Azrail Abi, Ecel Amca, Melek Dayı
Sanki Ecel meleği değilmiş gibi hiç acele etmeden "Osman, senin canını almaya geldim, var mı benden bir isteğin" dedi.
Belki tam böyle dememiştir, ben korku titremesi içinde öyle dediğini yada oturduğu yerden kıçını kaydırarak iyice yanına varıp elini Osman'ın omuzun hafifçe vurduktan sonraki oturuş biçimlerinden öyle demesi gerektiğini, başka bir cümle kurmasının olayların akışına uygun olmayacağını düşündüğümden buna benzer bir sohbet cümlesi kurduğunu duyumsamışımdır.
Bu zamansız teklif karşısında Osman'ın boğazı kurumuş, o kurumuş boğazın boğumlarından çıkan sözleri de diline damağına çarpa çarpa sendelediğinden kekeme gibi cevap vermiş olmalı.
Yüzüne karşı demese bile içinden "Azrail abi, Ecel amca, Melek dayı" ya da başka bir giriş kelimesiyle "etme eyleme, bu yaşımda hangi ölümden bahsediyorsun, ne ölümü" demiştir. Demesi gerekir.
Meleğin böyle bir karşılığı veya içinden geçirdiği sözleri anlamaması mümkün değil. Osman'ı ikna etmek için "Eninde sonunda bu kötülük (yada iyilik) olacak. Ecelden kaçıp kurtulan yok. Hazır buraya gelmişken eli boş dönmek bana uygun gözükmüyor, istiyorum ki sen de benim gibi istekli olasın" anlamına gelecek sözler etmiş olmalı.
Osman'ın canını teslim etmemek için itiraz etmesi ve bu itirazları yüzündeki acıklı ifadeden anladığım kadarıyla yalvarış içinde söylemesinden dolayı süngüsü düşmüş Azrail'in o arada bana yöneleceğini düşünmeye başlamıştım.
Osman "git" dedikçe, vicdanı sızlayan Melek, "Tamam gideyim ama söyle, peki ne zaman geleyim" dermiş gibi bakıyordu.
Adeta bir pazarlık içine dalmak üzereydiler.
"Bırak, bu gençliğimi hele bir yaşayayım..." demiş ve cümlesinin sonunun biçimsiz bir yerde düğümleneceğini anlayarak susmuş olmalı.
Azrail baltasını taşa vurmak istemiyor, takındığı o müşfik ve hoşgörülü tavrını sürdürürünce de Osman'ın korkusu yüreğinden uzaklaşıyor, korkunun boşalttığı yerlere ise güven duygusu hızla doluşuyordu.
Osman'ınki kadar olmasa da benim de korkularım azalmaya başlamıştı ancak bu pazarlık işinin nereye kadar süreceğini ve nasıl biteceğini daha çok merak etmeye başlamıştım.
Korkum nispeten azalsa da titremelerim geçmemişti. Ayrıca konuşmalarını kendimce uydurmaktan da usanmıştım. Ne yapacağımı bilemez bir halde göğsüm sık sık şişiyor, kalbim de öyle çarparak kan pompalıyordu ki kafama gelen kanlar anlımdan geçerken sımsıcak olmuştu. Elimi anlıma attığım zaman avuçlarıma ılık sular yapışıyordu.
Dediğim gibi konuşmalarını kulaklarımla duyamıyordum, bazen dudak okumasını bilmememe rağmen şakır şakır dudak okuyor, bazen çatılan kaşlara, kafa, omuz hareketlerine, buruşturulan suratlara mana yükleyerek aralarındaki pazarlık sohbetini izlemeye çalışıyordum.
Nasıl olduysa artık dut ağacının arkasından aniden açığa çıkmıştım. Sanki ben yerimdeydim ama dut ağacı benden sıkılmış dalını, yaprağını toplamış kökünü az öteye kaydırmıştı.
Olduğum yerde kök salmış gibiydim.
Hem Osman: "Gel gel" dercesine hem de Azrail: "Gel Emin, sen de gel" bakışları ile yanlarına çağırdılar, beni.
|