Strict Standards: Declaration of vB_Database_MySQLi::db_connect() should be compatible with vB_Database::db_connect($servername, $port, $username, $password, $usepconnect) in /home/arkabahc/public_html/forum/includes/class_core.php on line 1095

Strict Standards: Declaration of vB_Database_MySQLi::select_db_wrapper() should be compatible with vB_Database::select_db_wrapper($database = '', $link = NULL) in /home/arkabahc/public_html/forum/includes/class_core.php on line 1095

Deprecated: Non-static method vB_Shutdown::init() should not be called statically, assuming $this from incompatible context in /home/arkabahc/public_html/forum/includes/class_core.php on line 2294
Arka BahÇe Forumu - Tekil Mesaj Gösterimi - Notlar
Konu: Notlar
Tekil Mesaj Gösterimi
  #12  
Eski 19-03-2006, 22:08
alihoca alihoca bağlı değil
.
 
Üyelik Tarihi: Feb 2006
Mesajlar/Teşekkür sayısı: 361/2464
166 Mesaj ına 2501 Kere teşekkür edildi
Tanımlı Muasırlaşmak Ama Nasil?

Avrupa Vatandaşlığı ve sonrasında bir adım daha atarak Dünya Vatandaşlığına evrilecek olan bir aşamadan geçtiğimiz söylenmiş. Ama hangi şekil ve pozisyonda geçmekte olduğumuza ve asıl önemli olan gerçekte hangi şekil ve pozisyonda geçmemiz gerektiğine değinilmemiş. Hatta vatandaşlık kavramının anlamını ve gereklerini düşündüğümüz de; gerçek Avrupalıların bile, tam anlamı ile bir türlü Avrupa Vatandaşı olamadığını da sanırım unutuyoruz. Ama ideal olarak bir güzellik olduğunu da inkâr edemiyorum.

Ayrıca yarı feodal diyebileceğimiz toplumsal özelliklerimize, statükoya ve her zamanki aile alışkanlığı ile devleti öpücüklere boğulmuş. Lakin burada da köy toplumunda kent toplumlarına geçişimizin nasıl olması gerektiğini söylenmemiş. Öyle ya, bir anlamda; kent toplumuna geçmek için Avrupa'nın üç-dört yüzyıllık bir aşamada gerçekleştirdiği aşamalardan bizim de geçmemiz gerekir. Burada kısmi bir zaman ve koşullar sorunu olsa da, kabul ediyorum doğrusu da budur.

Aslında bu güzel yazıyı başlı başına bir inceleme konusu olarak satır satır ele almak mümkün ise de, biraz birazcık kolaycılık yaparak ve çiçek böceklerden ayrıştırarak, en önemli gördüğümüz birkaç konuya değinmekle yetinelim. En baştan başlayarak eskilerin muasırlaşmak dediği, AVRUPALILAŞMAK kavramından başlayalım.

Bu yazıyı okuyanlar olarak, hadi hep birlikte AVRUPALILAŞMAK denince, aklımızda beliriverenleri not edelim. Yok yok, Avrupalılaşabilmemiz için gerekenlerin yazıda anlatılmadığını bende anlayabildim merak etmeyin. Ayrıca, Ülke, toplum ve devlet olarak yapılmaması gereken tüm kaka iş ve eylemlerimiz sıralandığı için, bunları yapmaz ya da aksini yaparsak Avrupalılaşacağımızı sizin gibi bende fark etmiş bulunuyorum.

Buradan yola çıkarak Avrupalılaşabilmek için yapacaklarımızı gruplandırabiliriz sanırım. Vitrine, Avrupa’da siyasi olarak devletin şekillenişi 18 yy.dan başlatılarak anlatılmış. Monark Lui ve ortaçağ anlayışı bugünkü halimizle benzeştirilip adeta ayıplanarak yasama, yürütme, yargı kuvvetleri ile devletin örgüt yapısını oluşturmuş. Sonrasında kentleşen toplumun siyasi, sosyal, hukuki, mimari, eğitim, kültür ve benzer alanlarda ulaştığı aşamalar çağrışım yolu ile de olsa bir ideal olarak verilmiş.

Yazının büyük bir çoğunluğun da ise asıl amaç olarak, toplumda görülen şiddet nedenleri, olası sonuçları ile işlenerek görevi tamamlamanın huzuruna erilmiş. Hiç bir itirazım olmadığı gibi haklı tespitler olduğunu da teslim ediyorum. Bir küçük ama’cık da olsa eklemek gerekir ise, yine ve her daim serzenişte bulunduğu konular için çare üretmek yerine, nereden, kim tarafından, nasıl olacağı bilinmeyen bir ‘Enseyi Karatmayın’ beklentisi ile olası korkular yatıştırılmak istenmiş.

Aydın dediğimiz kelime ve kavramın sadece eleştiren, yeren, her daim kibar yada kaba söven anlamı güzel Ülkemizde pek de revaçta olduğu için yazılan yada yapılanların hoş karşılanması gerektiği ortadadır. Toplumun en önünde bir model olarak duran aydının akla yakın, uygulanabilir, günümüz gerçeklerinden kopuk olmayan çare ve çözüm sunması gibi bir sorumluluk anlayışı gelişmediği için olanlar son derece normaldir.

Hatta bu anlayışın gerekliliğini iddia etmek bile nerede ise ayıp karşılandığı bir ortam ve algılama mevcuttur. Çare, çözüm dendiğin de en revaçta olanın, ayakları yere basıp basmayışının zerrece önem taşımadığı, zaman ve koşul uygunluğunun hiç tartışılmadığı, gerçekleştirilebilir olup olmadığının hiç önem arz etmediği ayrıca gerekli veri, bilgi, belgeye dayanıp dayanmadığını aramak dahi nedense akıllara gelmez. Olay, olgu ve kavramlar ele alınırken, tarafsız bir gözle ve tüm yönleri ile anlamaya çalışmak yerine, en başta amaçlar belirlenmiş, ön yargılar kuşanılmıştır demek abartı olmaz.

Konumuza dönelim. Dikkatinizi çekti mi bilmiyorum? Muasırlaşmak veya Avrupalılaşmak deyince tarihler yaklaşık olarak 18 yüzyılın sonları ve genellikle 19 yy.dan başlatılır. Ve 20 yüzyılda ulaşılan, yukarıda vitrin olarak verdiğim siyasi, sosyal, bilimsel ve benzeri her türlü gelişmeler bir beklenti ve ideal olarak sıralanır.

Varılan sonuçları değiştirmek gibi bir büyük iddiamız olmadığını da not ederek, bu noktada en azından tarz ve yaklaşım olarak farklı bir bakış ile olayları tekrar ele almayı deneyelim.

İlk tespit olarak; yukarı da vitrin olarak verdiğimiz tüm gelişme ve değişimler, en başta ekonomik gelişmelere, nedenlere ve aktörlere bağlı olduğunu vurgulayalım. Ekonomik gerek ve nedenler için hazırlanan uygun koşullar, kılıflar ve düzenlemeleri bilmenin konunun özünü yakalamamızı sağlayacağını da ekleyelim.

Öncelikle belirlenmesi gereken, vitrinde verdiğimiz 18-20 yy Avrupa’sında ki her türlü gelişme bir başlangıç değildir. Geçmişi yüz yıllara dayanan, ne, nasıl ve nedenleri gibi tüm aşamaları ile bilinmesi gereken bir sonuçtur. Bu tespitin altını çizerek ve anlaşılmasının konumuz açısından son derece önemli olduğunu düşünüyorum. Çok kaba detayları ile 18 yüzyılın ikinci yarısı ve 19 yüzyılda ortaya çıkmaya başlayan sanayileşmeyi ve kentleşmeyi sağlayan nedenlere bakalım.

Gerek Altanların gerekse aynı familyadan diğer aydınlarımız tarafından;
18–19 yüzyıl Avrupa’sında monarşilerin yıkılması, yeni devlet yapılanmaları, bağımsızlık hareketlenmeleri, sanayileşme, kentleşme ve işçi hareketleri ve hatta dini alandaki reformları bir sonuç olarak sık sık kullandığı malumumuzdur. Toplumun tüm siyesi, sosyal, dini aktörleri bir sonuç ele alınırken tüm değişimin anası diyebileceğimiz baş aktörü "devlet "işçi sınıfını sömüren burjuva sınıfının mülkiyet bekçisi" olarak da, tanımlanmaya başladı.’’ Gibisinden satırlar ile nedense adeta geçiştirilir.

Oysa siyasi, sosyal, dini gelişmeleri sağlayan kentleşmeyi değişen üretim biçiminin bir zorunluluğu olarak yaratan, yazarın ‘Avrupa'da, aristokrat olmayan halk yığınlarının zenginleşmeye başlaması sayesinde’ diye belirttiği halk yığınları değil, doğuşu ve ortaya çıkışı Haçlı Seferlerine kadar giden Burjuva Sınıfıdır. Avrupa’da halk yığınlarını zenginleşmesi ise; ticari burjuvazinin tüm sisteme egemen olup, egemenliğinin emperyalizm aşamasında diğer dünya halk yığınlarının sömürgeleştirilmesine ulaşarak, elde ettiği emek ve artık değer sömürüsünü zenginlik olarak Avrupa’ya akıtması sayesinde olabilecektir.

Böylece ticari burjuvanın ilk ortaya çıkışının, nedenleri dini sanılan Haçlı Seferleri ile değil tamamen ekonomik olan baharat yoluna egemenlik için yapıldığını da söylemiş olduk. Ekonomik nedenler ile yapılan haçlı seferleri sonucunda ise, henüz etkin olmamakla beraber gelecekte, nerede ise tüm tarihi belirleyecek olan (önceleri Akdeniz ile sınırlı olan) ticaret burjuvazisinin doğuşunu da dillendirmiş olduk. Haçlı seferleri ile Türk ve Araplardan elde edilen hazır bilgi birikiminin gelecekte coğrafi keşiflerin ve reform ve Rönesans hareketlerinin alt yapısına etkisini vurgulamakta yarar var.

Ticari burjuvanın her yönden gelişiminin en büyük destekçisi olan ve kapitalizm aşamasında tek sınıfa dönüşen faiz-banka sisteminin geçmişi ise nerede ise tüm dinler kadar eski olduğunu söylemek gerekebilir. Her ne kadar başlangıçta kilise ve monarklar tarafından sürekli hor görülmüş ise de, haçlı seferlerinin bile finansörleri oldukları tespit edildiğinde sonuçta ulaşacakları gücün boyutlarının ipuçları elde edilebilir.

Manga Carta ile başlayan yasama ve yargılama gücünün monarkın elinden sınırlanarak alınışına sıkça değinilmekle beraber, monarkın ve kilisenin mülkiyet hakkına getirdiği sınırlamalar ve mülkiyet özgürlüğü için Fransız İhtilaline kadar geçen zaman da ödenen kanlı bedeller konusuna gereken önemin verilmeyişi manidar olsa gerektir.

Hemen sonraki aşama Coğrafi Keşifler aşamasıdır. Hepimizin bildiği gibi her türlü yeraltı yer üstü hammadde, emek ve artık değer için köleleştirilen uluslar, ürün ve pazarlar elde edilen sömürgeler yolu ile Avrupa’nın egemenliğine geçti. İnka’lar, Aztek’ler, Kızılderili’ler, Zenciler ve köleleştirilmesi bir yana tüm tarihi mirasları da yok edilerek Amerika, Afrika, Avustralya, Güney Doğu Asya’nın istisnasız tüm zenginlikleri Avrupa’ya akmaya başladı. Musluğun en başında ise Orta Çağ Avrupa’sında hiçbir gücü, itibarı, saygınlığı olmayan ticaret burjuvazisi olduğunu tespit edelim.

Tahmin edeceğiniz gibi şimdiki aşama Avrupa’ya akan tüm zenginliğin yarattığı gelişme ve değişimlerdir. Daha doğru bir deyimle mülkiyet ve üretim biçimi en başta olmak üzere onun bir gereği olarak sistemin reorganizasyonudur. Dikkat edilir ise Afrika’dan Amerika’ya emek gücü-köle transferi aşamasında beş milyona yakın insanın sadece o günkü gemilerin sağlıksız koşullarında seyahati sırasında yok edilişi gibi, K.Amerika’da Kızılderili, Orta ve Güney Amerika’da İnka ve Azteklerin sonları gibi, Avrupa’da ki değişim ve gelişmelerin ne pahasına olduğu konusuna hiç değinmiyoruz.

Avrupa’da 15-16 yüzyılda gelişen coğrafi keşiflerin sonucunda, orta çağ Avrupa’sının kral ve soylular, kilise ve derebeyler gibi mevcut egemenlerin aynı kalacağını düşünmek yada hiçbir güç kullanımı ve destek olmadan kendiliğinden reformların, rönesansın başladığını sanmak sanırım en büyük yanılgıdır. Tüm orta çağ boyunca süren faizin haram kabul edilişinin ilk reform hareketleri sonucunda ortaya çıkan mezheplerde, faizin haram olmadığının bir genel ilke olarak açıklanışının;
Ticari burjuvazi ile banka ve faiz cephesinin bilinmeyen gücünü gösterdiği kadar, sistemin gerçek efendilerini de anlamamızı kolaylaştıracak, bir az bilinen olarak önemle not edilmesi gerekecektir.

Hatta bu önemli not, devlet yönetiminde dinin ve dini aktörlerin etkisizleştirilmesine yol açan ama inanç özgürlüğü olarak sunularak kitle desteği sağlanan değişimin gerisindeki ana kaynağı bir nebze de olsa görmemizi sağlayabilir gibi geliyor.

18 yüzyıla yaklaşıldığında, yaklaşık iki üç yüzyıla varan Dünya talanı sonucunda Avrupa’da maliyeti sıfır emek gücü, maliyeti sıfıra yakın altın, gümüş gibi diğer madenler ve her türlü hammadde, sömürgelerin aynı zamanda bir doğal pazar olduğunu da düşünür isek o da varların arasında sayılabilir. Tabiî ki bunların ticari burjuva sınıfında bir büyüklük ve gücü malum olan bir sermaye birikimine yol açacağını da eklediğimizde değişimin ipuçları da aşağı yukarı ortaya çıkar.

Böylesine basitleştirerek dahi, var olanları verilen ve sonucu istenen bir sorunun cevabı da sanayileşmek olacağı görülmektedir. Her türlü bilimsel gelişmenin yanında büyük sermayenin bizde lonca diye bilinen üretim biçimini yerle bir edeceği, büyük işletmelerin büyük emekçi kitlelerine ihtiyaç duyacağını saptadığımız da ise kentleşmeyi başlatmış olacağımız aşikârdır.

İşte bu aşamada, üretim biçiminin farklılaşması ile ortaya çıkan bu gelişmenin tüm mülkiyet ilişkilerini ve dolaylı ya da doğrudan siyasi, sosyal, kültürel ve diğer alanlardaki tüm değişimleri yeni baştan yaratmıştır denilebilir.

Buraya kadar yazılanların dahi Avrupa’da ortaya çıkan değişimlerin, motor gücünün haçlı seferleri ile ortaya çıkan ticari burjuvazi ve onun ana kaynağının da sınırları tüm Dünya olarak verebileceğimiz bir Dünya Sömürüsü olduğunu iddia etmek sanırım yanlış olmaz.

Bugünün Avrupa’sında ki gelişme adı verilen değişimlerin farklı bir cepheden incelediğimizde; ister sahiplik, ister yaratıcı motor güç, ister mal oluş bedelleri olarak böyle bir tabloya ulaşmak sanırım mümkündür. Bunu aklımızın bir yerine not etmeyi unutmadan; Avrupa’yı bu noktada bırakarak ve Osmanlı’yı hiç karalamadan Cumhuriyet Dönemine geçelim.

// Türkiye'nin "kışla" parfümlü siyaset ile "cami" parfümlü siyaset arasındaki, söylem salıncaklanması//

Burada ki, kışla ve cami parfümünün en azından olumlu olarak kullanılmadığını söylemek doğru olacaktır. Doğruyu teslim etmek için söylenmesi gereken; Avrupa’nın aksine, Türkiye’de Cumhuriyet’in ister yapılış, ister gerisindeki güç olarak asker kökenli olduğudur. Buna da bir tespit olarak itirazımız yok. Ama olumsuzluk olarak her ifade edilişinde, Cumhuriyete ve onun tüm gereklerine eğer karşı değil isek, eleştiriyi yapana düşen;

Kazanımlarını bir kenara bıraksak bile Cumhuriyet kimler tarafından nasıl kurulacaktı?
Asker parfümlülerin alternatif güçleri kimlerdi?

Sorularına açık, akla yakın, bilgi ve belgeye dayanan cevaplar vermesi en azından bir aydın sorumluluğudur.

Efendim bu cümle bugün için kullanılmıştır. Doğrudur. Cumhuriyetin daha kuruluşunda bir anayasal görev olarak asker parfümlülere bırakılmadığını kabul edelim kabul. Daha 1945’lerde başlayan çok partili siyasi hayata geçiş ile iktidar olanların önünde asker parfümlüleri yok sayalım. Peki olur.

1955’de ‘Siz isterseniz hilafeti bile getirebilirsiniz’ diyebilen iktidarların Cumhuriyeti koruyup kollayacağı söylenebilir mi?

Sorusuna bilgi ve belgeye dayanan akla yakın cevaplar vermesi, bir aydın sorumluluğu gereği değil midir?

//"devlet", "işçi sınıfını sömüren burjuva sınıfının mülkiyet bekçisi" olarak da, tanımlanmaya başladı.//

Sadece bu tespitten yola çıktığımızda bile; Cumhuriyetin Kuruluşu aşamasında sağlayan ve devlete egemen güç olarak bir burjuva sınıfının olmayışına ulaşabiliriz. ‘Köylü Milletin Efendisidir.’ Sloganı gerisinde yatan gerçek nedenin, az ya da çok sermaye birikimi yapabilmenin biricik yolu olduğu anlaşılacaktır. Öküzü yerine karısını karasabana takan köylünün üreteceği artık değerden başka hiçbir kaynağı, gücü olmadığı da, Ülkemiz için o günlerin bir acı gerçeği olduğu görülecektir.

Dünya’da bugün sadece sanayileşme ve askeri, ekonomik güç elde etmek olarak baktığımızda birçok Ülke sayabileceğimiz halde, bunu cumhuriyet ve demokrasi kazanımlarının eş güdümünde gerçekleştirebilen Ülkelere Avrupa Ülkelerinden başka neden örnek bulamayışımız üstüne cevaplar aranmalıdır.

Sonrasın da sanıyorum ki; tüm eksik ve kusuru ile seksen yılda cumhuriyet ve demokrasinin tüm kurum ve kuruluşları ile oluşturulmayışına söverken daha insaflı olunacaktır.

Avrupa’nın sanayileşme aşamasına ulaşmak için geçirdiği evreler, neden ve bedelleri bir yana sağladığı sermaye birikiminin büyüklüğünü ve kendisine gerekli düzen değişiklikler için ulaştığı gücün boyutlarını iyice bir sindirmeliyiz. Kötülemek için olmasa da, sonrasında bugünün Avrupa’sının medeni, çağdaş, muasır her birikim ve kazanımının BEDELLERİNİN neler olduğunu, NE PAHASINA olduğunu tekrar tekrar düşünmeliyiz.

En nihayetinde, Vitrinde görüp çook beğendiğimiz; siyasi, sosyal, kültürel, bilimsel gibi her alanda ki gelişimleri yaratan ekonomik neden ve aktörleri, Ülkemizde nasıl ve hangi yöntemlerle inşa edeceğimiz üstüne çalışmaya başladığımız da, inanıyorum ki çare ve çözüm ufukta belirecektir.


Saygılarımla

Konu alihoca tarafından (19-03-2006 Saat 22:29 ) de değiştirilmiştir..
Alıntı ile Cevapla