koştu ve, - "Evde bir fare kapanı var!, evde bir fare kapanı var!" diye adeta çırpındı. Domuz anlayışla karşıladı ama, - "Çok üzgünüm fare kardeş ama dua etmekten başka yapacağım bir şey yok. Dualarımda olacağından emin ol" dedi. Minik fare çaresizlik içinde ineğe döndü ve , - "Evde bir fare kapanı var, evde bir fare kapanı var!" dedi. İnek ; -"Bak fare kardeş, senin için üzgünüm ama beni ilgilendirmiyor." dedi. Sonunda farecik, başı önde umutsuz şekilde eve döndü. Çiftçinin fare tuzağı ile bir gün tek başına karşılaşmak zorunda olduğunu anladı. O gece evin içinde sanki ölüm sessizliği vardı. Minik farecik aç ve susuzdu. Tam yorgunluktan gözleri kapanacaktı ki birden bir ses duyuldu. Gecenin sessizliğini bölen gürültü, fare kapanından geliyordu. Çiftçinin karısı, ne yakalandığını görmek için yatağından fırladı ve mutfağa koştu. Karanlıkta kapana, zehirli bir yılanın kuyruğunun kısıldığını fark edememişti. Kuyruğu kapana kısılan yılanın canı yanıyordu ve aniden çiftçinin karısını ısırdı. Çiftçi, karısını apar topar doktora götürdü. Doktor, zehiri temizledi sardı. Çiftçi karısını eve getirdi, yatırdı. Karısının ateşi yükseldi ve bir türlü düşmüyordu. Kadıncağız ateş ve ter içinde kıvranıp duruyordu. Böyle durumlarda taze tavuk suyunun gerekli olduğunu herkes bilir, çiftçi de bıçağını alıp bahçeye koştu. Karısı taze tavuk suyu çorbasını içti, biraz kendine geldi. Karısının hastalığını duyan komşular ziyarete geldiler. Onlara ikram etmek için çiftçi domuzunu kesti. Çiftçinin karısı gittikçe kötüye gidiyordu. Yılan, belli ki çok zehirliydi. Birkaç gün sonra çiftçinin karısı iyileşemedi ve öldü. Cenazesine çok sayıda kişi gelince hepsine yeterli et sağlamak için çiftçi ineği mezbahaya yolladı. Fare tüm bu olanları büyük üzüntü ile duvardaki deliğinden izledi. Birisi, sizi ilgilendirmediğini düşündüğünüz bir tehlike ile karşı karşıya ise hepimizin aynı tehlikede olabileceğini hatırlayalım. Hepimiz yaşam denilen bu yolculukta yer alıyoruz. Diğerimiz için bir gözümüzü açık tutmalı ve diğerlerini cesaretlendirmek için çaba harcamalıyız. -- Asıl önemli olan ve memleketi temelinden yıkan, halkını esir eden, içerideki cephenin suskunluğudur. Mustafa Kemal Atatürk
__________________
YATIRIM, sonu yanliş giden SPEKÜLASYONDUR EGER, zamaninda spekülasyondan cikamazsaniz MECBUREN yatirimci olursunuz..George SOROS TEKNiGE iNANMA TEKNiKSiZ KALMA. Bikmisbroker |
bikmisbroker kullanıcısına teşekkür edenler | ||
Ramo (19-04-2006) |
#49
|
||||
|
||||
'Türk ekonomisinin önündeki ANA RİSK, yüksek cari açık'
'Türk ekonomisinin önündeki ANA RİSK, yüksek cari açık'
IMF ve Dünya Bankası'nın hafta sonunda ortaklasa düzenleyeceği yıllık Bahar Toplantıları öncesinde IMF'nin yayımladığı Dünyanın Ekonomik Görünümü raporunda, Türkiye'nin yüksek cari açığı, ekonominin önündeki ana risk olarak gösterildi. Raporun Türkiye'ye ilişkin verilerinde, büyümenin bu yıl yüzde 6, gelecek yıl da yüzde 5 oranında gerçekleşeceği tahminine yer verildi. Türkiye'de tüketici enflasyonu beklentisi de, bu yıl için yıllık ortalama yüzde 6,5, 2007 için de yüzde 4,4 olarak dile getirildi. Türkiye'de bu yılki cari açık da, gayri safi yurtiçi hasılanın yüzde 6,5'i olarak tahmin edildi. Bu oranın, gelecek yıl yüzde 6,1'e gerilemesinin beklendiği ifade edildi. Raporun Türkiye bölümünün girişinde, ''2005'te devam eden olağanüstü büyüme oranının, 2006'da yumuşayarak yüzde 6 olarak gerçekleşmesi bekleniyor. Ekonominin önündeki ana risk, yüksek cari açık'' denildi. Raporda, beklenenin tersine Türkiye'de büyümenin, giderek artan ölçüde iç talebe ve özellikle yatırıma dayalı geliştiği belirtilirken, dış cari dengenin olumsuz yönde ilerlediği ve buna yüksek petrol fiyatlarının önemli ölçüde etki yaptığı kaydedildi. Türk Lirası'nın da giderek reel değer kazandığına işaret edilirken, Türkiye'ye artan sermaye girişinin, kısmen ülkede iyileşen temel göstergelerden, kısmen de küresel likidite fazlalığından kaynaklandığı anlatıldı. Öte yandan, Dünyanın Ekonomik Görünümü raporunun enerji fiyatlarına ilişkin bölümünde yer alan bir tabloda, dünyada en pahalı benzinin Türkiye'de satıldığı ve en fazla akaryakıt vergisinin Türkiye'de alındığı belirtildi. (19 Nisan 2006 Çarşamba) Net Haber |
#50
|
||||
|
||||
AKŞAM GAZETESİ 16.04.2006
Engin Ardıç Muestro sinyor el Rey Mustafa
Azınlık yayınları arasında, Yahudi cemaatinin çıkardığı 'Şalom' gazetesi de var, belki duymuşsunuzdur. Bana da gönderiyorlar. Gönderiyorlar, çünkü piyasada bulmak deveye hendek atlatmaktan daha zor. Bu haftalık gazete Türkçe yayınlanıyor, fakat bazı sayfaları Ladino, yani eski İspanyolca ve İbranice 'kırması' dilde... Yahudi cemaatinin anadili bu, taa 1492 yılında İspanya'dan koparıldıktan, Kral Ferdinand ve Kraliçe Isabella tarafından kovulduktan sonra da ısrarla ve titizlikle koruduğu anadili... Zamanla içine elbette Türkçe kelimeler de girmiş, ortaya 'flor de menekşe', 'kofitikas de pırasa' gibi hoşluklar çıkmış. Aha size kültür çeşitlemesi, kültür farklılığı... Beş yüz küsur yıldır bu topraklarda bizimle içiçe yaşayan bu insanların alt kimliği bu, üst kimliği de Türklük. Hatta, sapına kadar Osmanlılık. Sizden benden çok daha fazla Osmanlılık. Türkiye Cumhuriyeti vatandaşı bu insanlar, askere de gidiyorlar vergi de veriyorlar. (Kaçıranını bilemem, ben size her vergi kaçıran bir Yahudi mükellefe karşılık gene vergi kaçıran bin Müslüman mükellef göstereyim!) Üstelik 1492 yılından beri de İstanbullu bu insanlar, hepimizden daha İstanbullu... Köyden yorganı toplayıp 1992 yılında Harem İskelesi'ne ya da Topkapı Garajlar'a inmiş değiller! Az buçuk İspanyolca çakıyorum ya, Ladino yazıları kafamı gözümü yara yara okumaya çalışıyorum. Fakat bu dili Türk alfabesiyle, yani Türkçe okunduğu gibi yazdıkları için önceleri zorlandım, baktım, bu gidişle İspanyolcam bozulacak yahu! Bunlar meğer modern İspanyolca'da 's' okunan 'z' sesini de bizim gibi çıkarırlarmış, 'h' okunması gereken 'j' harfini de gene 'j' okurlarmış... Buna karşılık, 'paharo' okunan kelimeyi 'paşaro' şeklinde söylüyorlar, ünlü müzik toplulukları Los Paşaros Sefaradis, sefarad kuşları... 'Muher' okunan kelimeyi 'mujer' şeklinde kullanıyorlar, 'muço' yerine 'munço', 'nuestro' yerine 'muestro', 'senyor' yerine 'sinyor' diyorlar İtalyan gibi... Bir zamanlar İstanbul'da tanıdığım bir İspanyol kızı, 'bir Türk Yahudisi'yle konuşmak, zaman tüneline girip Cervantes'le konuşmak gibi' demişti. Fakat gene de bir Sefarad ile bir çağdaş İspanyol, bizim Azeri kardeşlerimizle anlaştığımızdan çok daha iyi anlıyor birbirini. İspanyolca (Kastilya lehçesi) beş asırda çok az değişmiş. Örneğin büyük Kastilyalı şair Jorge Manrique taptaze duruyor... No tardes, muerte, que muero... Quiereme pues que te quiero... Ven porque viva contigo... Ven aqui, pues ya que muero... 'Ölüm, geç kalma, gel de öleyim artık, seninle yaşayayım, sev beni çünkü severim seni' diyor adam... 1479 yılında yazmış bunu, Yahudiler henüz oradalar... Ne güzel bir 'flamenco' türküsü olurdu gitarlı mitarlı, bizim 'cırcırböceği Diego' da ne güzel söylerdi bunu kimbilir? Bu Şalom Gazetesi'nin ayda bir verdiği bir de eki var, o kafadan Ladino dilinde... 'El Amaneser'... Şafak demek. Son sayısını karıştırıyordum, irkildim. Yok canım, korkmayın, 'İran devleti yıkılsın' falan dememişler. Onlarda kebapçı garsonluğundan gelip de cumhurbaşkanı olan yok. İstanbul'da basılmış eski bir kitaptan sözeden bir yazı... Haham Avram Abenyakar'ın 'Şivhe a'Ari' isimli eseri (ne demekse?)... Sanırım Tevrat'ın 'kabala' yani mistik yorumundan sözediyor... Kapağının 'faksimilesini' de koymuşlar... 'Enprimido en Kostandina' diyor... Hayim Eliya Pardo yayınlamış, 'el ke vende livros en Yeni Han'... Yeni Han'da kitap satan Hayim Efendi... Kitabın basım tarihi, Musevi takvimine göre 5526, Batı takvimine göre 1765... Ve kitap kimin devrinde yayınlanmış? 'Debasho el governo de muestro sinyor, el Rey Mustafa'... Efendimiz, kralımız Mustafa'nın yönetimi altında!... Sözü edilen Mustafa, padişah Üçüncü Mustafa... Üçüncü Selim'in babası... Birinci Abdülhamid'in ağabeyi... Osmanlı Türk hükümdarına biat etmiş, ona sığınmış, ona güvenmiş, kendisinden 'efendimiz, kralımız' şeklinde sözetmiş insan, dini ve dili ne olursa olsun, BENİM İNSANIMDIR. İsterse ateşe tapsın, hiç farketmez. Yahudi cemaatine teşekkür ediyorum, kim olduğumu, nereli olduğumu, nereden geldiğimi bana bir kez daha hatırlattığı için. Fakat hep birlikte nereye gittiğimizi bilemem, çünkü onlar da bilmiyorlar. |
Konuyu Toplam 1 üye okuyor. (0 Kayıtlı üye ve 1 Misafir) | |
Konu Seçenekleri | Bu Konuda Ara |
Modları Göster | |
|
|