#231
|
||||
|
||||
Yoksa Yok Musun?
63 yıllık ömrünü ve bu ömrün geçtiği zamanı, mekânı ve yaşam koşullarını eksik bilgilerime rağmen becerebildiğim kadarıyla gözümün önüne getirdiğimde, saygı duymanın ötesine geçen bir duyguya beleniyorum.
Korkusuzluğuna, dolayısıyla cesaretine; kafa tutmalarına, dolayısıyla kendine olan güvenine işaret eden sözlerine rastladığım zaman -şuan olduğu gibi- ne diyeceğimi bilemiyorum. İşin bir diğer garip tarafı; dediklerinin, dolayısıyla yaşamı algılayış biçiminin, o biçimlerin içini dolduran görüşlerinin önemli bir bölümüne katılmadığım halde takdirle karşılıyor, ülkeme yaptıklarından dolayı da minnetle de anıyorum. Yer: Erzurum. Sene, 1989’du. Çifte Minarelere yakın bir kitapçıya gitmiş, Mehmet Akif Ersoy’la ilgili kitap sormuş “Safahat” tan başka bir şey bulamayınca onu almıştım. Sonraları damadı olduğunu öğrendiğim Ömer Rıza Doğrul tarafından bu kitabın başlangıcında Akif’in hayatı, seyahatleri, mütareke ve milli mücadeledeki durumu, Mısır’da yaptığı işler, edebi şahsiyeti, karakteri gibi kısa ama özlü bilgilerde bulunuyordu. Safahat’ı iştahla birkaç gün okumuş, daha doğrusu okumaya çalışmış ama çabuk sıkılmıştım. Sıkılmamın sebebini biliyordum, dili çok zorlamıştı beni. Osmanlıca bir sözlüğe başvurmadan okumak çok zordu, esasında okumak kolaydı ama anlamak zordu. Ancak ısrarla okuduğum zaman sözün gidişine göre anlar gibi oluyordum. Haksızlık etmek istemem, bazı şiirlerinde veya uzun şiirlerinin bazı bölümlerinde halen konuşulan sözleri kullandığı için hiç duraksamadan okuyordum. Mesela şimdilerde bazılarının tekeline alıp sık sık dillendirdiği şu dizeleri okurken çok etkilenmiştim, halen daha etkilenirim. Ancak beni en çok etkileyen ve bu yazıyı yazmama neden olan “din” gibi tartışılması sancılı bir konuda Mehmet Akif’in yüreklilikle kaleme aldığı, değişik bakış açılarına göre yoruma açık ve yine şiirinin başına Kurandan bir ayet koyarak yazdığı şu dizeler:Zulmü alkışlayamam, zâlimi asla sevemem; “İçimizdeki beyinsizlerin işledikleri yüzünden, bizi helak eder misin, Allahım? ...” (Kur’an-ı Kerim) Âciz:1.Güçsüz, gücü yetmez, eli ermez. 2.Beceriksiz, zayıf. Âver: Getirici, getiren, taşıyan. Âyât:Ayetler, Kur’an’ın cümleleri. Bîçâre: Çaresiz, zavallı. Bîzar: Bıkmış, hatırı kırılmış, bezgin. Cedd-i Hüseyin: Hüseynin dedesi. Hazreti Peygamber Efendimiz. Cevami: Camiler. Devâhî: Belâlar. Emvâç: Dalgalar. Enfâs-ı habîs: Kötü nefesler. Esnam: Sanemler, putlar. Ezelî: Öncesiz, başlangıçsız. Feryâd: 1.Haykırış, çığlık. 2.Sızlanmak, şikâyet. 3.Yaygara, gürültü. Feryat etmek:Çığlık koparmak. Fetva-yı müeyyed: Sağlam delil. Girye: ağlama, ağlayış, gözyaşı. Hâke: Toprağa Haremeyn: İki harem, Mekke’deki Harem-i Şerif ile Medine’deki Ravza-i Mutahhare. Hurûş: Coşma, çağıltı, gürültü, şamata, telaş. Husran: Zarar, ziyan. İlhad: Dinsizlik, Tanrısızlık. Lâyüs’el: Sorumsuz olan, sorgusuz, sorulmaz, Zat-ı Kibriya. Mâbed: ibadet yeri, tapınak. Mazlûm: 1.Zulüm görmüş, haksızlığa uğramış, ezilmiş, canı yakılmış. 2.mcz. Sessiz ve uysal, boynu bükük. Mel’un: Lanete uğramış, lanetlenmiş, 2. Kovulmuş. 3. Alçak, aşağılık kimse. Melekût: Hükümdarlık, krallık, saltanat, azamet. Meş’al-i vahdet: Birlik meşalesi, Allahın birliğinin nuru. Muamma: Bilmece, bulmaca, sır; mcz. Anlaşılmaz iş. Musâb: İsabet etmiş, rastlamış, tutulmuş, yakalanmış, uğramış. Musâb olmak: Tutulmak, uğramak. Mürted: Dinden çıkmış. Nâ-hak: Haksız, beyhude, boş. Nâ-hak yere: Haksız yere, boşuna, boşu boşuna. Nefha: Esinti. Nigehbân: Bakıcı Nihâyet: Sonunda. Niyâz: 1. Yalvarış, yalvarma, yalvarıp yakarma. 2. Dua. 3. İhtiyaç, muhtaçlık. Rûh-u leîm: Alçak ruh. Sâlib: Zorla alan, çalan, yağma eden. Sûzişli: Yanık, acıklı. Sükût: Susma, söz söylememe, sessizlik, susku. Şenâat: Alçaklık, çirkinlik, kötülük, iğrençlik. Teslis: Hristiyanların Tanrı’yı üçleme inancı. Zillet: Alçaklık, bayağılık; aşağılık, aşağlaşma, alçalma. Zulmet: Karanlık, ışıksızlık. Araf-155: Mûsâ, kavminden, belirlediğimiz yere gitmek için yetmiş adam seçti. Onları sarsıntı yakalayınca (bayıldılar). Mûsâ, “Ey Rabbim! Dileseydin onları da beni de bundan önce helak ederdin. Şimdi içimizden bir takım beyinsizlerin işledikleri günah sebebiyle bizi helak mı edeceksin? Bu sırf senin bir imtihanındır. Onunla dilediğin kimseyi saptırırsın, dilediğini de doğruya iletirsin. Sen bizim velimizsin. Artık bizi bağışla ve bize acı. Sen bağışlayanların en hayırlısısın” dedi. -41/b- |
#232
|
||||
|
||||
Eski Çağlar Tarihi
Safahat’ın başlangıcında, Akif’le ilgili düşüncelerini açıklayan Mithat Cemal Kuntay’ın, “Akif’in Sanatkâr Tarafı” başlığı altındaki yazılarını okurken küçük bir kısım dikkatimi çekmişti, şaşırmıştım; Akif’le Neyzen nasıl bir araya gelmiş, diyerek.
“Neyzen Tevfik’in han odasında yemeğe davetlidir. Yemekten sonra elini yıkayacak, Neyzen’in getirdiği havluya mendilini tercih edecek ve havlu ile kurulanması için ısrar eden Neyzen’e şu cevabı verecek: - Yapamam, ellerim kirlenir!” Hakikaten böyle diyerek şaka mı yapmış, laf mı sokmuş, kabalık mı yapmış, anlayamamıştım. Okumaya devam ederken bir yerde “Derviş Ahmed” adlı şiirine rastlamıştım. Başlığa bir yıldız koyulmuş ve dipnotta bu yıldız açıklanmıştı: “Tevfik Neyzen’in üç bin dört yüzüncü tövbesinden istifâsı münasebetiyle.” Bir kez daha şaşırmıştım. Bu şiiri okuyunca onu çok sevdiğini, önemsediğini ve değer verdiğini düşünmüştüm bu kez. Bir başka şaşkınlığım ise; “Berlin Hatıraları” adlı uzun şiirini okurken sayfanın bir yerinde nokta nokta bırakılan yere gelmiştim. Bu boş bırakılan yerin açıklaması da dipnotta vardı: “Buradan Tevfik Fikret’in ‘Tarih-i Kadim’ adlı şiirine cevap veren, fakat Şâirimiz tarafından Safahat’a alınmayan 98 mısra eksiktir.” Merak bu ya, bu kez Tevfik Fikret’in “Tarih-i Kadim” adlı şiiri kafama takılmıştı. Tevfik Fikret’in şiir dili de çok zorlamıştı beni. Sonunda Osmanlıca okul sözlüğü almak zorunda kalmış, ve bu sözlük yardımıyla safahatı okumaya çalışmıştım. Sözlükle şiir okumak: ders çalışmak gibi bir şey! Tarih-i Kadim (yani Eski Çağlar Tarihi) adlı bu şiiri de ders çalışır gibi okumuş ancak çok kısa bir süre sonra bir kitap’ta, bugünün diline göre A.Kadir tarafından yenileştirilmiş halini okuyunca da rahatlamıştım rahatlamasına ama çektiğim eziyete de hayıflandım durmuştum.“Beşerin köhne ser-güzeştinden Tarih-i Kadim Mehmet Akif Ersoy’un bu şiire karşılık vermesi şaşırtmamıştı beni. Şaşırtan, yazdığı dizeleri Safahat’tan çıkarmasıydı. Çıkardığı dizelerin bazıları: Biri, şiirinden parçalar çıkarıyor!“… Diğeri, şiirine ek yapıyor! Tarih-i Kadime Ek -41/c- (Son) |
#233
|
||||
|
||||
Akif'i çok bilinen şiirlerinin dışında pek okumamış olmakla beraber, bende bıraktığı kanı savaşlar çağında işi Allah a havale etmesidir. Sürekli bir şikayet, serzeniş, Allah'ın yardımını isteme ; fakat bununla beraber kaderine razılık. Ve kurtuluşun tek yolunu tanrıya havale eden, pasif bir direniş.
Yirminci yüzyıl sonlarındaki arabesk tartışmasını andıran bir yaklaşım. Orhan Babaların kafaden teslim ve kadere razılığı ile, Yusuf Hayaloğlu'nun yenilginin bezginliğinden gelen -bence haklı- kaderciliğinin şer'i bir karışımı. Hadi bakalım... |
#234
|
||||
|
||||
Ramazanda İmamdan Haziranda Yılandan
“Delirmiş gibi seradan kaçıp gittiniz ve bir daha gözükmediniz. Bugün, bu saat olmuş, kumlar yığın yığın duruyor!” dediğimde mobiletiyle uğraşıyordu Musa Amca’nın torunu, Musa.
“Emin Abi, Mustafa’nın gelmesini bekliyorum, gelir gelmez dağıtırız, bir saat sürmez dağıtması,” diye karşılık verirken ben sadece bir tek kulağımla onu dinliyor, yüzgöz olmamak için yağmurlama hortumunun fıskiyeleriyle uğraşa uğraşa ondan uzaklaşıyordum. Bir saat kadar sonra her ikisini de serada, kum yığınlarının başında gördüğümde, ben de depoda aradığım fıskiye eskilerinden bulabileceğim kadarını bulmuştum. Yeni bir şey sormamıştım ama Musa anlatmaya başladı. Çocuklar yılanı görmüş kaçışmış, yengeleri çok korkmuş, bağırarak ortalığı bir birine katmış… Hava kararana kadar, saatlerce bu yılanı öldürmek için didinip durmuşlar. Bir hafta kadar önce dedesinin bağlı köpeğini de bir yılan sokmuş, hayvanı ölümden zor kurtarmışlarmış… Çok büyük bir yılanmış… Elindeki küreğin sapını gösterip, “Bundan belki bir metre daha uzundu” diyordu. Önceki senelerde gene aynı yerde bir yılanı öldürmüşler, birkaç gün sonra aynı yere daha büyük bir yılan gelmiş, muhtemelen intikam alacakmış, ne yazık ki onu ellerinden kaçırmışlar… Bir Musa, bir Mustafa anlatıyordu yılanlarla ilgili bildiklerini, gördüklerini, duyduklarını, nefretlerini… Bir yandan onları dinlerken, diğer yandan yağmurlama fıskiyelerini hortuma takıyor, eksikliklerini gideriyordum lakin gözüm de arada bir dağıttıkları kumlara kayıyordu. Derelerden taşınan etli, kemik renginde, boğumlu kamış kökleri ile diğer otların canlanmaya elverişli köklerini de kumlarla birlikte seraya serptiklerini görüyor, bunları toplayıp seranın dışına atıyordum. Bu işi yaparken onların da görmesini sağlıyordum ki, küreklerine gelince bu tür şeyleri atmasınlar seraya. Ne gezer! Kaşlarımı çatıp ve sesimi sertleştirip: “Ulan oğlum, ben bunları topluyorum siz gene atıyorsunuz” diye uyarıncaya dek aynı şeyi yapmaya devam ettiler. Sinirlendirdikleri için beni, sıkılmaya başlamıştım yılan hikâyelerinden. “Bırakın yılanı, üzerine gitmezseniz bir şey yapmaz, hem onu da Allah yaratmış. Bir hikmeti, bir bildiği var ki, onun da bu dünyada yaşamasına müsaade etmiş. Zaten anlattığına göre zehirsiz bir yılana benziyor, muhtemelen de karayılandır,” der demez, Musa, bütün yılanlara ana avrat düz giderek sanki önünde bir yılan varmış gibi küreğin kenarıyla keseklere ardı ardına darbeler indirmeye başladı. Ne onu da Allah’ın yarattığı umurundaydı ne de zehirsiz oluşu. “Ulan Musa, şaşırttın beni. Hiç Musa Dedenden duymadın mı ‘Ramazanda imamdan, Haziranda yılandan uzak dur’ diye bir sözü?” Karşımda on altı yaşında bir genç değil de sanki görmüş geçirmiş bir insan varmış gibi “Emin Abi, ben onu bunu bilmem, yılanın başını küçükken ezeceksin” deyiverdi. “Anlaşıldı, ne desem boş, dünyadaki yüz yılan türünden sadece sekiz tanesi zehirlidir desem de boş, faydalarını anlatsam da boş, üzerine gidilip sıkıştırılmadıkça ısırmayacaklarını söylesem de boş hatta yılanların en büyük ve en zalim düşmanının biz insanlar olduğunu söylesem de boş. O yüzden siz şimdi bırakın yılanı çıyanı da bu kumu hava kararmadan biran evvel dağıtmaya bakın.” Dip Açıklama: “Bazılarının zehirli olması nedeniyle korkulan hayvan yılanlar için çeşitli masallar da uydurulmuştur. Ayrıca Anadolu’daki araştırmalarımız esnasında değişik yerlerde ve değişik şekillerde yılan masallarını dinledik. Örneğin halk arasında yılanların çift yaşadıklarına inanılır ve eşlerden biri öldürülürse, diğerinin onu aramaya geleceği hatta intikamını alacağı söylenir. Ancak yılanlar yalnız ilkbaharda, çiftleşme mevsiminde eş arar, diğer zamanlarda yalnız yaşarlar. Yılanların bazı türlerinde yalnız bir eşle çiftleşme alışkanlığı vardır. Bu masaldaki hakikat gibi görünen kısım şöyle olabilir. Üreme sezonunda bir erkek yılan, bir dişi nereye gitmişse onu koku izinden takip eder ve bulmaya çalışır. Şayet dişi öldürülmüş ise dişinin kloakından geçtiği yerlerdeki taş ve bitkilere bulaşan salgı kokusunu izleyen erkek de aynı yere gelebilir. Erkek bir yılan için koku duygusu o kadar tahrik edicidir ki, cinsel arzusu şiddetli olan bir erkek yılan ölü bir dişi ile de çiftleşmeye çalışır.” Sayfa 45,Türkiye Amfibi ve Sürüngenleri, Prof.Dr. İbrahim Baran, TÜBİTAK, Popüler Bilim Kitapları, 2005. - XLII- |
#235
|
||||
|
||||
İlgi Bilgi Fikir İnisiyatif
Şimdi yazarken parmağıma dolanan bu kum hikâyesi, o zaman da ayak bağım olmuştu.
İçime sinmese de, uzunca süre seranın dışında ve bir kısmı yola yayılan kumlar nihayet seraya taşınmıştı. Gerçi birkaç traktör römorku kadar kum halen dışarıda yaygın bir şekilde duruyordu ama bu kadarı olsundu artık. Günün birinde ince bir işçilik yapıp bunları da bir araya toplayıp sonra seraya taşımak gerekecekti, para vermiştim, niye ziyan olsundu ki dışarıda. Serada düzgün, her yeri eşit ölçüde ıslatacak şekilde bir yağmurlama sistemi yoktu. Sistem, iki ayrı küresel vanayla bir bu yanına seranın, bir o yanına yağmurlama yapacak şekilde kurulmuştu, zamanında. Oysa aynı anda başlasın ve bir vananın açılmasıyla yağmurlasın istiyordum, tüm serayı. İstemekle olmuyordu, cehdetmek gerekiyordu. Cehdetmek için de elini cebine attığında taşağın değil para gelmesi gerekiyordu. Tepeden, boydan boya yetmiş metre gitmesi gereken hortumları, var olanlarla ek yaparak çözmüştüm. Çok itina göstermeme rağmen sonuç ehvendi. Ya delenler zamanında yanlış delmiş ya da hortum zamanla yampirileşmiş, kimi fışkırdaklar (fıskiye) çekül gibi doğruca aşağıyı gösterirken, kimilerinin şakuli kayıktı. Hatta bazıları nerdeyse doksan derecelik açıyla toprağa bakıyordu. Bunlar yetmezmiş gibi iki fışkırdak arası kimi yerde çok yakın, bazı yerlerde de çok uzaktı. Birkaç çeşit ve markadan oluşan bu fışkırdakların kimisi düzgün çalışırken birden bire duruyor ve at sidiği gibi sadece bir yere akıyor, aktığı toprağı deldiği yetmezmiş gibi orayı göle çeviriyordu. Yorulduğum yanıma kâr kalmıştı, depodan eskileri bulup, nitrik asitle kireçlerinden arındırıp ve onarıp yerlerine takmakla. Zaten sağlam olsalardı sökülüp depoya atılırlar mıydı? Neyse ki deneyerek kendimi rahatlatmış, tesellimi düşürmüştüm. Akıl, fikir yürüterek ‘fışkırdakların komplesini değil sadece dönen kafalarından otuz tane kadar alırsam, bu genel ve uzun süreli sulamayı yaparım’ diye düşünüyordum. Bir ara telefonum çaldı. İsim yazmıyordu telefonun ekranında. Karşıdan herhangi bir ses duymadan “Buyur abi” dedim, zannettim ki bir süre önce tanıştığımız, eşinden, çağa çocuğundan ayrılmış, kilit taşı üreten bir firmada çalışan, emekli, ipiyle kuşağı, gün bulup gün yiyen ve aynı zamanda hemşerim olan Hozatlı Muhsin bey arıyor. Değilmiş. Kulağıma daha önce aşina olmadığım bir bayan sesi geliyordu. Merhaba, nasılsınız gibi sözcüklerden sonra kendini tanıttı, adını söyledi! Adını tekrar ederek soru sözcüğüyle ona ilettiğimde de “Namıdiğer Meraklı” dedi. İstanbul’dan bir şey isteyip istemediğimi soruyordu, “canınızın sağlığını” dedim. Saat 18 sularında uçakla buraya gelecekmiş, evimizin bulunduğu yeri öğrenmeye çalışıyordu. İndiğinde aramasını, gelip alabileceğimi söyledim. Bu konuşma üzerine daha da atikleştim. Seradaki evde mi, şehirdeki evde mi ağırlayalım misafirimizi diye eşime sormamın bir anlamı olmayacağını biliyordum; elbette seradan biran evvel ayrılmamız gerekiyordu; uçak bu, biz daha bir şey hazırlamadan varmış olurdu. Geçen gün aldığım ve bir torba içinde duran numune toprağını elekten geçirdim, birbirine iyice karıştırıp, analiz sonuçlarının doğruya çok yakın sonuçlar vermesi için harmanladım. Bu karışımdan beş kilo kadarını bir poşete koydum. Ben bu toprakla uğraşırken eşim de seranın etrafında kendiliğinden yetişen semizotlarından topluyordu. Eve getireceğimiz şeyleri de yanımıza alıp, halayı da seradaki evde yalnız bırakarak yola çıktık. Altınova’daki hemen hemen her sokakta küçük tabelalarla Laben’e gider işareti olan meşhur laboratuara gelip, toprağı bırakıp, ekilecek ürün ve takvimini, adımızı sanımızı, telefonumuzu içeren bilgileri bir çizelgeye aktararak eve geldik. Toprak analizinin sonuçlarıyla birlikte üreteceğim bitkiye göre gübreleme programı da vereceklerdi, bana. Esasında kafamdan geçirdiğim toprağı iyileştirme çalışmalarımdan sonra yaptırsaymışım daha iyi olurmuş ancak bir kez daha numune alacağım için ikinci bir masrafı özellikle yapacağım. Böylece serdirdiğim milli dere kumu, serdireceğim hayvan gübresi ve toprağın yıkanması sonrasında aradaki değişimi görebileceğim. Hanım gelecek olan misafirimize mantı ve diğer şeyleri yapmak için kolları sıvadı. Misafirimizden ses seda çıkmayınca bu kez ben meraklandım, aradım, uçağı inmiş, bir arkadaşını bekliyormuş, durumdan beni haberdar edecekmiş. Bir süre sonra o aradı ve telefonunu yanındaki arkadaşına vererek evin bulunduğu bölgeyi tarif etmemi istedi. Çok geçmedi, yakınımıza geldiler. Dışarı çıkıp onları bekledim. Arkadaşı onu bırakıp Manavgat’a devam etti. Çantasını bana taşıtmadı, kendisi omuzladı, eve girdik. Karşımda esmer, Tatar güzeli bir hanım vardı. Hanım, utanma pazarı biraz bizimle salonda oturduktan sonra onu bekleyen işlerle uğraşmak üzere mutfağa geçince başladık sohbete. Uzun uzadıya ve çoğunlukla arka bahçe hakkında konuşmalar yaptık. Varsa yoksa arka bahçeydi, bahçedeki sakinlerdi konu. Kendi beyanına göre; kafasında beni Hulusi Kentmen gibi babacan görünüşlü birisi olarak tasavvur ettiğinden birazcık şaşırmış. Birazcık şaşırması nezaketen, esasında çok şaşırmış olmalı. Şaşırması çok tabii; kara, kuru, sert, soğuk, mahkeme suratlı ve de dolayısıyla hiç çekici olmayan bir görüntüm var. Gerçi anneme sorsalar “Kına kaşığı gibi oğlum var” diyerek kabarır ama onun bu yorumu kirpinin yavrusuna pambuğum demesinden farklı bir şey değil. Hanımın balkona kurduğu sofraya çağırılana dek laf lafı açar hesabı dolandırdık sözü. Boşuna “meraklı” lakabını sahiplenmemiş; her şeyi soruyor, merak ediyor, kurcalıyor, konuşmaya zorluyor insanı. Çok derine inmeden şöyle bir düşünceyi uzunca bir süredir taşırım: İlgili olmak yani meraklı olmak bilgilenmeyi doğurur; nur içinde olsun, ilk kez U.Mumcu’dan duymuştum: “Bilgi sahibi olmadan fikir sahibi olmayın” demişti, televizyonda birine. Bilgili olunca daha sağlam bir fikre sahip olur insan ama en önemlisi, yani “ilgi-bilgi-fikir” üçlemesinin meyvesi ise inisiyatiftir, yani karar verme ya da alma yeteneğidir. İşte bizim Meraklı’da bu “ilgiyi” gördüm. Aynı zamanda da çok acul, sabırsız, canı tez birisiydi. Onun bu tez canlılığı bende olsaydı 100’e tamamlayacağım bu yazılarımı fazla değil üç ayda bitirmiş olurdum. Bir ara, sanırım yemeğe daha başlamamıştık ya da bir iki lokma anca yemiştik, telefonu çaldı, konuşmasının sonlanmasından sonra arayanın ablası olduğunu ve gözlerinin yolda kaldığını söyledi. Bir taşla iki kuş vurmak kolay değildi. Zamanın tahdit ve tehdit ettiği sohbetten ne kadar yararlanılırsa işte o kadar yararlandık. Saat 23’te eşimle birlikte Kıymetli Misafirimizi arabamıza aldık, Konyaaltı’nda oturan ablasının evinin önüne kadar özellikle yavaş yavaş giderek 23.23’te vardık. Arabadan inmeden önce söylediği “Emin Hocam merak ediyorum, acaba benimle ilgili ne yazacaksınız?” sorusu o günden beri kulağımda çınlar. “Git gel Konyaaltı bir saat” sürdü, saat gece yarısını gösterdiğinde hanımla ben balkonda yeniden ısıttığımız çayı içerken hanım “Tüh, keşke getirdiği tuzluk ve biberliği sofraya koysaydım, çok hoşnut olurdu” diyerek hayıflanıyordu, ben de aklımdan biricik oğlu ile ilgili anlattığı şeyleri geçiyordum. -Kırk üç- |
#236
|
||||
|
||||
Çözümleme
Daha edebi bir dille söze başlayacak olursam; günler her zamanki gibi bir birini kovalarken birden bire beni de önlerine katıp kovalamaya başladılar.
Bir süre bu koşuyu günlerle aynı sürede sürdürsem de dalağım şişip, nefesim kesilmeye başlayınca koyuverdim. Hemen yerlere kapaklanıp, yığılmadım. Hızımı kendime göre ayarlayıp, bu yarışta günlerin bana en fazla bir-iki haftalık tur bindirmelerini içime sindirerek onların peşinden kendi kararımca koşturmaya devam kararını zorla da olsa dalağıma ve nefesime bir de bizim hanıma kabul ettirdim. 4 Haziran 2007 tarihinde artık elimde kapı gibi toprak analizim vardı. Üstelik ürüne göre gübreleme programı bile vardı. Ona buna ağız eğmeyecek olmamın dikliğiyle ufaktan ufaktan italik hale gele başımı doğrultmuştum sanki. Şimdi bu toprak analiziyle konuşmasam çatlarım! Şaşkınlığımdan, bilemezliğimden, acele ederek efkarlanmam esansında çıkardığım küfürlü cümleleri bu yazımdan da çıkarmış bulunuyorum. Analizin metotlarıyla analizin sonucuna göre çıkan rakamları yazmamın çok anlamlı bir şey olacağını sanmıyorum ama “değerlendirme” sütunundaki değerlendirmeleri söylemek gerek. Bir sefer, toprağım tınlıymış, en azından bunu öğrendim. Sonra “az kireçliymiş.” Tuzsuzmuş. “Organik maddesi” “iyi” imiş. Toprakta var olan “Alınabilir” besin elementlerinden yani kısaca gübrelerden de bilgi verilmiş. Gübrelerin adını açıkça yazmamışlar, simgesini yazmışlar: N, P, K, Ca, Mg, Fe, Mn, Zn ve Cu gibi. Geçen yıl bunları öğrenmek için neler çektim, kızın kitaplarından periyodik cetvele az bakmadım. P’ye sık sık potasyum dedikten sonra sonunda fosfor olduğunu kabullendirdim kendime. Azot :“İyi.” Bu iyi işte. Fosfor: “Fazla.” Olsun, fazla fosforlu gübre kullanmamış olurum. Herhalde gübreleme programını buna göre ayarlamışlardır. Potasyum: “Fazla.” Buna da sevindim. Kalsiyum: “Fazla.” Bu fazlalıklar da fazla olmaya başladı, hakkımızdan hayırlısı. Magnezyum: “Yeterli.” Yeterliyse mesele yok demektir. Demir: “Yeterli.” Manganez: “Yeterli.” Oh oh, bu yeterli ifadesine bayıldım. Çinko: “Fazla.” Ve son olarak Bakır: “Yeterli.” Bitmedi! Bir alt kısımda “yazı” ile yazılmış gübreleme programı var. Mesela aynen yazıyorum: “Organik gübreleme; Dekara 3 ton yanmış çiftlik gübresi ya da diğer organik gübrelerden uygulanmalıdır.” Çiftlik gübresini çok şükür anladım, hatta siz demeden anlamış ve iki kamyon, hem de küçükbaş hayvan gübresinden, üstelik yanmışını, yani en makbulünü seranın önüne, kumların yanına yığdırmış, Musa Amca’ya kokusunu aylarca koklatma ve her karşılaştığımda defalarca verdiğim rahatsızlıktan dolayı özür dilemekten, ondan da “Boş ver, o kadar olacak” anlamında karşılıklar alarak, ne kadar tedbirli ve her şeyden önce okuduklarından anlamlar çıkaran bir adam olduğumu kendime kabul ettirerek… Lakin şu “diğer organik gübrelerden” neyi kastettiklerini ne yalan söyleyeyim anlamadım. Halen de anlamış değilim. Acaba solucan gübresini mi, güvercin veya tavuk gübresini mi, yoksa ot-kök kompostolarını mı kastettiler? İyi de, onları kastetmişlerse bu dekara 3 tonluk miktar bunlar için, nasıl olur da aynı olur? 3 ton olsun da ne olursa olsun, garip! Bu çiftlik gübresinin dışında “Dikimden önce; Dekara 40 kg Amonyum Sülfat, 25 kg TSP, (Bu ne ya? Neyse sonra öğrenirim. Adını açık yazsan geberirsin, diğerlerini yazmışsın…) (Triple Süper Fosfatmış sonradan öğrendim.) 30 kg Potasyum sülfat ve 30 kg Magnezyum sülfat toprak hazırlığı sırasında uygulanmalıdır.” Demek ki yapacağım her işi bitirip, yatak yapımına geçmeden önce bu gübreleri yüzölçümüne göre oranlayıp, sonra bir yerde karıştırıp, seraya serpeceğim. Sıra geldi Temmuz ayından başlayıp Mayıs ayına kadar tam 11 aylık damla sulama ile uygulanması gereken gübreleme programına. Bir tablo var; ayların hizasında bir dekara göre verilecek gübreler 5 kalem olarak sabitlenmiş. Bir örnek verecek olursam: Eylül ayı için 20 kg/da Amonyum Nitrat, 10 kg/da Mono Amonyum Fosfat, 15 kg/da potasyum Nitrat, 9 kg/da Magnezyum Sülfat ve 1 litre/da Fosforik Asit. Her ay verilecek gübre miktarı değişiyor. Tablonun altında da “Yukarıda belirtilen miktarlar ay içerisinde yapılacak sulama sayısına bölünerek uygulanmalıdır” açıklaması var. Bir ay içerisinde kaç kez sulama yapacağımı kestirememekle birlikte bir hal, çaresine bakacağız, artık. Sonunda elimdeki kapı gibi analizin sonuna geliyorum, “Yaprak Gübrelemesi” başlığı altında şu öneride bulunulmuş: “Bakır (Cu) ve Demir (Fe)’li yaprak gübresi en az 3 kez önerilere uygun olarak uygulanmalıdır. (Damlama ile uygulayabilirsiniz.)” Sayısını anladım ama “önerilere göre” ne demek? Kim önerecek, Ne önerecek? Acaba bu gübreleri alıp üzerindeki açıklamalara göre mi, demek istediler? Bir de son satıra “Not” yazmışlar. “Toprak hafif tuzluluk sınırına yaklaşıyor. Dikimden önce toprağı tuzsuz su ile göllendirme yaparak yıkayınız ve tuzluluk sorununu mutlaka gideriniz.” Yahu, yukarı da toprağıma “tuzsuz” dedin, şimdi bu neyin nesi? Boş vermek lazım, yormamak lazım kafayı, zaten tedbirli bir adam olarak yıkamak için her türlü sıkıntılı işi göze almış bulunuyorsun. Tamam, boş vermesine boş vereyim ama adam ne diyor? Toprağı “tuzsuz su ile” yıkayınız diyor. Yağmurdan gayri tuzsuz su nereden bulunur? Sondajın suyunu da bilmiyorum tuzlu mu, kireçli mi, nedir, ne değildir? Bir Ziraat mühendisi ve bir de Yönetici olmak üzere iki tane imza. Analiz bitti. Ha, bir de raporun sağ alt köşesine kırmızı kaşe basılmış: “Bitki Besleme Uzmanı Prof.Dr.S.Rıfat Yalçın Toprak, Yaprak ve Su Numunelerini Değerlendirerek Gübre Önerisinde Bulunmaktadır.” Bu kişi Ankara’da hoca, demek sonuçları bir şekilde ona bildiriyorlar, o da belki bilgisayarına yüklediği her bitki ne ister, gereksinimi nedir, ne zaman ekilir, ne zaman sökülür ve daha birkaç ölçüte göre çat diye önerisini yapıyor. Belki rapor başına üç beş kuruş alıyordur, belki de hissedarıdır firmanın, kim bilir, hem bana ne, helal olsun adama. -44- |
#237
|
||||
|
||||
Olur mu, Olur!
Çok sık olmasa da, bazen için için kendimi kurcalarım, nasıl bir adam olduğumu anlamaya çalışırım.
Ne yararı oluyorsa? Anlaşılan bu yaptığım, kimseyi çözemediğim için kendimi çözmeye çalışmak gibi bir şey… Az buz zamanımı da almaz bu düşünceler. Doğrusu, kötü huylarımı ya da öyle demeyeyim –Kim der ki: Benim huyum kötü? Ayranım ekşi demek gibi olur, hadi “dedi” diyelim; ki bazı kişilerden duymuşumdur, huylarını kötülerler ama sanki bu kötülemeler buram buram övme kokar, en azından bana öyle gelir- o yüzden ben “aklıma yatmayan bana bile yakışıklı gelmeyen” diyeyim en iyisi; işte bu huylarım, davranışlarım ve düşüncelerimle yüzleşince de çok bozulurum. Öyle ki; özellikle bozulmak, yüzümü ekşitmek, anlımdaki kırışıklıkları daha barizleştirmek için durduk yerde yatan Emin’in kuyruğuna basmış, saatlerce kendimi kendime boğdurmuş olmanın yorgunluğunu bu kez de üzerimden, içimden, yanımdan uzaklaştırmaya çalıştığımda iyicene bozulurum. İşin sonunda anlarım ki, kendi kendimi parmaklamışım. Neyse, bu nemsiz sözleri şimdilik bir kenara itekleyip yaşananlara göz gezdireyim. Bir iki küçük deneme çalıştırması yaptıktan sonra sera toprağını ‘salma sulama’ yöntemiyle değil ‘yağmurlamayla’ halletmek için birkaç küçük pürüz dışında bir şey kalmamıştı. Kumların serimi tamamlanmış, toprak numunesi laboratuara teslim edilmişti ama analiz sonuçlarının ne olacağını kestiremiyordum henüz, 4 Haziranda alacaktım raporumu. Basınca dayanamayan hortum eklemelerini üç-beş kez yenilemiş, fıskiyelerin de neredeyse yarısını değiştirmiştim. İkindi sularıydı, dutun daldasında düşünedururken gözüm irtifası Toroslara toslamadan taa Karadeniz’e kadar gidecekmiş gibi öbek öbek göç eden karabulutlara takılmıştı. Umut işte, neden irtifasını kaybeden birkaç bulut bana yardım etmesindi ki? “Ulan” dedim, “ne güzel olur!” “Olur mu, olur!” Kendime “olur” diyerek onay verir vermez bu kez başladım soru sormaya. Nasıl olacak ki, seranın üstü kapalı? Üstünü açsan bir dert, tek başıma açarım açmasına ama en az bir tam günümü alır. Hadi açtım diyelim, ya yağmur insafsızca birkaç gün yağmaya devam ederse, toprak ne zaman kuruyacak? Kuruyup tava gelmeyen toprağa traktörü nasıl sokacağız? Hem sonra üstü açık serada, toprağa ince naylon serip ilaçlama yapacağım zaman bana bir sıkıntı yaşatmaz mı? Ya karanfil fidelerini dikmeden önce yani dikim çukurlarını belirlerken, iki kişi tarafından leş gibi ağır, o demir şablonları yatakların üzerine indirip, bastırıp, kaldırırken yağmur yağarsa? Peki, ya dikim günü yağarsa? Demek ki o yüzden hem dikim öncesi hem de dikimden birkaç gün sonra seranın üstünü kapalı tutuluyor! Fidelerin toprağa tutunmaları tamamlanmadan seranın üzeri açılmıyor. Hadi, yine diyelim ki, bugün yağmurlamayı çalıştırmadım, yarın sabah gelip plastiklerin sadece bir taraflarındaki uzun çubuk mandalları söküp, naylonu da çekiştirerek olukların içine yığdım, akşama kadar bu işi bitirmiş olur muyum? Olurum. O zaman sulamayı bu akşamdan başlatacağıma bir günlük gecikmeyle yarın başlatırım, zaten gecikeceğim kadar gecikmişim, biraz daha geciksem ne çıkar… Hepsini buraya yazmadım. Esasında sorularım oldukça oturaklıydı. Ben de tekin değildim, dutun daldası da tekin değildi. Bazen esintiden, bazen salak serçelerin dalda dut gagalamaya kalkmasından, bazen de dutun kendisini dalda tutmaktan vazgeçmesiyle tap, tup, şap diye dökülmelerine hedef olmak kaçınılmazdı ama en serin yer de ne yazık ki burasıydı, şimdilik. Halam çayı ocağa koyduktan sonra muhtemelen içi geçmiştir, oturduğu yerde şekerleme uykusuna dalmıştır, diye düşünerek oturduğum yerden seslendim. Çayımı demleyemeyecek kadar aciz değildim, istiyorum ki biraz canlansın, yürüsün, eğilsin, kalksın, o da bir meşgale içinde olsun. Sık sık uyuması aklıma yatmıyordu, çünkü. Bir süre sonra önce yüzünü yıkamış sonra demlikleri alıp yanıma gelmişti. “Otur” dedimse de yanıma, o yine havanın çok sıcak olduğunu söyleyip hemen evin içine girdi. Sıcak çayı içip serinlemeye çalışırken aklımda ötüşen düşünce bülbülleri, kulağıma düşen şırası bol bir dutun etkisiyle dut yemiş bülbüllere dönüşmüşlerdi. Masamdaki soğuk suyla kulağımı yıkarken kum işini tamamlayan Musa ve Mustafa bana doğru geldiklerini gördüm; paralarını istemeden vermeliydim. Paralarını verirken, sanki az önce sorduğum sorulara hep olumlu yanıt vermişim gibi sera naylonunu açma işini anlatıp, bu işi 60 liraya yapıp yapamayacaklarını sordum. Komşum Mevlit de yanımıza gelince onu da işe dahil ettim. Yaparız dediler. İstekliydiler. Nasıl olacağına dair ayrıntıları konuştum. Birinci tünelin sağ tarafını, ikinci tünelin sol tarafını söküp her iki tünelin naylonunu iki tünel ortasındaki saç oluğun içine usturuplu bir biçimde yığmalarını ve oluktan aşağı kaymaması için belirli aralıklarla oluklara iple bağlamalarını söyledim. Akşama kalmadan bu işi bitirmelerini söyleyince benim gibi onlar da acele etmeye başladılar. Eldiven, tornavida, çekiç, merdiven, ip gibi şeyleri hazırladım. Anında seranın üzerine fırladılar, söktükleri plastik uzun çubuk mandalları seranın içine atıyorlardı, herhalde sonra bunları toplayacaklardı. Arada sırada “Aman dikkat edin, ne kendinize ne de benim başıma iş açmayın” cinsinden uyarılarımı hiç sanmıyorumki iplemiş olsunlar. Hava daha kararmamıştı, üç tünelin naylonu olukların içine yığılmıştı yığılmasına ama düşündüğüm gibi değildi. Belli ki kalan iki tünelin üzeri de karanlık basmadan açılacaktı. Ancak çok ters bir karar verdiğim içime doğmaya başladı. Herifliğime bok sürdürüp sözümden de dönecek bir durumda değildim. Karanlığa kalmadan eve gitmek için motora bindim. Yaptığım işlerle aldığım bu ani karar sonucu yaptırdığım işleri hanıma öyle bir biçimde anlatmalıydım ki, “helal olsun kocama” gibisinden bir cümleyle karşılaşmak şöyle dursun, olası bir terslikte hiç değilse defalarca başıma kalkmasının önüne geçmiş olayımın derdine düştüm, yol boyunca. -XLV- |
#238
|
||||
|
||||
Paralandım mı Yoksa Paralandım mı?
Bugün (10 Haziran 2009 Çarşamba) saat 9.52’de seradan dışarıya iki büklüm çıktım.
Yürürken iki büklüm olan belimi doğrultmaya çalışıyordum. Üzerimdeki penyede kuru yer o kadar azdı ki. Üşeniyordum, yoksa üzerimdeki penyeyi çıkarıp tartmak, kuruttuktan sonra tekrar tartıp aradaki farkın kaç gramlık tere tekabül ettiğini öğrenebilirdim. Saat 5’te uyanıp, yarım saat içinde zorla kendime bir şeyler yedirip, iki yetimdoyuran bardak çayı ise zorlanmadan içip seraya girdim. Damlama hortumlarının başına çöreklenip her yirmi santimlik kısımlara birer tutamlık tohum ekmeye başladım. İki kez su içmek için dışarı çıkma dışında bu saate yani yukarıda belirttiğim saate kadar dizkapaklarımın ağrımasına, belimin tutulmasına aldırmadan işime devam ettim. Ama sıcağa aldıramazlık edemezdim. Ektiğim tohumların güneşte kavrulmaması için yarım saatliğine sondajı açtım, damlamalardan sular parlayarak toprağa düşerken beş altı tane serçe seraya pike yaparak giriş yaptı. Önce, henüz üzerlerini örtmediğim tohumları yemeye gidiyorlar sandım, sonra hortuma konup eğilerek su içtiklerini görünce artık onlarla ilgimi kesip hemen yüzümü yıkamaya ve sabahtan demlikte kalan çayı ısıtmak için eve girdim. İkindiden bir saat sonrasına kadar seraya girip çalışmak çok zor, şuan evin önündeki asmanın altına koyduğum masada bu satırları yazarken, gözüm hemen yanımda duran ısıölçerde; 36,7'lik bir rakamı gösteriyor. Esasında seranın içindeki ısıyı da yazsam iyi olur ama şimdi kim kalkıp 40 metre yürüyecek, gözüm kesmiyor. Bunları neden yazığıma gelince… Bulamadım, galiba herhangi bir nedeni yok. Dün gene aynı saatte kalkıp günü tamamladıktan sonra akşam yemeğimi saat 22’de yemiş ve yine yetimdoyuran bardakla iki çay içtikten sonra yatacağım yatağın tam orta ve üzerine gelecek şekilde tavana tutturduğum çengelli vidaya cibinliğin halkasını geçirmiş yatmaya hazırlanıyordum ki kadirşinas Ali Hocam aradı. 20 dakika konuştuk. Varolsun, son günlerde daha sık aramaya başladı. Hâlbuki ayda bir kez sesini duymak yetiyordu. Geçen hafta aradığında sesi kötüydü, kâbuslar görüyormuş, acaba birine bir şey mi oldu diye sevdiklerini kontrol etmeye başlamış, kendi ateşsiz hastalığına aldırmadan. Şimdi sesi bir hafta öncesine göre daha iyi geliyordu. Bir poşet dolusu ilaç daha alınca yakında toparlanacağını umuyor. Mısırları soruyordu, borçlarımı soruyordu, bizim hanımı soruyordu, kızımın derslerini soruyordu, işlerimi soruyordu, Musa Amcayı soruyordu, anamı, halamı, asmayı, dutu ve aklına ne geliyorsa işte, soruyordu. Yalan yanlış olmasa da eksik ve baştan savma yanıtlarım onu ne kadar kesiyordu bilinmez. İkide bir: “İnşallah kısa zamanda bir hayırlı alıcı bulursun da satar savarsın şu serayı, Allahtan dileğim budur, kurtarsın seni” mealinde de sözler ediyordu. Ben ise: “Ben Allahtan artık bir şey dilemiyorum, görmüyor mu halimi, tabak gibi ortadayım” diye yanıt verince de gülsün mü bu söze, bozulsun mu muhtemelen karar veremiyordu. Ona da söyledim, konuşurken; bizim hanım bana çok bozuluyor, neden “acıklı” veya “acındırmalı” konuşuyormuşum, yazıyormuşum! Hâlbuki öyle bir derdim yok, aksine ben de kıllanırım öldüm, bittim, mahvoldum, anam dinim ağladı edebiyatından. Gelin görün ki sadece benim dediklerim değil bilakis hayatın kendisinin çoğu acıklı değil mi zaten. İstediğim kadar uzak durmaya çalışsam da bu kapsamdaki sözlerden, olmuyor. Kendiminkilerden vazgeçtim; kendi ülkesine, kendisinin döşediği mayınları çıkaramayan bir devletin vatandaşı olmakta bana acı veriyor. Gel çıkar, tepe tepe şu kadar sene babanın malı gibi kullan diye yasa çıkaran meclis insanlarına halen toz kondurmayan o oy verenlerin içlerinde herhangi bir fırtınanın kopmadığına tanık olmak, acı değil mi? Kıtır kıtır kızın kesilip çöpe atılmasından, güya okuma adına onu doğuran, emziren, bokunu temizleyen insanı öldüren bacak kadar kızın durumundan tutun da işten atılan insanların, kapanan işyerlerinin, sonu gelmeyen şehit ve yaralı haberlerinin ve sayıp dökmeye yüreğim şişeceği için gerek duymadığım binlerce toplumsal konunun hangi birinde acı yok ki? Eskiden etrafımdaki insanların neşe kaynağıydım, şimdi nerdeyse hiçbir fıkra güldürmez oldu beni. Karamsar olduğumdan değil, gene hayata umutla bakıyorum ama benim geleceğe umutla bakmam, bırakın başkalarını bana bile bir şey ifade etmiyor. Birisi bir şey sorduğu zaman veya ben bir şey diyeceğim ya da yazacağım zaman olanı aşağı yukarı olduğu gibi yani yaşandığı gibi tüm (çırılçıplaklığıyla değil) çıplaklığıyla anlatmaktan yanayım. Sonuç acıklı çıkıyorsa çıksın, ne yapabilirim. Dinleyen veya okuyan da istediği gibi, istediği yerden okusun, dinlesin, anlasın. Yanlış anlayacaksa yanlış anlasın, üzülecekse üzülsün, bozulacaksa bozulsun, kızacaksa kızsın, küsecekse küssün, sevecekse sevsin kısacası ne edecekse etsin. Bu kaba ve kalabalık üstelik takla atmış cümlelerden sonra döneyim geriye. O kadar geride kaldım ki zaten, bu yüzden kendime kızıyorum. Geçmişi bugüne taşıma işine dönüştü yazdıklarım. Yazınca sırtımdaki yükü kısmen azaltmış oluyorum. Öyle bir faydası oluyor bana. Buraya yazdığım her yazı beni şimdilik bir hafta kadar idare ediyor, şurada ne kaldı ki zaten “C.”ye. Ölmez, sağ kalırsam ve ortamını yakalarsam ardı ardına yazacaklarımla yüzümü kara çıkartmadan diyeceklerimin önemli bir bölümünü demiş olurum. Bugünlük pilim bitti, “gerideki yazılarım” sonraki güne kaldı. -Kırk altı- |
#239
|
||||
|
||||
Olacağı Varsa Olur
Sabaha karşıydı, sanırım gün ağarmamıştı, ağarsa da yatak odasındaki kalın perdeden içeri giremezdi zaten. Her ne kadar derin uykudan çıkamasam da yattığım yerde evire çevire dövüldüğümü, bu yüzden iliklerime kadar işleyen ve tarife kolay kolay gelmeyen bir ağrıyı hissediyordum.
Son zamanlarda yatakta dövülüyordum ama bu sabaha karşı yediğim dayaklar bir başkaydı, ağrısı daha derine işliyordu. Pencerenin ve duvarın dışında gıcığıma giden uğultulu sesler, beni döven her kimse, onu alkışlıyordu sanki. Camı tıptıplayanın yağmur olduğunu, iliklerimdeki ağrının da romatizmalarımdan kaynaklandığını kızımın okula gitmek için kurduğu alarmın ötmesiyle uyanınca anladım. Biran için seranın üzerini açtırmakla ne kadar iyi ve zamanında bir iş yaptığımı düşünerek ağrılarıma rağmen ısrarla yeniden uyumaya çalıştım. Birkaç kez daldım çıktım uykuya. Hanımla kahvaltımızı edip seraya doğru yola çıktığımızda hava kapalıydı ama yağmur yağmıyordu. Zaten yağacağı kadar yağmıştı. Seraya gelmeden önce başıma iş açacağını düşündüğüm bazı fıskiyeleri değiştirmek zorunda kalacağımı düşünerek ve zırt pırt, git-gel olmasın diye yolumun üzerindeki bir yerden 20 tane fıskiye başlığı alıp veresiye hesabıma yazdırdım. Seraya geldiğimizde sukutuhayale uğradım. Uyurken saatlerce gürültüsünü ve ağrısını çektiğim o öbek öbek karabulutların salkım saçak memelerinden bir damla yağmurun bile seraya sağılmadığını görünce, şaşırmayıp da ne yapacaktım ki. Kime olduğu pek belli olmayan ama çoğunluğu kendime, kendi şansıma olacak şekilde ortaya dolgun bir küfür savurdum. * Seranın üzeri açılmış, plastik uzun mandallar sağa sola serpiştirilmiş, kuşak naylonları seranın direkleri arasında biçimsizce sarkmış, sallanıyordu. Gençlere iş yaptırınca olacağı buydu. Boşuna dememişler: “Çocuğa iş, peşine düş.” Sulama yani serayı bolca sulayarak yıkama işi artık Allah’a değil bana kalmıştı ama seranın bu darmaduman haliyle işi başlatmak olmazdı. Yüzlerce uzun plastik çubuk mandalları seradan dışarı taşımak, oluklara yığılıp bağlanmasını istediğim plastik örtülerin sarkan parçalarını tekrar yukarı çekip, bağlamak epeyce zamanımı alacağı belliydi. Dün bu işi yapanların ortalıkta gözükmemesi nedeniyle iş başa düşmüştü. Seranın dışında ip parçaları hazırlıyordum, tortop edilen naylonları oluğa bağlayacaktım. Bu sırada, dün seranın üzerini açanlardan faili malum Mevlit yanıma geldi ve ağzımdan çıktığı gibi serayı açma işinin yarı parasını daha o selam verir vermez cüzdanıma hamle ederek, çıkarıp verdim. Çok kızgındım, yaptıkları bu darmadağınık işi düzeltmek için uğraştığım sürece “Hay sizin yapacağınızın işin taa…” diye başlayan, “Hay size iş yaptıran Emin’in taa...” diye bir başka tarafına atlayan küfürlerim bitmemişti ama Mevlit’in parasını verirken bu kızgın tavrım küskün bir tavra dönüşmüştü. Küfürlerimden hiçbir esinti Mevlit’e yansımıyordu. Parasını alıp, biran evvel cehennem olup gitmesini bekliyordum. Ama öyle masum ve öylesine çaresiz bir hali vardı ki, kızgınlığım pörsümüştü. Elindeki parayı tutarken ileride yapacakları yani tekrar seranın üzerini örtme işinin de parasını istemek için birkaç şey söylemeye başladı. Boya alacakmış, şuymuş, buymuş. 20 lira lazımmış, anlayacağım. Parasının tamamını verdim. Yaptıkları bu işi eleştirecek hiçbir şey de demedim. Aklımca fazla konuşmayarak onunla yüzgöz olmadım. Tekrar seraya girerek ortalığı toparlama işine daldım. Birkaç gün önce benden borç isteyen ama yanımda olmadığı için isteğini yerine getiremediğim Mevlit’e karşı içimde hafif bir eziklik vardı. Bir süre sonra Mevlit’in tekrar yanıma geldi. “Kolay gelsin” diyerek karşıma dikildi. Daha önce hiç aklıma gelmeyen bir şey söyledim. Yıkama sulamasından sonra traktörle seranın içine taşıtacağım gübreyi aynı para karşılığında seraya taşınma işini teklif ettim. O an için bu teklifime havada atlayacağını umduğum Mevlit, ikircikli oldu. Onun bu taşısam mı- taşımasam mı halini görünce birkaç gün önceki borç isteyen hali gözümün önüne geldi. Zaten bu halini düşündüğüm için sanırım bu teklifi yapmıştım. Dolaysıyla şimdiki tavrına öyle bozuldum öyle bozuldum ki, sabahki kızgınlığımın da etkisiyle açtım ağzımı, yumdum gözümü ve başladım haşlamaya. Birden içimde bir hesaplaşma duygusu kabardı; ne hakkım vardı elin adamına böyle ileri geri konuşmaya, taşımaz taşımaz, keyfinin kâhyası mıydım? Ara açıklama: Yukarıdaki bu soru cümlesini yazmış, öyle duruyordum, gözlerim anlamsızca tohum ekimlerini tamamladığım seranın kahverengi topraklarına çakılıp kalmıştı. Bu konumda biraz daha dursam uykuya dalacağım kesindi. Birden bire komşum Mevlit ortaya çıktı, selam vererek birkaç adımda yanıma geldi. Benim o serimser halime bir de Mevlit’in böyle birden bire ortaya çıkmasının verdiği şaşkınlık eklenince ne yapacağımı iyice şaşırdım. İçimden “Demek ki” dedim, “sadece abdala değil Mevlit’e de ayan olurmuş.” Aradan epey zaman geçtiği için daha samimi davranıyordu. Teklifsizce yanıma oturdu. Açık duran bilgisayarın ekranına bakmaya başladı. Kendi adını metnin içinde görünce yüksek sesle okumaya başladı. İyice çuvalladım. Sanki adama okuması için rica etmiş, arkama yaslanmış dinliyordum. Heceleyerek ve azıcık da kekeleyerek ekranda gördüğü son dokuz cümleyi okurken o da şaşırmış olmalı. Ben sustum, o okudu ve bitirip bana döndüğünde sordum: “O günleri ve o gün sana söylediklerimi hatırlıyor musun, Mevlit?” Gülümseyerek ve başını sallayarak “Hı hı” dedi. Gömleğinin cebinden çıkardığı mavi desenli light sigara paketinden bir tane uzattı; “Yok, sağ ol, içmeyeceğim” dedikçe de ısrar etti. -47- |
#240
|
||||
|
||||
Kursağımdaki Sevinç
Yağmurlamaları gözden geçirdim, gevşeyen yerleri sıktım, bazılarını yeniden bağladım, eksikleri önce depodakilerle tamamladım ve deneme için çalıştırdım, akmayanlar, dönmeyenler, boşa döneneler kısacası arızalı olanları yeni aldıklarımla değiştirdim.
Bu işi yaparken mecburen yağmurlama çalışırken yapıyordum ve su itine dönmüştüm. Tam iki kez, çamurlu bir göle düşmüş gibi olduğumdan üzerimdekileri değiştirdim. Çocukların seveceği, zevkli ama bir o kadar da eziyetli, pis bir işti. Filtre su kaçırıyordu, sondajı durdurup içindeki halkaları yıkamaya karar verdim. Elimize koruyucu eldiven takarak hanımla birlikte bir leğene koyduğumuz nitrik asidin içindeki tırtıklı halkaları yıkamaya başladık. Hem kireçleri hem de kararmış yosun tabakalarının temizlenmesi iki saatten fazla bir zamanımızı çaldı. Biz bu işle uğraşırken yanımıza komşumuz Sucu Mehmet'in eşi geldi, işi bitirene kadar değil, seradan ayrılana kadar evin önünde oturdu. Gözü asmalardaki teveklerdeydi, hanım: "Gel istediğin zaman topla" deyince rahatladı. Temizlik işinin ardından sondajı yeniden çalıştırdım. Herhangi bir aksilik olur diye birkaç çeşit, boru bağlantılarını sıkmaya yarayan aleti elimin altında tutuyordum. Hallettiğim küçük birkaç pürüzden sonra yosun ve kum filtresi de hazır hale geldi. Kaç metreküp su kullanacağımı merak ediyordum ama ölçecek bir sayaç yoktu. Elektrik tüketimini ise daha önceden sınamıştım: bir saate 6 kilovat elektrik tüketiyordu sondajın motoru. Artık “uzun yolun kısasını, kısa yolun da kesesini” seçmeliydim. Bugün ne yapıp edip kabak tadı veren bu işi başlatmalıydım. Saat 17.30 iken sondajı çalıştırıp son kontrolleri yaptım. Ayrıca seranın üzerindeki buzlatma yağmurlamasını da çalıştırdım, bazıları biçimsiz akıyordu, yönlerini düzelttim. 360 derece dönen ortadaki fıskiyelerden çalışmayan birini de yedeğiyle değiştirdim. Cambazlık yaparak bazen oluklarda, çoğu zaman da demirler üzerinde dolaştım. Bir ara dengemi kaybettim, son bir can havli ile demirlerden birine sarıldım, gerçi düşseydim bir şey olmazdı, seranın toprağı hem yumuşak hem de çamurdu ama yine de olur mu, olur bir sakatlık çıkabilirdi. Sağ elimle tutunduğum demirde birkaç kez sallandıktan sonra var gücümle son bir hamle yaptım. Bu öyle bir hamleydi ki, ya düşecek ya da demirlerle sarmaş dolaş olacaktım. Kaderimde demirlerle sıkıca kucaklaşma da varmış. Görünürde bir aksaklık kalmamıştı, sağı solu toparlayıp, aletleri depoya kaldırdım. Halama, bir aksilik olması durumunda yapacağı şeyi anlattım. Sondajın panosundaki kırmızı düğmeyi gösterdim. Göstermekle kalmadım, denemesini bile yaptırdım. “Elektrikler gidebilir, o zaman sondaj susar. Tekrar elektrikler geldiğinde şu yeşil düğmeye basarsın, çalışır. Başka bir şey yapmazsın. Tamam mı hala? Seranın içinde ne olursa olur, geceleyin bir şey göremezsin zaten ama bak şuradaki mavi renkli demir filtre var ya, işte ondan sular fışkırırsa bu kırmızı düğmeye basarsın.” Anlattığım her şeye “Hı hı” diye anlamışmış gibi davranan halama güvenecektim, artık. Yağmurlamalardan fırlayan suların dışarı taşmasını engellemek için yan perdeleri indirdim, artık gök gürültüsüz sağanak yağmurumu yağdırmaya başlamıştım. Günün tüm yorgunluğu o an için bitmiş, hafiflemiştim. İşte tam bu rahatlığın tadını çıkarırken, halen görevde olan bir mesai arkadaşımdan gelen telefon mesajındaki müjdeli haberi de okuyunca yerimde duramaz olmuştum. Biran önce eve gelip bu haberin doğruluğunu ilgili sitelere girerek görmek için can atıyordum. Benim için çok önemliydi bu haber. Çok emek vermiştim çok. Anlatılamayacak kadar çok. Üzerinde yıllarca çalıştığım birkaç işten biriydi. Yıpratmıştı, yıldırmıştı ama hiçbir zaman elimden bırakmamıştım. Hatta emekli olduktan sonra da bu işle ilgili gene destek vermek için günlerce mesai yapmıştım. Artık hayal olmaktan çıkmıştı, gerçekleşmişti. Ömrümde böyle sevindiğim nadir anlardan birini yaşıyordum. Kızım rakımı doldurmuş, hanım da balık kızartıyordu. Yerimde duramıyordum, sevinç manyağı olmuştum, birkaç kez eşime ve kızıma sarılmıştım. Yemekten sonra işin detaylarına bakmak için yeniden bilgisayarın başına geçtim. Üzerinde titizlikle durduğum konulardan birinin tersyüz edilerek, amaçladığımın tam aksinin yapıldığını görünce koptum. Sevinç manyaklığımın sevinci uçtu gitti. Dağıldım. Önce beddua, beddua kesmeyince küfür etmeye başladım. Aklıma geldi, verdiği bu habere teşekkür etmek için mesai arkadaşımı aradım. Ona değerlendirmelerimi anlatırken ağlayacak gibiydim. Uyku tutmadı, iki kez yataktan çıkıp salonda, karanlıkta sigara içtim. Bir şeyler yapmalıydım ama ne? Düşündüklerim ne eğere geliyordu, ne semere. Sonunda, yarın daha salim kafa ile bu işi gözden geçirmeye karar verdim, yatağa döndüm. Döndüm dönmesine ama yatakta da dönmeye devam ettim. Halla halla, bir türlü kafamı temizleyemiyordum, aklımdan çıkmıyordu, yapılan bu kurnazlıklar. Diyeceğim o ki, hiç kimsenin anlayamayacağı bu sevinçli haberi içimdeki isyanla sabaha kadar burnumdan soludum. -XLVIII- |
Konuyu Toplam 2 üye okuyor. (0 Kayıtlı üye ve 2 Misafir) | |
Konu Seçenekleri | Bu Konuda Ara |
Modları Göster | |
|
|