Strict Standards: Declaration of vB_Database_MySQLi::db_connect() should be compatible with vB_Database::db_connect($servername, $port, $username, $password, $usepconnect) in /home/arkabahc/public_html/forum/includes/class_core.php on line 1095

Strict Standards: Declaration of vB_Database_MySQLi::select_db_wrapper() should be compatible with vB_Database::select_db_wrapper($database = '', $link = NULL) in /home/arkabahc/public_html/forum/includes/class_core.php on line 1095

Deprecated: Non-static method vB_Shutdown::init() should not be called statically, assuming $this from incompatible context in /home/arkabahc/public_html/forum/includes/class_core.php on line 2294
Arka BahÇe Forumu - Tekil Mesaj Gösterimi - Ser'den, Sera'dan.
Tekil Mesaj Gösterimi
  #341  
Eski 01-06-2016, 23:08
Emin - ait Avatar
Emin Emin bağlı değil
.
 
Üyelik Tarihi: Mar 2006
Bulunduğu Yer: Antalya
Mesajlar/Teşekkür sayısı: 305/762
198 Mesaj ına 2281 Kere teşekkür edildi
Tanımlı Makuf

Taa 13.11.2014 tarihindeki yazımda: “İyisi mi ben, bir gün öncesinden başlayayım anlatmaya” demiş ve öyle kalmışım.

Zahar o an anlatacaklarım o kadar çokmuş ki yorulmuşum yazmaktan, okuyanı da yormamak için mola vermişim.

Yazımın altından, üstünden, yanından hatta içinden o kadar çok gıcık verici, gıcık edici olaylarla dolu zaman geçtiği için insicamım allak bullak durumda.

Bu allak bullaklığıma rağmen yine de söz verdiğim üzere yazarak anlatmaya gayret edeceğim.


****

Yarın sabah löbete gidecektim, günler öncesinden löbet sırasının bize geldiğini biliyordum. (“Löbeti” yanlış yazmıyorum bizim oralarda “nöbete” löbet denirdi.)

Davarı olan mahalleli, kış çıktıktan sonra işin gücün bastırmasından olsa gerek, bir de herkes hemen hemen aynı mıntıkalarda ayrı ayrı koyun-kuzu otlatıp avare olacaklarına kendi aralarında davar löbetini icat etmişler…

Ancak bu löbet listesini kim çekip çevirir, hangi gün kim löbete gider, buna mahallede hangi akıllı kişi karar verirdi, o zaman da bilmiyordum şimdi de bilmiyorum.

Haa, bilsem ne olur, bilmesem ne olur o da ayrı mesele olsa da nöbet çizelgesini düzgün ve adaletli bir biçimde yürütmek her babayiğidin harcı olmadığını bildiğim için şuan takıldı kafama.

Mesela şöyle bir soruya gark olabilir insan: Kimisinin koyunu ve keçisi diğerlerinden çok çok fazlaydı, fazla olan çok mu sık nöbete giderdi?

Onu da bilmiyorum ama bizim o sıralar hepi topu altı tane koyunumuz vardı.

Sanki bizim de yazıda yabanda işlerimiz varmış gibi bu altı koyunu löbete katmak kafamı kurcalıyordu, altı koyun yüzünden yüzlerce koyunu otlatmaya götürmek bana akıllıca ve adil gelmiyordu ya, yine de iyi ki bu löbet işi vardı, yoksa ben her Allahın günü bu altı koyunu bir yerlerde sabahtan hava kararana kadar otlatmam gerekecek, o zaman da Şığali’nin (Şıh Ali) torunu Ruhi ve Nurullah’la, onların evinin önündeki iki dut ağacının dalları arasına uzattığımız sırığı file niyetine kullanıp, naylon topla voleybol veya Büyük Çayır’a gidip mahalleler arası futbol maçı yapmaktan mahrum kalacaktım.
Kaç günde bir bu löbet sırası bize gelirdi hatırlamıyorum ama yarın löbet sırasının bizde olduğunu annem döne döne söylediği için birkaç gün öncesinden biliyordum.

Neticede sabah löbete ben gidecektim.

Gün ağarmadan uyandırılmış, azık çığını belime sarılmıştı.

Koyunlarımızı iki göz evimizin altındaki ahırdan çıkarıp davarların toplanacağı yere götürdüğümde güneş göğü vişneçürüğünden pembeleştirmeye çalışıyordu.

Komşuların çoğu koyunlarını toplanma yeri olan Makuf'un Dağı'nın dibine getirmişlerdi.

Ancak davarlarını sürüye katmayan bir kaç kişi kalmıştı. Onların da ama kendileri ama çocuklarıyla sürüye katmak için gönderdikleri davarlarını bulunduğum yere getirmesiyle hiç acele etmeden dağın eteğinde gide gele keçi yolu haline gelmiş yerlerden sürüyü otlata otlata geçirerek dağlarla, taşlarla baş başa kalmıştım.

Bahar çoktan bitmiş.

Yaz da yazlığını yapmaya başlamıştı ama henüz otları tam sarartamaya gücü yetmemişti.

Otlarda sararma yoktu ancak görünürde dağın taşın kendi rengi dışında yeşile çalan şeyler de yok denecek kadar da azdı.

Baharda bu dağlara baktığımda az da olsa yeşile çalan bir renk görürken şimdilerde o renk kahve örneğine çalıyordu. (Annem kahverengine "kahve örneği" derdi.)

Hayvanların o taşların arasında neyi bulup, neyle karınlarını dımbılik olacak kadar şişirdiklerine şaşmak lazım.

Ki, ben de zaten şaşıyordum.

Kesin saymışımdır, kimden ne kadar davar geldiğini ama şimdi hatırlamam imkânsız; sanırım iki yüz civarında koyun vardı güttüğüm.

Bunların on, on beş kadarı da sürüyü allak bullak eden, dur durak bilmeyen keçilerdi.

Kızıyordum bunlara ama bazen büyük taşların, kayaların üzerine çıkıp bir poz verişleri vardı ki, bağırarak, ıslık çalarak, söverek, sırf gürültü olsun diye benim bile anlamadığım sesler çıkararak en sonunda taş atıp aşağıya indirdiğim anlarda bile onlara hükmetmiş olmanın gururunu yaşamıyordum, için için aynı yaramazlıkları tekrar yapmalarını bekliyordum.

Ne zaman bu ağzı otta, gözü oynaşta olan keçiler aklıma düşse yüzümdeki kaslar gevşiyor ve birincisi, “ağaca çıkan keçinin dala bakan oğlağı olur,” ikincisi, “keçiye rakı içirmişler, kurdun inini sormuş” üçüncüsü “keçinin uyuzu gözenin üst başından su içer” atasözlerinin de yardımıyla içime ılık ılık bir gülümseme yayılır.

Keçiler hakikaten özel yaratıklardır. Elbette her canlı nevi şahsına münhasırdır ama keçiler bana göre biraz daha münhasırdır.

Bazen sürü tam da benim istediğim gibi başlarını yerden kaldırmadan keçiler de dahil toplu olarak aynı yerde uzun süre durup, otluyorlardı. Böyle durumlarda eğer yemeğim hala belimdeyse sırtımı değil, yanımı; yok eğer belimdekini karnıma aktarmışsam sırtımı bir kayanın daldasına yaslayıp dinlenirdim.

Sadece o gün değil, ne zaman taşa yaslansam hemen aklıma şu türkü gelir, bazen mırıldanarak bazen yüksek sesle söylerim:

“Taşa verdim yanımı, Toprak emdi kanımı, Azrail’e can vermezdim, Canan aldı, canımı. Oy dağlar, oy dağlar sümbüllü bağlar oy.”

O gün bu türküyü söylerken tam bakış hizamda, Karadağ’ın eteğindeki “Sümbül Bağı” denilen yer vardı.

Sümbül Bağlı Mevlit çok sıkı fıkı olmamakla birlikte arkadaşımdı ve amcası bir ağaca urgan bağlayarak kendini asmıştı.

Dolayısıyla hem sırtımı ”taşa vermiş” olarak bu türküye başlayıp “oy dağlar, sümbüllü bağlar” diye türkünün nakaratını söylerken sümbül bağına kafayı takmamak olmazdı.

E ben de kafayı takmış ve türkünün hikayesinin bu bağlarda, bu taşlarda, bu dağlarda yaşandığını düşünerek sanki daha yanık, daha yürekten, daha hissederek detone metone olmayı umursamayarak döne döne, başa sararak önümdeki koyun ve keçilere söyleyip durdum.

Daha sonraları bu türkünün sözlerindeki hikâyeyi büyükanneme sorduğumda bana Harput tarafında geçen bir olayı anlatmıştı.

Anlattığı:

“Elez’de bi oğlan bi gıza gönül veri. Sığ sığ gızın evinin önünden gidip, geli. Heralım gızın başka bi sevdiği olduğundan bu oğlana heç üz vermi. Gel zaman get zaman bu işin goğusu çığı. Mahlenin diline düşi. Gızın gardaşları gızı bi kinara çeki, bu oğlanla aralarında bi şe olup olmadığını sori. Gız yemin gasem veri, “heç gonuşmuşluğum yoğ” diyi. Bunun üzerine gardaşları sağlani ve oğlan bi ağşam üstü gine evin önünden geçerken yağaliler bunu, başliler döğmeğe. Oyanı buyanı derken oğlan ellerinden kurtuli, kaçi. Kaçi ama bu arada sağ yanından bıçağı yiyi. Yarası derin olmadığından kaçabili. Gızın gardaşları epey eselese de tutami. Garanlığ bastığından oğlan bi daşın dibine sağlani, bulamiler. Gan gaybından orda öli. Arğasından bu türkü söleni, işte!”

“Elazığ’da bir oğlan bir kıza gönül veriyor. Sık sık kızın evinin önünden gidip, geliyor. Herhalde kızın başka bir sevdiği olduğundan bu oğlana hiç yüz vermiyor. Gel zaman git zaman bu işin koksu çıkıyor. Mahallenin diline düşüyor. Kızın kardeşleri kızı bir kenara çekiyor, bu oğlanla aralarında bir şey olup olmadığını soruyorlar. Kız yemin ederek, “hiç konuşmuşluğum yok” diyor. Bunun üzerine kardeşleri saklanıyor ve oğlan bir akşamüstü yine evin önünden geçerken yakalıyorlar bunu, başlıyorlar dövmeye. Oyanı buyanı derken oğlan ellerinden kurtulup, kaçıyor. Kaçıyor ama bu arada sağ yanından bıçaklanıyor. Yarası derin olmadığından kaçabiliyor. Kızın kardeşleri epey kovalasa da tutamıyorlar. Karanlık bastırdığından oğlan bir taşın dibine saklanıyor, bulamıyorlar. Kan kaybından orada ölüyor. Arkasından bu türkü söyleniyor, işte!”

Sonraları bu türkünün Erzincan yöresine ait olduğunu öğrendiğim de Büyükannemin iyi üfürdüğünü anlamış ve biraz bozulmuştum ama hakikaten yaşanmamış olsa bile böyle bir olayı türkünün sözlerine bu kadar güzel nasıl bağlayabildiğine de imrenmiştim.

Neyse, bildiğim türküleri döne döne söylemem koyunların umurunda olmadığından, beni de benden başka dinleyen olmadığından usanmıştım.

Gün bu kadar mı uzun olur? Ne zaman akşam olacaktı?

Önümdeki yazılara, tarlalara, dere boyu taa Şebşebik'in sonuna kadar olan kavak yeşili, söğüt yeşili, çınar yeşili, dut yeşili, iğde yeşili velhasıl-ı yeşilin tüm tonlarına bakıp, zamanın geçmesini beklemek eziyete dönmüştü.

Güneşten sakınarak kayaların daldasında uzunca bir süre oturduğumda mayışmaya sonrasında da uyku yetersizliğinden tapiklemeye (şekerlemeye) başladım, göz kapaklarım kapanıyor, kafam hızla önüme ya da meylim nereyeyse o yana düşüyordu. Düşüşün etkisiyle olsa gerek hemen irkilip kendime geliyordum. Sürüye bir hal olur, koyunlar alır başını her biri bir yana dağılır, kurt murt dalar endişesiyle uykum kendiliğinden geldiği gibi kendiliğinden de kaçıyordu.

Mutlaka bir şeyleri düşünüp, aklımdan çok şeyler de geçirmişimdir ama insan kırk sene sonra Makuf'un Dağı'ndan aşağılara doğru Keban Barajının bulanık mavisine, Elazığ tarafındaki Karadağ'a ve bu dağın sudaki yansımasına, gölün ortasında kalan Pertek Kalesine bakarken neler düşündüğünü nasıl hatırlasın.
Acaba neyi düşünürmüşüm şimdi çok merak ediyorum.

Ama o zaman esas merakım şuydu: Bu dağa her çıkışımda içten içe cevabını bilmediğim halde kendime sorardım, bu Makuf kimdi? Başka hiç bir yerde Makuf diye bir isim duymamıştım.

Delinin, mecnunun biri bu dağa sığınmış dağa kendi adını vermiş olabilir desem, bu dağın sığınılacak bir yeri de yok. Dağ demeye şahit lazım tam dağ da değil, tepeden büyük o kadar. Ancak bu tepenin manzarasına ise diyecek bir şey yok.

Bir dağ nasıl bir adamın olurdu?

Zengin birisi olsa ne doğru dürüst yeri, ne bir meşesi ne bir alıç ağacı hatta çalısı bile olmayan, kuru taştan başka bir boku olmayan bu dağı niye sahiplensin?

Nasıl biriydi bu Makuf?

Dağa ismini verdirecek kadar ne özelliği vardı?

Sadece dağa da değil dağın önündeki azıcık düzlüğü olan bir yerde etrafı böğürtlen ve karaçalılarla çevrili, suyu ise Kayaballı mahallesinden gelen bir göl vardı ki, ilk yüzmeyi öğrenme denemelerimi bu dibi çamurlu gölde yapmıştım, bunun adı da “Makuf’un Gölü”ydü.

Bu dağa taştan başka bir şeyi yok diyerek haksızlık etmeyeyim incinir. Çünkü dağın doğusunda yani gölün bulunduğu tarafta kökleri kayaların arasındaki çatlaklarda olan dip dibe çıkmış üç beş kök garip ve bodur, ağaçla çalı karışımı incirler vardı.

Çok da lezzetli küçücük meyveleri olurdu, özellikle onun siyahla mor karışımı kabuğu olan incirini yemek için göle yüzmeye gittiğim zamanların dışında da üşenmeden ziyaretine gitmişliğim çoktur.

Benden çok önceleri de ziyaretine gelenler varmış demek ki, incir köklerinin saklı olduğu bu kayaların üzerine dikkatle bakıldığında yanmış, bitmiş, kararmış mum izleriyle birlikte incirin ve yanındaki çalımsı derdoğan ağacının dallarında bağlanmış çaput parçaları da görülürdü.

Şu kadar sene sonra bile bu dağın ismi niye Makuf’du acaba diye merak ediyorum.

Kimdi bu Makuf?


-Bu da numarasız 2-
Alıntı ile Cevapla