Strict Standards: Declaration of vB_Database_MySQLi::db_connect() should be compatible with vB_Database::db_connect($servername, $port, $username, $password, $usepconnect) in /home/arkabahc/public_html/forum/includes/class_core.php on line 1095

Strict Standards: Declaration of vB_Database_MySQLi::select_db_wrapper() should be compatible with vB_Database::select_db_wrapper($database = '', $link = NULL) in /home/arkabahc/public_html/forum/includes/class_core.php on line 1095

Deprecated: Non-static method vB_Shutdown::init() should not be called statically, assuming $this from incompatible context in /home/arkabahc/public_html/forum/includes/class_core.php on line 2294
Ser'den, Sera'dan. - Sayfa 26 - Arka BahÇe Forumu
Arka BahÇe Forumu  

Geri Dön   Arka BahÇe Forumu > Bahçıvanlar > Sera
Kullanıcı ismi
Şifreniz
Kayıt ol SSS Üye Listesi Takvim Arama Bugünkü Mesajlar Bütün Forumları okunmuş kabul et


Konu Bilgileri
Konu Başlığı
Ser'den, Sera'dan.
Konudaki Cevap Sayısı
387
Şuan Bu Konuyu Görüntüleyenler
 
Görüntülenme Sayısı
208218

Cevapla
 
Konu Seçenekleri Bu Konuda Ara Modları Göster
  #251  
Eski 05-09-2009, 14:57
Emin - ait Avatar
Emin Emin bağlı değil
.
 
Üyelik Tarihi: Mar 2006
Bulunduğu Yer: Antalya
Mesajlar/Teşekkür sayısı: 305/762
198 Mesaj ına 2281 Kere teşekkür edildi
Tanımlı Loy Loy Diloy Loy Loy 2

Geçenlerde yani birkaç gün önce Ali Hocam’la konuştuk; özel konuşmaların sonuna doğru çoktandır uzak kaldığım “Arka Bahçe’de ne var, ne yok?” dedim. Bir şeyler özetledi ve “Seraya Master bir yazı asmış” dedi.

Bu konuşmadan iki gün sonra zaman zaman uğradığım Bulgan Tarım’a uğradım.

Kemal Bey de oradaydı, hani “Senin ‘o’ işin de yavaştır” diyen Kemal Bey!

Niyetliymiş, bütün namazlarını camide kılıyormuş, cüz dinliyormuş… Zekâtını bilmem ama fitresini de şu sıralarda heyecanla dolaşan tarikatlara ait Kuran Kursu hocalarına vereceğini sanıyorum…

Beni sordu, “Oruç tutanlara iftarlık roka yetiştiriyorum” dedim. Tepki vermedi, gülecek zannetmiştim oysa.

Gıcık vermek için üzerine gittim: “Namazlarında bana da duanı esirgeme Kemal Bey.”

Bu kez “Bana ne kardeşim, kendin et” diye serin bir yanıt geldi.

Neyse, anladım ki sohbet başka şeye saracak, müsaade istedim Mehmet Bey’den ve bilgisayarlarının başına geçip, internete girdim.

Onlarca e-posta gelmiş, şöyle hızlıca bazılarını açıp kapattım, daha uygun bir zamanda bakarım düşüncesiyle Arka Bahçe’yi tıkladım.

Daha yazının ekranda görünen kısmını bile yarılamamıştım ki, Kemal bey neye bakıyorum diye merak edip kafayı uzattı.

O sormadan, ben yazının baş tarafındaki koyu yazılmış kısmı “Bak Kemal Bey! Dinle!” dedikten sonra tane tane okudum.

Az önceki serinliği daha ılımamıştı, yüzünün nuru soluktu, iki kez “Ne?” dedi.

Bir kez daha okuyunca “Git Allahını seversen ya! Öyle hesap mı olurmuş? Kim yapmış bu hesaplamayı? Kime sormuşlar? Ben on sekiz senedir bu işin içinde ..kişiyorum, böyle bir rakamı ne duydum, ne gördüm! ”

Yazıdan bazı bölümleri üstünkörü okuyarak onu iyice doldurdum, orucunun bozulacağı kadar küfür etmemekle birlikte yeteri kadar saydırdı.

O bir yandan sövüp diğer yandan böyle bir şeyin külliyen yalan olduğunu alaylı ve kızgın bir dille Mehmet beye anlatırken diğer yandan da ben: “Kemal bey, bu 25 bin 600 lira hem de net rakammış, brüt mürüt değilmiş anlayacağın” diyerek kızgınlığına körük çekiyordum.

“Kim yapmış bu hesaplamayı abicim? Yalan ya! Götlerinden uydurmuşlar! Vallaha yalan, billaha yalan!”

Senin oy verdiğin partinin adamları hiç yalan söyler mi, diyecek oldum, son anda caydım ve “Hiç yalan olur mu Kemal bey, Tarım Bakanlığının danışmanları, yapmışlar araştırmalarını tespit etmişler, kalem kalem sıralamışlar, tam on bir kalem iş, yeter ki kesin fındıklarınızı, her halükarda iyi bir şey yapmış olursunuz, diyorlar ” dedikten sonra ekledim: “İtirazın varsa söyle doğrusunu yazayım.”

“Yaz anasını satiim: Bu bilgiler yanlış de! Götüzden uydurmuşsunuz de! Telefonumu da yaz, beni arasınlar!”

***

Yazıyı salim kafayla okumak için temiz bir sayfaya kopyalayıp “save” yaptım ama seraya gelip taşınabilir diskime bakıp bulamayınca anladım ki yazıyı firmanın bilgisayarına kopyalamışım!

Gene de okuduğum ve o yazıdan aklımda kaldığı kadarıyla yetinerek sonu cekle cakla bitecek şöyle bir yazı yazıyı yazacaklarımın arasına sıkıştırmak için kendime direktif verdim:

Bir zamanlar buraya yazdığım “Loy loy diloy loy loy” başlıklı yazıya hafıza ve hatıra tazelemesi yapılması için gönderme yapılacak.

O yazımdaki 4.680 liralık pek de net olmayan net kârımın 1,830 metrekareye bölünerek bir dönüme karşılık gelen net kâr belirlenecek.

Çıkan rakam eğer Bakanlığın belirlediği rakama benziyorsa “helal olsun adamlara” denilecek, yok eğer benzemiyorsa gene “helal olsun adamlara” denilecek.

Fındıkçıların karanfile geçebilmesi yani paraya para dememesi için önce fındık ağaçlarından kurtulması gerektiğini yani dalını kesip kökünü kökleme masrafına ve hamaliyesine katlanması gerektiğini; hamaliye ve masrafına katlanabileceği sadece bu da değil, yamaçlara seraları kurmak içinde epeyce debelenmesi gerektiğine; bitmedi, en önemlisi de ürettiklerini paraya çevirebilmek için pazarlama sorununu da çözmesi gerektiğini söyleyenlere küfür etmeden iyi niyetli cümleler kurulacak.

Genelde “bire beş” ürün alınan, daha açık ifadeyle bir karanfil fidesinden ortalama 5 dal “pazarlanabilir” (eğri, büğrü, çatlak, patlak, hastalıklı, böcek yenikli, kısa olmayan…) karanfil alındığı, bir dekara ne kadar fide dikileceğini yazıda belirtilmemesine rağmen yaklaşık 20-25 bin olduğu söylenecek; en üst rakamı ele alsak bile 125 bin dal kesilebileceği ve Sevgililer Günü satılacak fiyatı da çok fazla ciddiye almadan (çünkü malum Şubat’ın o haftası içinde çok az sayıda ürün yetişmekte) ortalama olarak 10-15 kuruştan değerlendirilebileceği hesabıyla gene en üst rakam alınarak çarpılacak ve çıkacak paranın büyüklüğü görününce hayret mayret etmeden başta işçilik, sonra fide, daha sonra ilaç, gübre, bakım, koruma ve ambalaj masrafları üşenilmeden kalem kalem bu büyük paradan çıkartılacak.

Bu konuyu diğer konu kapıları gibi birer birer “şahsı adına kapatmayıp” beni uğraştıran Sayın Master’a teşekkür edilecek ve denilecek ki: “İsterseniz bu konu açık dursun, 18 senedir bu işin içinde sevişen Kemal Beyi yakın takibe alalım, eğer bilgi verecek olursa, bakalım 19 uncu sevişmesinde bir dekardan ne kadar dal karanfil üretecek, ne kadar masraf edecek, kaça satacak ve önümüzdeki Mayıs ayında yani dönem sonunda nasıl “tatmin” olacak?

-Elli beş-
Alıntı ile Cevapla
Emin kullanıcısına teşekkür edenler
account (06-09-2009), alihoca (16-11-2009), AnnE (06-09-2009), ar_de_ (06-09-2009), hazan (07-09-2009), Master (05-09-2009), meraklı (07-09-2009), neron (07-09-2009), serdarkus (11-02-2010)
  #252  
Eski 04-11-2009, 18:55
Emin - ait Avatar
Emin Emin bağlı değil
.
 
Üyelik Tarihi: Mar 2006
Bulunduğu Yer: Antalya
Mesajlar/Teşekkür sayısı: 305/762
198 Mesaj ına 2281 Kere teşekkür edildi
Tanımlı Başlığını Beğenemediğim Yazı

Başlığın birini şöyle düşünmüştüm: “Roka Açılımı.”

İkincisini de biraz kafiyeli olacak şekilde: “Ekonomiye Can Vermek İçin Değil; Yiyin Alın, Alın Yiyin, Ekonomiyi İplemeyin.”

İki başlığı da gözüm tutmadı, medyatik geldiler, o yüzden yazmadım. Gerçi şimdi yazmış oldum ama siz bilesiniz diye söylüyorum, yoksa gündemleri kendi kıt aklımca sulandırmak için değil.

Neyse, uzatmadan açılama dönecek olursam: Yenilebilir yüz gramında, yani ayıklanmış, temizlenmiş ve mideye gönderilmiş yüz gramında: 33 kalori, 3 gram protein, 0.6 gram yağ, 3.2 gram karbonhidrat, 205 miligram kalsiyum, 9.5 miligram demir, 5 miligram sodyum, 14000 I.U. vitamin A ve karoten, 0.18 miligram tiamin, 0,29 miligram riboflavin, 120 miligram vitamin C ve posanın ise 0.8 gram olduğunu Türkiye Diyetisyenler Derneğinin çıkardığı bir dergiden yaklaşık 10 sene önce bilgisayarıma aktardığım ve çalışmalarımda sıkça başvurduğum tabloya bakarak yazıyorum; şu sıralar ekip, büyütüp, demetleyip satmaya çalıştığım ürünün içerdiği besin öğelerini.

Bizim hanıma kalsiyum ve demirden bahsedince zaten büyük bir iştahla tükettiği yeşillikler içinden ektiğimiz bu ürüne olan meylinde şimdilerde bir artış gözlemliyorum.

Eşime gargara ederek atlattığım gibi değil de düzgün bir cümle ile söylediklerimi Ayşe Baysal Hoca’nın kitabındaki tabloyu kaynak alarak yazacak olursam, sanırım neden roka yemeye meylettiğini daha net anlatmış olurum:

“40-49 yaş aralığında, ortalama ağırlığı 55 kilo ve orta derecede fiziksel bir çalışma içinde olan, Türkiye’deki bir kadın için salık verilen günlük besin öğeleri tüketim standartlarından bazıları şöyle: 22 miligram demir, 5000 I.U. vitamin A ve aktivitesi, 500 miligram kalsiyum ve 50 miligram vitamin C.”

İsteyen bu iki bilgi arasında bağ kurarak günde ne kadar roka yiyeceğine karar verebilir.

Kaldığım yerden yazacaklarıma devam etmeden böyle bir yazı ile günümüze, güncele değinerek bir nevi ürettiğim ürünün propagandasını yapmış oldum.

Ben, “bu şeye faydalıdır,” “şu derde çok iyi gelir” gibisinden bir öneride bulunmuyorum.

Şimdilerde bu türden önerileri birinin her iki parmağında taşlı yüzükler olan, profesörlüğü kendinden menkul, kitaplar yazıp, kanal kanal dolaşarak “Kâinat Eczanesi,” “Peygamber Efendimizin de işaret buyurduğu” veya “Kuranı Kerimde şu ayet” gibisinden cilalı cümleler eşliğinde Lokman Hekim’liğe soyunanlar yapıyor.

Hatta yakın bir zamanda her iki parmağında taşlı yüzük olan Profesör Maranki, Haber Türk sunucusunun “Ne olur, zamanımız kısıtlı, biran önce şu anne sütü konusuna gelelim” cinsinden sözlerine, gene başka dertlere dünya kadar örnek verdikten sonra süt için saydıklarının arasından rokayı da duyunca şaşırmadım desem sizi şaşırtmış olurum.

Özellikle ayva ve armudu reçelinden, hoşafından tutun da bilmem neyine kadar her şeyiyle sütü gelmeyen annelere öyle ballandıra ballandıra coşkuyla anlatışı vardı ki anlatamam.

Hem zaten nasıl ceviz insanın kafasına ve beynine çok benziyorsa ayva ile armut da memeye çok benziyormuş, oradan da anlaşılabilirmiş, zaten.

Sanılmasın ki adamcağızları küçümsüyorum, yalan yanlış söylüyorlar diyorum. Kim bilir, belki bin kişilik sütü gelmeyen anneyi bir yere topladılar, kurdukları ekiple bunlara ayvayı yedirdiler, baktılar ki bu bin sütsüz annenin hatırı sayılır çoğunun memeleri Soğukpınar Çeşmesi gibi çağıl çağıl çağıldamakta.

Benim uyuz olduğum şey, kitaplar yazıp, taşlar toplayıp veya kokuları şişeleyip bunları utanmadan sıkılmadan, dinden imandan da dem vurup pazarlamaları.

Mesela Prof. Y.Nuri Öztürk’ün de fikirlerine bilgisine saygı duyarım, ilgiyle de dinlerim ama ne zamanki konuşmasının bir yerlerinde yazdığı kitaplara sık sık göndermeler yapar, o vakit gözüme büyük yazar ve pazarlamacı Orhan Pamuk gibi görünür ve yüzümü ekşiterek dinlerim, konuşmalarının devamını.

Gerçi şuan benim yaptığımın da yukarıda andıklarımdan bir farkı kalmadı!

Ben de çaktırmadan veya azıcık çaktırarak roka pazarlaması yapıyorum.

Ancak henüz büyük pazarlamacı olamadım, küçük üreticiyim ve ürettiklerimi Antalya Halinde 131 numaralı “UÇKAÇ Sebze ve Meyve Paz.Tur.Tic.Ltd.Şti.” pazarcılara pazarlıyor, ben de onların pazarladıklarına içim burkularak bakıp, Hacı Mehmet Amcanın: “Malın övme, pazarın öv” sözünün kulağımda çınlamasına izin veriyorum.

Umarım yakın bir gelecekte, bir terslik çıkmazsa tabi, Pertekli, yakışıklı, genç ama vaktinden önce olgunlaşmış, bana karşı da oldukça saygılı davranan hemşerim Berdan ile gene hemşerim Gülcan Hanımın “birliktelikleriyle” kurdukları “Sinerji” adlı şirketlerinden bana da “sindirecekleri” “enerji”yle ürettiklerimi Antalya pazarcıları yerine Avrupa’ya bile gönderebilirim.

Antalyalılar görebildiğim kadarıyla rokaya pek düşkün değiller. Daha çok Antalya da yerleşik diğer şehirliler rokayı tüketiyorlar. Buranın yerlileri en fazla tere seviyor, bazı komşularıma ikram ettiğim zaman bu durumu daha net görebiliyorum. Kimisi kokusunu beğenmiyor, hatta birisi bana roka için “Abi bunu nasıl yiyorsunuz, kokusu osuruk gibi ya…” demişti. Bir başkası da kimden dersini almışsa artık, balık-rakı-roka üçlüsünden olsa gerek, “Bu rokayı rakıcılar yiyormuş, soframa koymam” demişti. İnancı sarsılmasın diye ama rakıcalar peynir, kavun, et, leblebi gibi diğer şeyleri de meze yapıyorlar cinsinden bir yorum yapmadım.

Rokayı İzmir’de tanıdım tattım ve İstanbulluları bilemem ama bence bu otu en çok İzmirliler tüketiyor.

Tohumcudan daha önce yarım kilo, bir kilo diye gramla tarttırarak adına ve markasına dikkat etmeden roka tohumu alırken şimdi aldığım roka tohumu yarım kiloluk teneke kutuda ve kutuya sonradan yapıştırılmış resimli etiketteki yazıda “ROKA İZMİR” yazıyor ama kutudaki bir başka dikkatimi çeken yazı da şöyle:“Product of U.S.A Westar Seeds International, Inc.”

Bu konuda yorum yapmak bana düşmez ama işin içinde başka bir numara yoksa, özellikle “bu toprağın” tohumunu bana satanlara “aferin,” bizim tohumcularımıza da anamın kullandığı deyimle “topuğunuza tükürün” derim.

Bu arada yazdıklarıma teveccüh gösterdiğini sandığım kişilerin hatır için çiğ roka yiyeceklerini, dolayısıyla iç tüketimin 10 demet civarında artacağını düşünmekle birlikte ne yazık ki bu artışın fiyatlara yansımayacağının da farkındayım.

Size ben, yine de “ekonomiyi boş verin; alın yiyin” derim.

Üstelik bu yeni ürün ile yazılarım (sanırım) borsaya da değmiş oldu. Borsaya neresinden değdiği, hangi hisse ile alakalı olduğunu da (zannım netleştiğinde) günü geldiğinde belki anlatırım.

Gene günü geldiğinde ve gene “belki” belirsizliğiyle, bu yeşillik işine neden girdiğimi ya da girmek zorunda kaldığımı, bu kararı alırken beni diğer üreticilerinden biraz farklı (cins) gören bir önceki komisyoncum Sebahattin Cansızer’in neden: “Yanlış anlama ama otçuluğun sonu götçülüktür, bu işe bulaşma” derken ne demek istediğini, ekip dikerken neler yaşadığımı ve daha yaşayacağımı, kâr veya Allah göstermesin zararımı, hepsini, gündemle, serimle, seramla ve efkârımla bulayarak bir bir yazarım.

Şimdilik yarım kalan yazılarıma kaldığım yerden yani toprak analizi, sürüm, gübreleme, toprak yıkama gibi ekim öncesi hazırlıklarımdan fırsatını buldukça yazmaya devam edeceğim.

Son olarak, bir zamanlar, içinde “roka ve emekli” sözü geçen bir yazıyı okuduğumu hatırlar gibi oluyordum ama bir türlü netleştiremiyordum; vakti zamanında bilgisayarıma kopyaladığım yazıları kurcalayınca yeniden karşılaştım. Konuyla pek alakası yok ama bu manalı yazının birazını yazımın sonuna alıntıladım.

Ne var balık? dedim.

Valla ‘Narlıkuyu’dan sekiz buçuk kiloluk bir lağos geldi, Rumlardan aldırdığım otlar da sabah geldi, sana helal olsun attırıyım şu lağosu ızgaraya o pişene kadar biz lafı gezdiririz, zaten lağosun artanına meraklı enayi çok; alayına senin artıkları okuturum.’

Yuh be dedim, suyun ortasında yaşıyosunuz, balığı bile Mersin’den getirtiyonuz. Ulan bari otunuzu pokunuzu kendiniz ekin; onu da mı Rumlardan alıyorsunuz..!!??

‘Valla Annem ‘ dedi, burada her evde en az bir emekli var, öyle portakalla, otla kimse uğraşmaz, sen sağol, senin gibi kekler Türkiye’de vergiyi veriyor, bizimkiler de senin üç mislin emekli maaşını alıp yan gelip yatıyorlar, enayi mi otla, gübreyle, toprakla uğraşsınlar, burada 35 yaşını geçmiş, emekli maaşı almayana manda boku muamelesi yapılır. Zaten gerisi de, gerisi dediğin de benim gibi Türkiye’den gelmiş ama benim gibi bir işi kıvırmışlar değil; bir baltaya sap olamamışlar, onlar da Güneye geçip oralarda gündelik çalışırlar.

-56-
Alıntı ile Cevapla
Emin kullanıcısına teşekkür edenler
alihoca (16-11-2009), AnnE (05-11-2009), ar_de_ (04-11-2009), bikmisbroker (11-11-2009), buena vista (04-11-2009), dentist (05-11-2009), Gozlemci (05-11-2009), hazan (05-11-2009), janus (05-11-2009), LAZIO (06-11-2009), Master (05-11-2009), meraklı (09-11-2009), neron (05-11-2009), serdarkus (11-02-2010), su (05-11-2009)
  #253  
Eski 05-11-2009, 07:55
AnnE - ait Avatar
AnnE AnnE bağlı değil
.
 
Üyelik Tarihi: Feb 2006
Bulunduğu Yer: Suriçi
Mesajlar/Teşekkür sayısı: 606/518
314 Mesaj ına 5527 Kere teşekkür edildi
Tanımlı

Birkac yıl evvel, Kıprıs'da '' Evet Annem '' geyigi dolanırken, hiç gidip görmediğim Kıprıs ile ilgili yaşanmamış hatıralarımı yazmış idim.

Atalarımızın dediği gibi, ''çok gezen ayaga pok bulaşır. '' Yok, yok o degil, '' çok gezen değil, çok biliyormuş gibi yapan bilir '' olmalı buraya uyacak söz.

Biz sürü adamdan da ''ulan AnnE ; Kıprıslara kumara gidiyosunda bizi çağımıyosun'' diye fırça yemişdim.

En son rokayı, birkaç hafta önce, balık sezonunu açmak için memlekete gidip, büyük bir kadersizlik neticesi Kumkapı'da, 4 yanımızda 5 çopar ekibi çile bülbülüm üstüne dümtek gürültüsü içinde henüz az yağlanabilmiş lüferin yanında yemiş idim. Kumkapı'nın kendini affetirecek tek yanı, dışarda yağmur altında oturan onca müşteri varken, ''dışarda da oturmam, sigaramı da içerim'' tavrımı büyük bir nezahat ile karşılayan esnafı idi.

Netice olarak ; Roka iyidir, lakin kuru kuru gitmez.
Alıntı ile Cevapla
AnnE kullanıcısına teşekkür edenler
account (05-11-2009), alihoca (16-11-2009), ar_de_ (05-11-2009), bikmisbroker (11-11-2009), Emin (07-02-2010), hazan (05-11-2009), janus (05-11-2009), LAZIO (06-11-2009), Master (05-11-2009), PINAR (18-11-2009), su (06-12-2009)
  #254  
Eski 07-02-2010, 15:51
Emin - ait Avatar
Emin Emin bağlı değil
.
 
Üyelik Tarihi: Mar 2006
Bulunduğu Yer: Antalya
Mesajlar/Teşekkür sayısı: 305/762
198 Mesaj ına 2281 Kere teşekkür edildi
Tanımlı İşin İçinden

İnsanın kendini eşelemesi ruh sağlığını nasıl etkiler, bilmiyorum.

Mesela: Şunu yapamadım, bunu beceremedim, onun üstesinden gelemedim, ötekini halledemedim, söyleyemedim, gidemedim, göremedim, duyamadım, anlayamadım, anlaşılamadım, anlatamadım, çözemedim, sevemedim, sevilemedim, kazanamadım, veremedim, alamadım kısacası ve özetcesi “başaramadım” gibisinden…

Ya da yukarıdaki paragrafı olumlayarak okursak: Şunu yaptım, bunu becerdim, onun üstesinden geldim, ötekini hallettim, söyledim, gittim, gördüm, duydum, anladım, anlaşıldım, anlattım, çözdüm, sevdim, sevildim, kazandım, verdim, aldım kısacası ve özetcesi “başardım” gibisinden…

Yani, esasında o şey, o hedef, o erek, o her neyse istenildiği halde istenildiği gibi olması veya olmaması durumundaki eşelenmelerin ruh sağlığı üzerindeki etkisi, baskısı, ağırlığı, faydası veya zararı nedir, ne kadardır, bilmiyorum. Ve inanılır mıyım onu da bilmiyorum; acaba bu yazıya neden böyle bir giriş yaptım…?

Serimin semerindeki bu ve benzeri “bilemediğim yükleri” sözcüklere yükleyip hafiflemeye çalışıyorum ancak gördüğüm o ki; hiçbir sözcük bu yükü taşımıyor, taşıyamıyor. Kimi sözcük yükün altında kalıp ezilirken, kimi sözcük kolanı bağlanmamış bir eşeğin rahatlığıyla hemen kendini yokuşa sürüp palanını da, yüklediğim yükü de döküp gidiyor.

Seranın toprağını yıkama işinden başlayarak 24 gün boyunca uğraştığım uğraştırıcı işlerden özetlerle biraz hızlanmam gerek.

Elime demir bir çubukla metre aldım ve 28 saatlik yağmurlama sonucunda bataklığa dönmüş görünen seranın değişik yerlerine bu çubuğu batırarak ne kadar rahatlıkla derine indiğini anlamaya çalıştım. Kimi yerde 20, bazı yerde 30, daha başka yerlerde 40 santim civarında elimdeki bu demiri rahatlıkla toprağa sokabiliyordum. Bir iki yerde de 50 santim kadar derine girebiliyordu. Bu demek oluyor ki, her tarafı eşit bir şekilde sulayamamışım.

172 kilovat elektrik kullanmışım. Kaç ton su kullandığıma ise emin değilim, su sayacım yok ancak Alarko marka dalgıç pompanın teknik verisindeki (lt/sn:4) bilgiye göre bir hesaplama yapacak olursam 403.200 litre gibi bir rakam olabilir.

Yıkamasına yıkadık, şimdi sıra toprağın kurumasını beklemeye geldi.

Kuruyacak ki, seranın dışında bekleyen gübre, her ne kadar taşımaya karar verdiğini söylese de sanki böyle bir işi yapmayacak ve beni ortada bırakacakmış hissini veren komşum Mevlit tarafından içeri taşınıp serilebilsin.

Genellikle birisine bir iş yaptırmadan önce kendim denerim ve o işin ne kadar süreceğine, çalışanın hangi açmazlarla karşılaşacağına, ne kadar ter dökeceğine dolayısıyla kaç lira verirsem onun terini soğutacağıma ve yine dolayısıyla kendi vicdanıma ve cüzdanımı hangi noktada rahatlatacağımı anlamaya çalışırım.

Günlerdir Musa amcanın gözünün önünde durup, burnun direğini çatlatan gübreden bir iki el arabası taşıdım. Sonra düşündüm, bu işi kendim yapsam, biraz ağırkanlı olduğumdan iki günde bitireceğimi öngördüm. Traktörle taşıtma işini ayarlamıştım ama seranın bu çamur haliyle içinde traktörün dolaşması mümkün değildi, birkaç gün sonra girse bile gene toprağı bastıracak, sıkacaktı, gerçi daha birkaç kez sürüm, kazayağı ve patos yapılacağı için pek fark etmezdi. Hem zamandan kazanmak, hem Mevlit’e harçlık vermek ve hem de göreceli de olsa toprağı traktörle ezdirmemek için Mevlit’in taşımasını arzuluyordum. Gerçi aletin yapacağını insana yaptırmak, üstelik aynı parayı vermek haksızlıktı. Bu haksızlığı vicdanım ve cüzdanımla pazarlık edip 10 lira fazla vermeyi kararlaştırdım.

Vicdanımı baypas eden kurnazlığım da vardı.

Traktör, kıçına taktığı kepçemsi şeyle gübreyi seranın sathına öbek öbek yığıp gidecekti. Bu yığınları dağıtma işi gene bana kalıyordu, ya kendim yapacak ya da yaptıracaktım. Oysa Mevlit taşırsa el arabasından veya torbadan boşalttığı gübreyi toprağa belirli bir kalınlıkta sermiş olacaktı. Düşündüğüm gibi olursa her halükarda kârlıydım.

Bu türden düşüncelerle seranın içine tırmıkla girip, kumla birlikte taşınan yabancı otlar ile kamış damarlarını toplayıp, dışarıya taşıdığım sırada karşılaştığım Mevlit’in tahmin ettiğim gibi, gübreyi taşımaya bir türlü karar veremediğini anlayınca son kez teklifimi yineleyip hemen karar vermesini isteyip yanından ayrıldım.

Acaba önerdiğim parayı mı az buluyordu? Bunu sormadım. Birkaç dakika sonra heyecanla yanıma geldi, taşımaya birazdan başlayacağını söyledi ve baldızının oğlu ile önce torbalara doldurdukları gübreyi el arabasıyla taşıdılar ve sonra üstünkörü serpiştirerek toprağa yaydıklarını görünce bu işi düzgün yapmalarını söylemek yerine 15-20 torba gübreyi onlara yardım ediyormuş gibi bir görüntü vererek ben dağıttım.

O gün iş bitmedi, bitmesini de beklemiyordum.

Ertesi günü de bitmedi, daha ertesi günü de.

İş bitmiyordu çünkü Mevlit ortalıkta gözükmüyordu.

Ben de başka işlerin peşinden koştuğumdan bu işle birkaç gün ilgilenemedim.

Toprağın kuruması hızlanmış neredeyse sürülme tavına gelmişti ama başka yerlerde çalışan Mevlit’in başladığı iş sekizinci günde bile bitmemişti.

Gerçekten de yaptırdığımız iş boka sarmıştı. Çiftçi Ali’nin traktörüyle iki gün sonra patos yapmaya geleceğini bildiğimden telaşlandım ve bu telaşımı Mevlit’e yansıttım.

Bir gün sonra seraya geldiğimde yol kenarında biraz gübre kalmasına rağmen önemli bir miktarın seraya taşınıp, dağıtıldığını gördüm ama Mevlit gene ortalıkta yoktu.

Dışarıda kalan gübreleri de kum öbeklerini dağıtan Musa ve Mustafa’ya parasıyla taşıttım. Onlar bu taşımayı yaparken ben serayı adımlamaya başladım. Mevlit’in gübre yığınlarını dağıtırken eşit davranmadığını gördüm. Elim ayağım soğudu, ortalıkta görünmeyen Mevlit’e verip veriştirerek elime tırmığı aldım, kalınca dağıttığı yerlerdeki gübreleri toparlayıp daha az dağıttığı yerlere el arabasıyla taşıdımsa da hava karardığı için bitiremedim.

Ertesi gün seraya geldiğimde Çiftçi Ali patosa başlamıştı bile.

Sulamayı her tarafa eşit yapamadığım gibi, kum ve gübrenin dağıtımını da arzu ettiğim gibi yapamamıştım.

Bu iş çok mu önemliydi? Belki de hiçbir önemi yoktu ama ben önemsiyordum, hani milim milim, gram gram bir eşitlikten bahsetmiyorum, hiç değilse göz kararı her tarafın eşit olması yaptığım işin içime sinmesine yeterdi.

Başaramadım, neye göre?

Başardım, neye göre, neye rağmen?

Gel de çık işin içinden. Ya da çıkma, kal işin içinde…

-LIVI-
Alıntı ile Cevapla
Emin kullanıcısına teşekkür edenler
account (08-02-2010), AnnE (08-02-2010), ar_de_ (08-02-2010), dentist (07-02-2010), hazan (18-02-2010), Master (07-02-2010), neron (08-02-2010), serdarkus (11-02-2010)
  #255  
Eski 31-05-2010, 18:42
Emin - ait Avatar
Emin Emin bağlı değil
.
 
Üyelik Tarihi: Mar 2006
Bulunduğu Yer: Antalya
Mesajlar/Teşekkür sayısı: 305/762
198 Mesaj ına 2281 Kere teşekkür edildi
Tanımlı Aranı-Yorum

Ali Hoca aradığında (ki, en geç her ayın ilk haftası arar, ben de o aradığında anlarım ki koca bir ay gelip geçmiş) seranın içinde çömelmiş, dal dal nane kesiyordum.

Beş tünelden (bölümden) oluşan seranın bir tünelini geçen Kasım ayından buyana naneye tahsis etmiş durumdayım. Geri kalanında roka ve dereotu var.

Bu yazıyı yazdığım şu anda ise artık roka yok. Roka ekmekten yoruldum, usandım, bıktım ve yaklaşık üç haftadır hatta tam tarihini söyleyeyim; 6 Mart 2010 tarihinde demedi 20 kuruştan 50 demet sattıktan sonra bir daha Hale roka götürmedim; yoldum, kökledim uzaklaştırdım seradan. Yerine maydanoz ve dereotu ektim.

Benim rokayı tahliye etmemeden bir iki gün sonra roka fiyatları dibe vurdu, 15 kuruş, 10 kuruş derken 7-8 kuruşa inen roka ortalıktan çekildi. Ancak iki haftadır hiçbir ot roka kadar prim yapmadı.

27 Mart 2010 tarihinde bizim komisyon rokanın demetini 50 kuruştan sattı.

Roka yetiştiriciliğim boyunca yani 9 Temmuz 2009 Perşembe gününden yukarıda yazdığım tarihe kadar 240 günlük sürede bir demet rokayı en yüksek 40 kuruştan satmışım.

**

Tekdal (tek tek, dal dal) nane kesmek deli işi. Şöyle dibinden kavrayarak avuç içine doldurulup büzüştürülerek kesilen nanelere hemen oracıkta beline iki tur lastik dolayarak kasalara yerleştirilen nane demetlerini içime sindiremediğim için “deli işi” dediğim yöntemle kestim şimdiye kadar nanelerimi. Bu şekilde kesilmiş naneyi evine götüren birisinin, demetin uçkurunu çözdüğünde boy boy, dal dal, otsuz, çersiz çöpsüz, tertemiz 35-40 dal naneyi görünce bu demeti yapan hakkında aklından ne gibi şeyler geçirdiği merak etmedim desem yalan olur.

Naneleri yetiştirirken bu bitkiye olan hayranlığım had safhaya ulaştı. Nanenin toprağa, yaşama tutunma arzusuna “arsızlık” damgasını vuran halkımızı anlamakta zorlanıyorum.

Ayrıca, gördüğüm kadarıyla her türlü hastalığa karşı direnebileceği kadar direniyor; soğuğa, sıcağa, neme, suya, susuzluğa, ezilmeye, çiğnenmeye, börtü böceğe, makasa, bıçağa hemen hemen her türlü engele karşı.

Güçsüz, zayıf, dayanıksız, sık sık hastalanan, dirençsiz kişilere karşı vurulan “nanemolla” damgasını artık naneyle örtüştüremiyorum.

**
İşte Ali Hoca aradığında ben yaşama tutunuşuna hayran olduğum bu nanelerden kesim yapıyordum.

Uyuşan ayaklarım ile sertleşen baldırımı rahatlatmak için ayağa kalkıp, bir yandan Ali hocanın konuşmalarını dinlerken diğer yandan etrafıma bakınarak bir sigara yaktım.

1. Bir türlü nereye işeyip, nereye çatlaması gerektiğini dayak atmama rağmen öğretemediğim Duman’la, Duman’a uzun bir süre ağabeylik yapan hatta aşırı emme isteğine çaresiz hayalarını emzirerek katlanan Belek ise daha şimdiden sıcaktan bunalmış arabanın altındaki koyu gölgelikte uyuyorlardı…

2. Annem kapının önünde, artık banyolarda çoktan modası ve kullanımı geçtiği halde onun deyişiyle “ilif” örüyordu…

3. Nane demetlerken çıkan kokuyla başı dönen, harbi harbi midesi bulanan eşim ile gene nane keserken gözleri kaykılıp, başı ağrıyan, “demet başı” 4 kuruştan çalışan komşumuz Naime Hanım ise benden iki tünel ötede dereotu topluyorlardı…

4. Geçen yıl doğru dürüst meyve vermeyen üzüm asması ise, geçenlerde budamadan anladığını sandığımız Aslan Abi’nin kestiği dalların kesiklerinden usul usul, sessizce gözyaşı akıtıyordu…

5. Çeyrek asırdan daha fazla aynı çatı altında karısıyla küs yaşayan, çay içme davetlerine “Ben ağlayan adamın çayını mayını içmem” diyerek laf sokuşturduğum, küsülü karısıyla arasında köprü görevi ve tercümanlık yapan torununu Ümit’i askere gönderdiği için günde birkaç öğün ağlayan Musa Amca ise teybin sesini oldukça yüksek açmış, acıklı türküler dinliyordu…

6. İshak’ın serasında “dörtte bir” hesabıyla çalışan Muammer ve karısı Ayşe erken ekim domateslerin çiçeğine berber fısfıslarıyla “BGD- Bitki Gelişim Düzenleyicisi” yani tüketicilerin “hormon,” ziraatçıların “forum” dediği sulandırılmış kimyasalı püskürtüyordu…

7. Bir önceki ekimde yetiştirdiği 5 bin kök marulu 300 liraya satan, hemen arkasından gene marul eken Latif Amca, şu sıralar yetişmiş durumda olan marullarına bir yandan görücü gelmesini beklerken diğer yandan Gülsüm yengeyle birlikte marulların arasında çıkan yaban otlarıyla birlikte şu sıralar yeni yeni göveren yabani semizotlarını yoluyorlardı…

**

Ali Hocam’ın şu sıralar kötü kötü rüyalar görüp acaba kimin başına olumsuz bir iş gelmiş endişesiyle sevdiklerini araması ve o sevdiklerinin arasına beni de katıp ne olup bittiğini öğrenmeye çalışması duygulandırdı beni.

Çoktandır yazı yazacak durumda değildim. Esasında bugün de değilim ve önümüzdeki günlerde de çok rahat durumda olacağımı da zannetmiyorum. Buna rağmen biraz yazı yazmak, bir şeyler demek ve demeye çalışmak için kendimi zorladım.

Geçenlerde, daha doğrusu geçtiğimiz aylarda Sayın AnnE’nin roka konulu yazıya düştüğü nota karşılık ben de nezaketen bir şeyler diyecektim, olmadı, kaynadı gitti. Şimdi ne diyeceğimi düşünüyorum ama hatırıma gelmiyor. Galiba “Netice olarak; Roka iyidir, lakin kuru kuru gitmez.” cümlesine bir şeyler diyecektim.

Yine geçenlerde ve yine daha doğrusu geçtiğimiz aylarda bana özel ileti gönderen Sayın ar-de’ye de bir şeyler yazacaktım o an için bunu yapamadım. Sonradan biraz yazdım lakin iletmeye fırsat bulamadım. Yeri gelmişken ona yazdığım yazıyı da buradan iletsem acaba kusuruma bakan olur mu?

Sayın ar de,
Değerli ve övücü yazınız için teşekkür ederim. Aynı zamanda 4 Kasımda yazdığınız iletinize aylar sonra yanıt verdiğim için de özür dilerim.
- Birileri tarafından, hele sadece yazdıklarımla tanındığım birileri tarafından özlenilmek güzel bir duygu.
- Gönderdiğiniz birkaç iletiden anladığım kadarıyla da yazdıklarımı iştahla okuyanlardan biri de sizsiniz. Bunun için de ayrıca teşekkür ederim.
- Kendi efkârımla yazmaya çalışıyorum ve yazarken olabildiğince, elimden geldiğince her kelimesine, her cümlesine özel önem vermeye çalışıyorum. Kalıcı olsunlar istiyorum. Yazdıklarıma akıl verici bir hava sinsin istemiyorum, bundan imtina etmeye çalışıyorum.
- Konulara bir başka açıdan çanak tutarak hevesle “okunabilir” bir yazıyı oluşturmanın kolay olmadığını bildiğim için yapmaya çalıştığım şeyin esasında kendim için bir nevi temize çektiğim bu yazıları “onlar” için de yazdığımı fark etmelerini sağlamaktan öteye geçmiyor.
- Bir yazıdan, daha önce yazdığım yazılara veya daha sonra yazacaklarıma göndermelerde bulunmaya çabalayarak cümlelerin gölgesine bazen bazı anlamlar da gizliyorum.

Yukarıdaki açıklamaları neden yazdığıma gelince, yazdığınız yazıda bu ayrıntıları gördüğünüzü bana hissettirdiğiniz içindir.

Uzun zamandan beri internete erişimim kolay olmuyor. Ev telefonumla birlikte ADSL bağlantımı da iptal ettirdim. (Biraz ekonomik ve biraz da kızımın daha fazla ders çalışması için.)

Bu durum, sanal ve fani alemde neler olup bittiğinden beni uzaklaştırdı iyice. Ayriyeten işlerimin anlatılamayacak kadar gıcık ve sürekli olması, uyumaya bile çok az zaman ayırabilmem bırakın sanal alemi, günlük haberleri bile yorgun ve uykuya meyilli gözlerle yarım yamalak anca izleyebiliyorum.

İnternet erişimimim olmadığını bir tek Ali Hoca biliyor. E-postalarıma bile çok nadir zamanlarda bakıyor, gelen postaların çoğunu (özeller hariç) açmadan silip çıkıyorum. Siteye yazdığım yazıları da bir iki kez denk geldiği için internet kafe’lerden, bazılarını da alışveriş ettiğim dükkânlardan, “birkaç dakikalığına e-postalarıma bakabilir miyim” ricasıyla yanımda taşıdığım taşınabilir diskten kopyalayarak gönderiyorum.

Bu mazeretimi de neden iletinize bu kadar geç yanıt verdiğimi açıklamak için belirttim.

Tüm bunlara rağmen her zaman dediğim gibi ölmez sağ kalırsam ve de fırsatını bulursam yaşadıklarımı yazılarıma aktararak 100 sayısına ulaşıncaya dek yazacağım. 57’de kaldığımıza göre daha epeyce yazacağım yazı olacak demek ama bu yazacaklarımı ne zaman bitiririm işte onu kestiremiyorum.

Birkaç yazı sonrası yazılarımın yanında çektiğim resimleri de becerebilirsem buraya aktarmayı düşünüyorum.

Yazımın başında dediğim gibi sonunda da tekrar “Değerli ve övücü yazınız için teşekkür ederim” diyorum.


**

Yazdıklarımın buraya kadar olan kısmını bilgisayarın tuttuğu tarihe bakacak olursam 28 Mart 2010 tarihinde yazmışım.

O günden bugüne kadar taşınabilir diske aldığım bu yazıyı gene bir punduna getirip gönderememişim.

Birkaç gün önce maydanozları boğan otları temizlerken o gün içinde yaşadığım bir olayı düşünüp, ne zamandır günlüğüme bile bir şey aktarmadığım için hayıflanırken içimden şöyle bir cümle kurmuştum: “Günlük kim, ben kim… Zamanım mı var, dermanım mı var… Arka Bahçeye yazdığım yazıyı bile postalayamadım… Üstelik yakında yazacağım dediğim halde Ali Hoca’ya bile yalancı çıktık, ayıp ettik...”

Bu cümlemi belki de tam bitirmemiştim ki telefonum çaldı. Çömelmiş vaziyetten doğrulup, çamurlu ellerimle telefonumu cebimden çıkardığımda Ali Hocan’ın aradığını gördüm ve suçüstü yakalanmış gibi bir tuhaf oldum.

Gene rüya görmüş, acaba birinin başına kötü bir şey mi gelmiş diyerek telefona sarılmış.

(Bitti)


Yazımı yaklaşık 20 gün kadar önce bitirmiş ama siteye iletememiştim. Bayatlayan bu yazıma bir kez daha göz attım. Birçok satır ile bir iki paragrafı sildim. Silinince bazı yerler, okunması zor bir yazı oldu diye düşündüm.

Ayrıca aklımdan şöyle bir şey geçirdim: “Yukarıda maddeler halinde çıtlattığım başlıkların son durumlarını yazayım bari.”

1. Duman ile Belek haşlanmış tavuk kemikleri ve suyuna doğranmış ekmeklerle karınlarını tıka basa doyurmalarına rağmen yemekten bir saat sonra komşumuz Mevlit’in evinin önünde dolaşan iki piliçten birini sıkıştırıp, yerlerken suçüstü yakalandıkları için hem dayak yediler benden hem de aynı günün akşamında sürgüne gönderildiler. Herhangi bir nahoş olayla karşılaşmamak için yenen pilicin bedeli ödendi.

2. Annem, havalar ısınır ısınmaz Pertek’e gitti.

3. Dereotları, zamanında biçemediğimiz için hızla adam boyuna çıkıp sarı sarı çiçek açtılar. Bu otları tam bir hafta boyunca çizi çizi, yatak yatak kökünden keserek seranın dışına taşıdık. Üzerindeki yenilebilir dalları Naime Hanım ve eşim koparıp koparıp demetledi.

4. Asmalar coştu, üzümler önce çiçeğe durdular, sürgünlerin bazılarını fırtına kırıp dağıtsa da şimdilerde koruk olma yolundalar.

5. Musa Amca’nın torunu Ümit, Acemi Birliğindeki vatani görevini tamamlayıp izine geldi ve bir hafta sonra Usta Birliği olan Cizre’ye şoför olarak görev yapmak üzere gene Musa Amca’nın gözyaşları altında uğurlandı. Geçenlerde tepsiye koyduğu çayı, bir iki gün sonra da bir bardak soğuk ayranı seranın içine girip, taa ayağıma kadar getiren Musa Amca beni çok mahcup etti.

6. İshak’ın serasında “dörtte bir” hesabıyla çalışan Muammer ve karısı Ayşe erken ekim domateslerin çiçeğine berber fısfıslarıyla “BGD- Bitki Gelişim Düzenleyicisi” yani tüketicilerin “hormon,” ziraatçıların “forum” dediği sulandırılmış kimyasalı biraz fazla püskürtmüş olmalılar demek ki, ilk döl domateslerin biçimi çok kaba ve içi boş oldu, bu domatesleri koparıp koparıp seranın dışına attılar. Geri kalanları ise kilosu 30 kuruş ile 80 kuruş arasında satıyorlar.

7. Birincisinde 5 bin kök marulu 300 liraya, ikincisinde de 1900 liraya yerinde satan Latif Amca, gene marul ekti ancak bu kez serasındaki 5 bin kök marulun belki yarısı hastalıklı yetişti, kimisi çürüdü, kimisi sarardı, kalanlarını da 73 liraya satıp serasının üzerine naylon çekip kenara çekildi.

**
Son not: Bu kez Ali Hoca, ayın ilk haftasını beklemeden 29 Mayısta aradı. Üç haftadır cebimde taşıdığım bu gittikçe bayatlayarak tuhaflaşan yazıyı biran önce elimden çıkarmam gerektiğini düşündüm.


-Tasnif Dışı-
Alıntı ile Cevapla
Emin kullanıcısına teşekkür edenler
account (01-06-2010), AnnE (01-06-2010), bikmisbroker (23-09-2010), buena vista (31-05-2010), dentist (31-05-2010), Master (02-06-2010), neron (01-06-2010), Ramo (03-06-2010), serdarkus (01-06-2010), su (19-10-2010)
  #256  
Eski 01-06-2010, 23:34
ar_de_ - ait Avatar
ar_de_ ar_de_ bağlı değil
.
 
Üyelik Tarihi: Jan 2007
Mesajlar/Teşekkür sayısı: 133/1013
108 Mesaj ına 737 Kere teşekkür edildi
Tanımlı

Sevgili Emin 6 ay sonra verilen cevap anasayfada yayınlanmayı hak eder
Açıklamalar için tüm Bahçe sakinleri adına teşekkür ederim. Yazılarınız hepimizin içinden birşeyler yansıtan ortak dil. Konuşmak kolaydır, yazmak cesaret ister ... Yapamadığımızı yaptığınız için tebrik ederim. Sıkı takipçiniz olarak yüz yazı tamamlandığında hepsini birarada görmek ve kutlamak isterim
Alıntı ile Cevapla
ar_de_ kullanıcısına teşekkür edenler
buena vista (02-06-2010), Emin (03-01-2011), jeremyve2 (19-07-2020), Kennethbug (09-07-2020), Master (02-06-2010), neron (02-06-2010), perfectruck (13-04-2020)
  #257  
Eski 08-09-2010, 13:57
Master - ait Avatar
Master Master bağlı değil
.
 
Üyelik Tarihi: Feb 2006
Bulunduğu Yer: Kalamış
Mesajlar/Teşekkür sayısı: 6.503/2290
5427 Mesaj ına 23007 Kere teşekkür edildi
Arrow Çiçeksiz bayram bizde olmaz.... Hayırlısı ile Kutlu olsun...

Antalya (a.a) - 08.09.2010 - Fıkrı Cınokur - Antalya Sus Bıtkılerı Ve
Mamullerı ıhracatcı Bırlıgı (asbmıb) Baskanı Osman Bagdatlıoglu, Ukrayna
Gumruklerınde Yasanan Sıkıntı Nedenıyle Bu Ulkeye Gonderılen Bır Mılyon Dal
Cıcegın Bozulmus Olarak Gerı Dondugunu Bıldırdı.
Bagdatlıoglu Aa Muhabırıne Yaptıgı Acıklamada, Ukrayna Gumruklerınde
Yasanan Sıkıntıların Cozulemedıgını, Bu Sıkıntıların Cıcek Sektorunden Baslayarak
Tum Sektorlerı Etkıledıgın Soyledı. Ukrayna'ya Gonderılen Ancak Gumruk
Ucretlerınde Yasanan Sıkıntılar Nedenıyle ıcınde 1 Mılyon Dal Cıcek Bulunan
Tırların Gerı Dondugunu Belırten Bagdatlıoglu, Sunları Kaydettı:
''ukrayna'da Yasanan Sıkıntı Suruyor. Tırlar Gerı Dondu. 1 Mılyon Dal
Cıcek Bozulmus Olarak Gerı Geldı. ıhracatı Artırmaya Calısırken, Kendılerıne
Hedef Koyan Ve Butun Gucuyle Calısan ıhracatcıların, ıhracat Yapılan Ulkenın
Kendı ıcınde Yasadıkları Sorunlar Ve Gumruklerde Yasanan Sıkıntılarla Moralı
Bozuluyor.''
Ukrayna Gumruklerındekı Sorunun Tum Sektorlerı Etkıleyecegını
Soyledıklerını Anımsatan Bagdatlıoglu, Sozlerını Soyle Tamamladı:
''nıtekım, Ukrayna Gumruklerınde Yasanan Sıkıntı Tum Sektorlerı
Etkılemeye Basladı. Ukrayna'da Gumruklerde Sorun ılk Patladıgında, Bu Olayın
Cıcek Sektorunden Baska Dıger Tum Sektorlere De Yayılarak Gelısecegını
Soylemıstık. Sımdı Yas Meyve Sektorunden Baslayarak Tum Sektorlerde Etkısını
Gostermeye Basladı. Onlem Alıp ıkılı Gorusmelerde Bulunulmazsa Onumuzdekı
Gunlerde Ukrayna'da Cok Buyuk Sorunlar Yasayacagız. ıhracatcımız Zor Durumda
Kalacak.''
__________________
''Gelişmekte olan bir ülke enflasyonu düşürebilir.. Yolsuzlukları azaltabilir.. Bütçelerde kısıntıya gidebilir.. Özelleştirme yapabilir..Ama yine de zenginleşemeyebilir! Çünkü bilgi değil,yalnızca mal üretiyordur." Juan Enriquez
Alıntı ile Cevapla
Master kullanıcısına teşekkür edenler
account (09-09-2010), buena vista (12-09-2010), cecilead3 (16-04-2020), chem73 (09-09-2010), Emin (03-01-2011), neron (12-09-2010), serdarkus (08-09-2010)
  #258  
Eski 03-01-2011, 09:29
Emin - ait Avatar
Emin Emin bağlı değil
.
 
Üyelik Tarihi: Mar 2006
Bulunduğu Yer: Antalya
Mesajlar/Teşekkür sayısı: 305/762
198 Mesaj ına 2281 Kere teşekkür edildi
Tanımlı Nanenin Sapı, Salyangozun Kabuğu

Epeydir yazmıyorum.

Daha doğrusu yazamıyorum.

Günlük yazmaktan vazgeçtim, sattığım malların kayıtlarını bile bilgisayarı açıp kaydedemiyorum.

Halimden şikâyetçiyim.

Neden yazamadığımı buraya bir nevi mazeret yazısı olarak aktarmak istemiyorum.

Benim ve ailemin dışında neden yazamadığımı bir tek kadirşinas Ali Hocam biliyor.

Sağ olsunlar, daha önce de yazmıştım, her ay en az bir kere arar, halimizi hatırımızı sorar. Çoğu zaman gördüğü garip rüyaların sevdiklerinin başına kötü bir hal getirdiğini sanır ve hayattalar mı diye yoklama çeker.

Yılbaşı gecesi daha rakımı doldurmadan saat 22 sularında oturduğum çekyatta içim geçmiş ve uykuya gömülmüşüm.

Saat 3 sularında uyandım, televizyon ve lambalar açıktı, kapatmaya üşendim, yeniden yattım.

Saat 5 gibi yeniden uyandım, tuvalete gidip geldim, açık televizyon ile lambaları kapatıp yeniden yattım.

Uykuya doydum.

Hiç telaş etmeden saat 8’den 9.30’a kadar üzerine tereyağı ve kaşar koyduğum ekmekleri kızartarak kahvaltımı yaptım. Sonra bilgisayarı açıp, Antalya Büyükşehir Belediyesi Hal Daire Başkanlığına “Bundan sonra bir daha bize mal getirme” diyerek kibarca kovulduğum komisyondaki alacağım için şikâyet dilekçesini yazmaya başladım. Dört sayfalık dilekçemi bitirdiğimde yazı yazmayı özlediğimi anladım.

Şimdi bu kısa yazımda, yeni yılın bu ilk günlerinde aldığım kararı söylemek istiyorum.

Ne kadar karışık ve sıkıntı verici işlerin içinde olsam da günlük yaşadıklarımın başlıklarını ve kısa özetini yazacağım.

Daha önce verdiğim sözü tutabilmek için Arka Bahçe’ye de en az ayda iki kez yazı yazacak, yaşadıklarımı anlatacağım.

Yeni yılın ilk günü nane kesmeye girmedim seraya.

Dolayısıyla salyangoz da öldürmedim.

Hep merak ederdim bu salyangozları. Ederdim ama merakımı giderecek herhangi bir bilginin peşinden gitmedim.

Küçükken en çok kakasını nasıl yaptığını düşünürdüm. Acaba o kabuğunun ağzı hem baş hem kıç mıdır?

Kendini kabuğundan dışarıya çıkardığında o mızmız, o tembel, o uykucu hayvanın nasılda hızlı, adeta kayarak gittiğini görünce şaşırır, kimse ezmesin diye münasip yerlere taşırdım. Tabi o zamanlar küçüktüm, salyangozların istila edeceği yeşillik seram da yoktu.

Kendisine saygı duyduğum bu şerefsiz hayvanları seradan uzaklaştırmanın tek yolu kepekli tozdan oluşan zehri sulandırarak ceviz büyüklüğünde topaklar hazırlayıp, seranın etrafına birer metre aralıklarla koymak. Nitekim böyle bir uygulamayı geçen yıl yaptım. Özellikle geceleyin hemen hemen koyduğum her bir zehir topağının başına üşüşen 15-20 salyangozun kendi kabuklarını mezara çevirdiklerini görünce hüzünlenip kimyasal savaştan vazgeçtim.

Şimdi damlama hortumlarına yapışanları, toprak üzerinde şekerleme yapanları, nanelerin dallarına tırmanandan, yapraklarını yiyenleri nerede ve hangi konumda olurlarsa olsunlar hemen makasla kırrıtt diye bir ses eşliğinde katlediyorum. Çok efkârlanıyorum ama ekmeğimle oynadıkları için nefsi müdafaa zayiatı sayıyorum.

Yukarıda yazdım ya, “herhangi bir bilginin peşinden gitmedim” diye. Utandım kendimden.
Üşenme, dedim. Kalk, bir zamanlar gazetelerin verdiği şu kitaplığın raflarından bazılarını kıran, bazılarına da bel verdiren ansiklopedilerden herhangi birine bak.

Nitekim baktım, Latince ismi verildikten sonra binlerce türü olduğuyla başlayan bir yazıyı okudum. Ancak en şaşırdığım meziyetini okuyunca bir kez daha şaşırdım. O kısmı aynen yazıyorum. “Salyangoz, yapışkan ve parlak bir mukus (sümük) salgılayan bir karın ayağıyla sürünerek ilerler. Çok yavaş yürüdüğü sanılırsa da hızı saatte 112 m’ye (yaklaşık olarak dakikada 1,85 m) ulaşır.”

Hadi bu gereksiz konuya girmişken bari Büyük Laroussse’den birkaç satır daha yazayım.

“Kafasında, geri çekilebilen dokunaç (boynuzlar) vardır; bunlardan en büyüklerinin uçlarında gözler yer alır; en küçükleriyse dokunma duyusu organlarıdır. Bedeninin alt yüzünde T biçiminde yarılmış ağızda, boynuzsu bir çene, salyangozu bahçelerdeki yaprakların en tehlikeli düşmanı haline getiren pütürlü bir dil (dişlidil) bulunur. Salyangoz, erdişildir: ne var ki kendini dölleyemez ve üreyebilmesi için mutlaka çiftleşmesi gerekir. Yumurtlama deliği başının sağ yanındadır; yumurtalar bir ayda olgunlaşır.

Salyangoz çeşitlerinden çoğu yenebilir. İri türlerin tadını çok beğenen Romalılar kapalı parklarda düzenledikleri kül ya da tahta setlerde salyangoz beslerlerdi. Günümüzde en büyük salyangoz tüketicisi olan Fransa’da özellikle bağ salyangozu (Helix pomatia), H.vermiculata, H.aperta ve H.asperasa türleri yenmektedir.

Salyangozların düşmanı çoktur: bazı kuşlar, kirpiler, kara kurbağaları, birçok böcek.

-Mutf. Haşlanan hayvan kabuğundan çıkarılır, kurbuyonda pişirilir ve kabuğuna yeniden yerleştirilerek üzeri maydanozlu ve sarımsaklı tereyağı ile sıvanır.”

Şu sıralar nerdeyse yaptığım her iki demet naneye karşılık en az bir salyangoz öldürüyorum.

Salyangoz sürüleriyle geçen yıl karşılaşmıştım. O zamanlar serada yoğunluklu olarak roka, biraz da maydanoz vardı. Seranın etrafında da şimdi olduğu gibi bol miktarda ebegümeci vardı. Acaba diyorum, bu saydıklarımın içindeki yeşilliklerin yenilebilir 100 gramında en fazla kalsiyum ebegümeci (249) olmak üzere, roka (205) ve maydanozun (203) olması, nanenin de bunlardan geri kalmadığı ortada olduğuna göre, öldürdüğüm için sinirlerimi bozan, bu şerefsiz hayvan kabuğunu geliştirebilmek için seraya dadanmış olabilir mi?

Benim ki de laf işte. Bu mevsimde ne bulursa ona dadanacak, otların bünyesinde bolca kalsiyum olsa n’olur, olmazsa n’olur. Hayvancağızın bağkuru mu, sigortası mı, maaşı mı var ki canının çektiği yeşilliğe bastırsın parayı alsın.

Ölümü göze alarak veya ölümü aklının ucuna bile getirmeyerek her daim yeşilliği bulunan bu serayı işgal ettiğini bile hesaba katmadan yerleşmiş.

Birkaç salyangozun bir arada olduğu durumlarda, diğerlerine ibret olsun diye birini kestiğimde, kaçan saklanan da yok! Elim değmişken de hepsini ortadan biçiyorum. Sonra da canım sıkılıyor. Allahtan keserken çığlık mığlık atmıyorlar! Belki de atıyorlardır!

Ben en iyisi, kimin işine yarar veya kim bir günde 200 mg kalsiyum almak gayesiyle 100 gram nane tüketir bilmiyorum ama taze naneye ait besin öğelerini de yazıp, yazımı bitireyim.


YENİLEBİLİR 100 GRAM TAZE NANENİN BESİN ÖĞELERİ

KALORİ 65
PROTEİN 4
YAĞ 1,3
KARBONHİDRAT 7,9
KALSİYUM mg 200
DEMİR mg 8
VİT A VE KAROTEN 14000
TİAMİN mg 0,13
RİBOFLAVİN mg 0,26
NİASİN 1
VİTAMİN C 35
ARTIK % 50
POSA g 1,3

-Hadi Bu da Tasnif Dışı Olsun-
Alıntı ile Cevapla
Emin kullanıcısına teşekkür edenler
account (03-01-2011), AnnE (04-01-2011), ar_de_ (04-01-2011), buena vista (03-01-2011), chem73 (05-01-2011), donny3 (28-05-2020), hazan (10-01-2011), janus (03-01-2011), Lizzy (16-01-2011), Master (03-01-2011), neron (04-01-2011), salacak (04-01-2011), serdarkus (04-01-2011), vernakz1 (20-06-2020)
  #259  
Eski 31-01-2011, 17:46
Emin - ait Avatar
Emin Emin bağlı değil
.
 
Üyelik Tarihi: Mar 2006
Bulunduğu Yer: Antalya
Mesajlar/Teşekkür sayısı: 305/762
198 Mesaj ına 2281 Kere teşekkür edildi
Tanımlı Konu Çok

Kendimden Alıntı: “Daha önce verdiğim sözü tutabilmek için Arka Bahçe’ye de en az ayda iki kez yazı yazacak, yaşadıklarımı anlatacağım.”

Son yazımın tarihini temel alırsak bir-iki gün sonra bir ay tamamlanacak. Bu Cumartesi yazarım dedim, olmadı; şu Cumartesi yazarım dedim olmadı, derken ay içindeki bütün Cumartesiler tükendi. Hepi topu kaç tane Cumartesi var ki zaten.

Bu cümlemden şu anlaşılır ki doğrudur: “Cumartesi günleri dışında kendi nefsime ayıracağım çok fazla zamanım yok.”

Haftanın her günü Hal’e giden “bir üretici” için bayram mayram hariç gerçekten de durum böyle.

Pazar günü Hal kapalı olduğu için genelde Cumartesi mal toplanmaz. Mal toplanmayınca iş olmaz demek değil bu. İlaçlama, gübreleme, sulama, yabancı ot alma, damlama veya diğer sistemlerde oluşan arızaların giderilmesi yahut bazı bakımların yapılması gibi kuyruğa girip sıra bekleyen işlere meydan okuyup ya da iplemeyip es geçilirse, Cumartesi günü Hal’den geldikten sonra doğrudan üretime yönelik “iş” yapılmaz.

Ancak dolaylı üretime yönelik “iş”lerin ardı arkası kesilmez, o da ayrı bir mesele. Mesela seni Hal’e götüren aracın bakım zamanı gelmiştir.

(Kaput açılınca hemen her şeyin içine, arasına para sıkışmış olduğunu sana tek tek hatırlatacak iş önlüklü servis elamanları ya da özerk tamirciler gözünün önüne gelir. Kızamazsın da, ne derlerse, hazır gelmişken yaptırasın gelir. Servistir, kazıklamak hakkıdır, boşuna mı bekleme salonu yapmış, sana çay ikram eden bayan elaman tutmuş diye düşünerek daha az kazıklanayım amacıyla özerk ustalara uğramışsan; sözgelimi fren balataları sökülür, “Abi, tam zamanında gelmişsin” diye söze başlanır, “Allah korumuş,” “Bir verdiğim varmış da karşı gelmiş” duygusuna kapıldığında ya senden alınan parayla ya da ustasının direktifiyle çıraklardan biri parçacıya gönderilir. Sökülen aynalar tornacıya silime gider. Bu arada antifrizin azaldığı gösterilir, silecek lastikleri de gitmiştir, yağ eksilmiştir, şudur budur derken öğlen başladığın iş hava kararırken bitecek gibi olur, ufak ufak tükendiğini usta da sezinlediğinden artık daha fazla üzerine gelinmek istenmez, aracın şurasında burasındaki bir somunu sökmek ya da kapının bir yerini yağlamak için yine sana aldırdığı spreyin kalanını kendi ellerine sıkıp, hesapta alınan her şeyi layıkıyla kullandığı gösterilerek işçilik ücretinin de hak edildiği vurgulanır...)

Bugün ne yapıp edip bir iki satır yazı yazmayı kafama koymuştum koymasına ama nereden ve nasıl başlayacağımı beceremediğimden, bir şeyler yazayım nasılsa arkası gelir umuduna bel bağladım lakin bu kez de hesapta olmayan konulara daldığımı fark ettim.

Epeyce geçmişte kalsa da bir dönüm karanfilden ne kadar kazanılacağını yazacağımı unutmadım.

Gene Kendimden Alıntı: “Bu konuyu diğer konu kapıları gibi birer birer “şahsı adına kapatmayıp” beni uğraştıran Sayın Master’a teşekkür edilecek ve denilecek ki: “İsterseniz bu konu açık dursun, 18 senedir bu işin içinde sevişen Kemal Beyi yakın takibe alalım, eğer bilgi verecek olursa, bakalım 19 uncu sevişmesinde bir dekardan ne kadar dal karanfil üretecek, ne kadar masraf edecek, kaça satacak ve önümüzdeki Mayıs ayında yani dönem sonunda nasıl “tatmin” olacak?”

Bana bilgiyi verecek olan Kemal Beyin inisiyatifine kaldığım için şimdilik o konu açık duruyor. 2009-2010 dönemi geldi geçti. Şimdi 2010-2011 dönemi idrak ediliyor. Önümüzdeki Mayıs ayında da bu dönem kapanır. Eskiyi yazamadığımıza göre, hiç kimsenin umurunda olmayan bu faydasız “açık konuyu” inşallah günün birinde yazarak kapatırız.

Nasıl olsa konu da kapatılacak açık da çok.

-Gene Tasnif Dışı-
Alıntı ile Cevapla
Emin kullanıcısına teşekkür edenler
account (01-02-2011), AnnE (01-02-2011), ar_de_ (31-01-2011), buena vista (31-01-2011), dentist (31-01-2011), Master (03-02-2011), serdarkus (02-02-2011)
  #260  
Eski 31-01-2011, 19:25
ar_de_ - ait Avatar
ar_de_ ar_de_ bağlı değil
.
 
Üyelik Tarihi: Jan 2007
Mesajlar/Teşekkür sayısı: 133/1013
108 Mesaj ına 737 Kere teşekkür edildi
Tanımlı

sevgili Emin
numaralı yazılarınızı da tasnif dışı olanları da keyifle okuyoruz. keşke en azından ayda bir sizi burada görsek... ayrıca karanfil konusunda açık olan yerlerle ilgili yorumlarınızı bekliyoruz. benim aklıma başbakan danışmanlarımız ve bazı bakanlarımızın "karadeniz çay ve fındık kıskacından kurtulmalıdır" sözleri geliyor ( fındıkların sökülüp karanfil ekimi önerileri...) bu düşünceyi kasap vitrinlerindeki karanfilli koyunların görüntüsü izliyor zihnimde. tabii siz üretimin içinden daha sağlıklı bilgiler verebilirsiniz. sağlıcakla kalın
Alıntı ile Cevapla
ar_de_ kullanıcısına teşekkür edenler
Emin (07-03-2011), Master (03-02-2011)
Cevapla


Konuyu Toplam 3 üye okuyor. (0 Kayıtlı üye ve 3 Misafir)
 
Konu Seçenekleri Bu Konuda Ara
Bu Konuda Ara:

Gelişmiş arama yap
Modları Göster

Yetkileriniz
Yeni konu açabilirsinizdeğil
Yanıt gönderebilirsiniz değil
Eklenti gönderebilirsiniz değil
Mesaj düzenleyebilirsiniz değil

Smileler Açık
[IMG] Kodları Açık
HTML-Kodları Kapalı
Gitmek istediğiniz klasörü seçiniz


Bütün Zaman Ayarları WEZ +2 olarak düzenlenmiştir. Şu Anki Saat: 03:31 .


Telif Hakları vBulletin v3.5.4 © 2000-2024, ve
Jelsoft Enterprises Ltd.'e Aittir.
Tercüme ve Tasarım : Arka & Bahce