#331
|
||||
|
||||
Mehmet Ali Emin
İnsan kendisiyle konuşur mu, konuşur.
Ama içinden, ama mırıldanarak, ama yüksek sesle... Yüksek sesle, sanki karşısında birisi varmışmış gibi konuşana da iyi gözle bakılmadığını herkes bilir; tırlatmış derler, kafayı sıyırmış derler, bunadı derler, onu derler, bunu derler, nihayetinde deli derler, delirdi derler. Kendi kendine gülene de deli derler; bebekse eğer, meleklerin güldürdüğü söylenir. Yazma eylemi de var bu işin. Oturup yazarsın, bir mektup gibi anılarını hatta kendine de mektup yazarsın ki, bir dönem bu işin PTT’de kampanyası vardı, şu kadar sene sonra yazdığın mektup sana geri gelecek şeklinde, ben de aklımdan geçirmiştim ama çok çocuksu bulduğumdan yazmamıştım. Kendi kendine “dur bakalım geliyor mu” diye değil, ciddi olarak e-posta da gönderebilirsin, yalnız şu tarihte adresime gelsin deniliyor mu, bilmiyorum. Sevgili günlük deyip, sulandırmadan günlük bile tutarsın, bi nevi olur sana kendi kendine konuşma. Ben, her insanın içinde “hadi gidelim” diyen biri ile “bok yeme, otur oturduğun yerde” diyen birinin yani en az iki farklı kişinin olduğuna neredeyse iman edenlerdenim. Bu sayı çoğaltılabilir. Uzağa gitmeye gerek yok, ben zaman zaman annemim içinde beş altı kişi olduğunu düşünüyorum. Sık sık “bir kabına koyamadım” diye söylenmeye başladığında baş edemediği içindeki bu kişilerin olduğunu düşünürüm. “Kafanın içinde kırk tilki var, kırkının da kuyruğu birbirine değmiyor” kalıp sözü de beni doğrular nitelikte. Derdim, bu durumu gıdıklamak, kaşımak değil; derdim, bu durumu yazıya yansıtmanın olabilirliğini sınamak da değil. Sınayan sınamıştır, ben bilmiyorumdur. Roman ve öykü yazanlar zaten bir açıdan içindeki kişileri dillendirmiş oluyorlar. Diyorum ki, kendi kendimle röportaj yapsam nasıl olur. Hani çanak sorular sormadan olabilir mi? Doğru cevap verebilir miyim; kendime? Doğru yanıt vermediğimde karşımdaki kişi gene ben olacağımdan, yakayı ele vermenin etkisiyle yüzümün kızarmasını hissedebilecek miyim? Oturmuşluğum hatta yakından görmüşlüğüm yok ama benzetmek için diyorum, insanın kendi kendisini yalan makinesine bağlatması gibi bir durum mu olur, acaba? Kaldı ki buna ne gerek var diye, sorulabilir. Elbette bir gereği yok, zorunluluğu hiç yok, ancak ilginç bir şeyin ortaya çıkacağını düşünüyorum. Tabii, hakikaten içtenlikli ve doğru soru ve aynı şekilde verilen karşılıklar içtenlikli olursa belki şaşırtıcı bir anlam ifade edebilir. “Çalan ben, oynayan ben” durumunun biraz ötesine giderse, yani “kendi kendine gelin güvey olmanın” azıcık dışında kalırsa yapılan iş biraz renklenir, biraz heyecan verebilir, sanki. Bilemiyorum. “Kendi kendine röportaj yapmak” sıkıcı da olabilir. Ne soracağını biliyorsun ve nasıl cevap vereceğini de biliyorsun. Haa, “okuyan bilmiyor ama” denilebilir, öncelikle sıkıcılık yazanda başlar, okuyana sirayet edebilir, bir süre sonra. Nehir söyleşi türünden bir yol, yöntem izlenebilir, bu sıkıcılığı alt edebilmek için ancak soru sormaktan ne kadar ve nereye kadar tasarruf edilebilir, onu da kestiremiyorum. Diğer türlere göre okuması ve anlaşılması göreceli olarak daha kolay olsa bile nehir söyleşilerin de insanın içini baydığı, kıydığı durumları yaşadığım için sıkıcılıktan kurtulamama durumunun kaçınılmaz olduğunu söyleyebilirim. Kaldı ki kafamdan geçirdiğim daha doğrusu henüz geçiremediğim şey nehir söyleşiye benzese de, ıı ııhh, değil. Nehir bir yerden başlar, kaynaktan doğar, derlerle çoğalır, dallanır, kollanır, çoğalır ve gider, ama ziyan olan bir sona ama mutlu, başarılı, faydalı bir sona doğru gider. Belki bir düdende kaybolur, belki hasretle ve belki de korkarak istemeyerek denizine, deryasına kavuşur; belki bir süreliğine bir barajda dinlenir. Diyeceğim o ki, başı sonu kısmen de olsa bellidir. Oysa; yer yer gök gürültülü sağanak, yer yer parçalı bulutlu, yer yer açık ve güneşli, yer yer meltem, poyraz, karayel veya yer yer bilmem neli olursa, işte öyle bir söyleşi belki sıkıcı olmaktan uzaklaşabilir, “bilir” diyorum, ihtimalli yazıyorum çünkü bilmiyorum. Bizimkiler adımın Mehmet Ali Emin olmasını istemişler. Dedemin babasının adının Mehmet Emin, babamın babasının adının Mehmet Ali olmasından dolayı. Bu üçüyle bir söyleşiye başlayabilir miyim? Kontakla çalışmayan bu arabayı “vurdurmak” lazım. Belki “ikisi” itekler, yeterli hıza erişinceye kadar sonra da “biri” ikiye takar. İlk seferde de olabilir ama olmazsa birkaç denemden sonra belki çalışır. Yorulana ve umudu tüketip pes edene kadar denenir, gene olmazsa bir çekiciyle tamircinin yolu tutulur. -Numara yok- |
Emin kullanıcısına teşekkür edenler | ||
account (17-04-2014), ar_de_ (02-05-2014), bikmisbroker (28-04-2014), buena vista (16-04-2014), Damgacı Dede (10-05-2014), Master (15-04-2014), neron (22-04-2014) |
#332
|
||||
|
||||
Ne hayde?
E de hayde! (Haydi ama!)
Ne hayde? Kendi kendimize sohbet edecektik, konuşacaktık ya! Dur, önce şu türküyü Ali Ekber Çiçek’ten bir dinleyelim, öksürüğümüz fırsat verirse bir de eşlik edelim… Gönül gel seninle muhabbet edelim Araya kimseyi alma sevdiğim Ya benim kimim var, kime yalvarayım Kaldır kalbindeki karayı gönül Dünya için gül benzini soldurma Halden bilmeyene halin bildirme Tabip olmayana yaran sardırma Azdırırsın bir gün yarayı gönül Solmazsa dünyada güzeller solmaz Bu dünya fanidir kimseye kalmaz Yalan dolan ile sofuluk olmaz Mümin olan bekler berayı gönül Derviş Ali’m öğüt verir özüne Gönül lütfeyledi geldi sözüne Azrail konarsa göğsün düzüne O zaman beklemez sırayı gönül Rahatladın mı? Ne rahatlaması iyice içim şişti. Ne konuşacaktık? Konuşmayı demiyorum, onu her daim yapıyoruz ama yazmıyoruz. Ben yazmayı kastediyorum yoksa kendi kendimize konuştuğumuzu ben de biliyorum, sen de biliyorsun, o da biliyor. Sen biraz tembelsin galiba. Babana çekmiş olabilirsin. Sahi babam tembel miydi yoksa hani “tok satıcı” der gibi dersem eğer “tok çalışan” mıydı? Anama sorarsan tembelin tekiydi, bana kalırsa da tembeldi. Babama haksızlık etmenin âlemi yok. Adamcağız ne zaman işten kaçmış? İş seçtiğini söyleyebilirsin, ağır çekim davrandığını da söyleyebilirsin ama adam çalışmayı sevmiyor, çaba göstermekten kaçınıyor diyemezsin, hele hele tembelle aynı anlama gelecek şekilde üşengeç hiç diyemezsin. Üşenen adam arkın başında avuç avuç suyu belki yirmi sefer, hatta otuz, kırk sefer yüzüne çarpar durur mu? O ayrı bir şey, evet sana kalırsa küçük su dökmek için tuvalete girmeden önce itinayla her iki paçasını katlayıp ve dakikalarca orada kalması da tembel olmadığının kanıtı. Sallar babam sallar, ta ki son damlanın gelme ihtimalinin sıfır olacağı ana kadar. Bu onun tembel olmadığını göstermez ki! Hatırlasana ayakkabı boyacılığı yaptığı zamanı! Boyacılığını ne karıştırıyorsun, şimdi? Boyacılığını karıştırmıyorum, anlatmak istediğim bir günde ne kadar az ayakkabı boyadığı! Yav bana babamın avukatlığını yaptırma şimdi. Düşünsene, boyacılık yaptığında elli yaşının üzerindeydi, bu yaştaki bir adam ve kaldırımın kıyısında veya bir dükkânın önüne atmış boya sandığını oturuyor, müşteri bekliyor, daha ne yapsın? Gelene geçene bakıyor, kimin ayakkabısını boyatacağını belki zaman içinde çözmüş, test etmiş. Bal alacağı çiçeği bilen arı kıvamına gelmiş. “Gel ayakkabını boyayayım” diye kimseye seslenmiyor, taciz etmiyor, duygu sömürüsü yapmıyor. Elini vicdanına koy, üstelik burası küçük bir kasaba, Tunceli’nin Pertek ilçesi. Kaç tane dışarlıklı adam var, kaç memuru, öğretmeni var. Kaldı ki çoğu memur cimri olur, tutumlu olur. Mesaisini terk edip gelip kaldırımda ayakkabı boyatacak değil. Geri kalanlar köylerden alışveriş veya resmi dairelerde işi olduğu için gelmiş tipler. Birçoğunun ayağında o zamanlar hiç boya gereksinimi olmayan “gara lastik,” markalı adıyla söylersek “Angara Lastiği” vardı. Durumu biraz iyi olanlarda da içi astarlı, dışı rugan gibi gözüken parlak, muhtemelen “Gıslaved” markasının okunuşundan dolayı dilimize uyarlayarak “Cizlavit lastik” dediğimiz ayakkabılar vardı. Biz ortaokula başlayana kadar ikisini de giydik. Bu arada hiç unutmam ilk kunduramı Kenan dayım almıştı, okul hediyesi olarak, neyse. Neticede babama ayakkabısını boyatacak tuzu kuru tipler yok değil, vardı ama sayıları çok azdı. Üstelik bir değil, bu küçük kasabada en az 5-6 tane rakibi olan ayakkabı boyacısı vardı. Hatta bir dönem ben de babamın rakibi oldum, oğluyla gurur mu duymuştur yoksa kıskanmış mıdır bilmiyorum ama çoğu günler onun yaptığı cironun iki üç katını yapmışımdır. Bugün bir ayakkabı kaç liraya boyatılıyor, bilmiyorum ama Pertek gibi bir yerin rayicinden yola çıkarsak tahminim o ki, kimse 1 liradan fazla vermez, ayakkabısını boyatmak için. Bazı günler hiç ayakkabı boyamadan eve geldiğini bilirim. Günde beş ayakkabı boyası on lirayı bükerdi. Eve gelirken beş altı tane ekmek aldı mı ondan iyisi yoktu. Üstelik babam o dönemler en pahalı ayakkabı boyacısıydı yani diğer boyacıların iki katı kadar para alırdı çünkü “Nuri Leflef” boya ve cilasını kullanırdı. Şişe içinde ayrıca “badem yağı” da vardı. Ayakkabı derisinin yumuşak olmasını isteyenler olursa fiyat farkını verir birkaç damla badem yağıyla işlem yaptırırlardı. Bir zamanlar kafama takılmıştı, araştırmıştım, Nuri Leflef boyaları halen var mıdır acaba? Var tabi, bugün “Penguen” markalı boyayı üreten bir İstanbul firması. Kuruluşu çok eskilere, Cumhuriyetten önceye dayanıyormuş. Sarı kapaklı teneke kutulardaki boya ve cilası hem çok güzel kokardı hem de diğer dandik cilalar gibi soğukta çatlamazdı. Yahu bırakın şimdi bu konuyu. Lafa nerden girdiniz nerelere geldiniz! Haklısın, ben sadece babamın tembel olmadığını anlatmaya çalışıyordum ama anlatamadım. Ne anlatırsan anlat, beni, babamın tembel olmadığı konusunda ikna edemezsin. Gelelim sana, biz bu sohbeti niye yapıyoruz? İçimizi dökmek için değil mi? Öyleyse nereden başlayıp nereye gideceğimizin ne önemi var? Kendi kendimizi sansürleyecek, sınırlayacak halimiz yok! Kendimizi sansürleyelim demiyorum ki! Konuyu dağıtmayalım. Komuşum konusuna! Dağılsın dağılabileceği kadar hem dağıtan biz olduğumuza göre toplayan da biz oluruz, merak etme italik! Doğru diyorsun, yaşam karşısında onun bir yanı hep eğik olmuştur. Senin de bir yanın bold ve fodul. Zırvalamaya gerek yok. Yalnız başlangıç için konu biraz sıkıcı olmuş olabilir. İyi de bir konumuz yoktu ki! İlle de bir konumuz olsaydı, mesela “kadayıf dolması” olabilirdi. Ne demek istediğini anladım, Bıkmış Ustaya gönderme de bulunuyorsun. Neyse bir sonraki yazımızda “bikmisbroker” mahlaslı abimize bir zamanlar yazmayı düşündüğümüz şeyleri yazarız. Şimdi şu tembellik ve ayakkabı boyacılığını tadında bırakalım ve de bir değişiklik yapıp yazımıza kendi resmimizi ekleyelim. İyi olur, fotoğraflarla desteklemek lazım, ne zamandır bakmadığım o resimlere ve çağrıştırdıklarına dalıp gitmek istiyor canım. |
Emin kullanıcısına teşekkür edenler | ||
ar_de_ (02-05-2014), bikmisbroker (05-05-2014), buena vista (01-05-2014), Damgacı Dede (10-05-2014), dentist (01-05-2014), detan (01-05-2014), dohol (01-05-2014), Master (01-05-2014), meraklı (15-05-2014), su (04-05-2014) |
#333
|
||||
|
||||
Sevgili Emin,
Nereye ne göndermesi yaptın anlamadım amma, bir resim (yukardaki) beni Ortaokul yıllarıma götürdü. Yukardaki resim. Ortaokuldayım ve yaz tatili. Bir adet boyacı sandığı alıp boyacılık yapayım dedim kendi kendime. O yıllardaki raiç bedeli hatırlamıyorum amma, kendi kafamdan bir hesap yapıverdiydim. Günde 10 ayakkabı boyasaydım yaz tatili boyunca köşeyi dönerdim!! Uzatmayalım, 2.ci el bir sandık buldum. Portakal sandığından bozma birşey. Evdeki Nuri Leflef siyah boyayı ve de cilayı da ödünç aldım. (!??) Gittim şehrin merkezinde bir ağaç altı arıyorum tezgahı açmak için.. Uzatmayalım, şehrin göbeğinde hangi ağaç altında yer aradıysam bulamadım. Meğer (diğer boyacı esnafı tafarından) parsellenmişmiş o ağaç altları?? Esas sahipleri geldikçe beni kışkışladılar mekanlarından. Akşama kadar ancak 1 kişinin ayakkabısını boyayabilmiştim. Akşam kös kös eve dönerken, babamdan azar işitmemek için boya sandığını evin girişindeki merdiven altına bir saklayışım ki var anlatamam!! Elimi yıkamaya gittim boyalar çıkmıyor?? Gazyağı ile (Galiba gazyağı idi) bir müddet çabalayıp uğraşıp çıkardıktan sonra sofraya oturdum. O geceyi kimseye yakalanmadan atlattıktan sonra ertesi gün o boyacı sandığını aldığım fiyatın da yarısına satıp unumu eleyip, eleğimi duvara astım. 1 Günlük boyacılık maceram da böylece bitti. Serbest piyasayı ve rekabet koşullarını görmeden birdaha ayağa kalkmamayı öğrendim. Bikmislık o yıllardan mı sirayet etti ne? (O otobüs garında yenge hanımın yaptığı ve elimize tutuşturduğun o yolculuk nevalesi ise bahse konu-“kadayıf dolması”- HA-Rİ-KA idi. Tadı halen damağımda inan bana. Kızımız da mezun oldumu?)
__________________
YATIRIM, sonu yanliş giden SPEKÜLASYONDUR EGER, zamaninda spekülasyondan cikamazsaniz MECBUREN yatirimci olursunuz..George SOROS TEKNiGE iNANMA TEKNiKSiZ KALMA. Bikmisbroker |
bikmisbroker kullanıcısına teşekkür edenler | ||
ayhan53 (06-05-2014), buena vista (06-05-2014), Damgacı Dede (10-05-2014), dentist (05-05-2014), Emin (13-11-2014), FIRTINA (07-05-2014), Master (05-05-2014), meraklı (15-05-2014), randyxd11 (08-06-2020), vernakz1 (20-06-2020) |
#334
|
||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||
|
||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||
Belli ki Emin Hocamın bereketli sofrasında, karanfil kokulu muhabbetlerine karışan ne kadayıf dolmasından ne de o sıcacık ortamdan kopamıyor :::tamam
__________________
meraklı: üzerine vazife olmayanla ilgilenen.. Herşeye burnunu sokan..."merak ediniz, öğreniniz ki yeni ufuklarda başarı sizin olsun." |
meraklı kullanıcısına teşekkür edenler | ||
#335
|
||||
|
||||
Sert süngerin metalde çıkarttığı yarı kazıma sesi, ilginç bir tını yaratıyordu. Koca konik kazan ağzından içeri sarkan adam büyük bir dikkatle silindirlerin ağzını ve içini temizledi.. Yürüyen bandı çalıştırıp süpürdükten sonra tekrar silindirlere dönüp kuruladı. Taze hazırlanmış hamur bezeleri una gömülüp sırayla yan yana ve üst üste , taki bir tepecik olacak şekilde dizildi.
Birinci usta bileklerine bandajlarını sardı. Yarı çelik borudan oklavasını elinde tartıp arkasında ısınmış olan ocağı tekrar kontrol ettikten sonra çırağın , hamur tepeciğinden alıp eliyle yuvarladığı ve makineden geçirip bir yemek tabağı boyutunda incelttiği hamurları yufka yapmak üzere hızla açmaya başladı. Yüzünde , yanlışı affetmez tarzda enteresan bir ifade ile çalışırken arka bölümden su sesi geliyordu. Arka tarafa geçtiğimde, biri kocaman bakırdan ,yarım küre bir kazan ile diğeri alüminyumdan yapılmış , bana devasa gelen büyüklükteki tencereyi su ile dolduran diğer usta vardı. Yufkaları açan usta , açtığı her yufkayı, ısınmış ocağın üzerinde yarı pişme durumunda , sürekli açtığı diğer yufkayı üzerine yatırarak alt üst yapmaya başlamıştı. Pişen ,yaklaşık 50 yufka grubu arka bölümde sularını doldurmuş usta tarafından , diğer bir yarı çelik oklavanın üzerine beygir eyeri misali yatırıp taşındı. Yanımdan geçerken yufkaların sıcağı yüzümü yaladı. Demirden yapılma üç bacaklı ufak tezgahın üzerinde önce silkeledi , sonra iki harekette yufkaları tezgaha serip tekrar alt üst yaptı. Eline aldığı her bir yufkayı, senelerin vermiş olduğu serilik ve beceri ile su dolu kazana batırıp sergen askılara yaydı. Yayma işi ilginçti.. Pişmiş ve sertleşmeye karar vermiş yufkaların derin kazanlardaki “ ıslanmak istemiyorum” inadına karşılık, o becerikli, bilmiş parmaklar, kenarlardan tutarak suyun içinde yüzdürüp çıkarıyordu. Bana , kırılgan bir hanımı tutan erkeğin incitmekten korkan tarzdaki dokunuşlarını anımsattı ; yumuşak ,tutkulu bir dans gibi…. Her bir sergen yirmibeş ıslak yufkayı kurutuyordu . Kuruyan yufkalar şimdi daha farklı bir dansı anımsatıyordu. Toplanırken , yırtılmaması için ellerin tersi ile büzüştürülüp askılardan alınan yarı nemli yufkalar, havada hafif bir kuğu gölü balerininin dönüşü gibi yarım tur atıp uzun tezgahta yerini buluyordu. Bu bir serenomi idi…
__________________
meraklı: üzerine vazife olmayanla ilgilenen.. Herşeye burnunu sokan..."merak ediniz, öğreniniz ki yeni ufuklarda başarı sizin olsun." |
#336
|
||||
|
||||
İlk İşim
Sabah ezanı okunup bitmiş, ben duymamışım zaten duymama imkân yok, kim bilir o an hangi rüyanın içindeymişim, yaz bile olsa sabahın en serin, en uyunası saatinde annemin yorganımı açıp, omuz başımı kavrayıp bir yandan silkelerken diğer yandan arka arkaya "Memet! Ula Memet" diye seslenmesiyle uykumun piç olduğu kesindi ve eğer rüya görüyordumsa o rüyamın da piç olduğu kesindi.
Çocuklukta yaşansa da, aradan şu kadar sene geçse de bazı olaylar, yaşanmışlıklar nasıl oluyorsa oluyor ve beyne zamk gibi yapışıp kalıyor; ayan beyan daha dünmüş gibi hatırlanıyor ve bu hatırladıklarımın çoğuna şaşıyorum, eften püften, ipe sapa gelmez şeyler gibi geliyor bana. Mesela o uyandırılışım esnasını tabak gibi hatırlıyorum; ev zifiri karanlıktı. Zaten tek göz evde iki tane pencere vardı. Biri göt kadar ve duvarın yukarısında, pencere demeye şahit ister, gözetleme deliği dense yeridir ama o zaman gözetleme deliği demeyi bilmediğim için pencere mi, pencere deyip geçiyormuşum dur, herhalde. Üstelik doğuya baksa neyse, belki güneş doğduğunda içeriye ışık alır, bu kuzey batıya bakardı. Güneş Doğudan doğar oysa güneşin özlemindeydi evimiz. Ayrıca bu pencereden dışarıya bakmaya babam dâhil kimsenin boyu yetmezdi, ben de makatın üzerine yığılı döşek ve yorganların üzerine çıktığımda ancak dışarıyı görebiliyordum. Hadi bu pencereyi geçtim, yüksekte ve küçük ya diğerine ne demeli? Sağ olsun annem üç dört tane çiçek yerleştirmiş, bizim "nazlı kız" dediğimiz "camgüzeli", "küpeli" dediğimiz "küpe çiçeği", "sardunya" ve "karanfil" dediğimiz gene "karanfil" ama enfes kokulu, küçük merdivene benzer şekilde yapılıp toprağına saplanmış tahta çıtaya sarmaş dolaş olmuş bir mini karanfil saksısı her daim pencerede. Peki, bu nasıl pencere ki bu kadar çiçeği içine alıyor? Bizim ev gibi kerpiçten yapılmışsa olur! Kerpici bilen bilir, gören görmüştür, bilmeyen ve görmeyenlerin de herhangi bir bilgi eksikliği olacağını düşünmemekle birlikte ortaya konuşacak olursam; ben kerpicin, (küçükken değil, epeyce büyüdükten sonra) tuğlanın atası olduğunu düşünmüşümdür. Bu yapı malzemesi genel olarak killi toprağa, killi toprak bulunmuyorsa olduğu kadarıyla deyip var olan toprağa buğday sapının boğumlarını oluşturan yani "kes" denilen iri samanı katarak, biraz da şerbeti olsun diyerek at, eşek, inek öküz gibi hayvanların mayısı eklenerek yapılan çamur harcın kerpicin kurutulacağı alana koyulan tahta kalıba dökülüp, sıkıştırıldıktan ve üzerini de malayla düzledikten sonra usturuplu bir biçimde tahta kalıbın kaldırılmasının ardından varsa bir pürüz gene malayla son dokunuşları yapılıp, yağmurun yağma ihtimalinin en düşük olduğu günlerde, güneşte kurumaya bırakılmasıyla olur. Garip bir cümle oldu ama kerpiç dökme işi de uzun iş olduğundan kısaca bir cümleyle anlatımı anca bu kadar ve böyle oluyor. Ben bu kerpiç dökme işini ezemin kocası Vahap eniştem ve komşumuz İrfan Gakko’nun döktüğü kerpiçten biliyorum. Çok pis bir iş gibi gözükmemekle birlikte eziyetli bir işti. Güç, kuvvet, toprak, şu, bu bir yana esas olarak ustalık gerektirdiğini, Vahap enişteme ve İrfan Gakko’ya yardım ettiğim zaman anlamıştım. Vahap eniştem neyse de, İrfan Gakko kerpiçten iki katlı, oldukça geniş ve bol odalı bir ev yapmıştı. İki kerpiç arasına soktuğu uzun çividen aşağıya sarkıttığı şakulü sık sık kontrol eden tahta iskeledeki duvarcı ustası bağırırdı, aşağıdan yukarıya karpuz atar gibi kerpiç atan adama: “Ver bir kuzu! Bir kuzu daha ver! Ver bir anaç!” Kerpiç kalıbında da dört göz vardı; büyüğüne "anaç", küçük göze ise "kuzu" diyorlardı. Elime mezura alıp ölçmüşlüğüm de yok, merak etmişliğim de yok ama göz kararı şöyle söyleyebilirim; anaç kerpiç otuza otuz civarında kare gibi, kuzu ise otuza on beşlik dikdörtgen kılığında, tabi kalınlıkları da aynı on, on iki santim kadar bir şeydi. Eğer bizim evin duvarı bir anaç ve bir kuzudan yapılmışsa, duvarın dışı, evin içi ve kerpiç aralarındaki sıva çamurunu da hesaba katarsak duvarın kalınlığı yarım metreyi geçmemesi gerekir hele hele tek bir anaçtan yapılmışsa o zaman da kırk santimden fazla olmaz. Sen şimdi bu duvarın dışına yüksekliği en fazla bir, genişliği ise elli-altmış santimi geçmeyen tek parça ve ağaçtan bir pervazı bile olmayan camı bir şekilde gömerek yerleştirsen o camın önünde raf gibi bir alanın olur mu, olur. İşte o boşluğu da iki kiloluk vita yağı tenekelerine diktiğin çiçekleri korsan, o ev aydınlık olur mu? Olmaz. Çünkü çiçekler içeri giremeye kalkan ışığı fotosentez yapmak için yapraklarından geleni dallarına bırakmadan emip iç ediyorlar, bize ise saniyede üç yüz bin kilometre hızla yaprakların arasından kaçabilenler gelebiliyordu ki az hasta olalım. Dolayısıyla dışarıdaki sabahın bu alaca karanlığı evin içinde zifiri karanlık olarak görünmesinde bir tuhaflık yoktu, tuhaf olan sanki sabah namazı için camiye gitmem gerekiyormuş gibi annemin "Ula olum kalğ haa! Ezan okundu!" diyerek omuz başımdan umudunu kesip, bu kez kolumu hiç bırakmayacakmışçasına sıkıp sarsmasıydı. Heyecan yapmış garibim, ne de olsa oğlu artık bir meslek sahibi olacak ve bugün yüzünün akıyla işine başlayacak, eve para getirecek. Uyku sersemi de olsam neticede uyanmış ve yataktan çıkmıştım, bacım ise yataktaydı, ben yataktan çıkınca yeri de genişlemişti, o an için "keşke ben de küçük olsaydım ya da kız olsaydım" diye düşünmüş olabilirim diye şimdi düşünüyorum. Pijamam var mıydı, yoksa üstle başla mı yatmıştım, onları hatırlamıyorum. Dün, sabahtan akşama kadar dağ taş dolaşmış helak olmuştum. Uykum benden iyice aralanınca annemin sözlerinin de yardımıyla yapacağım işi hatırlamıştım. Evet bu benim ilk işim ve dediklerine göre kolumda altın bileziğim olacaktı. Bu bilezik benzetmesini ilk o zaman duymuş, benzetme olduğunu bilmediğim için annemin "Olum fena mı olur, işi eyice öğrenirsen kolunda altın bileziğin olur" dediğin de "Ben nedecem bileziği, kız mıyım ben" gibisinden tepki vermiş, bu tepkim üzerine de tane tane anlatılmıştı, ortada bilezik milezik olmadığını, lafın gidişinin öyle olduğunu. Esasında dün akşam ezanı okunduğunda işimi tebliğ etmişlerdi, bana. Ben de kerhen tebellüğ etmiştim. Şimdi de, bu sabah ezanından sonra işe gidiyordum işte, annemin elime tutuşturduğu eşkili ekmeğin, bi nevi bazlama gibi bir şeydi, mayalı hamurdan yapıldığından ve ş ile k yer değiştirdiğinden adı eşkili ekmekti, bunun üzerine sürülen azıcık yağ ve bol çökelikle birlikte evden çıkmıştım. Evimizin otuz metre kadar ilerisindeki ğarğta (arkta-arıkta) yüzümü yıkamadan önce Fatma bibinin bahçe duvarının taşlarına işedim. Fatma bibi, dedemin anaları ayrı babaları aynı olan bacısıydı yani annemin üvey halası. İşeğimin taşlardan sızıp ğarğtaki suya karışmaması için özenle sağa sola sallandırdım. Kim bilir kaç kez suya işeme demişlerdi, tüm büyükler. Suya işeyenin anasının memesinde yara çıkar, diyorlardı. Ne kadar küçük olsam da öyle bir şey olmayacağını o zamanlar bile idrak ediyordum ama o kadar çok duymuştum ki bu lafı, sırf onları mahcup etmek istemediğim için hakikaten sadece o gün değil hiç bir zaman suya işemedim, sonraları denizde yüzerken ki kaçamakları saymazsam. Ekmeğimi suyun kanarındaki sal taşa koyup, avuç avuç yüzüme su çarptım. İnşallah sülük mülük yoktur temennisiyle avucuma aldığım son suyu da içip, yola koyuldum. O günün dününde yani bir gün önce de erken kaldırılmıştım ama bu sabahki gibi en erken değildi. İyisi mi ben, bir gün öncesinden başlayayım anlatmaya. -Bu da numarasız- |
Emin kullanıcısına teşekkür edenler | ||
ar_de_ (17-11-2014), ayhan53 (05-02-2016), bikmisbroker (17-01-2015), buena vista (17-11-2014), dentist (05-03-2016), glendago18 (21-07-2020), Master (18-11-2014), PINAR (09-12-2014) |
#337
|
||||
|
||||
merakta bırakan uzun bir aradan sonra bence numaralandırmayı hak eden bir yazı girişi bu Emin
|
#338
|
|||||||||||||||||||||||
|
|||||||||||||||||||||||
Değerli ar_de; Yazdıklarımı çok sıkı takip edenlerden birisi olduğunu biliyorum. İlgin için yürekten teşekkür ediyorum ve kısa da olsa yazılara başlamadan önce sana yanıt vermek istedim. En son yazdığım 13 Kasım 2014’ün üzerinden 438 gün geçmiş. Bu uzun aranın sebebi birden fazla. Biraz hastalığım, biraz ailemin hastalıkları, biraz seradaki işlerim, biraz çalıştığım işyerindeki yoğunluğum ve birazın taa öteki ucunda bulunan miktar kadar da yaşam sevincimin zedelenmesi nedeniyle yazamadım. Peki, şimdi ne oldu da yazmaya karar verdim? Yukarıda mazeretlerimi sıraladıklarımdan hangisi değişti? Hiçbiri. Eksilmedi, arttı. Yazma işi de ayrı bir sıkıntı ama varsın diğer sıkıntıların içine bu iş de sıkışsın. Yaşama coşkuyla tutunmanın çok uzağında olsam da, şimdilerde bir başka tutunma kulpu bulmuş gibiyim ve bu tutunmanın adını da rahatsız ediciliğine rağmen “dayak arsızından” yola çıkarak “yaşam arsızı” koydum. |
#339
|
||||
|
||||
sevgili Emin yaşam arsızı tabirine bayıldım . hep söylediğim gibi : hepimizin yaşamının içinden parçalar var yazılarında . bu güzel yazılara ara vereli bir yıldan uzun bir süre olmuş .
şahane bir geri dönüş yaptın teşekkürler |
ar_de_ kullanıcısına teşekkür edenler | ||
buena vista (28-01-2016), dentist (05-03-2016), detan (28-01-2016), Emin (27-01-2016), glendago18 (21-07-2020), Master (25-01-2016) |
#340
|
|||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||
|
|||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||
Eyvah!
Diye yazıma başlamıştım. Yıl 2007 idi. Günlerden bugünkü gibi gene Çarşamba. Tam tarihi 6 Haziran 2007. Üç bin yüz elli yedi gün önce. Şimdi de “Eyvah!” diye başlıyorum.
Bir şeyler olmalı diye iç geçirmiştim. Olmadı! Bu gidişle de olmayacak!
Artık dağdan indik. Bağda vuruyor, vuruşuyoruz.
Eyvah! Öldürüldük yine!
Öldürdük yine!
Kimimiz Kürtlere devlet kuracağız diye ölüme gittik… Kimimiz Vatanı koruyacağız: Evlilik programları devam etsin… Flaş TV’nin oyun havalarına ağıt sızıp yayınına helal gelmesin… Radyo Seymen’in kaşığı kırılmasın… O Ses Türkiye’ler, Survivor’lar, TRT’ler, CNN’ler sabunlu yıkamalarına devam etsin… Üç beş bin kişinin seyrettiği Halk TV’ler, Ulusal’lar tencere, tava, hortum, rozet, kitap, hortum satıp ayakta durmaya çalışsın… KY’ler hisse alsın, bankalar komisyon almanın envaiçeşit yolunu bulsun… Ben çiçek dikeyim, Bulgan Tarım karanfil ihraç etsin… Sen ilaç, öbürü gübre satsın… Adalet Saraylarımız Atalet Sarayı olmayı sürdürsün… Hayat devam etsin… Kısacası hamamın aynı, tasın aynı hatta senelerdir içimizi dışımızı tahriş ederek keseleyen “tellak”ın da aynen yaşam arsızlığına devam etmesi için ölümüne göreve gittik… Allahım aklım sana emanet! Hayır, hayır sana da güvenmiyorum ey Tanrım! Diyecek laf, yazacak kelime bulamıyorum, hepsi kaçtılar, hepsi saklandılar, korkaklar.
|
Konuyu Toplam 2 üye okuyor. (0 Kayıtlı üye ve 2 Misafir) | |
Konu Seçenekleri | Bu Konuda Ara |
Modları Göster | |
|
|