Strict Standards: Declaration of vB_Database_MySQLi::db_connect() should be compatible with vB_Database::db_connect($servername, $port, $username, $password, $usepconnect) in /home/arkabahc/public_html/forum/includes/class_core.php on line 1095

Strict Standards: Declaration of vB_Database_MySQLi::select_db_wrapper() should be compatible with vB_Database::select_db_wrapper($database = '', $link = NULL) in /home/arkabahc/public_html/forum/includes/class_core.php on line 1095

Deprecated: Non-static method vB_Shutdown::init() should not be called statically, assuming $this from incompatible context in /home/arkabahc/public_html/forum/includes/class_core.php on line 2294
Ser'den, Sera'dan. - Sayfa 25 - Arka BahÇe Forumu
Arka BahÇe Forumu  

Geri Dön   Arka BahÇe Forumu > Bahçıvanlar > Sera
Kullanıcı ismi
Şifreniz
Kayıt ol SSS Üye Listesi Takvim Arama Bugünkü Mesajlar Bütün Forumları okunmuş kabul et


Konu Bilgileri
Konu Başlığı
Ser'den, Sera'dan.
Konudaki Cevap Sayısı
387
Şuan Bu Konuyu Görüntüleyenler
 
Görüntülenme Sayısı
206869

Cevapla
 
Konu Seçenekleri Bu Konuda Ara Modları Göster
  #241  
Eski 30-06-2009, 05:07
Emin - ait Avatar
Emin Emin bağlı değil
.
 
Üyelik Tarihi: Mar 2006
Bulunduğu Yer: Antalya
Mesajlar/Teşekkür sayısı: 305/762
198 Mesaj ına 2281 Kere teşekkür edildi
Tanımlı Bu Gidişle

Boktan geçen gecenin sabahı farklı mı olacaktı?

Güneş daha doğmadan balkonda kahvaltı niyetine bir şeyler yiyip, evden ayrıldım.

Yol boyunca genel hatlarıyla düşünüyordum: Seranın içi şimdi göl olmuştur, akşama kadar yağmurlamaya devam ettirirsem, hatta gerekirse yarın sabaha kadar bu iş devam edersem, anasını sattığımın toprağında ne kimyasal tuzlar kalır ne de ilaç kalıntıları…

Ancak geçen gün seraya gelir gelmez nasıl sukutuhayale uğradıysam bugün de öyle oldum.

Fıskiyelerin çalışmıyordu.

İlk işim elektrik panosuna bakmak oldu, elektrikler mi kesikti acaba?

Panodaki lambalar yanıyordu ama.

Hemen yan tarafta ineğini sağan yan komşumuz Mevlit'in eşi Fatoş Hanıma “günaydın” yerine geçecek şekilde sordum:

"Ne zaman kapandı fıskiyeler, elektrik mi gitti?"

O da: “Sana da günaydın” dercesine "Yok, gitmedi. Akşamdan beri çalışmıyor" dedi.

Kapalı kapıyı kendi anahtarımla açtım. Tıkırtıya halam doğruldu; bu kez uyku sersemi olan halama: “günaydın hala” dercesine "Sondajı kim kapattı hala?" dedim.

"Ben kapattım" dedi.

Güya bir ses duymuş ve yatmadan önce basmış düğmeye.

Ne diyeceğimi bilemedim, sustum. Sadece içimde birikmiş ve sıkışmış havayı burnumdan saldım.

Halam kaldığı yerden uykusuna devam ederken ben sondajı çalıştırdım. Seranın etrafında sigara içerek bir yandan yanak naylonları inik seraya kafayı sokup bakıyor, diğer taraftan dün aldığım haberi ve o konuda ne “yapabilirimi” düşünüyordum.

Fıskiye uçlarından birkaçının düştüğünü, bazılarının nazlı veya düzensiz çalıştığını görünce iyice huzursuzlaştım.

Bir süre sonra ana boruya ek yaptığım yerin hortumu fırladı, her taraf tazyikli su içinde kaldı, koştura koştura sondaj motorunu susturmaya gittim. Tam bir saat vanalarla, boru anahtarlarıyla uğraşıp durdum. Neyse, küresel bir vana takarak bu işi hallettim.

Hazır sondajı durdurmuşken gözüme ilişen diğer sakatlıkları da düzelteyim dedim ama sandığımdan da fazla aksilikle uğraşmaya başladım.

Gün hızla öğlene dönüyordu, sıcak bir gün olacağı belliydi.

Halamın sabahtan demlediği çayı ısıtıp ısıtıp içmekten içim havalandı, ağzım paslanıp, buruştu.

Ağzımın pası ile midemin bulantısını gidersin diye, tabağın birinde yığılı duran ve nemlenmiş olduğunu bile bile gözüme kestirdiğim iki tane bisküviyi yedim.

Yeniden çalıştırdım sondajı. Fıskiyelerden seranın dışına taşan su, kapının önünü çamur etmeye başlamıştı, zaman zaman uçan damlalar yüzüme çarpıyor, serinliyordum.

Serinliyordum ama dün geceki haberin yakıcılığını aklımdan uzaklaştıramıyordum.
Bu konuda ne yapacağımı bilmiyor, bilemediğim için durup durup içerliyordum.

Bir ara Mevlit yanıma geldi ve gübreyi seraya taşımaya karar verdiğini söyledi.

Musa Amca’nın etrafı kalabalıktı, seslenip çay içmeye çağırdı beni.

Utanma pazarı yanına gittim ama çayını içmedim.

Dün kırılmıştım, tavrına. Anlamıştı duruşumdan.

Etrafındaki kişilerle lafın lafı açtığı konuşmalara karıştırılmaya başlandım. “Hoca” diye anılan biri beni yokluyor, hangi partiye oy vereceğimi anlamaya çalışıyordu. Sonra doğrudan AKP'nin gidişatını, yaptığı şeyleri nasıl bulduğumu sordu ve soracağına da sanırım pişman oldu.

Bugün kızgınlığım üzerimde olduğundan olsa gerek, açtım ağzımı yumdum gözümü, her konu geçişinde Hoca’ya "yalan mı" diye sorular sorarak dilimin ucuna gelenlerden sıraladım.

Musa amca da şaşırmıştı bu gerginliğime, susup dinlemede kaldı.

Hoca'dan hiç beklemediğim yanıtlar gelmeye başlayınca ne yalan söyleyeyim bu kez de ben çok şaşırdım.

Hiç inandırıcılığı olmayan bir tonda: "Haklısın, ne desen doğru ama benim gitmem lazım, bacanağın oraya gideceğiz, ağzına sağlık, kusura bakma. Çok teşekkür ederim dobra dobra konuştuğun için" deyip tüydü.

Musa Amca da “Adamı kaçırttın” demeye başladı. Bir iki dakika sonra da ben ayrıldım.

Seranın yan perdelerinin bazı kısımlarını kaldırıp 130 adet çalışan fıskiyenin durumlarına baktım.

Yağmurluğumu giyip, elime aldığım bir demirle seraya girdim. Birkaç yere bu demiri sokarak ıslaklığın ne kadar derine işlediğini anlamaya çalıştım.

“İyi, bu gidişle 24 saat sonra yani yarın akşama kadar bu işi halletmiş olurum” diye nihayet bir olumlu düşünce içime yerleşmeye başlamıştı.

Fakat seranın yola yakın kısmı suyu çok göllemişti, bunu engellemek için başlardan iki sıra yani 10 tane fıskiyeyi çıkardım, çıkardığım yerlerin deliklerini İsrail’den ithal edilen bir tıkaçla körelttim.

Yağmurluk da kâr etmedi, her yanım battı.

Seradan çıkarken yenisiyle değiştirdiğim ana borudan fıskiyelere giden hortumun 20'lik erkek kaplinin gevşemiş olduğunu gördüm, hay görmez olaydım dedimse de iyi ki görmüşüm yoksa çok kısa bir süre sonra yerinden çıkacak ve o tünele ait tüm fıskiyeler devre dışı kalmış olacaktı.

Ya ben çok güçlü, kuvvetliymişim ya da bu namussuz kâğıttan kaplinmiş.

Daha alet malet kullanmadan elimle biraz sıkayım derken “çıt” dedi, kırıldı. O küçük delikten öyle basınçlı su fışkırmaya başladı ki çizmelerimin içi bile su doldu. Sondajı tekrar kapatmak zorunda kaldım.

Yarım saat kadar depoda, o keşmekeş ortamda yedek kaplin aradım, bulunca bir tane deli gibi sevindim. Yerine takarken bu da kırılacak diye aklım çıktı. Bu akşamın dar vaktinde işin yoksa git hırdavatçılardan malzeme ara...

Sanki görünmez bir el ben yaptıkça ardımdan dolaşıp bir başka yerden muzırlık çıkarıyordu.

Ekleme yaptığım hortumlardan biri de yerinden çıkmaz mı! “Ulan seni de yapacam ama Allah vere bir bokluk daha çıka! Hepinizi söküp atmazsam namussuzum” diye hortumu, fıskiyeyi, kaplini, vanayı şunu, bunu hepsini adamdan sayıp konuşmaya başladığımı duyunca akıl sağlığımı sağaltmak için önce kendime sonra da bunları yapan firmalara verdim, veriştirdim.

Hava da kararacağı kadar kararmıştı, eve doğru yola çıkmadan önce halama sıkı sıkı tembih ettim, “Ne olursa olsun, hiçbir şeyi elleme” dedim.

Gün boyunca sanki az yıkanmışım gibi yeniden banyoya girdim ama yağmurlama hissini vermesin diye duşu açmadım; kovaya doldurduğum suyu hamam tasıyla döktüm, başımdan aşağıya.

-Kırk dokuz-
Alıntı ile Cevapla
Emin kullanıcısına teşekkür edenler
account (01-07-2009), alihoca (02-07-2009), AnnE (01-07-2009), ar_de_ (30-06-2009), hazan (07-07-2009), Master (30-06-2009), meraklı (30-06-2009), neron (30-06-2009)
  #242  
Eski 02-07-2009, 04:51
Emin - ait Avatar
Emin Emin bağlı değil
.
 
Üyelik Tarihi: Mar 2006
Bulunduğu Yer: Antalya
Mesajlar/Teşekkür sayısı: 305/762
198 Mesaj ına 2281 Kere teşekkür edildi
Tanımlı Söylesem…

Son zamanlarda içimdeki konuşmalarım çoğaldı.

“Kendimle daha fazla baş başa kaldığımdan olsa gerek” diyeceğim ama tam oturmayacak.

“Sessizliğin sesi” gibi ironik cümlelerin içine sinmeye çalışarak tetkiklerimi, tanı ve teşhisimi ortaya saçmaya kalksam diyorum ama daha bu cümleyi yazarken bile içimin kabarıp köpürdüğünü duyumsayıp tırsıyorum.

“Sinsiliğin sesi” diyerek gündemdeki konuların kendi gündemime nasıl sızdığını, bu sızıntının yüreğimdeki duvarı nasıl yosunlandırdığını ve o yosunun saldığı berbat kokuyu nasıl da iğrenerek soluduğumu söylesem…

İçimde oluşmaya başlayan öncü titreşimlerin çatırdayarak gümbürdemesine neden olanları, uzun farlara yakalanmış aç, zavallı ve postu değersiz bir tilki kaskatılığıyla nasıl apışıp kaldığımı söylesem…

Kendi efkârıyla dönen dünyada bir beden küçülmüş olarak var olduğumu ancak her an bu küçülmüş varlığımın da bir daha ses vermez hale geleceğine kendimi çok zorlanmadan ikna ederken bulduğumu söylesem…

Bu ikna işinin ardından bazen yaşanmış günlere, bazen de yaşanmışmış gibi olan bulanık günlerin gölüne, tıpkı Keban’ın tarlaları yutan kıyılarında bir yandan götü ıslatmadan balık tutmaya çabalarken, ileride, suyun epeyce ilerisinde, bir ağaluç (Ak alıç) köküne takılmış oltanın çengeline bir seferde erişmek ve tumanı da kuru tutmak için daltaşak olup, suyu ürkütüp, bulandırmadan, usul usul yürürken, gözler sonuna kadar açık olacak şekilde daldığımı söylesem…

Basiretimin bağlandığı anlara kadar bu duygunun -duyumsama da diyebilirim- beni güreştirdiğini ve dediğim gibi basiretim bağlanınca da tuş olmanın bel ağrısıyla yattığım yerden “ört ki ölem” diye mırıldanırken, kendime suçüstü yapıp, kulağımdan tutup, kaldırıp ve okkalı bir şamarın ardından azarladığımı söylesem…

Yalana alışık dillerin, bugün için yüzünü görmeye tahammül edemediklerinin yarın, ne olur ne olmaz, enselerine bile muhtaç olabilme olasılığı karşısında içinde kemik olmayan bu mübarek organlarını konuşma dışında acaba başka hangi işi yapmada kullanacaklarını, bir işime yaramayacağı, yüreğimi soğutmayacağını bile bile çok merak ettiğimi söylesem…

Sırtımı yere getiren bu düşünceleri yazmayı ve çok sonraları dönüp okumayı istediğimi söylesem…

En iyisi hiçbir şey söylememek.

Ama şimdi radyoda çalan şu türkünün nakaratını söylemesem dilim şişer:

Neçe nağme goşum
Neçe dillenim
Dost gedip özüme gelebilmirem
Ele bir ellerim yoh olup menim
Gözümün yaşını silebilmirem


-50-
Alıntı ile Cevapla
Emin kullanıcısına teşekkür edenler
account (02-07-2009), alihoca (02-07-2009), AnnE (02-07-2009), ar_de_ (02-07-2009), hazan (07-07-2009), Master (02-07-2009), meraklı (02-07-2009), neron (02-07-2009)
  #243  
Eski 02-07-2009, 08:36
AnnE - ait Avatar
AnnE AnnE bağlı değil
.
 
Üyelik Tarihi: Feb 2006
Bulunduğu Yer: Suriçi
Mesajlar/Teşekkür sayısı: 606/518
314 Mesaj ına 5526 Kere teşekkür edildi
Tanımlı

Yukardaki '' sessizligin sinsi sesi '' hakkındaki mutallalarım saklı kalmak üzre, ilgili türkünün orijinali asagıdadır. Her ne kadar Turkiye'den yutub'a girmek dolambaclı ise de...

http://www.youtube.com/watch?v=i5gpW...eature=related
Alıntı ile Cevapla
AnnE kullanıcısına teşekkür edenler
alihoca (02-07-2009), ar_de_ (02-07-2009), Emin (07-07-2009), hazan (07-07-2009), Master (02-07-2009), meraklı (03-07-2009), neron (03-07-2009)
  #244  
Eski 07-07-2009, 01:36
Emin - ait Avatar
Emin Emin bağlı değil
.
 
Üyelik Tarihi: Mar 2006
Bulunduğu Yer: Antalya
Mesajlar/Teşekkür sayısı: 305/762
198 Mesaj ına 2281 Kere teşekkür edildi
Tanımlı Merhaba

Kızım okuldan dönmüştü, içinde bir sıkıntı olmalıydı çünkü yüzü ekşimişti.

Kurcalayınca, yazılı sınavının pek hoş geçmediğini anladım.

Yazılı sorularının birinde istiare (iğretileme), mecaz-ı mürsel, teşhis (kişileştirme), intak (konuşturma), tezat, mübalağa (abartma) ve hüsn-i talil gibi söz sanatları sorulmuş.

“Çiğdem derki ben elâyım
Yiğit başına belayım

Şair yukarıdaki dizelerde hangi söz sanatını kullanmıştır, açıklayınız?”

Bizimkisi ‘mübalağa’ teşhisini koymuş ve kendince açıklamış. Bu sorudan hiç not alamamış; üzgündü.

Baktım çok sıkkın: “Sıkma canını, ‘abartama’ bu kadar” dedim.

Fazla uzatmadık, yemekten sonra herkes kendi odasına dolayısıyla kendi dünyasına çekildi, konu uyutuldu.

**

Ankara’da ‘Oran Şehri’ ya da “Oran Semti” denilen yerde, TRT yerleşkesinin yanında, satılan Milletvekili Lojmanlarının karşısındaki ormanlık alan…

Ormanlık alan dedim ama ‘koru’ demek daha doğru olur, belki doğrusu da budur.

Bu semtin adının “Ormanlık-Ankara= Or-An” ya da “Orta Anadolu=Or-An” olarak konulmuş diyorlar, hangisi doğrudur, bilmiyorum, çok da umurumda değil zaten nereden türetildiği; öylesine aklıma geldiği için yazıverdim sadece.

Gene aklıma geldi, ölümünden sonra eşinin, Bülent Ecevit için bu ormanlık veya koruluk alan içinde bir anıt mezar yaptırmayı düşündüğünü, gazetelerden okumuştum, unutuldu gitti zahir.

Bir zamanlar; zaman zaman yürürdüm bu ormanlık alan içinde, özellikle bademler çiçek açtığı zaman daha da hoşlanırdım.

Herkes sever ilkbaharı ama ben ilkbahardan bir gömlek üstün olarak sonbaharı da severim.

Bu korunun kapıları var ama önünde taze portakal suyu sıkılıp satılan kapılardan girenlerin sayısı, tel örgülerin arasından girenlerden daha azdır.

Şimdi nasıldır bilmiyorum ancak o zamanlar yola yakın kısımlarındaki çam ağaçları, egzozlardan çıkan gazlarla hastalanmış; daha içeride kalanlarsa gürbüzdü.

Eymir Gölüne bakan yamaçlarda ise daha çok çelimsiz badem ağaçları vardı.

Bu yeşilliğin içine dalındıktan bir süre sonra araba sesleri kısılır, yerini tabiatın sesi alır.

Özellikle hafta sonu yürüyen, koşan, bisiklete binen, ateş yakmadan piknik yapan, ağaçlar altında uyuyan, konuşan, birbirlerine sarılan epeyce kişiyi görürdüm.

Bir “arkadaş ötesi” kişiyle, bir zamanlar hiç değilse haftada bir iki kez TRT tarafındaki tel örgülerin arasından girer, epeyce yürür, aklımıza ne gelirse konuşur, tartışırdık.

En çok Eymir veya Mogan adı verilen göllere, bu göllerin görünen kıvrımlarına ve göl kıyısında ODTÜ’ne ait olan binalarına bakar, başımızı biraz kaldırdığımızda da Çevre Yolu denilen yeni yapılmış, tek tük araca hizmet veren, sol tarafı Mamak yakınlarından geçen Samsun-Konya yolunu ve onun da üzerine baktığımızda boz bulanık dağları izlerdik, sık sık yaktığımız sigara dumanlarının arkasından.

Bazen yanımızda birkaç tane teneke kutuda bira götürür, yamaçta bir badem ağacına yaslanır, sevişen veya kapışan kuşların çığlığı ile yudumlar, ettiğimiz sohbetin içeriğine bağlı olarak ya gerilir ya da mayışırdık.

Nadiren tek başıma gidip, bir başıma mayışıp, yalnız başıma yalnızlığımı çoğalttığım da olurdu.

**

Çoğalmak için gitmemişim.

İçim çoğulmuş, o gün.

Hangi gün?

Ne gününü biliyorum, ne yılını.

İmrahor Vadisine doğru dura kalka, döne dura, çömele otura gidiyorum.

Gidiyorum deyişim lafın gelişi.

Sanki birileri çekerken beni, öbürleri arkadan itekliyor...

Tekerleniyor, tökezliyor, yuvarlanıyorum adeta.

Havada bulut çok ama duman yok ancak ben beş metre uzağımdan duyulacak şekilde “Havada bulut yok, bu ne dumandır” diye türkü söylüyorum, üstelik bulutlara bakarak.

Tertemiz mavilik içindeki bu bulutlar da benim gibi gidiyorlar; çoğalıyorlar, kopa parçalana ayrılıyorlar daha büyük bütünlüklerden.

Güneşin önüne bazen pembe tül, bazen bordo kalın perde oluyorlar.

Ayak sesleri duyunca susuyorum...

Hem ağzımla hem de başımla: “Merhaba” diyorum, yanımdan geçen; durgun yüzlü, temiz tıraşlı, üst dudağının sınırlarını ihlal etmeyen bıyıklara sahip bu dopdolu bakışlı adama.

Almıyor selamımı.

Yok sayıyor beni.

“Nelli” diyerek, arada bir nereye imza işemesi yapacağını şaşıran köpeğine sesleniyor.

Neden köpeğine bu ismi koymuş acaba?

Niye duymadı beni, sağır mı?

Arkalarından, inadına ve biraz da yalvarırcasına yeniden “merhaba” diye bağırıyorum ama nafile...

Onların yerine bana, İncesu Deresi yanık yanık ve yankılı bir merhametle “Merhaba” diyor.

-LI-
Alıntı ile Cevapla
Emin kullanıcısına teşekkür edenler
account (07-07-2009), alihoca (13-07-2009), ar_de_ (08-07-2009), dentist (07-07-2009), hazan (07-07-2009), LAZIO (07-07-2009), Master (07-07-2009), meraklı (07-07-2009), neron (07-07-2009)
  #245  
Eski 10-07-2009, 14:20
Emin - ait Avatar
Emin Emin bağlı değil
.
 
Üyelik Tarihi: Mar 2006
Bulunduğu Yer: Antalya
Mesajlar/Teşekkür sayısı: 305/762
198 Mesaj ına 2281 Kere teşekkür edildi
Tanımlı Benim Adım Dertli Dolap

Dudak kaslarımla tuttuğum sigaranın ucunu sağ elimdeki filtresi yanmak üzere olanla kızartıp, körüklüyorum.

Görünmez bir el, avucuyla tepemden bastırınca lök gibi çöküyorum olduğum yere, gözlerim ise yanımdan selamsız sabahsız geçen köpekli adamda.

Uzaklaşmış sayılmazlar.

Onlar da dura kalka, döne dura, çömele otura gitmeye başladılar.

Hatta adam o kadar çok aranıyor ki, etrafında dönüyor, bana bakıyor gibi oluyor.

Bana doğru baktığı zamanlarda hemen elimi havaya kaldırarak merhabamı iletmeye çalışıyorum ama o gene görmezden geliyor.

Beni tutanlar, yerime mıhlayanlar, çökertenler her kimdiyseler pes ettiler.

Hafiflendim.

Bu hafiflikle, gözden kaybettiklerimin peşlerine düşesim geldi.

Bir deve gibi ileri geri yaylanıp birkaç hamlede ancak doğrulabildim.

Koşmaya başladım.

Yanlarındaydım.

Selamımı yineledim. İstifini bozmadı.

Beni göremedikleri hissine kapıldım, bir süre donup kaldığım yerden bu ihtimali düşündüm.

Kanaat getirdim, evet, inanamıyordum ama olan da buydu: beni ne görüyor, ne duyuyor ne de hissediyorlardı.

Saçma geliyordu bu düşünce.

Böyle bir şey olur mu hiç?

Böyle şeyler olsa olsa ‘hayal kurgu’ filmlerde olur.

Ben öteden beri hayaletli, mayaletli, cinli minli, ruhlu, şeylere karşı ilgisizimdir. Hocaya, muskaya, yatıra, büyüye hatta hipnoza bile aklım ermez.

İlginçlik bununla kalsa gene iyi: onlar nasıl beni görüp duymuyorlarsa tam aksine ben Nelli’nin değil ama bu durgun yüzlü, temiz tıraşlı, üst dudağının sınırlarını ihlal etmeyen bıyıklı, dopdolu bakışlı adamın içinden konuştuklarını duyuyordum.

İlk duyduğum şey “Zavallı hayvan” sözü oldu.

O sırada böğürtlen dallarının içlerinde güreşen serçelere doğru, çıt çıkarmadan pusuya yattığı yerden seğirten iti için diyordu: “Zavallı hayvan! Bu bahar gezisine sevinmekte haklı; bütün kış kapalı kaldı.

Vallaha doğru söylüyorum, iki gözüm önüme aksın yalanım varsa, okuyordum içini.

Kaldım yanlarında, ne yaptılarsa izledim, ne düşündüyse okudum.

İncesu Deresi'nin içinden, yani dere kenarından yürüdüler, ben de yürüdüm.

Dere eskisi gibi, bildiği gibi akıyor” dedi; hem kendi içine hem de dere içine.

Fazla değil, birkaç cümlelik düşüncesini duymuş olmak bile bana yetti.

Aklımı kaçıracak gibiydim.

Rüyada olmayı uyanınca bu azaptan kurtulmayı istedim ama sonra “Hiç insan rüyadayken ‘inşallah bu bir rüyadır’ diye düşünür mü?” dedim, kendi kendime.

Bir taşın üstüne oturdum, hoşnut olmadım, kalçamda et olmadığından kemiğim ağrıdı, kendi kendime “boşuna dememişler taşa, başa, yaşa oturma diye” söylenerek kalktım.

Biraz ileride, bir adamın sığacağı kadar gölgesi bile olan bir kayaya yöneldim. Bu kez de “aha işte sana bir kaya, git nereni dayarsan daya” sözü kaçtı ağzımdan.

Kayanın gölgesine değil, adamın beni göremeyeceği tarafına geçtim, yanımı dayadım ama niye saklandığıma şaştım, zaten ne adam, ne de iti beni görmüyordu ki.

Canım çektiği için değil, öylesine bir sigara daha yaktım; adamın az önceki iç konuşmasını düşündüm.

Demek ki daha önceden de gelmiş buralara!

Tekrar yanlarına gidip gitmemeye karar veremiyordum.

Yüz bin eli, yüz bin gözü ve yüz bin yüreği olmasına rağmen, polislerin bile fark edemediği Gülhane Parkında bir ceviz ağacı olan Nazım Hikmet geldi aklıma.

Görünmez olmak ile fark edilmemek arasındaki şeyleri sıralamak geçti içimden lakin deneyecek mecalim yoktu.

Hele görünmezlik şöyle dursun, ne kötü bir şey dedim önce, bir başkasının düşüncesini duymak, okumak.

İzin verdiğim, süzekten geçirdiklerimin dışında ne bilinsin isterim, ne duyulsun; benim düşüncelerimin.

Ne iyi bir şey dedim sonra, herkes herkesin düşüncesini okuyabilse, duyabilse.

Yalan dediğimiz şey hiç olmazdı. Yoksa o zaman başka bir şeye mi yalan derdik?

Bütün endişemi, korkumu ve merakımı yanıma alıp yeniden adamın yanına yürüdüm.

Dere kenarındaki ağaçlara bakıyordu.

Birden bana doğru döndü.

Artık beni görüyormuş hissine kapıldım, nefesimi bile salmamak üzere kıpırdamamaya gayret gösterdim. Bir değişiklik olmayınca hohh diye boşattım, içimde kirlettiğim havayı.

Düşüncelerini o kadar düzgün bir şekilde okuyordum ki, adeta “Al bunları yaz” diye gözümün önüne seriyordu:

Alıntı:
“Bu ince derenin üstünü kısa, güdük bahardan sonra yeşil yaprak örtüsü ile sımsıkı örten söğütler, iğdeler, kavaklar, badem, alıç, meşe, ayva ve dişbudaklar, bunlara tırmanan böğürtlen ve yabangülleri çırılçıplak.”
Bu düşünüşü üzerine saydığı ağaçlara baktım; ayvayı gördüm, ardından bademi.

Bademe bakarken acaba acı mı, tatlı mı diye düşündüm, çiçeğinden tanırdım acı olup olmadığını ama henüz çiçeklenmemişti.

Söğütleri gördüm, iğdeleri de gördüm, meşe ile dişbudağı da gördüm.

Alıç ağacını görmek için epeyce uğraştım.

Pertek’te güzün topladığım, çekirdeklerinin arasından geçirdiğim ince bir iğne ile ipe dizdiğim portakal veya greyfurt rengindeki etli ağaluça takılmıştı aklım. Onu göremedim ama kırmızı alıç ağacını gördüm.

Buralarda da ağaluç olduğunu biliyorum, hatta Balgat Pazarında çocuk satıcıların boyunlarına bir kolye gibi takılmış bu ağaluçları çok kereler görmüştüm.

Nelli havlamasa alıçlara takılı aklım, kim bilir daha neler çağrıştıracak, neler izlettirecekti bana.

Bazen peşi sıra, bazen yan yana yürüdüm bu hikmetli adamla.

Hayret, şimdiye kadar birkaç kez bu derelerde dolaşmış olsam da, hiç görmediğim dolabı karşımda gördüm.

Durdum, hikmetli adam da durdu ancak dolap çok önceden durmuştu.

Artık ne suyu aşağıdan alıp, dönüp yüksekten dökecek hali vardı, ne de yalap yalap akan suları.

Çalap onun inleme dönemini çoktan bitirmişti.

-Elli iki-
Alıntı ile Cevapla
Emin kullanıcısına teşekkür edenler
account (13-07-2009), alihoca (13-07-2009), ar_de_ (12-07-2009), buena vista (12-07-2009), dentist (10-07-2009), LAZIO (14-07-2009), Master (11-07-2009), meraklı (14-07-2009), neron (13-07-2009)
  #246  
Eski 13-07-2009, 19:56
alihoca alihoca bağlı değil
.
 
Üyelik Tarihi: Feb 2006
Mesajlar/Teşekkür sayısı: 361/2464
166 Mesaj ına 2501 Kere teşekkür edildi
Tanımlı

Alıntı:
Emin´isimli üyeden Alıntı
Boktan geçen gecenin sabahı farklı mı olacaktı?

Güneş daha doğmadan balkonda kahvaltı niyetine bir şeyler yiyip, evden ayrıldım.

Yol boyunca genel hatlarıyla düşünüyordum: Seranın içi şimdi göl olmuştur, akşama kadar yağmurlamaya devam ettirirsem, hatta gerekirse yarın sabaha kadar bu iş devam edersem, anasını sattığımın toprağında ne kimyasal tuzlar kalır ne de ilaç kalıntıları…

Ancak geçen gün seraya gelir gelmez nasıl sukutuhayale uğradıysam bugün de öyle oldum.

Fıskiyelerin çalışmıyordu.

İlk işim elektrik panosuna bakmak oldu, elektrikler mi kesikti acaba?

Panodaki lambalar yanıyordu ama.

Hemen yan tarafta ineğini sağan yan komşumuz Mevlit'in eşi Fatoş Hanıma “günaydın” yerine geçecek şekilde sordum:

"Ne zaman kapandı fıskiyeler, elektrik mi gitti?"

O da: “Sana da günaydın” dercesine "Yok, gitmedi. Akşamdan beri çalışmıyor" dedi.

Kapalı kapıyı kendi anahtarımla açtım. Tıkırtıya halam doğruldu; bu kez uyku sersemi olan halama: “günaydın hala” dercesine "Sondajı kim kapattı hala?" dedim.

"Ben kapattım" dedi.

Güya bir ses duymuş ve yatmadan önce basmış düğmeye.

Ne diyeceğimi bilemedim, sustum. Sadece içimde birikmiş ve sıkışmış havayı burnumdan saldım.
Güzel Adamım;

Yani ne diyeyim sana?

Şu kısmı kaç kez okuduğumu, kaç kez 'Helal Olsun!, 'Büyüksün!' dediğimi biliyor musun?

"Ben kapattım" diyen garip halacığına susabilen erdemin karşısında; benzer durumlarda sevdiklerine din iman bi mintan sövüp, yeri göğü yıkacak şekilde böğüren, kendimi düşününce nasıl utandım biliyor musun?


O güzel yüreğinin önünde saygı ile eğilirken, sunduğun güzelliklerin Sana misli ile dönmesini diliyorum..
Alıntı ile Cevapla
alihoca kullanıcısına teşekkür edenler
account (13-07-2009), ar_de_ (28-07-2009), bikmisbroker (25-09-2009), buena vista (14-07-2009), dentist (14-07-2009), Emin (20-07-2009), LAZIO (14-07-2009), Master (14-07-2009), meraklı (15-07-2009), Ramo (13-07-2009), serdarkus (25-07-2009), su (22-07-2009)
  #247  
Eski 20-07-2009, 17:12
Emin - ait Avatar
Emin Emin bağlı değil
.
 
Üyelik Tarihi: Mar 2006
Bulunduğu Yer: Antalya
Mesajlar/Teşekkür sayısı: 305/762
198 Mesaj ına 2281 Kere teşekkür edildi
Tanımlı Oku(t)ma Parçası

İnleme dönemi çoktan bitmiş, viran olmuş bu değirmenden sızan kesif bir ekmek kokusu dolmaya başlıyor burnuma.

Hikmetli adam çömeldiği yerden bir şeye sesleniyor. Bu seslenişini içinden yapmıyor doğrudan ve sevinçli bir biçimde, yüksek sesle “Hoş geldiniz” diyor. O yüzden bu sözünü duymamda olağanüstü bir durum yok. Ardından “Geç kaldınız” diyor.

Bu adamın sesi dışında “Gecikiyorsun kalk artık” diyor, tanıdık bir ses.

Köpek bir yandan havlıyor, adam çömeldiği yerden konuşuyor, işin içine bizim hanımın sesi de girince işin içinde bir başka iş olduğunu anlıyorum.

Bu İncesu Deresinin doğal ortamına kapı sesleri, sifon gürültüsü ve tekrar eşimin sesi girince sersemce uyanıyorum.

Rüyaymış!

Ne rüyaymış be!

Yüzümü yıkamaya banyoya giriyorum, halen Nelli ve hikmetli adamla birlikte İncesu Deresindeyim sanki.

Evin içini bayat ekmekle yapılmış, tereyağlı ve kaşarlı tostun kokusu doldurmuş.

Kızım, karım ve ben kahvaltı sofrasındayız. Bana torpil geçmişler, tabağımdaki yarım ekmekten biraz büyük tostu iki yetim doyuran bardakla zor bitiriyorum.

Bugün hafta sonu, okul yok. Kahvaltı süresince kızım televizyonda pop müzik yayını yapan kanalları izliyor, bir eli bardakta, diğer eli de kumanda da; kimse alıp kanalı değiştirmesin diye.

Masadan kalkıp diğer odadaki kitapların bulunduğu odaya gidiyorum. Epeyce uğraştıktan sonra elimde bir kitapla salona dönüyorum. Kumandayı anasına kaptırmış kızıma ilgili sayfanın arasına parmağımı soktuğum kitabı veriyorum.

Eşimin elinden de kumandayı zorla değil rica minnetle, sözde 5 dakikalığına alıyorum.

Televizyonu kapatıp, “Hadi kızım, yüksek sesle oku, annenle ben dinliyoruz” diyorum.

İkisi de anlam veremiyorlar bu yaptığıma ama zaman zaman delirdiğimi bildikleri için fazla ikilemeden dediğimi yapıyorlar.

Arada sırada “Vurgulu oku, noktaya virgüle saygı göster, acele etme” gibi saplamalarım eşliğinde yüksek sesle ve gönülsüzce okumaya başlıyor, kızım.

Alıntı:
Bu kış pek uzun süren karlı, donlu ve yorucu haftalardan biri daha geçti. Bütün kış, bir kerecik olsun, şehirden çıkmak, kırlara açılmak nasip olmadı.

Bugün Mart’ın ikinci, fakat birinci ılık ve aydınlık pazarı.

Ot kutusunu, cep çapasını aldım. İncesu yolunu tuttum. Peşime Nelli de takıldı. Fakat Nelli işin farkında. Haftanın günlerini bile sayan, pazarları benimle ava gitmek için Cumartesi günleri kimseye danışmadan enstitüden kaçarak kendi başına Yenişehir’e eve gelen Nelli bilmez mi hiç? Zeki gözleriyle: "Bu olsa olsa, şöyle bir pazar gezintisi olacak. Bizim efendinin omuzunda tüfeği yok. Bu mevsimlerde sık sık yapılan ot gezintilerinden biri galiba" diyor gibi. Ama yine sevinçli. Koşuyor, zıplıyor, dönüyor, geliyor, omuzuma sıçrıyor, taşları, ağaçları kokluyor. Çalıların içinde cümbüş yapan serçelere ferma ediyor, kovalıyor. Zavallı hayvan! Bu bahar gezisine sevinmekte haklı; bütün kış kapalı kaldı.

Fidanlığı geçtim, İncesu Deresi'ne girdim. Dere eskisi gibi, bildiği gibi akıyor. Bu ince derenin üstünü kısa, güdük bahardan sonra yeşil yaprak örtüsü ile sımsıkı örten söğütler, iğdeler, kavaklar, badem, alıç, meşe, ayva ve dişbudaklar, bunlara tırmanan böğürtlen ve yabangülleri çırılçıplak.

Bunlara bakarak derenin yanı başındaki patikadan ilerliyorum. Islak toprak içinde bütün kış yatan, şişen ve çatlayan milyonlarca tohum ve çim gibi bunlar da tomurcuklarına dolan nusgun yakıcı sıkıştırmasından sabırsızlıkla güneşin yükselmesini, ışığının ısınmasını bekliyorlar. Yakında hepsi patlayacak; bu derenin iki yanı, bu bahçeler, bu yamaçlar hayat ve renkle dolacak. Adım başı ya iğdelerin veya kekiklerin, yavşanların, adaçaylarının havaya saldıkları koku bulutlarının içinden geçeceğim. Küçük dönemeci dönüyor, munis hali her yıl daha çok hoşuma giden değirmene geliyorum. Dolabına bakıyor ve bu dolaba dünya durdukça bir daha durmamak, göçmemek ve çürümemek üzere can veren adamı, Yunus'u hatırlıyorum.

Artık İncesu'nun güney yamacına tırmanıyor, eski dostları aramaya başlıyorum. Daha otuz, kırk metre yükselmeden boz andezit blokunun önünde çapraşık kuru dallarıyla kaderine küskün gibi görünen bodur bademin dibinde ki yeşil yosunların arasından beyaz taçlarıyla gülümseyen ilk çiğdemi, akçiğdemi görüyorum.

Akçiğdemi görüyorum dedikten sonra kızım okumasını durdurup bana bakıyor: “Anladım” dedikten sonra yüzüne yansıyan zoraki okuma gerginliği gülümsemesiyle dağılıyor. Ben hiç istifimi bozmadan “Devam et kızım” diyorum.
Alıntı:
Yaklaşıyorum: Bir yıllık hasretten sonra bu kavuşmaya seviniyor ve "Hoş geldin" diyorum.

— Geç kaldınız, diye söze başlıyorum, geçen yıllar şubat içinde, hatta ikinci kanunda açar, baharın yaklaştığını müjdelerdiniz. Bu yıl niye böyle geç?
— Ne yapalım? Kar çok yattı. Bunun o kadar zararı yoktu ama, don çözülmedi. Biz de başımızı kaldırmaya cesaret edemedik.
— Hakkınız var. Bu kış böyle oldu. Ötekiler de geldi mi?
— Geldi zannederim. Fakat git bak, ara! Bugün hangimizle konuşmak istiyorsun?
— Ankaralı ile.
— Ya... Öyle mi? Demek, gelecek bahara artık.
— Güle güle...

Biraz ilerliyor ve yamaçta yükseliyorum. İşte yine bir akçiğdem. Bir daha, bir daha...

Az solda ve yukarda, sarı çakılların arasından mor bir leke parıldıyor. O tarafa yöneliyorum, çıkıyorum. İşte bir mor çiğdem! Onunla da selamlaşıyor, kısa bir sohbetten sonra vedalaşıyorum. Bu taşlı ve çakıllı yamaca sahiden bahar gelmiş. Efemerlerden bazıları çıkmış, nerede ise açacaklar. Sığır dilinin taze pamuk gibi tüylü yaprakları toprağın üstüne sanki bir rozet gibi yayılmış. Bakalım, daha neler var. Oo!..

“Ama ben ne bileyim baba? Ben çiğdemi kız ismi olarak biliyordum. Amma da havalı kızmış, diye düşündüm, o yüzden abartmayı işaretledim…” gibisinden savunma cümleleri kurarken kızım, annesi de “İyi işte, öğrendin. Emin, kumandayı verir misin?” diyor.

Gözlerimi ağartarak “Sık dişini, bir iki sayfası kaldı. Hadi devam et kızım” diyorum.

-53-
Alıntı ile Cevapla
Emin kullanıcısına teşekkür edenler
alihoca (23-07-2009), ar_de_ (28-07-2009), buena vista (20-07-2009), Master (20-07-2009), meraklı (21-07-2009), serdarkus (25-07-2009), su (22-07-2009)
  #248  
Eski 27-07-2009, 16:39
Emin - ait Avatar
Emin Emin bağlı değil
.
 
Üyelik Tarihi: Mar 2006
Bulunduğu Yer: Antalya
Mesajlar/Teşekkür sayısı: 305/762
198 Mesaj ına 2281 Kere teşekkür edildi
Tanımlı Tekzip Değil Ama Ona Benzer Bir Şey

Kadirşinas Ali Hocam,
(İç ses: Yoksa Küfürşinas Ali Hocam mı, deseydim.)

Kalabalık cümlelerin içine sıkıştırdığım şeylerin fark edilmesi çok hoşuma gidiyor ama böyle abartılı sözlerle karşılaşınca şaşırıyorum.

Gerçekten şaşırıyorum…

Hocam sen de biliyorsun, bazen susmak bile küfür sayılmaz mı...

Bak şimdi…

Yazımda: “Ne diyeceğimi bilemedim, sustum. Sadece içimde birikmiş ve sıkışmış havayı burnumdan saldım” demiştim ya…

İşte sen bu ifademe yazında bilmem kaç kez “helal olsun, büyüksün” demişsin…

Bu cümlenin meali şöyle: “O an için hangi küfrü edeceğimi şaşırdım, hem etsem n’olacaktı, ne değişecekti sanki, karşımda yaşını başını almış, beş doğurduğundan da payına düşenleri yüreğinde toplamış bu garip kadına küfretsem elime ne geçecekti… Bu düşüncelerime rağmen gene de küfürden beter bir biçimde yüzümü ekşitip, burnumdan tıslayarak öyle bir hava çıkarttım ki, o kadar olur…”

Sevgili hocam gözünün çapağını sileyim, abartma beni, ben de edna bir kulum. O günü hatırlayınca utanıyorum, üzülüyorum ama ne gelir elden oldu bitti; geldi geçti.

Hani diyorsun ya: “… benzer durumlarda sevdiklerine din iman bi mintan sövüp, yeri göğü yıkacak şekilde böğüren, kendimi düşününce nasıl utandım biliyor musun?”

Utanıp utanmamana bir şey diyemem ama kim bilir, belki de en doğrusunu sen yapmışsındır; hem kendini rahatlatmışsındır, hem de ettiğin sözler kimseye batmamış, kimseyi acıtıp, incitmemiştir.

Bazen deriz ya: “Filan adam anama sövse zoruma gitmez lakin feşmekan adam ‘merhaba’ dese; sanki gözümün önünde anama tecavüz ediliyormuş gibi gelir.”

Ah keşke, dediğin gibi yüreğim ve yüreklerimiz güzel olsa…

Sanırım olmayacak, gerçekleşmeyecek dileklerden biri de budur...
Alıntı ile Cevapla
Emin kullanıcısına teşekkür edenler
alihoca (27-07-2009), AnnE (28-07-2009), ar_de_ (28-07-2009), bikmisbroker (25-09-2009), dentist (27-07-2009), meraklı (28-07-2009), serdarkus (21-08-2009)
  #249  
Eski 27-07-2009, 16:47
Emin - ait Avatar
Emin Emin bağlı değil
.
 
Üyelik Tarihi: Mar 2006
Bulunduğu Yer: Antalya
Mesajlar/Teşekkür sayısı: 305/762
198 Mesaj ına 2281 Kere teşekkür edildi
Tanımlı Ankara Çiğdemi

Gerçekten bir iki sayfa mı kalmış diye kitabın sayfalarını çevirmeye başlıyor. Birkaç sayfa çevirip sonunu bulamayınca:
“Baba, gerisini sonra okusam?” diye yalvarışlı bir sesle yüzüme bakıyor.
Ben daha ona cevap vermeden eşim bana lafı yetiştiriyor:

“Emin sen de uzattın ama! Tamam, anladık Çiğdem çiçekmiş! Bırak kızı dersine çalışsın. Kumandayı verir misin!”

O kısacık sürede, yüzümde, gözümde, kaşlarımda ne gibi büzülmeler, gerilmeler oldu bilmiyorum ama içimden kumandayı kırayım mı yoksa fırlatayım mı; küsüp evden mi çıkayım, küfürlere bulanmış sert sözler mi edeyim, yoksa yavşakça ve yılışarak rica mı edeyim diye çoktan seçmeli değil anında seçmeli seçeneklerimin arasında dolaşırken, sanırım biçimsiz bir şey olmasın, yediğimiz tost burnumuzdan gelmesin diye kızım yüksek sesle okumasına başlıyor.

Alıntı:
İşte bir sarı çiğdem. Acep Ankaralı mı? Hayır, bu Creocus saturianus. Ankaralı'ya çok benzer, ama bunu ondan ancak alışkın gözler ayırt edebilir.

Onun da halini, hatırını soruyorum ve Ankaralı'yı aramaya devam ediyorum. Daha pek çok çiğdem görüyorum: Menekşe, sarı, beyaz, mor çiğdemler...

Koleksiyonuma koymak için birkaç tanesini küçük çapamla çıkarıp kutuya atıyorum. Nihayet parlak koyu sarı çiçeklerini güneşe karşı çevirmiş olan Ankara çiğdemini buluyorum. İnce, yeşil bir kurdeleye benzeyen yapraklarını çakılların üzerine yaymış; memnun, mesrur...

Hemen yanı başına çömeliyor, hoşbeşe başlıyorum:

- Bu yamaçlarda bir buçuk saatten beri seni arıyorum. Sizinkilerin hepsiyle görüştüm. Seninle konuşacağım şeyler pek çok. Bana hikayeni anlatır mısın?

- Buyurun, bir cıgara yakın, biraz dinlenin de rahat rahat konuşalım.

- Senin adına botanik dilinde Crocus ancyrensis diyorlar. Latince Ankara'nın adı Ancyra'dır. Soyadın ancyrensis yani" Ankaralı" demek olduğuna göre, senin adın "Ankara çiğdemi"dir. Sana bu adı kim verdi? Ankara'dan başka yerlerde yetişmez misin?

- Benim adım, soyadı kanunundan eskidir. Biz Ankara'nın eski yerlisiyiz. Daha eski Ankara kurulmadan, hatta buralara ademoğulları bile ayak basmadan biz bu yamaçlara, Etlik'e, Keçiören'e, Hüseyingazi'ye, Teke Dağı 'na, Çal Dağı 'na, Çankaya sırtlarına yerleştik. Oldum olası buralıyız. Fakat yalnız Ankara'ya yerleşip kalmadık; bütün Anadolu'ya yayıldık. İstanbul'a kadar gidenlerimiz bile var. Yüz yıl kadar önce Herbert adlı bir İngiliz, şimdi üzerinde evler biten şu karşı ki Kocatepe sırtlarında bizlerden birkaç baş topladı. İngiltere'ye götürdü ve bizi Spofforth'da yetiştirdi. O, bizi Kırım Yarımadası'nda yetişen ve bize çok benzeyen Crocus angustijfoius sanıyordu. Fakat bizim cinse çok merak sardıran Herbert'in hemşerisi G. Mav, hısım akrabamızı dünyanın dört tarafından toplattı. Ona o zamanlar İngiltere'nin Ankara konsolosluğuna vekalet eden Bayan Gavan Gatheral buradan, Sivas'taki Amerikan misyoneri rahip A. W. Hubbard’da oradan bizim soğanlarımızdan gönderdi. Bir başkasından Bayan Danford'un 1876'da bizi Maraş'taki Ahır Dağı'nda ve Kayseri'deki Erciyes Dağı'nda gördüğünü işitti. Bayan Baker ona Londra yakınındaki Kew Krallık Müzesi'nde Lady Liston'un İstanbul civarından topladığı bitkiler arasında bizim de bulunduğumuzu haber verdi. G.Mav, bunları vuruşturduktan sonra seksen kadar akraba türden mürekkep olan cinsimizin güzel bir monografisini yaptı. Bizim Kırım çiğdemiyle bir olmadığımızı anlayan ilk botanikçi o oldu. Bize Crocus ancyrensis adını veren de odur. Hülasa bizi burada tanıyan yoktu, ama ünümüz önce İngiltere'de, daha sonra da Fransa'da yayılmıştı. Çünkü Bay P.E. Botta da buradan Paris' e bizim soğanlarımızdan götürmüş ve bizi Paris Nebatlar Bahçesi'nde yetiştirmişti. İşte o zamandan beri ben bütün dünyada Ankara çiğdemi diye anılırım. Hem biz kişizade bir ailedeniz. Safran da bizim cinstendir. Bilir misin, bir zamanlar ticareti ne kadar rağbette idi? 15. yüzyılda bizim safrana hile katanların cezası idamdı.
Hatta 1449'da Almanya'da safrana başka şeyler katarak satan Friedenkern adlı bir vurguncu safranı ile beraber cayır cayır yakıldı.

- Peki, adını sanını, soyunu sopunu öğrendim. Siz buralara nereden ve ne zaman geldiniz?

- Geçmişi bırakalım. Demin dedim ya, biz buralara göçeli çok oldu. Dünyanın büyük bir kısmım kaplayan buzlar erir erimez biz buralara yerleştik.
Hatta o zamanlardan kalma alışkanlıkla sıcaktan pek hoşlanmam. Onun için kışın sonunda, baharın önünde açarım.

- O halde baharın, güzel, sıcak günlerini de görmezsin.

- Öyle. Benim dünya yüzündeki ömrüm pek kısadır. Şu birkaç gün içinde bütün hacetlerimi görmek, elimi kıvrak tutmak zorundayım. Önümde çetin bir yaz var; kurak ve sıcak. Onu ve bütün kışı hep toprak altında geçiririm. Şimdi bir yandan gelecek yıl sürecek, gelişecek olan cücüğümü yaratmakla, bir yandan da şu hoşlandığınız çiçeklerimin içinde sessiz, tantanasız geçecek olan düğüne hazırlanmakla meşgulüm.

- Düğün mü dedin? Bu ilgimi çekti. Fakat önce şu gelecek yıl açacağını söylediğin cücüğünü görmek isterim.

- Küçük çapanla beni zedelemeden toprağı biraz kaz da bak.

Toprağı azıcık kazınca, üst üste, alttaki daha büyük, üstteki daha küçük, iki yumrucuk görünüyordu. İkisinin de üstü kat kat, açık kahverengi, dantela gibi oymalı, işlemeli örtülerle sımsıkı örtülüydü. Ben sormadan o anlatmaya başladı:

- Bu alttaki büyücek, içi boş soğan geçen yıldan kalma; üstteki küçük, bu yılınki. Bu küçük soğanın içinde küçücük bir cücüğüm var. Bu minnacık cücükte, şimdi bende bana ait ne görüyorsan hepsinin küçük bir taslağı var. Bu cücük, gelecek yıl sürecek, büyüyüp gelişecek, yapraklanacak, çiçeklenecek. Gelecek baharın yaklaştığını sana o müjdeleyecek. Fakat gelecek bahara kadar koca bir yıl var. Onun bir yıllık yiyeceğini içeceğini şimdiden hemen hazırlamak ve bunları bu cücüğü saran yumrucuğun içine doldurmak lazım. Onun için sana elimi kıvrak tutmak zorundayım, diyordum. Şu incecik yaprakların içindeki minnacık yeşil klorofil tanelerinin içinde cücüğümü besleyecek olan maddelerin hepsi, un, şeker, yağ, yumurta akı, her şey hazırlanacak. Sonra bunlar yapraklardan bu küçük yumrucuğa akacak, orada depo edilecek ve depo edildikçe de bu yumrucuk büyüyecek.

- Sözünü kestim. Bu küçük klorofil tanecikleri birer fabrika mı ki bunların içinde türlü maddeler yapılabiliyor? Biz insanlar, bu maddelerden birini bile yapmak için koca koca fabrikalar kurmak zorunda kalıyoruz. Bu fabrikaların işleyeceği hammaddeleri ele geçirmek için de birbirimize giriyoruz. Sonra bu fabrikaları çalıştırmak için enerji kaynakları da lazım.

- Evet, sizin o dev gibi koca fabrikalarınızda yaptığınız şeyleri ben gözle görülemeyecek kadar küçük, mikroskobik klorofil tanelerinin içinde yaparım. Hammadde için de kimseye takazam olmaz. Çünkü benim işlediğim hammadde havanın, evet, şu teneffüs ettiğim havanın "karbondioksitidir"; enerji kaynağım da güneş. Kimsenin sahiplenemeyeceği, herkesin, bütün canlı varlıkların hepsinin dilediği kadar faydalanabileceği hava ve güneş.

- Peki su! Yazın bu yamaçlar çok kurak olur. Toprak takır takır kurur. Cücüğün susamaz mı hiç?

- Oo... Ben bunu düşüneli ve çaresini bulalı sayısız yıl geçti. Halbuki siz... Sizler, kıt yıllarda darlık çekmemek için, içine buğday doldurduğunuz siloları yapalı kaç yıl oldu? Yazın bu dereler kuruduğu, kuyuların suları çekildiği zaman susuz kalmamak için Çubuk Deresi'nin önüne baraj yapalı kaç yıl geçti? Şimdi toprak, ıslak ve cömerttir. Ondan gerektiği kadar da su alır, bu suyu da yumrucuğun içine doldururum. O benim hem erzak ambarım hem de su sarnıcımdır. İçine doldurduğum suyun sızmaması, uçmaması için de yumrucuğumu suyu sızdırmayan, sıcak soğuğu geçirmeyen mantar örtülerle kat kat, sımsıkı örterim. İçi lezzetli maddeler ve su ile dolu olan yumrucuğumu bu örtüler yazın kuru toprakta acıkan ve susayan aç gözlü böceklerden de korur, ama sizlerden koruyamaz. Ah şu sizlerden çektiğim! Ben yumrucuğumun içine doldurduğum şeyleri sizler için değil, cücüğüm için, sizin tabirinizle söyleyeyim, çocuğum için hazırlıyorum.

Beni demet demet topluyorlar, yumrularımı yiyorlar, çiçeklerimi atıyorlar. Böyle giderse yakında bu yamaçlarda köküme kibrit suyu dökülecek. Sonra pek tuhaf olacak. Sizler değilse de çocuklarınız beni, Ankara çiğdemini, Ankara'da değil, kim bilir nerede, belki Londra' da, belki de Paris'te mi görecekler? Kaç yıllık dostuz. Sizinkilerin dikkatini çekmek, bana sataşmamalarını, eski bir hemşerileri gibi hatırımı saymalarını tembih etmek sana düşüyor.

Tam bu sırada beyaz kanatlı ve kanatlarının üstü üç siyah benli bir kelebek peydahlanmıştı. Çiğdem hemen sustu. Kelebek, çiğdemin üstünde sevdalı sevdalı uçuyor, konayım mı konmayayım mı diye düşünüyormuş gibi çiçeğin önünde kanatlarını çırpıyor, süzülüyor, süzülüyor, sonra uzaklaşıyor, havada acayip kıvrımlar çizerek türlü cambazlıklar ediyor, yine dönüyor, çiçeğe yaklaşıyor, aynı oyunları tekrarlıyordu. Nihayet, çiçeğin önünde bir hayli süzüldükten sonra, kondu. Konar konmaz da çenesinin altına kıvrılmış olan hortumunu bir fil hortumu gibi uzatarak çiçeğin içine, dibine daldırdı. Belli ki kana kana bir şey içiyordu.
İçtiği şey azaldıkça da başını ve hortumunu daha derinlere sokmak zorunda kalıyordu. Çiçeğin içine sokuldukça başı çiçeğin toz torbalarına sürtünüyor, çiçek sarsılıyor ve torbalardan sarı bir buğu gibi sızmış olan tozlarla başı, boynuzları, göğsü, her yanı sapsarı kesiliyor, pudralanıyordu. Artık kanmıştı. Yavaş yavaş geri çıkıyordu. Dışarı çıktıktan sonra ön ayaklarıyla yüzünü, gözünü sildi ve hemen uçtu, gitti.

- Artık düğünüm de başlıyor. Bu gelen ilk dünürdü, ilk düğün elçisi. Ona sarı tozumu yükledim ve başka bir çiğdeme yolladım.

- Bu elçi seni bu koskoca yamaçta, bu taşların, çalıların arasında nasıl gördü, nasıl buldu?
Lortlar da sizin gibi şatafatı severler. Reklam tekniğinin renk ve ışık oyunlarına kendilerini kaptırırlar. Çiçeklerimin parlak sarısı onun dikkatini çekmek, gönlünü çelmek içindir. Onun gözleri bu rengi iyi seçer. Akçiğdemin elçisi de bir gece kelebeğidir. Çünkü ak, gece karanlığında en iyi seçilen, en çok göze çarpan renktir. Bu renkler sizin otellerinize, dükkan ve gazinolarınıza müşteri çekmek için türlü renklerle yaptığınız afişlerden, ışık oyunlarından başka bir şey değildir.

- Ama biz reklamın kendisi için değil, reklam edilen şey için gideriz. Mesela bir lokantanın reklamına kapılır da içeri girersek yiyecek, içecek bir şeyler isteriz. Yoksa kuru reklama aldırış bile etmeyiz.

- Bizimkiler de öyle. Bu aşık beni ne gül hatırım için, ne de çiçeklerimin parlak sarısı için ziyaret eder. Onu da bana bağlayan şey, yazık ki dünyadaki alakaların en hasisi, yani menfaat duygusudur. İşte gördün. Konar konmaz onun için hazırladığım şerbeti sömürmeye başladı ve kana kana içtikten sonra bir lahza bile durmadan çekip gitti. Fakat ben de ona tatlı şerbetimi boşuna ikram etmedim. Bu ikrama karşılık onun da bana göreceği bir hizmet var: Şerbetimi öyle kolayca içivereceği yere koymadım, öyle yere koydum ki onu içmek için başını çiçeğimin içine soktuğu zaman, başı antenlerime sürtünsün ve böylece yırtılmak zorunda kalan veya zaten yırtılmış olan torbalarımdan dökülen tozlarım onun başına, göğsüne yüklensin ve bunları şerbetini içmek için gittiği başka bir çiğdeme iletsin.

- Peki ama, kendi tozunla kendini tozlasan ve sana tozlarını taşımaktan başka bir faydası dokunmayan şu kelebek için bu kadar külfetlere katlanmasan olmaz mı?

- Yoo! Bunu hiç istemem. Kendi tozlarımla kendi yumurtalarım döllense, bunlardan meydana gelecek tohumlar cılız ve çelimsiz olur. Buna siz de dikkat edersiniz. Çocuklarınız soysuz olmasın diye yakın akrabalarınızla evlenir misiniz? Biz de tozlarımızın, yani erkeklik tohumlarımızın, başka çiğdemlere gitmesini, kan karıştırmayı, böylece sağlam döllerin üremesini, dünyayı güzelleştiren değişikliğin artmasını isteriz. Senin anlayacağın biz de çeşitten hoşlanırız.

Mavi dumanlı havada bulutlar, beyaz koyu bulutlar beliriyordu. Beyazların bazıları yaz bulutları gibi yuvarlaktı. Fakat çoğu acayip birer hayvana benziyordu. Beyaz göğüslü, tüylerinden güneşin ışığı bin bir parıltıyla sızan buluttan hayvanlar...

Bunların arasında koca bir kara bulut da vardı.

Rüzgar bulutları itiyor, bazıları ağır, bazıları daha çabuk ilerliyor, biri ötekini geçiyordu. Tuhaf bir yarış başlamıştı. Kara bulut hepsini geçti ve güneşin önüne bir perde gibi gerildi. Ortalığı bir loşluktur kapladı. Bu loşlukla beraber Ankara çiğdeminin çiçeği de yavaş yavaş kapanmaya başladı. Kapanışını adım adım takip edebiliyordum. Sarı renkli taç yaprakları yavaş yavaş yukarıya doğru kalkıyor, birbiri üzerine katlanıyorlardı. Nihayet iyice kapandılar.

Artık ne etaminler, ne de pistil görünüyordu. Çiğdem derin bir sükutta, ben de bulutların yarışını seyre dalmıştım. Bir alay karga, büyük bir şamata ile dereye sağıldılar ve derede uzun bir kavağın çıplak dallarına kondular. Gürültüleri hala işitiliyordu.
Gagalarını dallara sürterek temizliyorlar, birbirlerine sesleniyorlardı. Geri kalan başka bir grup da bunlara katıldı. Çıplak ve uzun kavağın tepesi acayip bir hal almıştı; dallarında sanki cehennemden çıkma marsık gibi kara yemişler belirmişti. Bu kargalar da tuhaf bir cemaat... Çingene, sürtük şeyler.
Karanlık açılıyor ortalık yine aydınlanıyordu. Başımı bulutlara doğru çevirdim. Yarış devam ediyordu. Artık güneş, kara buluttan kurtulmuş, bütün nurunu yine bol bol saçmaya başlamıştı. Ankara çiğdeminin kapanarak sarı bir muma dönmüş olan çiçeği açılmaya başlamıştı. Açıldı, gülümsüyordu.

- Darılttım diye korktum. Niçin kapandın?

- Hayır, sana darılır mıyım hiç? Şu kara buluttan korktum da ondan. Ben sıcağı da, ışığı da sezerim. Karanlık ve soğuk olursa kapanırım. Her birinin içinde bir çiğdem canı bulunan şu sarı tozlarım yok mu? Bunlar pek naziktir, ıslanırlarsa çürürler, üşürlerse donarlar. Bu kara bulut yere ya yağmur yahut da kar saçar. Yağmur da, kar da tozlarımı yıkar, siler süpürür, çürütür. Onun için ortalık soğuyunca yahut kara bulutlar havayı bürüyünce hemen kapanırım ve böylece tozlarımı da, döllenecek yumurtamı da korurum. Sıcaklığın bir derece değişmesini bile sezerim. Benim böyle açılıp kapanmama botanikçiler "termonasti" derler ve bu hareketimin illiyetini, mekanizmasını anlamak için kafa patlatıp dururlar.

Ankara çiğdemiyle sohbetimiz burada bitmişti.

"Seni işinden alıkoymayayım, daha fazla yormayayım" gibi adet sözleri de söyledikten sonra gelecek bahar tekrar görüşmek üzere sözleşerek ayrıldım.

Yamaçta tırmanıyor ve tepesine çıkarak şehrin ardında ufukları kızıla boyayan güneşin batmasını seyretmek istiyorum. Tepeye çıktım ve bir kayanın böğrüne oturdum. Yanı başımdan şimşek gibi bir çaylak geçti: Küçük, boz, atik bir çaylak. Dereye doğru sağıldı. Deredeki kargaların biri acı acı gaklamaya başladı. Ben bunun ne demek olduğunu biliyordum. Bu bir "alarm" idi. Başımı dereye doğru çevirince kargaların hep birden uçtuklarını gördüm. Süratli bir çevirme ile çaylağı ortalarına aldılar. Fakat, çaylak, avcılar gibi, daha çabuk uçuyor, birdenbire alçalıyor ve kanat çırpmadan bile çabucak yükseliyordu.

Bu iniş çıkışlarda sarımtırak göğsüne güneşin son ışıkları vurdukça kıvılcım gibi çakıyordu. Arada bir cüretli saldırışlar, süratli pikeler yapıyor ve kargalardan birine yıldırım gibi çarpıyordu. Ve karga düzenini kaybederek acı cıyakladı hava boşluğunda teker meker aşağı yuvarlanıyor, neden sonra kendini toplayabiliyordu. Nihayet çaylak, karga alayından ayrıldı ve dumanlı ufuklarda gittikçe küçülerek görünmez oldu.

Şimdi tepede oturuyor ve cıgaramı tüttürüyordum. Bu yamaçta hem gençleşmiştim hem de bin yaşına basmıştım. Kendi kendime diyordum ki: Bu ıssızlık içinde, burada, insanın, benim şu otlardan, şu bulutlardan, şu yamacın taşlarından ne farkım var? Oh ne rahatım! Haydi Nelli gidelim...



Seraya gelecek yıkanmış çamaşırlardan tut, hazırlanmış yemeklere ve diğer birçok ıvır zıvır şeyin hazırlandığı poşetleri alıp evden çıkmadan önce kızım ve karımla ayakkabılıkta toplanıp, “Hadi, Allahaısmarladık” diyerek öpüşüyoruz.

Ortamda, çok şükür bir şey yok ama bir ara gerildiği için olsa gerek, gönüllerde bir kırıntı kalmasın diye suratıma gülme şekli verip: “Demek neymiş? Çiğdem demiş ben elayım,” diyorum.

Kızım, bu gevrek sözüme gülerken hanımım da: “Sen de bizim başımıza belasın” diyerek suratımdaki yapay gülme şeklini gerçeğe döndürüyor.

Son ve zorunlu açıklama:
Her iki yazıda kullanılan alıntılar, Prof.Dr.Hikmet Birand’ın sudan toprağa, bozkırdan ağaca bir söyleşi düzeniyle kaleme alınan “Anadolu Manzaraları” adlı kitabından alıntılanmıştır.

Bitki Sosyolojisi Bilim Dalının ülkemizdeki kurucusu olan Hikmet Birand hakkında Büyük Larousse’ da şunlar yazılı:

Birand Hikmet:Türk botanikçi (Karaman 1904-Ankara 1972).
  • Halkalı Yüksek Ziraat Mektebini bitirdi.
  • Bonn Üniversitesinde botanik doktorası yaptı.
  • Ankara Yüksek Ziraat Enstitüsünde profesör oldu (1939).
  • Ankara Üniversitesi Fen Fakültesine geçti (1948).
  • Anadolu’nun her yöresinden topladığı bitkilerle Üniversite herbaryumunu zenginleştirdi.
  • Bu herbaryumu temel alarak yayımladığı Türkiye Bitkileri (1952) adlı yapıtında 2480 bitki türünün tanımına yer verdi.
  • Öteki yapıtlarından başlıcaları : Anadolu Manzaraları (1957), Karapınar olayı ve erozyon (1964).


-LIV-
Alıntı ile Cevapla
Emin kullanıcısına teşekkür edenler
account (29-07-2009), alihoca (27-07-2009), AnnE (28-07-2009), ar_de_ (28-07-2009), bikmisbroker (03-08-2009), buena vista (27-07-2009), dentist (27-07-2009), Master (27-07-2009), neron (28-07-2009), serdarkus (21-08-2009)
  #250  
Eski 21-08-2009, 07:55
Master - ait Avatar
Master Master bağlı değil
.
 
Üyelik Tarihi: Feb 2006
Bulunduğu Yer: Kalamış
Mesajlar/Teşekkür sayısı: 6.503/2290
5427 Mesaj ına 23006 Kere teşekkür edildi
Arrow Mutlaka Bir Bileni daha vardır...

Tarım ve Köyişleri Bakanlığı’nın hesaplamalarına göre, düz arazide fındığını söküp serada karanfil gibi kesme çiçek yetiştiren üreticinin, dekar başına net kârı 249 liradan 25.6 bin liraya çıkıyor. Bu rakam fındıktan elde edilen gelirin 101 katı oluyor. Kesme çiçekten sonraki en yüksek kar ise fındığa göre 24 kat daha değerli olan örtü altı domates üretiminde.


FINDIK strateji kapsamında 3 yılda 176 bin hektar alanda fındık ağaçlarının sökümünü hedefleyen Tarım ve Köyişleri Bakanlığı’na göre, fındık yerine, lale, karanfil gibi kesme çiçek üreten bir çiftçi, net kârını 101 kat artırabilecek. Bakanlığın hesaplamasına göre, düz arazide fındığını söküp serada kesme çiçek yetiştiren üreticinin dekar başına net kârı, 249 liradan 25.6 bin liraya çıkıyor. Fındığını söken üreticiye, kesme çiçekten sonra en yüksek kârı, fındığa göre 24 kat ile örtü altı domates üretimi, 16 kat ile mavi yemiş (yaban mersini), 13 kat ile kivi sağlayacak. Ancak fındıkçının daha fazla kazanabilmesi için söküm masrafına katlanması, yeniden üretim yatırımı yapması ve ayrıca pazarlama sorununu da çözmesi gerekiyor. Diğer taraftan, fındık üretiminin genelde köyde kalan yaşlı nüfus tarafından sürdürülmesi, fındığın fazla bakım gerektirmemesi, yaşlı nüfusun fındığın yerine yoğun bakım gerektiren ürünlere geçiş konusunda isteksiz davranmasına yol açabileceği belirtiliyor.

11 yeni ürün öneriliyor

Tarım ve Köyişleri Bakanlığı, fındık stratejisi üzerinde çalışırken, fındığını sökecek üreticinin yönlendirilebileceği tarımsal üretim alanlarını da değerlendirdi. Uzmanlar, iklim ve coğrafi verileri dikkate alarak, bölgede yetiştirilebilecek 11 çeşit ürünü, fındık geliri ile karşılaştırdı. Buna göre, yüzde 6 eğimden daha düşük alanlarda, serada kesme çiçek ve domates üreten üretici, fındığa göre “kat kat daha fazla net kar” elde ediyor. Yüksekliği 750 metreden daha yüksek yerlerde ise mavi yemiş olarak nitelendirilen yaban mersini üretimi halinde ise fındığa göre 16 kat daha fazla net kâr sağlıyor. Bakanlığın verilerine göre, halen 750 metreden daha yüksek, orman ve hazine arazisi dahil 100 bin hektar alanda, yüzde 6’dan daha düşük eğimli 53.5 bin hektar alanda fındık üretimi yapılıyor. Fındık üretim alanlarının belirlenmesine ilişkin kanun ve fındık stratejisi uyarınca bu alanlarda fındık üretiminin yapılmaması, bahçelerin sökülmesi gerekiyor.

Fındık ucuz, çiçek pahalı

Bakanlığın hesaplamasında, fındığın kilogram maliyeti 1.95 lira, dekarda verim 120 kilogram, toplam üretim masrafı dekara 254 lira, ortalama fiyat da 4.18 lira olarak kabul edildi. Buna göre, fındıkçı, 1 dekardan, 480 lirası fındıktan, 22 lirası yan ürünlerden olmak üzere toplam 502 lira kazanıyor ve net 249 lira kâr elde ediyor. Alternatif olarak serada kesme çiçek üretimine geçerse, seranın kuruluş yatırım maliyetleri dikkate alınmadan yapılan hesaplamaya göre, dekarda 160 bin adet kesme çiçek üretilebilecek. Bunun normalde 250 bin adete kadar çıktığına dikkat çeken uzmanlar, çiftçi şartlarını dikkate alarak en düşük verim ve üretim miktarlarını dikkate alarak hesaplama yaptıklarını belirtti. Buna göre, 1 dekar serada 160 bin adet kesme çiçek üreten çiftçi, bunun için 14.4 bin lira üretim masrafı yapacak. Tanesini 0.25 liradan satınca 40 bin lira gelir elde edecek. Çiftçinin bu durumda 25 bin 600 lira net kâr elde edeceği öngörülüyor.

Serada domates bile çok kârlı

SERADA domates üretiminde dekara 14 ton ürün alan çiftçi, bunun kilosunu 0.91 liradan satsa 12 bin 740 lira gelir elde edecek. Toplam 6 bin 580 lira olan üretim masrafları düştüğünde, fındıktan elde ettiği kârın yaklaşık 24 katı, net 6 bin 160 lira kâr elde edeceği hesaplandı. Yüz metre karelik bir seranın kurulum maliyetinin 800-bin lira arasında değiştiğini belirten yetkililer, fındık işletmelerinin ortalama büyüklüğünün 14-19 dekar olduğunu hatırlatarak, kurulacak 200-300 metrekarelik kesme çiçek serasından, 14 dekarlık fındık bahçesinden daha fazla net kâr elde edebileceğini ifade ediyor.

Çarşamba’da kesme çiçek için uzman da işçi de yok

TMMOB Ziraat Mühendisleri Odası (ZMO) Başkanı Gökhan Günaydın, “Fındık yerine önerilen ürünlerin hem ekonomik hem de ekolojik olması gerekir. Çarşamba Ovası’nda kesme çiçek yetiştirmeye kalksam, ne bir tane uzman ne de bu işte çalışacak işçi bulabilirim” dedi. Günaydın, alternatif tarım ürünleri belirlenirken, bakanlığın bölgedeki demografik yapıyı dikkate almadığını öne sürdü. Fındıkta 2001-2003 döneminde uygulanan söküm politikasının sonuç vermediğine işaret eden Günaydın, bu yıl açıklanan stratejinin de başarılı olmayacağını iddia ederek, özellikle 750 metrenin üzerinde fındık yetiştirilemeyeceğine ilişkin yasağın mutlaka kaldırılması gerektiğini kaydetti. Fiskobirlik Başkanı Lütfi Bayraktar da bakanlığın öneri paketini, “masa başına yapılmış, hiç bir uygulama imkanı olmayan, örnekleme yapılmayan bir hadise, ciddiye alınacak tarafı yok” diye değerlendirdi.

Ziraat’ten sübvansiyonlu kredi, bakanlıktan hibe

ZİRAAT Bankası aracılığı ile kullandırılan tarımsal kredilerde, faizlere yüzde 25-60 arasında sübvansiyon uygulanıyor. Sübvansiyonlu kredilerde, kontrollü örtü altı tarımı, organik tarım, sertifikalı tohum ve fide üretimi konularında 750 bin lira, diğer üretim konularında 250 bin lira limit bulunuyor. Tarım ve Köyişleri Bakanlığı da, Kırsal Kalkınma Yatırımların Desteklenmesi Programı kapsamında yapılacak yatırım tutarının yüzde 50’si kadar hibe desteği verebilecek. Fındık bahçelerini söküp asgari 5-10 dekarda sertifikalı fidan ile bahçe kuran yetiştiricilere de dekar başına 100-250 lira fidan desteği ödenebiliyor.
__________________
''Gelişmekte olan bir ülke enflasyonu düşürebilir.. Yolsuzlukları azaltabilir.. Bütçelerde kısıntıya gidebilir.. Özelleştirme yapabilir..Ama yine de zenginleşemeyebilir! Çünkü bilgi değil,yalnızca mal üretiyordur." Juan Enriquez
Alıntı ile Cevapla
Master kullanıcısına teşekkür edenler
account (21-08-2009), alihoca (24-08-2009), AnnE (21-08-2009), ar_de_ (24-08-2009), dentist (21-08-2009), Emin (05-09-2009), neron (23-08-2009), PINAR (22-08-2009), serdarkus (21-08-2009)
Cevapla


Konuyu Toplam 1 üye okuyor. (0 Kayıtlı üye ve 1 Misafir)
 
Konu Seçenekleri Bu Konuda Ara
Bu Konuda Ara:

Gelişmiş arama yap
Modları Göster

Yetkileriniz
Yeni konu açabilirsinizdeğil
Yanıt gönderebilirsiniz değil
Eklenti gönderebilirsiniz değil
Mesaj düzenleyebilirsiniz değil

Smileler Açık
[IMG] Kodları Açık
HTML-Kodları Kapalı
Gitmek istediğiniz klasörü seçiniz


Bütün Zaman Ayarları WEZ +2 olarak düzenlenmiştir. Şu Anki Saat: 09:17 .


Telif Hakları vBulletin v3.5.4 © 2000-2024, ve
Jelsoft Enterprises Ltd.'e Aittir.
Tercüme ve Tasarım : Arka & Bahce