Strict Standards: Declaration of vB_Database_MySQLi::db_connect() should be compatible with vB_Database::db_connect($servername, $port, $username, $password, $usepconnect) in /home/arkabahc/public_html/forum/includes/class_core.php on line 1095

Strict Standards: Declaration of vB_Database_MySQLi::select_db_wrapper() should be compatible with vB_Database::select_db_wrapper($database = '', $link = NULL) in /home/arkabahc/public_html/forum/includes/class_core.php on line 1095

Deprecated: Non-static method vB_Shutdown::init() should not be called statically, assuming $this from incompatible context in /home/arkabahc/public_html/forum/includes/class_core.php on line 2294
Arka BahÇe Forumu - Tekil Mesaj Gösterimi - Tarih Notları
Tekil Mesaj Gösterimi
  #7  
Eski 07-05-2006, 16:21
alihoca alihoca bağlı değil
.
 
Üyelik Tarihi: Feb 2006
Mesajlar/Teşekkür sayısı: 361/2464
166 Mesaj ına 2501 Kere teşekkür edildi
Tanımlı Sultan 6. Mehmet Vahidüddin Hazretleri (2)

Araştırmacılığının yanı sıra, maişetini sağlamak için tarihin magazinel yönü ile de iştigal eden, kimi tarihçilerimiz; Mustafa, Padişah Vahidettin’in kendi hatıralarını aramış bulmuş, okumuş ve karar verip, kanaat bildirmişler.

//Her şeyin bittiği bir anda tahta çıkmış ve iktidarı Bebek ile Aksaray arasında kalan birkaç semte sıkışmış çaresiz bir padişahtır. Hain değildir, hatta ben memleketini sevdiğinden şüphe bile etmem. Ama birşeyler yapmaya çalışırken büyük hataları da olmuştur fakat bu hataların ihanet çizgisine getirilmemesi lâzımdır.

İhanet’ ifadesi devlet adamları için kullanılabilir fakat hükümdarlara böyle bir yafta yapıştırılamaz; zira hükümdarlar, hükmettikleri toprağın çocuğu iseler, başlarında bulundukları devletin kendilerine Allah’ın bir lütfü, bir inayeti olduğuna inanır ve devleti hususi mülkleri olarak görürler.
Dolayısıyla, bir hükümdarın devletine, yani kendi mülküne ihaneti, aklı başında bir aile reisinin durup dururken evini yakması yahut esnaftan birinin, meselâ bir bakkalın hiçbir sebep yokken dükkânını ateşe vermesi gibidir ve mantık dışıdır.//


Padişahın her şey olup bittikten sonra, iki gözü iki çeşme ağlayarak yaptığı tek taraflı beyanları karşısında, yufka yüreği dayanmamış inanmış.

Koca Padişah Kendi Mülkünü satar mı? Devlet adamları için ihanet kullanılabilir. Onlar için normaldir amma hükümdarlar, kendilerine Allahın bir lütfu olan hususi mülklerini asla satamaz. Hükümleri ile ilgili olarak; monarşinin modern bir yönetim sayılabildiği orta çağ anlayışında bir anlamda anlaşılabilecek bu zihniyetin, yirminci yüzyılın başlarında demokratik devletlerin boy attığı bir ortamda, bu anlayışı doğal saymanın, doğal sayılıp sayılmayacağı asıl tartışılması gereken olabilir.

Devamında; Kaçmamış hicret etmiş. ‘Gerçi malûm sebepler yüzünden dinine, vatanına ve milletine arzu ettiği kadar hizmete vakit ve imkân bulamamış ise de, asla ihanet etmemiş’miş.

Asla İhanet etmeyen Padişahın, 30 Mart 1919’da, Damat Ferit aracılığıyla, İngiliz Yüksek Komiseri Amiral Calthorpe’a ulaştırmış olduğu: ‘Osmanlı İmparatorluğu’nun 15 yıl müddetle İngiliz sömürgesi olması’nın kabulü’ bildirgesinde, memleket sevgisini görebilene, ‘helal olsun’ demekten başka elimizden bir şey gelmiyor.

//‘Şimdi burada zelil ve sefil bir halde kalmaktansa, Anadolu’da at sırtında olmalıydık.’//

Sürgün olduğu yerde söylediği bu söz üstüne, ‘Gitseydin Efendim!’ diyorsanız diye, hemen yazalım. Aslında gitmeyi düşünmüş. Amma velâkin, bu fikrine Dünürü Sadrazam Tevfik Paşa karşı çıkmış.

// ‘Böyle bir avantüre giremezsiniz. Biz, Mustafa Kemal Paşa ile haberleştik. Zaferden sonra, size bağlılığını bildirecek. Onun istemediği, sadece Damad Ferid Paşa’dır. //
Galip gelirse zafer sizin, Allah göstermesin yenilirse de bu yenilgi onun hesabına olacaktır./

İyi mi? Galip gelirse ballı çörek, mağlup gelirse, nasılsa elinin altında hazırda vermiş olduğu idam fermanı hazır. Urun kellesini! Bu zihniyetin Vahidüddin Hazretleri için nerede ise bir gelenek olduğu, birinci Dünya Savaşı Yenilgisi ile ilgili olarak 24 Kasım 1918’de Daily Mail Gazetesi muhabirine verdiği beyanatta da görmek mümkündür.

// Osmanlı Devletinin harbe katılması âdeta bir kaza neticesidir. Eğer siyasî vaziyetimizle coğrafi durumumuz ve millî menfaatlerimiz ciddî surette nazarı dikkate alınsaydı, vuku bulan teşebbüsün asla makul olmadığı açıkça anlaşılırdı. Maalesef o zamanki hükümetin basiretsizliği bizi bu badireye sürükledi ve felâketimize sebep oldu. Eğer ben Makam-ı saltanatta bulunsaydım, bu elim vak’a katiyyen husule gelmezdi. //

Burada ilan edilen suçlu, İttihat ve Terakki Hükümeti ileri gelenleridir. Ama ne hikmetse, o zamanın makam-ı saltanat sahibi, Sultan Reşat Ağabey’in adının şahit olarak bile listeye alınmayışı tesadüf olmasa gerek. Et tırnaktan ayrılmaz misali, birazcık zayıf karakter iması ile geçiştirilir. Dahası koskoca Makam-ı Saltanat Sahibi Sultan Reşat’a, sanki o makamda süsmüş gibi, hiçbir tarihçinin de ilişmediği görülür.

Ayrıca, avantüre giremezsiniz uyarısına, Padişahın can simidi gibi sarılışına bakılır ise, pekte işine gelmemiş denemez herhalde. Hatta hatıratını incelediğimizde buna kendisinin çok bel bağladığı, ‘devleti kuran ve halis muhlis Türk olan Osmanoğulları’nın memleketten sürgün edilip Hilâfetin ortadan kaldırılacağına asla inanmak istemedim’ satırlarından, her ne olursa olsun kendisine zeval gelmeyeceğine olan inanmışlığın getirdiği, şaşkınlık ve düş kırıklığının izleri ile birlikte görmek mümkündür.

Eh, artık iki halde de Payitaht garanti ve galip iken; Anadolu’ya çıkmayışını, biraz anlayışlı olup mazur görmelisiniz. Onu beceremiyorsanız, hiç değilse mazur görenleri mazur görmeyi denemelisiniz. Onu da beceremeyip; kendini feda edip, paratoner görevi yaptığı, İngilizlerin kötülüklerine göğsünü siper ettiği, vatanı kurtarmaya çalıştığı iddiaları için,

//İngiliz Amiral Calthorpe'un yardımcısı Amiral Webb,
İngiliz dışişleri bakanlığına yazdığı 19 Ocak 1919 tarihli raporda şöyle diyordu:

"Halife elimizin altında bulunduğu sürece, İslam dünyasında bir denetleme aracına sahibiz demektir. Halife-padişah (Vahdettin) bizi buraya (İstanbul'a) yerleştirmek istiyor." //


Böylesi belgelerde, sadece Anadolu Türk’ünü değil tüm İslam Âlemini mahkûm etmekten çekinmediği, paratonerlik görevinin sınırlarının, Topkapı Sarayı ile sınırlı olduğu gibi bir izlenime asla kapılmamalısınız.

Yıl 1922 Aylardan Haziran, Kurtuluşun ufukta göründüğü günlerde; İstanbul Pera Palas’da karargâh kurmuş Komutan Yüzbaşı Amstrong'a, Türklerin Padişahı ve Müslümanların Halifesi unvanı ile Şehzade Sami eliyle Sultan Vahidüddin Hazretleri’nin bir mesajı iletilir.

//"Mustafa Kemal ve arkadaşları ihtilalcidirler. Bunlar sizin ve benim düşmanlarımdır. Asidirler. Türkiye'yi yalnız siz kurtarabilirsiniz. Ben sizin dostunuzum. Ne isterseniz size vermeye hazırım. Hâlbuki siz Ankara'dan bir şey alamazsınız. İsterseniz saltanatı ve hilafeti kurtarabilirsiniz. Bana yardım için 4 milyon sterlin borç veriniz. Size mal vererek bu borcu öderim.

Ankara'yı tanımayın, barışı benimle yapın. Propaganda yapmam için uçak, adamlarımı korumam için bir savaş gemisi verin. Bursa'ya gider herkesi etrafıma toplarım. Halk benim davetime koşar. Boğazları açık tutarım. Halife olarak sizin lehinizde çalışırım. Çünkü siz müminlerin savunucususunuz. Onlar da size bağlı uyruklar olarak kalacaklardır. Ankara'dakiler katil adamlardır. Moskova'nın tesiri altındadırlar. Söylediklerinin hiçbiri yapmazlar." //


Belgenin hangi zaman ve ortamda söylendiğini anlamak için; Haziran 1922 tarihine kadar ki, gelişmelere ise satır başları ile bir göz atalım. Sakarya Zaferi Kazanılmış. Sovyetler Birliği ile Kars ve Moskova Antlaşmaları ile Doğu Sınırımız çizilmiş. İtalyan’lar işgal bölgelerinden Ankara ile yapılan antlaşmalar gereği çekilmiş. Suriye sınırının Hatay dışında Ankara Antlaşması ile çizilmiş olduğu tespit edilecektir.

1922 Haziranında zaferin eli kulağında iken, memleketini seven bir Padişah’ın Şehzadesi eli ile iletilen bildirgesinde kurtuluşa duyulan sevinci okumak varken, bu satırları okumanın, dahası bu satırları memlekete yapılan bir iyilik olarak yorumlayabilmenin zorluğu ortada iken, bunu başarabilenleri kıskanmayıp kutlamak gerekebilir.

Bülent Efendi’nin malum beyanatlarına gelecek olursak; eniştesi Vahidüddin Hazretlerinin Ulviye kızına damat seçilmiş. İşin garibi, Padişah kızı olduğu için eniştenin damatlıktan kovulma(boş olmak) gibisinden biten bir izdivaç söz konudur. Devamında bir sürü teyze, hanım, köy kent projesi ve dahi yetmiş yıl kullandığı erika marka daktilo makinesi gibi her bir şeycik var. Bilgi belge adına ise;

// Mustafa Kemal Paşa ‘Azizim Sezai Bey’ hitabından sonra ‘Memuren - yani, görevli olarak- Anadolu’ya hareket ediyorum’ diyor ve annesi Zübeyde Hanım’a bıraktığı bir senetten ve senetle ilgili olarak yapılacak işlerden bahsediyor. Paşa, mektubu ‘Dokuzuncu Ordu Kıtaatı (kıt’aları) Müfettişi Mirliva (tuğgeneral) Mustafa Kemal’ diye imzalamış.//

Görevlendirme ile bilinenlerin yanında; imzasında, sadece görev konumu ve yerinin belirtilmiş olması büyük buluş olarak verilmiş. İyi de, buda biliniyordu, dediğinizde, evraka, evraka diye çığlıklar atılarak kopartılan onca kıyametin gerisindeki mantığı çözmeye başlamışsınız demektir. Kim bilir, hiçbir şey söylemeyen bir söylemenin, ne denli önemli olabileceğine güzel bir örnek bulmuş da olabilirsiniz.

Ayrıca, diğer değerlendirmelerde olduğu gibi hazinenin hepsini götürmeyişi, masum ve mazlumluğuna yetmiş de artmış bile. Böylece yüreğin yufka olmasının yanı sıra, akrabalık ilişkilerinin de Vahidüddin Hazretlerini anlamak ve onu haklılamak için yeterli bir sebep olabileceği anlaşılmış oluyor.

21 Şubat 1921 Tarihli Londra Konferansında; ‘İlk sözü Tevfik Paşa'ya vermek isterler. İnönü buna kızar. Tevfik Paşa sözü alıp, 'Bugün halkın iradesini Ankara temsil etmektedir. O nedenle İsmet Paşa'nın konuşması gerekir' deyişi hakkında, yer Londra ve katılanlar içinde Padişah olmadığı düşünülür ise Londra Konferansının sonuçsuzluk üreten sonucu sonrasında, Vahidüddin Hazretlerinin yapacağı itirazın kıymeti harbiyesi tartışmalı hale gelir. Ayrıca bir monarşist(Sultana bağımlı) olmasına rağmen, Tevfik Paşa’nın aynı zamanda Anadolu Kurtuluş Hareketine olan yakınlığı, nedense dikkate alınmamıştır.

//“İstanbul'da Tevfik Paşa Hazretlerine
Türkiye ile ilgili bütün meselelerin çözümünde ve her türlü dış ilişkilerde başvurulacak tek yer, Türkiye Büyük Millet Meclisi ve hükümetidir. İstanbul’daki herhangi bir heyetin, hiçbir bakımdan meşru ve hukuki bir durumu yoktur. Bundan dolayı, böyle bir heyetin kendine hükümet adını vermiş olması, milletin hâkimiyet haklarına açıkça aykırıdır ve bu ad altında memleket ve milletin hayatı ile ilgili konularda, dışarıya karşı kendini muhatap göstermesi uygun görülemez. Heyetinize düşen vatan ve vicdan görevi, derhal gerçeğe ve duruma uyarak, millet ve memleket adına meşru ve muhatap hükümetin Ankara'da olduğunu kabul ve ilân etmektir…//


Mustafa Kemal’in T.B.M.M Başkanı sıfatı ile yazdığı bu telgraf uyarısı dikkate alınarak, Tevfik Paşa’nın söylediği sözün sadece bir gerçeğin (nihayet) tesliminden başka bir şey olmadığı anlaşılacaktır. Bir diğer husus Sultan Vahidettin Hazretlerinin hatıratında, // Aynı zamanda dünürü olan ve sadaret makamına getirdiği Tevfik Paşa’yı şahsına ve makamına karşı kötü niyet besleyen “Kemalistler” e yardım etmekle// suçlayışı, Bülent Efendi Hazretleri tarafından unutulmuş olsa gerektir.

Evet, magazinel tarihçimizin de tavsiye ettiği gibi, tarih dediğimiz bilim dalında, verileri akıl ve mantığa vurmak bir yöntem olarak kullanmak mümkündür. Ama aslolan bir başka gerçek; tek kişinin verdiği beyanlar ile tarihi hükümler verilemeyeceğidir. Bu beyan ve niyetin, daha sonra alınan karar ve uygulamalarda teyit edilerek doğrulanıp doğrulanmadığının aranmasıdır.

Şöyle ki; Havza’dan başlayarak gittiği her yerde Mustafa Kemal’e uzatılan her telgrafta ‘İstanbul’a Dön’ talimatı neden verildiğinin peşine düşülmelidir. Gönderdim diyen, ya da mazlumluk ispatı peşinde olanlar bu soruya mantıklı cevaplar vermelidir. Bu yetmez ise, Elazığ Valisi Ali Galip’e Erzurum yolunda ‘İstanbul’a dönüşünün sağlanması ve emre itaatsizlik halinde, derdest edilerek İstanbul’a sevki sağlanmalıdır’ telgraf emri ile 15 Kolordu Komutanı Albay Kazım’a ‘Mustafa Kemal’i derhal tutuklayıp İstanbul göndermesi, direnmesi halinde öldürme yetkisi veren’ telgraflara açıklama getirilmelidir.

Erzurum Kongresi öncesinde;

//Erzurum'da telgraf makinesi başında Padişah'ın başmabeyincisiyle saatlerce tartışılır. Mabeyinci adeta yalvararak: "Ne olur İstanbul'a dönün. Gelmek istemiyorsanız, izinli olarak Anadolu'da kalın ama görevi bırakın...//

Mabeyincinin Padişahtan habersiz, kendiliğinden telgraf başında yazışamayacağı dikkate alınınca, aynı Padişah neden görevi bırakmasını istemektedir? Bunun Ülkenin kurtuluşunu dileyen bir anlayışın göstergesi olarak alınması mümkün olabilir mi? Olur a, olabilir diyenleriniz için devam edelim.

Zavallı ve çaresiz diye nitelenip tüm günahları bağışlanıveren Sultan Vahidettin Hazretlerinin kendi imza, mühür ve onayı ile verdiği bir başka buyruğa bakalım.

//Harbiye Nezareti-Divan-ı Harp
DOSYA No : 70

PADİŞAH BUYRUĞU
Mehmet Vahidüddin
ONAY
“Kuva-yı Milliye adı altında çıkardıkları fitne ve fesatla, anayasaya aykırı olarak halktan zorla para toplamak, asker almak, bunun aksine hareket edenlere işkence ve eziyet ederek şehirleri yakıp yıkmaya kalkışmak suretiyle iç güvenliği bozanların tertipçisi oldukları iddiasıyla haklarında dava açılan, Üçüncü Ordu Müfettişliğinden alınarak askerlik mesleğinden çıkartılmış bulunan Selanikli Mustafa Kemal Efendi, Eski yirmi yedinci fırka kumandanı miralaylıktan emekli İstanbullu Kara Vasıf Bey, Eski yirminci kolordu kumandanı Mirliva Salacaklı Fuat Paşa ile Eski Washington elçisi ve Ankara milletvekili Midillili Alfred Rüstem ve sıhhiye eski müdürü İstanbullu Doktor Adnan Bey ile Üniversite Batı Edebiyatı eski öğretmeni Halide Edip Hanımın, ayrıntıları 11 Mayıs 1336 (1920) tarihli ve 20 numaralı karar tutanağında yazılı olduğu üzere, Mülkiye Ceza Kanunu’nun kırk beşinci maddesinin birinci fıkrası delaletiyle elli beşinci maddesinin dördüncü fıkrası ve elli altıncı maddesi uyarınca, sahip oldukları askeri ve mülki rütbe ve nişanlarla, her türlü resmi unvanlarının kaldırılmasına ve idamlarına, halen firarda bulunmaları dolayısıyla kanun hükümleri gereğince mallarının haczedilerek, usulüne göre idare ettirilmesine dair İstanbul bir numaralı sıkıyönetim mahkemesi tarafından gıyaben verilen hüküm ve karar, ele geçirildiklerinde tekrar yargılanmak üzere tasdik edilmiştir.

Bu Padişah Buyruğu’nu yürütmeye Harbiye Nazırı görevlidir.24 Mayıs 1336 (1920)//


Görüldüğü üzere fermanda askeri, mülki rütbe nişanlarının kaldırılması ve var olan mallarını haczedilmesini takiben, sadece ve sadece idamlarını istiyor. Efendim, öldürmeden yakalayabilirseniz de şöyle bir tekrar yargılayıveririz. Padişah Buyruğu sonuna eklenen bu tekrar yargılama cümlesinin önemini, bu cümleye can simidi sarılanları okudukça daha iyi anlamanız mümkün olacaktır.

Şeyhülislamın elinden çıkıp Zat-ı Şahanelerince onaylanan fetvaların, halkımız tarafından İslam’ın şartı bilinip bellendiği bir bilinç ortamını not edip devam edelim. İstenilen fetvayı vermeyerek görevinden alınan Şeyhülislâm, Haydarızâde İbrahim Efendi’nin yerine geçen, Şeyhülislam Dürrizâde Abdullah Efendi'nin 11 Nisan 1920 Tarihli Fetva-yı Şerife'sine bir göz atalım:

//… Dünya düzeninin sebebi olan ve kıyamet gününe kadar Ulu Tanrı'nın daim eyleyeceği İslâm Halifesi Hazretleri'nin veliliği altında bulunan İslam memleketlerinde bazı kötü kimseler anlaşarak ve birleşerek ve kendilerine elebaşılar seçerek Padişah'ın sadık uyruklarını hile ve yalanlarla aldatmakta, yoldan çıkartmaktadırlar. Padişahın yüksek buyrukları olmaksızın asker toplamaktadırlar. Görünüşte askeri beslemek ve donatmak bahaneleriyle, gerçekte ise mal toplamak sevdasıyla, şeriata uymayan ve yüksek emirlere aykırı bir takım haksız ödemeler ve vergiler koymakta ve çeşitli baskı ve işkencelerle halkın mal ve eşyalarını zorla almakta ve yağmalamaktadırlar

Böylece, hükümet merkezini tek başına bırakmak, Halifenin yüceliğini zedelemek ve zayıflatmak suretiyle yüksek Hilafet katına ihanet etmektedirler… Bu işleri yapan yukarıda söylenmiş elebaşılar ve yardımcıları ile bunların peşlerine takılanların dağılmaları için çıkarılan yüksek emirlerden sonra bunlar, hala kötülüklerine inatla devam ettikleri takdirde işledikleri kötülüklerden memleketi temizlemek ve kulları fenalıklardan kurtarmak dince yapılması gerekli olup, Allah’ın “öldürünüz” emri gereğince öldürülmeleri şeriata uygun ve farz mıdır” ? Beyan buyrula. Cevap: Allah bilir ki olur.

Böylece Padişahın ülkesinde savaşma kabiliyeti bulunan Müslümanların adil Halifemiz Sultan Mehmet Vâhdettin Han Hazretlerinin etrafında toplanarak savaşmak için yapacağı davet ve vereceği emre uymak suretiyle adı geçen asilerle çarpışmaları dince gerekir mi? Beyan Buyrula. Cevap: Allah bilir ki gerekir.
Bu takdirde, Halife Hazretleri tarafından sözü edilen asilerle savaşmak üzere görevlendirilen askerler, çarpışmazlar ve kaçarlarsa büyük kötülük yapmış ve suç işlemiş olacaklarından dünyada şiddetle cezayı, ahirette de çok acı azâbı hakk ederler mi? Beyan Buyrula. Cevap: Allah bilir, ederler,

Bu takdirde, Halife askerlerinden asileri öldürenler gazi, asilerin öldürdükleri şehit sayılırlar mı? Beyan buyrula. Cevap: Allah bilir ki, sayılırlar.

Bu takdirde, Padişah'ın asilerle savaşmak için verdiği emre itaat etmeyen Müslümanlar, günahkar ve suçlu sayılıp şeriât yargılarına göre cezalandırılmayı hak ederler mi? Beyan buyrula. Cevap: Allah bilir ki, ederler. Dürrizâde El-Seyid Abdullah". //


Bu iki emrin bir tek ortak noktada birleştiğini tespit edebiliriz. Anadolu’yu işgal eden İngiliz, Fransız, İtalyan ve Yunan Kuvvetleri için tek kelime kötü söz yoktur. İşgal kuvvetleri Dost Güçler olarak yorumlanmış olsa gerek ki; asi Mustafa Kemal ve çapulcu Kuva-yı Milliye Birlikleri tek düşman olarak gösterilmiştir.

Devletin resmi yayın aracı olan Takvim-i Vekayi ve Peyam-ı Sabah gazetelerinde yayınlanan ve sadece bir tek Kur’an Ayetine dayandırılan bu fetvanın Padişahın izni ve yüksek oluru ile yayınlanmış olduğun ekleyelim. Bir de buna "Emir-i Sultani'ye itaat etmeyen Müslümanlara ceza tehdidinde bulunan’’ fetvaları dâhil edin, üstüne de halkın dini bilgisizliği nedeni ile bu fetvaların Allah’ın emri sanıldığını katın ve şöyle arkanıza yaslanarak bir tahmin yapın bakalım.
Alıntı ile Cevapla