Strict Standards: Declaration of vB_Database_MySQLi::db_connect() should be compatible with vB_Database::db_connect($servername, $port, $username, $password, $usepconnect) in /home/arkabahc/public_html/forum/includes/class_core.php on line 1095

Strict Standards: Declaration of vB_Database_MySQLi::select_db_wrapper() should be compatible with vB_Database::select_db_wrapper($database = '', $link = NULL) in /home/arkabahc/public_html/forum/includes/class_core.php on line 1095

Deprecated: Non-static method vB_Shutdown::init() should not be called statically, assuming $this from incompatible context in /home/arkabahc/public_html/forum/includes/class_core.php on line 2294
Notlar - Sayfa 2 - Arka BahÇe Forumu
Arka BahÇe Forumu  

Geri Dön   Arka BahÇe Forumu > Nadas Alanı > Dünya Hali > iç-dış politika
Kullanıcı ismi
Şifreniz
Kayıt ol SSS Üye Listesi Takvim Arama Bugünkü Mesajlar Bütün Forumları okunmuş kabul et


Konu Bilgileri
Konu Başlığı
Notlar
Konudaki Cevap Sayısı
143
Şuan Bu Konuyu Görüntüleyenler
 
Görüntülenme Sayısı
73054

Cevapla
 
Konu Seçenekleri Bu Konuda Ara Modları Göster
  #11  
Eski 17-03-2006, 12:04
AnnE - ait Avatar
AnnE AnnE bağlı değil
.
 
Üyelik Tarihi: Feb 2006
Bulunduğu Yer: Suriçi
Mesajlar/Teşekkür sayısı: 606/518
314 Mesaj ına 5526 Kere teşekkür edildi
Tanımlı Çetin Altan'dan

http://www.milliyet.com.tr/2006/03/17/yazar/altan.html

"Yer" yuvarlağındaki kara parçaları, 200 devlete bölünmüş durumda. Her devletin içinde yaşayanlar; tüm okyanusları kendi akvaryumlarından ibaret sanan birtakım saf ve sevimle balıklar...
Oralarını buralarını koparıveren politikacılar da; akvaryumun, kocaman dikey kanatlı sinsi "melekkanatları"yla, sarı üstüne siyah çizgili, hergele "tetrazonlar"ı...
***
200 devlete bölünmüş gibi görünen "yer" küresi; gerçekte 2 sınıftan ibarettir:
"Kentlilerle, köylülüğü aşamamışlar"...
İsteyenler, böyle bir ayrışmayı; "zenginler, zengin olmaya çalışanlar ve yoksullar" diye de değerlendirebilir...
***
Sarsıntıları, Türkiye'de de gün günden daha çok hissedilen, güçlü bir ırgalanmanın içindeyiz.
18. yüzyılın bitimiyle, 19. yüzyılın başlarında; "mutlakiyet monarşileri" depreme uğramaya başlamıştı...
20. yüzyılın başlarında; "yer" küresi hem "bağımsızlık" hareketlenmeleriyle, hem de "yer" küresini denetimleri altına almaya kalkan, güçlü devlet bloklaşmalarıyla ırgalanmaya başladı...
21. yüzyıl, "dünya vatandaşlığı" rotasında, bambaşka bir kimlikle hazırlıyor depremlerini... Avrupa vatandaşlığı, yeni rotanın ilk adımı...
***
Gelelim biz yine Türkiye'mize...
Türkiye'de henüz, "devlet" kavramının doğru dürüst bir tanımlaması bile yerli yerine oturmuş değil...
Mutlak bir monarşinin hükümdarı 14. Louis:
- Devlet benim, diyordu.
Tıpkı bugünkü Türkiye'de, Hazine'den geçinmeli kamu görevlilerinin; vatandaşlarla karşılaştıklarında:
- Biz, devleti temsil ediyoruz, demeleri gibi...
***
18. yüzyılın çizelgesinde, okyanusların kullanımıyla birlikte; Avrupa'da, aristokrat olmayan halk yığınlarının zenginleşmeye başlaması sayesinde, "devlet" kavramının tanımlaması da, değişmeye başladı.
"Devlet", artık kentleşmeye başlamış "millet"in; "yargı", "yasama", "uygulama" organlarının sacayağı üstünde çemberlenmiş bir örgütlenmesiydi.
***
Tüm dünya işçilerinin birleşmesini öneren "enternasyonalizm"in, kabartmaya başladığı dalgalarla; "devlet", "işçi sınıfını sömüren burjuva sınıfının mülkiyet bekçisi" olarak da, tanımlanmaya başladı.
Türkiye, dışarıdan aldığı kavramları; oligarşik bir yapının egemenlerine, güçlü bir otorite sağlayacak doğrultuda kullanıyor ve erişmek istediği "çağdaşlık"a da bir türlü merdiven kuramıyordu.
Türkiye'ye göre "devlet"; sanki Hazine'den geçinen kesimdi; çıplak hayattan geçinenler de "millet"ti.
***
Çarşamba akşamı Oğuz Haksever'in, NTV'deki "Karşı Görüş" programında "şiddet" konusu işleniyordu...
Konuşmalarında kimseye usulca politik sinyaller göndermeyen, üst düzey uzmanlar vardı programda...
Prof. Özcan Köknel; "şiddet"in yaşanılan ortamdan, aileden, kendine bir "kimlik" arama tutkusundan nasıl serpildiğini ve bir türlü "gelişmiş, hümanist bir insan kimliği"ne erişemediği için de, güdükleşmiş bir ilkellikten fışkırdığını, bir oya işler gibi işliyordu.
***
Prof. Yılmaz Esmer, toplumda benimsenmiş ve onaylanmış şiddet eylemleriyle, bazı yönetici kesimlerin "suç" dışı sayılan şiddet eylemlerinin; genç kuşakların da kendince benimsedikleri ortak bir "şiddet" vitrini oluşturduğu üstünde duruyordu.
Ve "yargı birliği"nin önemini, kibarca şıngırdatıyordu.
***
Az sayıdaki gerçek hukukçulardan biri olan Turgut Kazan, "hukukun egemenliği" sağlanmadan, şiddet eylemlerine çözüm bulmanın zorluğunu, hatta imkânsızlığını; rüzgârsız bir bayrak gibi öne uzatıyordu. Hukukun Türkiye'deki politikacılar tarafından nasıl göz ardı edildiğini ve Adalet Bakanlığı'nın bütçeden sadece binde 8'lik bir pay aldığını hatırlatıyordu.
***
Prof. Arus Yumul, ulusal gelir dağılımındaki uçurumlaşmalarda arıyordu "şiddet"in tümörlerini...
***
Doç. Nevzat Alkan ise, ceza sisteminde derinleştiriyordu, "şiddet"in zehir ve panzehirini.
***
Oğuz Haksever'in, "Karşı Görüş" programında işlenen "şiddet" konusunun kayıtları; Cüneyt Özdemir'in "5n1k" programındaki "rüşvet" konusunun kayıtlarıyla birlikte, tüm lise ve üniversitelerde sık sık yayımlanması gerekli bir önemdeydi.
***
Politikacılar ne söylerse söylesin, Türkiye'de de bir çalkantı dönemi başlamış görünmede...
İran'ı da 21. yüzyılın, Başkan Bush'un "yeni Ortadoğu planlaması"nı çok aşan, köklü sarsıntıları beklemede...
Türkiye'nin "kışla" parfümlü siyaset ile "cami" parfümlü siyaset arasındaki, söylem salıncaklanması; İran'ın yaşayacağı ürkütücü bir filmle birlikte, çok değişik bir yaylaya çıkacak.
***
Enseyi karartmayın ve "statüko"culuğa aşırı lehimlenmeyin, şayet ilerideki yaşlarda üzülerek içinizi çekmek istemiyorsanız...
Alıntı ile Cevapla
AnnE kullanıcısına teşekkür edenler
Ramo (17-03-2006), Süvari (17-03-2006)
  #12  
Eski 19-03-2006, 22:08
alihoca alihoca bağlı değil
.
 
Üyelik Tarihi: Feb 2006
Mesajlar/Teşekkür sayısı: 361/2464
166 Mesaj ına 2501 Kere teşekkür edildi
Tanımlı Muasırlaşmak Ama Nasil?

Avrupa Vatandaşlığı ve sonrasında bir adım daha atarak Dünya Vatandaşlığına evrilecek olan bir aşamadan geçtiğimiz söylenmiş. Ama hangi şekil ve pozisyonda geçmekte olduğumuza ve asıl önemli olan gerçekte hangi şekil ve pozisyonda geçmemiz gerektiğine değinilmemiş. Hatta vatandaşlık kavramının anlamını ve gereklerini düşündüğümüz de; gerçek Avrupalıların bile, tam anlamı ile bir türlü Avrupa Vatandaşı olamadığını da sanırım unutuyoruz. Ama ideal olarak bir güzellik olduğunu da inkâr edemiyorum.

Ayrıca yarı feodal diyebileceğimiz toplumsal özelliklerimize, statükoya ve her zamanki aile alışkanlığı ile devleti öpücüklere boğulmuş. Lakin burada da köy toplumunda kent toplumlarına geçişimizin nasıl olması gerektiğini söylenmemiş. Öyle ya, bir anlamda; kent toplumuna geçmek için Avrupa'nın üç-dört yüzyıllık bir aşamada gerçekleştirdiği aşamalardan bizim de geçmemiz gerekir. Burada kısmi bir zaman ve koşullar sorunu olsa da, kabul ediyorum doğrusu da budur.

Aslında bu güzel yazıyı başlı başına bir inceleme konusu olarak satır satır ele almak mümkün ise de, biraz birazcık kolaycılık yaparak ve çiçek böceklerden ayrıştırarak, en önemli gördüğümüz birkaç konuya değinmekle yetinelim. En baştan başlayarak eskilerin muasırlaşmak dediği, AVRUPALILAŞMAK kavramından başlayalım.

Bu yazıyı okuyanlar olarak, hadi hep birlikte AVRUPALILAŞMAK denince, aklımızda beliriverenleri not edelim. Yok yok, Avrupalılaşabilmemiz için gerekenlerin yazıda anlatılmadığını bende anlayabildim merak etmeyin. Ayrıca, Ülke, toplum ve devlet olarak yapılmaması gereken tüm kaka iş ve eylemlerimiz sıralandığı için, bunları yapmaz ya da aksini yaparsak Avrupalılaşacağımızı sizin gibi bende fark etmiş bulunuyorum.

Buradan yola çıkarak Avrupalılaşabilmek için yapacaklarımızı gruplandırabiliriz sanırım. Vitrine, Avrupa’da siyasi olarak devletin şekillenişi 18 yy.dan başlatılarak anlatılmış. Monark Lui ve ortaçağ anlayışı bugünkü halimizle benzeştirilip adeta ayıplanarak yasama, yürütme, yargı kuvvetleri ile devletin örgüt yapısını oluşturmuş. Sonrasında kentleşen toplumun siyasi, sosyal, hukuki, mimari, eğitim, kültür ve benzer alanlarda ulaştığı aşamalar çağrışım yolu ile de olsa bir ideal olarak verilmiş.

Yazının büyük bir çoğunluğun da ise asıl amaç olarak, toplumda görülen şiddet nedenleri, olası sonuçları ile işlenerek görevi tamamlamanın huzuruna erilmiş. Hiç bir itirazım olmadığı gibi haklı tespitler olduğunu da teslim ediyorum. Bir küçük ama’cık da olsa eklemek gerekir ise, yine ve her daim serzenişte bulunduğu konular için çare üretmek yerine, nereden, kim tarafından, nasıl olacağı bilinmeyen bir ‘Enseyi Karatmayın’ beklentisi ile olası korkular yatıştırılmak istenmiş.

Aydın dediğimiz kelime ve kavramın sadece eleştiren, yeren, her daim kibar yada kaba söven anlamı güzel Ülkemizde pek de revaçta olduğu için yazılan yada yapılanların hoş karşılanması gerektiği ortadadır. Toplumun en önünde bir model olarak duran aydının akla yakın, uygulanabilir, günümüz gerçeklerinden kopuk olmayan çare ve çözüm sunması gibi bir sorumluluk anlayışı gelişmediği için olanlar son derece normaldir.

Hatta bu anlayışın gerekliliğini iddia etmek bile nerede ise ayıp karşılandığı bir ortam ve algılama mevcuttur. Çare, çözüm dendiğin de en revaçta olanın, ayakları yere basıp basmayışının zerrece önem taşımadığı, zaman ve koşul uygunluğunun hiç tartışılmadığı, gerçekleştirilebilir olup olmadığının hiç önem arz etmediği ayrıca gerekli veri, bilgi, belgeye dayanıp dayanmadığını aramak dahi nedense akıllara gelmez. Olay, olgu ve kavramlar ele alınırken, tarafsız bir gözle ve tüm yönleri ile anlamaya çalışmak yerine, en başta amaçlar belirlenmiş, ön yargılar kuşanılmıştır demek abartı olmaz.

Konumuza dönelim. Dikkatinizi çekti mi bilmiyorum? Muasırlaşmak veya Avrupalılaşmak deyince tarihler yaklaşık olarak 18 yüzyılın sonları ve genellikle 19 yy.dan başlatılır. Ve 20 yüzyılda ulaşılan, yukarıda vitrin olarak verdiğim siyasi, sosyal, bilimsel ve benzeri her türlü gelişmeler bir beklenti ve ideal olarak sıralanır.

Varılan sonuçları değiştirmek gibi bir büyük iddiamız olmadığını da not ederek, bu noktada en azından tarz ve yaklaşım olarak farklı bir bakış ile olayları tekrar ele almayı deneyelim.

İlk tespit olarak; yukarı da vitrin olarak verdiğimiz tüm gelişme ve değişimler, en başta ekonomik gelişmelere, nedenlere ve aktörlere bağlı olduğunu vurgulayalım. Ekonomik gerek ve nedenler için hazırlanan uygun koşullar, kılıflar ve düzenlemeleri bilmenin konunun özünü yakalamamızı sağlayacağını da ekleyelim.

Öncelikle belirlenmesi gereken, vitrinde verdiğimiz 18-20 yy Avrupa’sında ki her türlü gelişme bir başlangıç değildir. Geçmişi yüz yıllara dayanan, ne, nasıl ve nedenleri gibi tüm aşamaları ile bilinmesi gereken bir sonuçtur. Bu tespitin altını çizerek ve anlaşılmasının konumuz açısından son derece önemli olduğunu düşünüyorum. Çok kaba detayları ile 18 yüzyılın ikinci yarısı ve 19 yüzyılda ortaya çıkmaya başlayan sanayileşmeyi ve kentleşmeyi sağlayan nedenlere bakalım.

Gerek Altanların gerekse aynı familyadan diğer aydınlarımız tarafından;
18–19 yüzyıl Avrupa’sında monarşilerin yıkılması, yeni devlet yapılanmaları, bağımsızlık hareketlenmeleri, sanayileşme, kentleşme ve işçi hareketleri ve hatta dini alandaki reformları bir sonuç olarak sık sık kullandığı malumumuzdur. Toplumun tüm siyesi, sosyal, dini aktörleri bir sonuç ele alınırken tüm değişimin anası diyebileceğimiz baş aktörü "devlet "işçi sınıfını sömüren burjuva sınıfının mülkiyet bekçisi" olarak da, tanımlanmaya başladı.’’ Gibisinden satırlar ile nedense adeta geçiştirilir.

Oysa siyasi, sosyal, dini gelişmeleri sağlayan kentleşmeyi değişen üretim biçiminin bir zorunluluğu olarak yaratan, yazarın ‘Avrupa'da, aristokrat olmayan halk yığınlarının zenginleşmeye başlaması sayesinde’ diye belirttiği halk yığınları değil, doğuşu ve ortaya çıkışı Haçlı Seferlerine kadar giden Burjuva Sınıfıdır. Avrupa’da halk yığınlarını zenginleşmesi ise; ticari burjuvazinin tüm sisteme egemen olup, egemenliğinin emperyalizm aşamasında diğer dünya halk yığınlarının sömürgeleştirilmesine ulaşarak, elde ettiği emek ve artık değer sömürüsünü zenginlik olarak Avrupa’ya akıtması sayesinde olabilecektir.

Böylece ticari burjuvanın ilk ortaya çıkışının, nedenleri dini sanılan Haçlı Seferleri ile değil tamamen ekonomik olan baharat yoluna egemenlik için yapıldığını da söylemiş olduk. Ekonomik nedenler ile yapılan haçlı seferleri sonucunda ise, henüz etkin olmamakla beraber gelecekte, nerede ise tüm tarihi belirleyecek olan (önceleri Akdeniz ile sınırlı olan) ticaret burjuvazisinin doğuşunu da dillendirmiş olduk. Haçlı seferleri ile Türk ve Araplardan elde edilen hazır bilgi birikiminin gelecekte coğrafi keşiflerin ve reform ve Rönesans hareketlerinin alt yapısına etkisini vurgulamakta yarar var.

Ticari burjuvanın her yönden gelişiminin en büyük destekçisi olan ve kapitalizm aşamasında tek sınıfa dönüşen faiz-banka sisteminin geçmişi ise nerede ise tüm dinler kadar eski olduğunu söylemek gerekebilir. Her ne kadar başlangıçta kilise ve monarklar tarafından sürekli hor görülmüş ise de, haçlı seferlerinin bile finansörleri oldukları tespit edildiğinde sonuçta ulaşacakları gücün boyutlarının ipuçları elde edilebilir.

Manga Carta ile başlayan yasama ve yargılama gücünün monarkın elinden sınırlanarak alınışına sıkça değinilmekle beraber, monarkın ve kilisenin mülkiyet hakkına getirdiği sınırlamalar ve mülkiyet özgürlüğü için Fransız İhtilaline kadar geçen zaman da ödenen kanlı bedeller konusuna gereken önemin verilmeyişi manidar olsa gerektir.

Hemen sonraki aşama Coğrafi Keşifler aşamasıdır. Hepimizin bildiği gibi her türlü yeraltı yer üstü hammadde, emek ve artık değer için köleleştirilen uluslar, ürün ve pazarlar elde edilen sömürgeler yolu ile Avrupa’nın egemenliğine geçti. İnka’lar, Aztek’ler, Kızılderili’ler, Zenciler ve köleleştirilmesi bir yana tüm tarihi mirasları da yok edilerek Amerika, Afrika, Avustralya, Güney Doğu Asya’nın istisnasız tüm zenginlikleri Avrupa’ya akmaya başladı. Musluğun en başında ise Orta Çağ Avrupa’sında hiçbir gücü, itibarı, saygınlığı olmayan ticaret burjuvazisi olduğunu tespit edelim.

Tahmin edeceğiniz gibi şimdiki aşama Avrupa’ya akan tüm zenginliğin yarattığı gelişme ve değişimlerdir. Daha doğru bir deyimle mülkiyet ve üretim biçimi en başta olmak üzere onun bir gereği olarak sistemin reorganizasyonudur. Dikkat edilir ise Afrika’dan Amerika’ya emek gücü-köle transferi aşamasında beş milyona yakın insanın sadece o günkü gemilerin sağlıksız koşullarında seyahati sırasında yok edilişi gibi, K.Amerika’da Kızılderili, Orta ve Güney Amerika’da İnka ve Azteklerin sonları gibi, Avrupa’da ki değişim ve gelişmelerin ne pahasına olduğu konusuna hiç değinmiyoruz.

Avrupa’da 15-16 yüzyılda gelişen coğrafi keşiflerin sonucunda, orta çağ Avrupa’sının kral ve soylular, kilise ve derebeyler gibi mevcut egemenlerin aynı kalacağını düşünmek yada hiçbir güç kullanımı ve destek olmadan kendiliğinden reformların, rönesansın başladığını sanmak sanırım en büyük yanılgıdır. Tüm orta çağ boyunca süren faizin haram kabul edilişinin ilk reform hareketleri sonucunda ortaya çıkan mezheplerde, faizin haram olmadığının bir genel ilke olarak açıklanışının;
Ticari burjuvazi ile banka ve faiz cephesinin bilinmeyen gücünü gösterdiği kadar, sistemin gerçek efendilerini de anlamamızı kolaylaştıracak, bir az bilinen olarak önemle not edilmesi gerekecektir.

Hatta bu önemli not, devlet yönetiminde dinin ve dini aktörlerin etkisizleştirilmesine yol açan ama inanç özgürlüğü olarak sunularak kitle desteği sağlanan değişimin gerisindeki ana kaynağı bir nebze de olsa görmemizi sağlayabilir gibi geliyor.

18 yüzyıla yaklaşıldığında, yaklaşık iki üç yüzyıla varan Dünya talanı sonucunda Avrupa’da maliyeti sıfır emek gücü, maliyeti sıfıra yakın altın, gümüş gibi diğer madenler ve her türlü hammadde, sömürgelerin aynı zamanda bir doğal pazar olduğunu da düşünür isek o da varların arasında sayılabilir. Tabiî ki bunların ticari burjuva sınıfında bir büyüklük ve gücü malum olan bir sermaye birikimine yol açacağını da eklediğimizde değişimin ipuçları da aşağı yukarı ortaya çıkar.

Böylesine basitleştirerek dahi, var olanları verilen ve sonucu istenen bir sorunun cevabı da sanayileşmek olacağı görülmektedir. Her türlü bilimsel gelişmenin yanında büyük sermayenin bizde lonca diye bilinen üretim biçimini yerle bir edeceği, büyük işletmelerin büyük emekçi kitlelerine ihtiyaç duyacağını saptadığımız da ise kentleşmeyi başlatmış olacağımız aşikârdır.

İşte bu aşamada, üretim biçiminin farklılaşması ile ortaya çıkan bu gelişmenin tüm mülkiyet ilişkilerini ve dolaylı ya da doğrudan siyasi, sosyal, kültürel ve diğer alanlardaki tüm değişimleri yeni baştan yaratmıştır denilebilir.

Buraya kadar yazılanların dahi Avrupa’da ortaya çıkan değişimlerin, motor gücünün haçlı seferleri ile ortaya çıkan ticari burjuvazi ve onun ana kaynağının da sınırları tüm Dünya olarak verebileceğimiz bir Dünya Sömürüsü olduğunu iddia etmek sanırım yanlış olmaz.

Bugünün Avrupa’sında ki gelişme adı verilen değişimlerin farklı bir cepheden incelediğimizde; ister sahiplik, ister yaratıcı motor güç, ister mal oluş bedelleri olarak böyle bir tabloya ulaşmak sanırım mümkündür. Bunu aklımızın bir yerine not etmeyi unutmadan; Avrupa’yı bu noktada bırakarak ve Osmanlı’yı hiç karalamadan Cumhuriyet Dönemine geçelim.

// Türkiye'nin "kışla" parfümlü siyaset ile "cami" parfümlü siyaset arasındaki, söylem salıncaklanması//

Burada ki, kışla ve cami parfümünün en azından olumlu olarak kullanılmadığını söylemek doğru olacaktır. Doğruyu teslim etmek için söylenmesi gereken; Avrupa’nın aksine, Türkiye’de Cumhuriyet’in ister yapılış, ister gerisindeki güç olarak asker kökenli olduğudur. Buna da bir tespit olarak itirazımız yok. Ama olumsuzluk olarak her ifade edilişinde, Cumhuriyete ve onun tüm gereklerine eğer karşı değil isek, eleştiriyi yapana düşen;

Kazanımlarını bir kenara bıraksak bile Cumhuriyet kimler tarafından nasıl kurulacaktı?
Asker parfümlülerin alternatif güçleri kimlerdi?

Sorularına açık, akla yakın, bilgi ve belgeye dayanan cevaplar vermesi en azından bir aydın sorumluluğudur.

Efendim bu cümle bugün için kullanılmıştır. Doğrudur. Cumhuriyetin daha kuruluşunda bir anayasal görev olarak asker parfümlülere bırakılmadığını kabul edelim kabul. Daha 1945’lerde başlayan çok partili siyasi hayata geçiş ile iktidar olanların önünde asker parfümlüleri yok sayalım. Peki olur.

1955’de ‘Siz isterseniz hilafeti bile getirebilirsiniz’ diyebilen iktidarların Cumhuriyeti koruyup kollayacağı söylenebilir mi?

Sorusuna bilgi ve belgeye dayanan akla yakın cevaplar vermesi, bir aydın sorumluluğu gereği değil midir?

//"devlet", "işçi sınıfını sömüren burjuva sınıfının mülkiyet bekçisi" olarak da, tanımlanmaya başladı.//

Sadece bu tespitten yola çıktığımızda bile; Cumhuriyetin Kuruluşu aşamasında sağlayan ve devlete egemen güç olarak bir burjuva sınıfının olmayışına ulaşabiliriz. ‘Köylü Milletin Efendisidir.’ Sloganı gerisinde yatan gerçek nedenin, az ya da çok sermaye birikimi yapabilmenin biricik yolu olduğu anlaşılacaktır. Öküzü yerine karısını karasabana takan köylünün üreteceği artık değerden başka hiçbir kaynağı, gücü olmadığı da, Ülkemiz için o günlerin bir acı gerçeği olduğu görülecektir.

Dünya’da bugün sadece sanayileşme ve askeri, ekonomik güç elde etmek olarak baktığımızda birçok Ülke sayabileceğimiz halde, bunu cumhuriyet ve demokrasi kazanımlarının eş güdümünde gerçekleştirebilen Ülkelere Avrupa Ülkelerinden başka neden örnek bulamayışımız üstüne cevaplar aranmalıdır.

Sonrasın da sanıyorum ki; tüm eksik ve kusuru ile seksen yılda cumhuriyet ve demokrasinin tüm kurum ve kuruluşları ile oluşturulmayışına söverken daha insaflı olunacaktır.

Avrupa’nın sanayileşme aşamasına ulaşmak için geçirdiği evreler, neden ve bedelleri bir yana sağladığı sermaye birikiminin büyüklüğünü ve kendisine gerekli düzen değişiklikler için ulaştığı gücün boyutlarını iyice bir sindirmeliyiz. Kötülemek için olmasa da, sonrasında bugünün Avrupa’sının medeni, çağdaş, muasır her birikim ve kazanımının BEDELLERİNİN neler olduğunu, NE PAHASINA olduğunu tekrar tekrar düşünmeliyiz.

En nihayetinde, Vitrinde görüp çook beğendiğimiz; siyasi, sosyal, kültürel, bilimsel gibi her alanda ki gelişimleri yaratan ekonomik neden ve aktörleri, Ülkemizde nasıl ve hangi yöntemlerle inşa edeceğimiz üstüne çalışmaya başladığımız da, inanıyorum ki çare ve çözüm ufukta belirecektir.


Saygılarımla

Konu alihoca tarafından (19-03-2006 Saat 22:29 ) de değiştirilmiştir..
Alıntı ile Cevapla
alihoca kullanıcısına teşekkür edenler
Ramo (19-03-2006)
  #13  
Eski 21-03-2006, 11:25
AnnE - ait Avatar
AnnE AnnE bağlı değil
.
 
Üyelik Tarihi: Feb 2006
Bulunduğu Yer: Suriçi
Mesajlar/Teşekkür sayısı: 606/518
314 Mesaj ına 5526 Kere teşekkür edildi
Tanımlı can dündar 21 Mart 2006

http://www.milliyet.com.tr/2006/03/21/yazar/dundar.html

Terör neden birden patladı?


Komplo teorilerine pek inanmam; ama bazen siz inanmasanız da teori ne yapıp ediyor, sizi inandırıyor.
Bugün Güneydoğu konulu bir teori için veriler sunacağım.
Değerlendirmek size kalmış.
***
Dün arşive girip baktım:
Güneydoğu'da aralıkta olay olmamış.
Ocakta da olmamış.
Şubatta da olmamış.
Buna hepimiz seviniyorduk, ama içten içe de endişeleniyorduk. Çünkü aslında silahların tamamen gömülmediğini, sadece "bir süre için" sustuğunu biliyorduk.
Peki niye susmuştu? Sadece bölgede kış şartlarında eylem ya da operasyon yapmanın zorluğu nedeniyle mi?
Yeniden başlamak için ne bekliyordu?
Bu soruların yanıtını ararken şubat sonundan itibaren çığ gibi patladı olaylar... Ve her gün bir çatışma haberiyle uyanmaya başladık.
Beklenen neyse, devreye sokulmuştu belli ki...
***
Son 3 aydan bazı gelişmeleri peş peşe hatırlayalım:
8 Aralık'ta FBI Başkanı Robert Mueller Ankara'ya geldi.
Ondan 4 gün sonra da CIA Başkanı Porter Goss geldi.
İkisi de askeri ve sivil istihbarat yetkilileriyle görüştüler. İki ülke arasında teröre karşı işbirliğinin konuşulduğu, Türk tarafının ABD'den Irak'ta PKK ile etkin mücadele istediği yazıldı.
Ardından 19 Aralık'ta NATO Genel Sekreteri Jaap de Hoop Schreffer geldi.
Ondan 4 gün sonra MGK Genel Sekreteri Yiğit Alpogan, ABD'de Dışişleri Bakanı Condoleezza Rice ile görüştü. "PKK'nın Kuzey Irak'taki varlığının ABD tarafından seyredildiğinden" yakındı.
Ardından ABD Ankara Büyükelçisi Ross Wilson, "PKK ile mücadele konusunda Türk kamuoyundaki öfkeyi anlayışla karşıladıklarını söyledi, somut sonuçlar almaya kararlıyız" dedi.
Şubat başında Diyarbakır Belediye Başkanı Osman Baydemir'in 12 günlük ABD gezisi başladı.
1 Mart'ta Irak Başbakanı İbrahim Caferi Ankara'ya geldi. Irak Devlet Başkanı Talabani'nin eleştirdiği bu ziyarette Caferi, Başbakan Erdoğan'a, "ABD Irak'ta işi beceremedi. Barışı ancak siz sağlayabilirsiniz" diyerek Türkiye'nin müdahalesini istedi.
***
İşte Güneydoğu, bu trafiğin ardından patladı.
Caferi'nin müdahale istediği gün Cizre'de tabur komutanının aracı saldırıya uğradı; 1 er şehit oldu, 1 çavuş yaralandı.
24 Şubat'ta Mardin Dargeçit'teki operasyonda 8 PKK'lı öldürüldü.
4 Mart'ta İzmir'de PKK, polis lojmanına bomba attı.
6 Mart'ta Batman'da polis otosu tarandı: 4 polis şehit oldu.
9 Mart'ta Van'da canlı bomba 3 kişiyi öldürdü, 8 kişiyi yaraladı.
10 Mart'ta Şırnak'taki operasyonda 2 asker şehit oldu, 5 asker yaralandı.
12 Mart'ta Şırnak'ta bir şehit daha verildi.
16 Mart'ta Erzincan'da düşen helikopterde 5 asker şehit oldu.
***
"Amma da yazıyorsun" denilebilir, ama gördüğünüz gibi yazan ben değilim; kronoloji...
Bir savaş tehlikesini püskürtmemizin yıldönümünde Türkiye, yine Irak bataklığına çekilmek isteniyor.
Yarın "Bu saldırılara daha ne kadar göz yumacaksınız?" diyecekler; "Girmedik, hata ettik" dedirtecekler; kamuoyunun tezkereyi reddettiren 1 Mart direnci kırılacak.
Bugün Nevruz'a bu tabloda giriyoruz.
Bundan böyle olup bitecekleri bir de bu gözle okumakta büyük yarar var.

can.dundar@e-kolay.net
Alıntı ile Cevapla
AnnE kullanıcısına teşekkür edenler
alihoca (21-03-2006), chem73 (21-03-2006), Mazhi (22-03-2006)
  #14  
Eski 21-03-2006, 23:29
alihoca alihoca bağlı değil
.
 
Üyelik Tarihi: Feb 2006
Mesajlar/Teşekkür sayısı: 361/2464
166 Mesaj ına 2501 Kere teşekkür edildi
Tanımlı Sol Elim, Acemi Elim ...

Tevellüdü bizim kadar eski olanlar, tüm hatası ve günahları ile 1980 öncesini az çok bilirler. Sadece bilmekle de kalmaz ucundan kıyısından bu hata ve günahlara iştirak eylemişlikleri vardır. Efendim, hiç mi istisnası yoktu? Derseniz diye hemen ekleyeyim; arım balım peteğim diyen ve bizlerin sev genç dediğimiz küçük bir kesim de vardı. Bunların büyük bir kesimi de tuzu kuru diyebileceğim zengin çocukları idi. Babalarından ‘olum bırak, it kopuk biri birlerini yesinler nene gerek’’ gibisinden tembihli olduklarını tahmin etmişsinizidir. Akıllı çocuktular; azıcık sıkıştırıverdin mi? O saat, ülkücü, devrimci, akıncı oluveriyorlardı.

Ben asıl bizim saflardan ve saflıklardan hatırlayabildiklerimi yazayım dilerseniz. Efendim bilenler bilir, asker ve polise sermayenin bekçileri filan denirdi. Anlayacağınız dost kuvvetlerden sayılmaz ve iyi bir gözle bakılmazdı. Yani karşı saflardaydık. O zamanlar polise ötmemek, yiğit gibi dosdoğru olmak gibi değerler vardı. Ötmemek neyse de karşı olduğumuz polise dosdoğru olmanın ne menem bir şey olduğunu, ne o zaman, ne de şimdi hala anlayabildiğimi söyleyemem. Anlayamadığım gibi anlatamadığımı da nakledeceğim örnek olayda görülecektir.

Bir gün eğitim enstitüsü çıkışında olay patladı. Olay patladı diye çok kolay yazıverdiğime bakmayın. Bu tür olayların ve iki kitlenin karşı karşıya gelişinde, yaşananları bilmeyenler ne denli dehşetengiz sahneler yaşandığını tarif ile anlamaları çok zordur. Az çok güreşten anlayanlar için güreş öncesi peşrev kısmına hafiften benzetebiliriz. Farkı ise bir kere spor için, ödül için yapılmayışıdır. Nam, şan, ün, alkış kısmı ise, güreşteki gibi güreşten hemen sonra tahsil edilemeyişidir. Eğer bok yoluna gitmemiş ve sağ salim kuşatılmış bölgenizde ki korunaklı alanlara ulaştıysanız, atılan sloganlar arasında okşayan gözler ve sözlerle yürüyüşünüz bile değişirdi. Alimallah kendinizi Ülkeyi kurtardım havalarına girerdiniz desem inanın.

İki kitlenin karşı karşıya geldiği anlar, önce denizli horozları gibi kabarmalar ve el kol hareketleri başlardı. Sonra kitleyi gaza getirmek için sıra slogan atmaya gelirdi. İşte bu safhada korkudan işemek üzere olanlar bile havaya girer cenge hazır hale getirilirdi. Okul çıkışı olduğundan ağır silahlar yerine, gizlice zulalardan falçatalar, bıçaklar, sopalar, taşlar meydane çıkardı. En son biri birlerine, koşmak ne kelime adeta coşup şahlanarak bir girişirlerdi ki, bugün görseniz yonana vuruyor sanırdınız billahi.

Efsanede ki Gordion Düğümünden beter halde biri birine sarılıp sarmalanarak yumağa dönüşen kalabalığı, pek tabii ki ancak jandarmanın dipçiği ayırabilirdi. İşte bu arada bizimkiler ‘Jandarma biz..’’ diye başlayan marşı söylerdi ki, inen dipçik sayısını azalttığını en azından ben hiç görmedim diyeyim. Gözünü sevdiğim dipçiği yiyen cemseye nasıl atıldığını bile anlayamazdı. Haliyle cemsenin içinde sağ sol kalmaz kardeş kardeş oturulurdu. Arada birbirine hömermeye kalkanın akıbetini söylemeye gerek yoktur umarım. Karakola gelince önce fişlenme yapılır yine sağ sol diye ayrılmış olan koğuşlara dağılım olurdu.

İşte o gün, cemseden inilip, sağcı solcu olanların fişlenmesi sırasında sıra bana gelince; çavuş ‘Sen necisin?’ diye sordu. Bende, komutanım ben sağcı solcu değilim. Okuldan çıkışta kavga kopunca kaçamadım, arada kaldım. Yanlarında kaldığım Dayım burada olduğumu duyarsa beni öldürür, dedim. Şöyle baştan aşağı tekrar beni süzen çavuşun, boynu bükük masum halimden etkilenip ‘salın şu garibi’ demesi ile kurtulmuş olduk.

Gel velâkin, o gece jandarmaya aslanlar gibi solcu olduğunu söyleyen bizimkilerin önce saçları sıfıra vurulmuş, sonra eski bir Kırıkkale tüfeğinin dipçiğinden geçirilmiş, en son da sabaha kadar istiklal marşı söylettirilmiş. Tabii söylerken şaşıranları neyin beklediği malumunuzdur. Sabah okula gidiş için toplandığımız bölgeye gidince, suratları görmeyin gitsin. Hem askere polise karşıyız diyorsunuz, hem de heriflere yiğitçe doğru söylemekten bahsediyorsunuz. Bu ne perhiz, bu ne lahana turşusu gibisinden laflar ettiysem de, olmadı bizimkilerle bir iki hafta küsüştük.

Kış gününün ortasında zemheri soğuklarında cıs cıbıldak kafalarla titreyerek dolaşırken, ‘Yav Size ne oldu’ diyenlere ise, Hişt kahramanlarımıza böyle şeyler sormaya utanmıyor musunuz? dediğimde ki hallerini ise hiç yazmasam daha iyi.

İşte o zamanlar da, kitlelerini temsil eden en aydınlanmışından kürt kardeşlerimiz ile ayrılık gayrılığımız yoktu. En azından orta ve batı Anadolu’da ortak eylemler, dayanışma falan yapıldığı için öyle bilirdik diyeyim. İstisnasız tüm sol fraksiyonlar için ‘halkların kardeşliği’ anlayışı ortak bir tavırdı dersem inanın. Tabii ki bizde ortak amaç ve alınyazısına sahip kardeşlerimiz görerek her yerde baş tacı ettik. Hiç ayrımcılık yapmadık, yapılmasına da müsaade etmedik.

Gel zaman git zaman ortak toplantı filan derken yolumuz güneydoğu illerine düştü. Gittiğim onca yerlerde misafir edildiğimiz evlerde yaşayan anne, baba, dede diyebileceğimiz büyükler yani halk dediğimiz kesimler arasında, ne Türk’e ne Türkiye’ye ne de devlete küfür yoktu. Üniversiteli yazmış, okumuş oğullarının misafirleri gelmiş diye kümeslerindeki son tavuklarını kestiler yedirdiler. Yatmadıkları yün yatakları altımıza, işlemeli nakışlı bembeyaz çarşafla kaplanmış yorganları üstümüze örttüler. Fakirliklerine bakmayıp, Anamıza babamıza verilmek üzere kaçak çay gibi hediyeler sıkıştırdılar kolumuza desem inanın.

Neyse konumuz, o zamanların deyimi ile,halk yığınları değil deyip devam edelim. Mardin, Kızıltepe, Nusaybin gibi yerlere göğsümüz kabara kabara gidiyoruz ki sormayın gitsin. Amma velakin gittiğimiz her yerde hava bir acayip, herifçioğulları her yere Türklerin yedi sülalesine sinkaf eyleyen, belim gibi kalın, boyum gibi büyük harflerle yazılar yazmışlar. Tabiidir ki her gördüğümüzde bizde de renk hafiften değişmekte. Okumuş yazmış lider taifesine, bu ne iş falan diye sorduğumuzda, Size değil canııım, emperyalist devlete falan deseler de, haliyle yazılar tüm Türklere yazıyor bunları da sempatizanlara Siz yazdırıyorsunuz, diyemediğimiz için ayrıca bozuğuz. Diyar-ı Bekire gelince, daha garajda pasaport sorulunca, bizimkilerden birinin onca eğitimle bastırdığımız Türklük damarı tutmaz mı? iş koptu tabii ki.

Şimdi hal böyle iken, bizim gurubun aynı hızda geriye döndüğünü, söylemeye gerek var mı? Dönüyoruz ama hiçbirimizden çıt çıkmıyor.İlk konuşan patlayacak durumları yani. Sonraları onca eleştiri özeleştiri süreçleri falan yaşansa da ve pek belli etmesek de, sanki bir şeyler koptu gitti içimizden. Halkların kardeşliği falan sloganlarını atarken bile sanki sesimiz daha bi cılız çıkmaya başladı.Ne kadar kanımızın saf ve deli deli aktığı zamanlar olsa da, artık lider aydın taifesinden söylenenler şüphe süzgecinden geçirilmeye başlandı desem doğrudur.

Peki bunca yazıyı yazmak aklıma nerden esti kısmını da yazayımda, Siz de kurtulun bende.. Güzel AnnE’min yazısını alıntıladığı Can Dündar sevdiğimizin, doğu ve güneydoğu üstüne her yazısını okuduğumda; gençlik yıllarımda ki halkların kardeşliği sloganı atarken ki saf halim aklıma geliverir. Ayrılıkçı ırkçı örgüte bir kez kahrolsun diyemeyen kürt aydınlarının yazıp yaptıkları için mahkeme salonlarında yargılanışlarına sürekli destek verirken gördüğümde ise içim cız eder. Onca oturup, yiyip, içip söyleştiği kürt aydınlarına neden ‘lanet olsun apo ve pkk’ diyemiyor ve yazamıyorsunuz? Diye neden sormazlar ki? Sorusu ise, kafamda cevapsız takılı kalır.


Saygılarımla
Alıntı ile Cevapla
alihoca kullanıcısına teşekkür edenler
Ramo (22-03-2006), serdarkus (22-03-2006)
  #15  
Eski 22-03-2006, 10:50
AnnE - ait Avatar
AnnE AnnE bağlı değil
.
 
Üyelik Tarihi: Feb 2006
Bulunduğu Yer: Suriçi
Mesajlar/Teşekkür sayısı: 606/518
314 Mesaj ına 5526 Kere teşekkür edildi
Tanımlı Tanımlarda anlaşmadan, tartışmak anlamsızdır.

Ali Hocamla birbirimize girmek üzere ön hazırlıklarımı yaparken şu yazının da okunmasında fayda telakki ediyorum.
Hocamla aynı düşünmediğimiz gibi görünen konularla alakalı olarak şimdilik şunu söyliyeyim ki : '' Yettim Hocam ! ''

Aydın Kimdir?

Öztin Akgüç (Cumhuriyet, 01.05.2005)



Aydın sözcüğünü sık kullanırız. Bazı kişileri ''aydın'' olarak nitelendiririz. Aydınların toplu bildirilerine, açıklamalarına, yazılarımızda konuşmalarımızda yer veririz. Bu tür bildirileri anlamaya, yorumunu yapmaya çalışırız. Peki, ''aydın kimdir?'' . Aydın sıfatının genel kabul görmüş, tüm öğelerini içeren bir tanımı var mıdır? Aydın olmanın ölçütleri (kriterleri) nelerdir? Aydın konusunda tipik örnek oluşturabilecek kişiler kimler olabilir? Bu kişilere bakarak, onları örnek alarak aydın olmanın ayırt edici ölçütleri oluşturulabilir mi?

Belki vardır ama ben, eski bir deyişle ''efradını câmi ağyarını mâni'' bir aydın tanımı bilmiyorum. Ayırt edici tüm ortak özellikleri, nitelikleri içeren bu karşı yabancı öğeleri dışarıda bırakan bir aydın tanımı.. Böyle bir tanımı geliştirebilmek için bir aydında bulunması gereken nitelikler, öğeler ile bulunmaması gereken davranış biçimlerini, belirlemeye çalışayım.

* Eğitim... Ciddi ve yeterli eğitim herhalde aydın olmanın ön koşullarından biridir ama yeterli koşulu değildir. Eğitim almış, diploma sahibi hatta akademik dereceleri, unvanları olan kişilerin tümünü aydın olarak nitelendiremeyiz; bu, yanlış ve yanıltıcı olur.

* Genel kültür... Ciddi, yeterli bir eğitimin genel kültür vermesi de gerekir. Ancak ülkemizde gözlendiği gibi eğitim almak, diploma almakla genel kültür sahibi olmak çok farklı olgulardır. Genel kültür sahibi olabilmek için güncel olaylar dışında sanat etkinliklerini izlemek, felsefi akımları bilmek, ülkede ve dünyada siyasal, ekonomik, toplumsal gelişmelerle ilgilenmek gerekir. Dünya edebiyatının önde gelen eserlerinin en azından bir bölümünü okumamış, tiyatroya gitmemiş, klasik Batı ve/veya Türk müziği konserlerini sık aralıklarla izlememiş bir kişi, aydın olarak nitelendirilemez. Bu kriter, çok katı, çok seçici gibi gelebilir. Ama genel kültürü olmayan bir aydın düşünülemez. Sanat etkinliklerinin izlenmesi de gösteri, gösteriş amacıyla değil, görev olarak değil; anlayarak, zevk alınarak yapılmış olmalıdır.

* Toplumsal etkinliklere katılım... Bir aydın toplumsal etkinliklere katılmalıdır. Bu etkinlik, sanat alanında olabilir, düşünce yayma alanında, eğitim alanında olabilir, toplumsal amaçlı bir sivil toplum örgütünde görev alma biçiminde olabilir. Aydın kişinin bir şekilde toplumsal etkinliklere katılması ve katkıda bulunması gerekir...

* Sorgulama ve özeleştiri... Aydın kişinin önsel kabulleri yoktur; olayları, gelişmeleri, zaman zaman kendi davranışlarını, değer yargılarını da sorgular. Aydın özeleştiri yapabilmeli, yanlış ve eksiklerini görebilmelidir. Aydın kişi, sorgulamadan, irdelemeden görüş açıklamamalı, sorumsuz davranmamalıdır.

* Hoşgörü... Aydın kişi hoşgörü (müsamaha, tolerans) sahibi olmalıdır. Cinsiyet, ırk, ten, etnik veya sosyal köken, din, siyaset, düşünce, kanaat, ulusal bir azınlıktan olma ayrımı yapmamalıdır. Davranışları itibarıyla insancıl, hümanist olmalıdır.

* Sertliğe, zorbalığa karşı olma... Aydın kişi, barıştan yanadır; kaba güç kullanımına, zorbalığa karşıdır. Ancak barıştan yana olmak, savaşa karşı olmak, zorbalara, yayılmacı güçlere boyun eğmek şeklinde anlaşılmamalıdır. Zorbalığa karşı olmak, gerektiğinde zorbalarla savaşımı de gerektirir.

* Özverili davranma... Aydın, inançları, amaçları doğrultusunda maddi, manevi özveri gösterebilen kişidir. Aydın, hep kendi çıkarını kollayan, homo economicus bir tip değildir. Başkalarını kandırmaya çalışmaz. Şarlatanlık yapmaz. Özellikle bilgi, kültür, varlık konusunda paylaşmacıdır. Çıkar uğruna bazı çevrelerin sesyayarlılığına soyunmaz.

* Tutarlılık... Aydın kişinin açıkladığı, savunduğu düşüncelerle, davranışları ve yaşam biçimi aynıdır. Bir aydın, ele verir talkını kendi yutar salkımı anlayışında olamaz. Ortama, koşullara göre sık sık fikir, görüş değiştirmez, esen yele göre yelken açmaz. Mevlana 'nın deyişiyle olduğu gibi, göründüğü gibi davranır. Savunduğu görüşlerle çelişkili davranış, yaşama biçimi yoktur.

* Alçakgönüllülük... Alçakgönüllülük bir erdemdir, aydın olmanın da vazgeçilmez koşuludur. Aydın kişi, küçük dağları ben yarattım edası içinde olamaz; insanlara, çevreye küçümseyerek yukarıdan bakmaz, yüksekten atmaz. Hele hele bazı çevrelerin ayırtısına kapılarak, büyüklük kompleksine kapılmaz, yalakalık yapmadığı gibi, kendisine yalakalık yapılmasından da hoşlanmaz.

* Özsaygı... Aydın kişinin çevresine olduğu gibi kendisine de saygısı vardır. Özsaygısını yitirecek davranışlar içine girmez, saygınlığını, onurunu korur; bunun için gerektiğinde savaşım da verir.

Yukarıdaki erdemlere, özelliklere, niteliklere başkaları da eklenebilir. Görülüyor ki aydın olma, bu kimliği taşıma kolay olmadığı gibi, örnekleri de bol değildir. Aydın sıfatı, ağırdır, beraberinde yükümlülükler, sorumluluklar getirir. Bu nedenle aydın sıfatı kullanılırken sakıngan (ihtiyatlı) olunmalıdır. Aydın olmanın kerameti kendinden ya da yakın bir çevreden, bir klik, hizip, çıkar grubundan aktarılmış (menkul) olmamalıdır.
Alıntı ile Cevapla
AnnE kullanıcısına teşekkür edenler
alihoca (22-03-2006)
  #16  
Eski 22-03-2006, 10:58
AnnE - ait Avatar
AnnE AnnE bağlı değil
.
 
Üyelik Tarihi: Feb 2006
Bulunduğu Yer: Suriçi
Mesajlar/Teşekkür sayısı: 606/518
314 Mesaj ına 5526 Kere teşekkür edildi
Tanımlı

ATİLLA İLHAN ile yapılan bu söyleşi Cumhuriyet Gazetesinin 26 Ekim 2000 tarihli sayısından alındı;

Peki aydın kimdir, aydın olmanın kriteri ne?

Aydın, aydınlık bir tip demek. Her şeye kendi metoduyla bakabilen, kendi metoduyla değerlendirebilen demek. Bir de metodu değil, inancı olan adam var. İnançla bilinç arasındaki fark bunda. Metod sahibi aydın, bir bilinç aydınıdır. Bu bilinciyle hükmediyor, metodunu uyguluyor, bir sonuç çıkartıyor, bu sonucu herkesle tartışabiliyor. İnancı olan aydın inancının içinde hapis, inancını tartışamıyor. Zaten inanç tartışılamaz. Onun önyargıları, genel kabulleri var. Bu onaya attığı şeyleri tartışamazsın. Bir hocamız vardı. Adam Müslüman'dı. Hâlâ da çok saygı duyarım. Konuşmalarımız sırasında iş bir defasında dine intikal etmişti. Bana "Bunu seninle tartışamayız" dedi. "Niye hocam" diye sorunca "Çünkü bunun için önce inanmak lazım" dedi. O inanıyor, ama ben inanmıyorum onun düşüncelerine. Ben onun tarzında bakmıyorum meseleye.
Alıntı ile Cevapla
AnnE kullanıcısına teşekkür edenler
alihoca (22-03-2006)
  #17  
Eski 22-03-2006, 11:03
AnnE - ait Avatar
AnnE AnnE bağlı değil
.
 
Üyelik Tarihi: Feb 2006
Bulunduğu Yer: Suriçi
Mesajlar/Teşekkür sayısı: 606/518
314 Mesaj ına 5526 Kere teşekkür edildi
Tanımlı

Aşağıdaki yazı www.kongar.org sitesinden alınmış, Emre Kongar 'a aittir ;


EMRE KONGAR

2003 YILINDA TÜRKİYE'DE AYDIN OLMAK



Bir zamanlar, özellikle 1961 Anayasası'nın getirdiği özgürlük ortamı içinde, 1960'lı ve 1970'li yıllarda "Aydın kimdir?", "Aydının işlevi nedir?" gibi sorular tartışılırdı.

Sanat ve edebiyat dergileri bu konularda soruşturmalar düzenler, dosyalar yapar, ünlü yazarlarımız görüşlerini ve yorumlarını bildirirdi.

Bu dönemlerde Aydın kavramı çevresinde odaklaşan yorumlar, daha çok "sorgulama" ve "bağımsız olma" eksenlerinde ortaya çıkardı.

O dönemin görüşlerinin ortak noktalarından hareketle, 1960'lı ve 1970'li yıllar için, "Aydın, içinde yaşadığı toplumu, bağımsız bir görüş açısıyla sorgulayan kişidir" biçiminde bir tanım yapabiliriz.

Tabii buradaki "bağımsızlık" kavramı çok önemliydi.

Bu "bağımsızlık", sadece mevcut toplumsal ya da ekonomik veya siyasal iktidardan değil, aynı zamanda toplumun egemen ideolojisinden de bağımsızlık biçiminde algılanırdı.

Ayrıca "Aydının", savunduğu, ait olduğunu düşündüğü ideolojiyi ya da felsefeyi eleştirme ve yorumlama hakkının olduğuna da işaret ederdi bu "bağımsızlık" kavramı.

Bu anlamdaki "sorgulama" ve "bağımsızlık" nitelikleri o dönemin "Aydınlarına" önemli bir saygınlık kazandırmıştı.

İçlerinde Abdi İpekçi gibi gazeteci ve köşe yazarlarının, Cavit Orhan Tütengil ve Bedrettin Cömert gibi bilim insanlarının bulunduğu "Aydınlar", düşünceleriyle, önerileriyle, toplum için çok önemli olan bir "kamuoyu liderliği" işlevi yapıyorlardı.

Zaten bu yüzden 1970'li yılların terör ve cinayet ortamında genellikle, kendilerini "Demokrat" olarak niteleyen aydınlar öldürülmüştü:

Çünkü bağnazlığın, dogmatizmin, şiddetin ve terörün en dayanamadığı şey, "bağımsız akıl" ve "demokratik eleştiriydi".

Aydınların bu saygınlığı bu gücü, siyaset adamlarının ağzını sulandırırdı.

Bütün siyaset adamları aydın desteğini yanlarına almak için büyük çabalar sarf ederlerdi.

Ama "Aydının" bağımsız kimliği, bu çabaları genellikle önlerdi.

Aydınları, kendi amaçları ve çıkarları için en başarıyla kullanan siyaset adamı Turgut Özal olmuştu.

Kimi zaman bizzat kendisi, kimi zaman en yakın çalışma arkadaşı olan Adnan Kahveci, özellikle gazetelerde köşe sahibi olan "Aydınlarla" yakın ve sıcak ilişkiler kurdular; onlara gece yarıları telefonlar edip dertleştiler, kimi zaman da kendi adlarına temsil görevleri vererek devlet işlerinde yararlandılar.

Bu yozlaşma, Özal öldükten sonra da devam etti.

Şimdi zaten medyanın, toplumun bütün kesimlerini denetim altına alan egemenliği çerçevesinde "Bağımsız Aydınların" mevcut sistemin dışında seslerini duyurma olanakları pek yok.

Böylece, neredeyse, televizyon yorumculuğu ve köşe yazarlığı, günümüzdeki "Aydın" kavramıyla eş anlamlı hale geldi.

Bu yorumculara ve yazarlara baktığımızda ise çok garip bir durumla karşılaşıyoruz:

Bunların dediklerine ve yazdıklarına göre, neredeyse "iktidardan bağımsız olmak" ve "sorgulayıcı davranmak" artık bir "suç oluşturuyor".

Genellikle hem iktidara bağımlı olan hem de geniş kitlelerin anti demokratik özlemlerine dalkavukluk derecesinde ödün veren bu "Sözde Aydınlar", kendileri gibi düşünmeyenlere, neredeyse küfür edercesine hakaretler yağdırıyor, düşünceden çok duyguya, gerçeklerden çok dedikodulara dayanan söz ve yazılarla saldırıyorlar.

2003 yılı Türkiye'sinde "Gerçek Aydın" olmak neredeyse, artık olanaksız.

Üslupta küfür ve hakaret, içerikte iktidar dalkavukluğu ve geniş kitlelerin anti demokratik eğilimlerini okşamak, 2003 Türkiyesi'ndeki "Sözde Aydınların" en önemli özelliği.

Şimdi bir de bu iktidar, "Gerçek Aydınların" en önemli ortamı olan Üniversiteleri de tümüyle denetime aldı mı siz o zaman seyreyleyin seviyeyi!
Alıntı ile Cevapla
AnnE kullanıcısına teşekkür edenler
alihoca (22-03-2006), neron (22-03-2006)
  #18  
Eski 23-03-2006, 22:37
alihoca alihoca bağlı değil
.
 
Üyelik Tarihi: Feb 2006
Mesajlar/Teşekkür sayısı: 361/2464
166 Mesaj ına 2501 Kere teşekkür edildi
Tanımlı Beklerken

Güzel AnnE'm;

Alıntısını yaptığın yazar ve düşünürlere saygılı olduğumu not edeyim. Tanım ve tarifleri görünce, bizim güçük yalçının yıllar önce okuduğum beş ciltlik ''Aydın Üzerine Tezler'' adlı kitaplarını (kitap ne kelime mübareklere tuğla demek daha doğru olur.) hatırladım. Kafamı kaldırıp rafa bakınca bile canım sıkıldı ki, sorma gitsin. Araştırma sonunda elde edilmiş gıdım kadar farklı bilgi için, yüzlerce sayfa okutturan mı desem, sokuşturan mı desem? Bir taktiği vardı ki, düşününce bugün bile darallar geliyor.

Neyse,
Senden gelen başım gözüm üstünedir bilirsin.

Lakin; başlangıç için ön hazırlık mealinden alıntıları görünce, münevver, mutasavvıf, aydın diye başlayıp, entelektüel ve entelijansiya tanımlarına kadar uzanarak, sonuçta ise ''Sanat sanat içindir.'' anlayışına benzer bir noktaya gideceğiz, gibi bir kuşkuya kapılmadım desem yalan olur.



Hadi hayırlısı..
Alıntı ile Cevapla
alihoca kullanıcısına teşekkür edenler
Ramo (24-03-2006), Süvari (24-03-2006), Ömmes (23-03-2006)
  #19  
Eski 27-03-2006, 10:18
AnnE - ait Avatar
AnnE AnnE bağlı değil
.
 
Üyelik Tarihi: Feb 2006
Bulunduğu Yer: Suriçi
Mesajlar/Teşekkür sayısı: 606/518
314 Mesaj ına 5526 Kere teşekkür edildi
Tanımlı Korkuları beslemek kime yarar ?

Ülkenin üçüncü büyük Sanayi kentinde köylülüğü tercih et(tir)mek.

http://www.vatanim.com.tr/root.vatan?exec=yazardetay&sid=&Newsid=74290&Categ oryid=4&wid=108

Üzgünüm... (Necati Doğru)

Oda, "Şiir de yaş deriye benzer.... Ne tarafa çekersen o tarafa gider..." diye yazıyordu. Köylülük de yaş deriye benzer... Nereye çekersen oraya gider. Köylülüğün yaş deriye benzediğini, mutlaka o şair de biliyordu. Fakat; "Orada en güzel kadın toprak... Neredeyse doğuracak, doğuracaktı..." diyen şiirlerini köylülerin toprağa hasretinden yola çıkarak yazdığı için "bu sevimsiz yaş deri benzetmesini" köylüler için söylemeye gönlü elvermezdi.

Bir plaket yaptırdılar.
Şairin adını yazdılar.
Köy meydanına toplandılar.
Çınar ağacına çaktılar.
Büyüktü şair... Çok tanınmıştı...
Sadece büyük değildi.

Köylüden yana bir şairdi; "Onlar ki havada kuş, toprakta karınca kadar çokturlar... Cahil ve çocukturlar..." diye başlayan ve dünyanın başka hiç bir dilinde bu kadar güzeli yazılmamış; "Köylüyü, işçiyi, insanı, emeği, alın terini, vatan sevgisi ile vatan hasretini" yükseltip yücelterek destanlar kaleme almış ve köylülerle işçileri işaret ederek; "destanımızda sadece onların maceraları vardır" demiş bir şairdi.

O, onlar için destanlar yazdı.

Onlar, ona bir çınar ağacının gövdesinde bir isimlik yeri çok görmediler. Koydular ismini. Sonra yaptıklarından korkup söktüler. Duysaydı böyle yaptıklarını, kesinlikle gönüllenmez; "canınız sağ olsun..." derdi. O şair 43 yıl önce yurtdışında ölmüş, köylülerle işçilerin iktidarı demek olan komünizmi savunduğu için 'vatan haini'ilan edilmişti. Adını anmak yasaklanmış, ona sahip çıkanlar lanetlenmişti. Bu şair, Türkiye vatandaşlığından atıldığı için Moskova mezarlığına gömülmüştü. 43 yıl önce ölen bu şair, ismini köydeki çınar ağacına koymaktan korkan köylülere vasiyetini bırakmıştı.

"Yoldaşlar,
ölürsem o günden önce yani
Anadolu'da...
köy mezarlığına
gömün beni...
Ve de uyarına gelirse
Tepemde de bir çınar olursa
taş maş da istemez hani..."

Onu sevenler, bir kampanya başlattılar ve Anadolu köylerindeki çınar ağaçlarına isimini yazma inceliğini, hakbilirliliğini, yüceliğini gösterdiler. Bursa'nın Merkez köylerinden Seçköy'ün muhtarı da bir ay önce; "Nazım Hikmet bu ağacın altında yatıyor" yazılı bir pirinç plaka yaptırdı ve köy meydanındaki çınar ağacına çaktırdı.
Çok değil 30 günde...
100 yıllık şartlanma, koşullanma, kara damga, lanetleme, yattığı mezarından hortladı. "Bu plaket bu çınar ağacında çakılı durursa köyümüzün adı komüniste çıkar, müslümanlığımız elimizden gider" diye korkulara düştüler.

Köyün muhtarı... Çaktığı keserle...
Söktü şairin adını...

Oysa bu şair "Vatan Haini" damgasından arındırılıp temizlenmiş, ilkokul kitaplarına şiirleri konmuş, Moskova'daki mezan Türkiye'ye getirilip bir köyde bir çınar ağacının altına konulsun diye Türkiye Büyük Millet Meclisi'ne yasa teklifi bile verilmişti.

Köylülük...
Yaş deriye benzer...
Nereye çekersen...
Oraya gider...
Ne AB'ye girişler...
Ne DGM'lerin kalkması...
Ne düşünce hürriyeti...
Ne yurttaşlık bilinci...
Ne birey hakkı...
Ne laiklik...
Ne demokrasi...
Bu korkuyu silemezmiş.
Ben de Bursa köylülerinden bunu öğrendim. Üzgünüm...
Alıntı ile Cevapla
AnnE kullanıcısına teşekkür edenler
buena vista (27-03-2006), Mazhi (27-03-2006)
  #20  
Eski 27-03-2006, 11:07
alihoca alihoca bağlı değil
.
 
Üyelik Tarihi: Feb 2006
Mesajlar/Teşekkür sayısı: 361/2464
166 Mesaj ına 2501 Kere teşekkür edildi
Tanımlı

Ne diyeyim Güzel AnnE'm;

Köy Enstitülerini kapattıranlar utansın!
Kapattırmak isteyenlere direnemeyenler de tabii ki..

Bir gün, bir gün diye erteleyerek tembelliğimizden şu güzelim konuyu bir türlü işleyemeyen bendeniz de, utancımdan kıpkırmızı olsam yeridir..
Alıntı ile Cevapla
alihoca kullanıcısına teşekkür edenler
bikmisbroker (27-03-2006), buena vista (27-03-2006), dentist (27-03-2006), Mazhi (27-03-2006)
Cevapla


Konuyu Toplam 1 üye okuyor. (0 Kayıtlı üye ve 1 Misafir)
 
Konu Seçenekleri Bu Konuda Ara
Bu Konuda Ara:

Gelişmiş arama yap
Modları Göster

Yetkileriniz
Yeni konu açabilirsinizdeğil
Yanıt gönderebilirsiniz değil
Eklenti gönderebilirsiniz değil
Mesaj düzenleyebilirsiniz değil

Smileler Açık
[IMG] Kodları Açık
HTML-Kodları Kapalı
Gitmek istediğiniz klasörü seçiniz


Bütün Zaman Ayarları WEZ +2 olarak düzenlenmiştir. Şu Anki Saat: 16:50 .


Telif Hakları vBulletin v3.5.4 © 2000-2024, ve
Jelsoft Enterprises Ltd.'e Aittir.
Tercüme ve Tasarım : Arka & Bahce