Strict Standards: Declaration of vB_Database_MySQLi::db_connect() should be compatible with vB_Database::db_connect($servername, $port, $username, $password, $usepconnect) in /home/arkabahc/public_html/forum/includes/class_core.php on line 1095

Strict Standards: Declaration of vB_Database_MySQLi::select_db_wrapper() should be compatible with vB_Database::select_db_wrapper($database = '', $link = NULL) in /home/arkabahc/public_html/forum/includes/class_core.php on line 1095

Deprecated: Non-static method vB_Shutdown::init() should not be called statically, assuming $this from incompatible context in /home/arkabahc/public_html/forum/includes/class_core.php on line 2294
Arka BahÇe Forumu - Tekil Mesaj Gösterimi - Okunması gerek!
Tekil Mesaj Gösterimi
  #12  
Eski 04-05-2008, 09:40
Master - ait Avatar
Master Master bağlı değil
.
 
Üyelik Tarihi: Feb 2006
Bulunduğu Yer: Kalamış
Mesajlar/Teşekkür sayısı: 6.503/2290
5427 Mesaj ına 23007 Kere teşekkür edildi
Cherry Türkiye’de vatandaşlık kültürü / İlber Ortaylı

Bu sütunda vatandaşlık kültürümüzün ve hukukunun gelişimi üzerinde bir tartışma açmak niyetindeyim. Zira bu konu Türk milletinin tarihi serencamını ele almadan anlaşılacak gibi değildir. Şunu peşinen belirtmek gerekir; Türk vatandaşları birçok üçüncü dünyalı ve Müslüman ülkelerin vatandaşlarından çok daha bilinçli, ısrarla daha anayasal ve demokratik haklarının peşinde koşan bir toplum meydana getirir.
1980’lerin başında bir Arap ülkesinde yaptığımız bir seminerde, 1960’larda Türkiye de bulunan bir Sudanlı diplomat salondaki Arap aydınlara; “Benim bundan 15 yıldan evvel gördüğüm Türkiye’nin köylüleri dahi, bizim bürokratlarımız ve okumuşlarımızdan çok daha ötede demokrasi ve vatandaşlık bilincine sahipti” demişti. Bu bir abartma değildir; tarihin ve toplumun bilançosunu çıkarırken olumsuz ve olumlu yönleri bir arada ele almak zorundayız.
Yukarıda sözü geçen Büyükelçi Diyap’ın söylediği bu söze başka boyutları da eklemek lazım. Balkan ülkelerinde dahi uzun bir zaman Türk aydınının serbest fikirli delidoluluğundan hasetle bahsedilirdi. Demek ki sorun sadece özgürlük değil, özgürlükleri kullanacak mantık, bilgi ve sorumluluktur. Hiç şüphesiz ki şu son olanlara bakınca ülkemizin yakın tarihinde çarpık bir gelişmenin olduğunu yadsıyamayız.

Reaya kavramı
Türk imparatorluğunda Romalıların “populus” dedikleri kalabalık kitle, “reaya” deyimi ile karşılanır. Reaya bir çoban tarafından idare edilen bir topluluk, daha doğrusu bir sürüdür. Hiç şüphesiz kelimenin Eski Ahit denen Tevrat ve Yeni Ahit denen İncil’den gelen bir anlamı vardır; Allah’ın yolladığı resuller kitleyi aydınlatır ve sevk eder. Burada İslam toplumunun yöneticisi olan imam ve Batı’daki dux aynı anlamdadır.
Bu anlamda reaya, iki kategorinin yani yöneten ve yönetilenin ilkidir. Yöneten sınıf ise Osmanlı imparatorluğunda “askeri-milites”tir. Şüphesiz, bu sınıfın mutlaka savaşçı olması şart değildir. Bir Türk Osmanlı veziri gibi bir Rum veya Ermeni patriği veya başhaham veya bir Müslüman kadı veya gayrimüslim bir voyvoda bu sınıfa dahildir. “Reaya” da yine her din ve dilden yönetilen kimsedir.
Reaya için ikinci bir dikey ayrım, millet kavramıyla karşılanır. Bu milletin asıl karşılığı dini cemaattir.
Reaya yani Roma’daki populus zümresi toplumun bütün zenginliğinin ve varlığının esasıdır. Osmanlı siyasi düşünürü Kınalızade’nin devlet teorisinde bu durum bir fasit daire ile ifade edilir. Buna daire-i adalet denir.
Reaya bol ürün verir ve bu sayede asker çok alınır. Asker ise kuvvet demektir. Mevcut zenginliği korur, yaptığı savaşlar ve fetihlerle daha çok zenginlik getirir. Ama zenginliği üretecek reayanın hayatını korumak ve çalışmasını sağlamak için adalet gereklidir. “Lustitia est fundamentum regnorum-Adalet mülkün temelidir.” Buradaki mülk sadece idare değil, ama aynı zamanda zenginlik ve devlet demektir.
Osmanlı üçüncü Roma’dır. Devlet teorisine göre; Allah yetkiyi sadece hükümdara vermiştir. Burada Allah’ın inayeti “gratia dei” ile iktidara sahip olan bir başka şahıs veya zümre yoktur. Yani ırsi bir aristokrasi (soylular) ve ruhani zümre yoktur. Bu durum İslam kadar Yahudilik için de söz konusudur. Adaletin aksi durum zulümdür, zulümden kaçınmak gerekir. Zulüm dinin emrince devlet sisteminden uzak olmalıdır.

Allah’ın bir emaneti
Bütün padişah emirnamelerinde eyalet görevlilerine Allah’ın bir emaneti olan reayaya baskı yapmamak, onu mali yönden soymamak emredilir, aksi takdirde cezalandırılacaklardır. Unutmayalım bir yönetici, Roma’daki konsülün veya Avrupa’daki baronun dokunulmazlığına sahip değildir. Bu nedenlerle çok kolay ve sık cezalandırılmış, azledilmiş, hatta idam edilmişlerdir. Buna karşılık hükümdar, reayanın idaresi için dictatur olabilir. Dictaturun karşılığı İslamda istibdaddır.
Bir kişinin her şeye hükmetmesi yani despotluğu gayri kanuni değildir. Hatta bir meziyettir. Müstebit ve istibdadı kınayanlar 19 ve 20’nci yüzyılın Jön Türkleridir. Bunlar İslamın toplum teorisinden değil, Fransız ihtilalinden esinlenmişlerdir.
Reaya Müslüman ya da gayrimüslim olsun şehirde ata binemez, silah taşıyamaz ve vergi vermek zorundadır. Angarya ve paraya dayanan bu vergilerin dine göre miktarlarında fark vardır. Cizye (yani Roma’daki capitatio; Sasani İmparatorluğu’nda gezit, Bizans’ta kephaletikon denen vergi) Osmanlılarda gayrimüslimlerden alınır.
Gayrimüslim reaya birbirinin dinine geçiş yapamaz. Mesela Yahudi ve Hıristiyanlar birbirinin dinine geçemez; bir kompartımandaki gayrimüslimlerin nüfusunun artması istenmez, ancak Müslüman olabilirler. Gene erkekler, Müslüman veya gayrimüslim, yabancı tebaadan gelin alabilir. Ama yabancı ülkeye gelin gönderilemez. Yerli Müslüman kadın gayrimüslim erkekle evlenemez. Gayrimüslim reaya askerlik yapamaz, cizye öder. Ama 19’uncu asırda bu değişti. Gayrimüslimler de subay ve nefer oldu. Mesela, Paskalya’da donanmamız Hıristiyan neferlerin eve gitmesi için limanlarda demir atardı.
Şüphesiz Türkiye yönetimi, bilhassa Tanzimat Fermanı’ndan beri idare hukuku ve ceza hukuku alanında Batı hukukundan getirdiği uygulamalar, mahkeme sistemlerinin değişmesi, öbür yandan gayrimüslim uyrukların ruhani reisler ve kiliselerin yönetiminden sivil kuruluşlara doğru kaymalarıyla büyük değişiklik geçirdi. Tanzimat devri bütün Türk tarihinde ve İslam dünyasında yeni bir dönem açtı, bunun üzerinde duracağız.


Türkiye tarihinde, bütün Rusyalar Çarı olan müthiş Ivan’ın kurduğu tipte bir “okhrana” yani sözde “koruma” adlı terör örgütü yoktur. İşin garibi, gerçek anlamda kurulan siyasi polis teşkilatı bu imparatorluğun son 10 yılında ortaya çıkan ve devletin değil, İttihat ve Terakki Cemiyeti’nin bir yan örgütü olan Teşkilat-ı Mahsusa’dır.
Bizim tarihimizde siyaseti, yıkıcı faaliyetleri izlemekle görevli ilk polis örgütünü de Sultan II. Abdülhamid değil, ondan çok evvel Tuna vilayetinin yani bugünkü Bulgaristan’ın valisiyken Mithat Paşa kurmuştur; elhak çok başarılı olmuştur, siyasi polisle hürriyetçiliğin çatışır bir yanı yoktur. Demokrasi dediğiniz asayiş ve tehlikesizlik ortamında yükselir.

Memur hakimiyeti
Türkiye tarihinde 1520’ler Macaristan’ındaki György Dozsa başkanlığında olduğu gibi ya da aynı dönemdeki Alman köylü isyanları gibi örgütlü köylü ayaklanmaları da yoktur. Celali isyanları çoğu zaman eşkıyaların peşine takılan köylüler veya medrese talebeleri ve bir müddet sonra hepsinin başına geçen devletlu paşaların başkaldırısına dönüşmüştür. Kanlı bir şekilde bastırılan hareketler de bir daha tekrarlanmamıştır.
Türk halkı uzun ve meşakkatli bir yoldan geçti. Bununla birlikte mevcut fakirlik ortamı; sefalet ve açlık derecesine inmedi. Topraktan kopuş yanında kırsal alanda zenginleşme ve kanun hakimiyeti ise esas itibarıyla II. Dünya Savaşı sonrasıdır. Lakin Tanzimat döneminden beri bu alanda başlayan değişmeleri gözden kaçırmamalıdır.
Türkiye’de kıt olan toprak değildir, ekilen toprak az olmuştur. Nihayet zirai toprakların çoğuna sahip olan devlet; herhangi bir feodal bey veya baron değildi. Elbette üretimi kontrol eden zümrelerle bizzat üretenlerin konumu farklı idi. Demek ki kontratlar sistemiyle ortaya çıkmış bir hiyerarşi yoktu. Başka bir deyişle Türkiye’nin son altı asrında bir aristokrasi yoktu ve bu yapısal özellik 14’üncü asır sonundan beri fethedilen Balkan ülkelerine de bulaşmıştır. Osmanlılık memur hâkimiyetidir.
Nazari olarak herkes memur olabilirdi. Tabii o kadar kalabalık bir görevli yani Osmanlı deyimiyle “askeri” sınıf mevcut değildi. Rekabet ama kontratlara dayanmayan bir belirsiz statü kavgası bu memurlar sınıfını başkaldırı veya kastlaşmaktan uzak tutmuştur.
Bir tımarlı ne tayin beratıyla ilk anda kesinlikle bir yere yerleşebilirdi ne de o toprağa tasarruf hakkını muhakkak elde tutabilirdi. Küçük tımarlar evlada geçse de vezir ve sancakbeyi hasları ırsi değildi; görevle sınırlıydı. Bu gibi arazi gelirleri doğrudan miras konusu olamaz ancak vakıf statüsüyle evlada gelirden bir hisse bırakılabilirdi.

Ümitsiz bir durum
Mülkiyet elde olmadığı için paşaların çocuklarının bu sabit gelirleri enflasyon karşısında eriyip gitmiştir. Başlangıçta kastlaşmaya kalkanlar, Fatih Sultan Mehmet’in emriyle cellada verildi. Sokullu Mehmed Paşa’nın nepotist yani aileci idaresi bizzat vezirin başını yedi. Köprülüler çok uzun devam edemediler. Nevşehirli Damad İbrahim Paşa’nın yeğenciliği sona erdi. Daha evvel Şeyhülislam Feyzullah Efendi’nin akıbeti de malum. Tanzimat’ta bir aristokrasi kurması mümkün olan Mustafa Reşit Paşa dahi bunu beceremedi.
Türkiye tırmanan insanların imparatorluğuydu. Lakin tırmandıkları yeri kuşaklar boyu elde tutamadılar. Köyden gelen devşirme vezirin torunları İstanbul’un kenar mahallelerinde eriyip gittiler. Bu Balkanlar’da da benzer biçimde tezahür etti. Demokrasi için iyi ama siyasi kültür, kurumlaşma, gelenekleşme için son derece de ümitsiz bir durum. Türkiye demokrasisinin en önemli kusuru ve sorunu bu; kendini nasıl gösterdiği ve nasıl çözülebileceği üzerinde duracağız.
__________________
''Gelişmekte olan bir ülke enflasyonu düşürebilir.. Yolsuzlukları azaltabilir.. Bütçelerde kısıntıya gidebilir.. Özelleştirme yapabilir..Ama yine de zenginleşemeyebilir! Çünkü bilgi değil,yalnızca mal üretiyordur." Juan Enriquez
Alıntı ile Cevapla