Strict Standards: Declaration of vB_Database_MySQLi::db_connect() should be compatible with vB_Database::db_connect($servername, $port, $username, $password, $usepconnect) in /home/arkabahc/public_html/forum/includes/class_core.php on line 1095

Strict Standards: Declaration of vB_Database_MySQLi::select_db_wrapper() should be compatible with vB_Database::select_db_wrapper($database = '', $link = NULL) in /home/arkabahc/public_html/forum/includes/class_core.php on line 1095

Deprecated: Non-static method vB_Shutdown::init() should not be called statically, assuming $this from incompatible context in /home/arkabahc/public_html/forum/includes/class_core.php on line 2294
Arka BahÇe Forumu - Tekil Mesaj Gösterimi - Ser'den, Sera'dan.
Tekil Mesaj Gösterimi
  #336  
Eski 13-11-2014, 19:47
Emin - ait Avatar
Emin Emin bağlı değil
.
 
Üyelik Tarihi: Mar 2006
Bulunduğu Yer: Antalya
Mesajlar/Teşekkür sayısı: 305/762
198 Mesaj ına 2281 Kere teşekkür edildi
Tanımlı İlk İşim

Sabah ezanı okunup bitmiş, ben duymamışım zaten duymama imkân yok, kim bilir o an hangi rüyanın içindeymişim, yaz bile olsa sabahın en serin, en uyunası saatinde annemin yorganımı açıp, omuz başımı kavrayıp bir yandan silkelerken diğer yandan arka arkaya "Memet! Ula Memet" diye seslenmesiyle uykumun piç olduğu kesindi ve eğer rüya görüyordumsa o rüyamın da piç olduğu kesindi.

Çocuklukta yaşansa da, aradan şu kadar sene geçse de bazı olaylar, yaşanmışlıklar nasıl oluyorsa oluyor ve beyne zamk gibi yapışıp kalıyor; ayan beyan daha dünmüş gibi hatırlanıyor ve bu hatırladıklarımın çoğuna şaşıyorum, eften püften, ipe sapa gelmez şeyler gibi geliyor bana.

Mesela o uyandırılışım esnasını tabak gibi hatırlıyorum; ev zifiri karanlıktı.

Zaten tek göz evde iki tane pencere vardı. Biri göt kadar ve duvarın yukarısında, pencere demeye şahit ister, gözetleme deliği dense yeridir ama o zaman gözetleme deliği demeyi bilmediğim için pencere mi, pencere deyip geçiyormuşum dur, herhalde.

Üstelik doğuya baksa neyse, belki güneş doğduğunda içeriye ışık alır, bu kuzey batıya bakardı.

Güneş Doğudan doğar oysa güneşin özlemindeydi evimiz. Ayrıca bu pencereden dışarıya bakmaya babam dâhil kimsenin boyu yetmezdi, ben de makatın üzerine yığılı döşek ve yorganların üzerine çıktığımda ancak dışarıyı görebiliyordum.

Hadi bu pencereyi geçtim, yüksekte ve küçük ya diğerine ne demeli?

Sağ olsun annem üç dört tane çiçek yerleştirmiş, bizim "nazlı kız" dediğimiz "camgüzeli", "küpeli" dediğimiz "küpe çiçeği", "sardunya" ve "karanfil" dediğimiz gene "karanfil" ama enfes kokulu, küçük merdivene benzer şekilde yapılıp toprağına saplanmış tahta çıtaya sarmaş dolaş olmuş bir mini karanfil saksısı her daim pencerede.

Peki, bu nasıl pencere ki bu kadar çiçeği içine alıyor?

Bizim ev gibi kerpiçten yapılmışsa olur!

Kerpici bilen bilir, gören görmüştür, bilmeyen ve görmeyenlerin de herhangi bir bilgi eksikliği olacağını düşünmemekle birlikte ortaya konuşacak olursam; ben kerpicin, (küçükken değil, epeyce büyüdükten sonra) tuğlanın atası olduğunu düşünmüşümdür.

Bu yapı malzemesi genel olarak killi toprağa, killi toprak bulunmuyorsa olduğu kadarıyla deyip var olan toprağa buğday sapının boğumlarını oluşturan yani "kes" denilen iri samanı katarak, biraz da şerbeti olsun diyerek at, eşek, inek öküz gibi hayvanların mayısı eklenerek yapılan çamur harcın kerpicin kurutulacağı alana koyulan tahta kalıba dökülüp, sıkıştırıldıktan ve üzerini de malayla düzledikten sonra usturuplu bir biçimde tahta kalıbın kaldırılmasının ardından varsa bir pürüz gene malayla son dokunuşları yapılıp, yağmurun yağma ihtimalinin en düşük olduğu günlerde, güneşte kurumaya bırakılmasıyla olur. Garip bir cümle oldu ama kerpiç dökme işi de uzun iş olduğundan kısaca bir cümleyle anlatımı anca bu kadar ve böyle oluyor.

Ben bu kerpiç dökme işini ezemin kocası Vahap eniştem ve komşumuz İrfan Gakko’nun döktüğü kerpiçten biliyorum. Çok pis bir iş gibi gözükmemekle birlikte eziyetli bir işti.

Güç, kuvvet, toprak, şu, bu bir yana esas olarak ustalık gerektirdiğini, Vahap enişteme ve İrfan Gakko’ya yardım ettiğim zaman anlamıştım.

Vahap eniştem neyse de, İrfan Gakko kerpiçten iki katlı, oldukça geniş ve bol odalı bir ev yapmıştı.

İki kerpiç arasına soktuğu uzun çividen aşağıya sarkıttığı şakulü sık sık kontrol eden tahta iskeledeki duvarcı ustası bağırırdı, aşağıdan yukarıya karpuz atar gibi kerpiç atan adama:

“Ver bir kuzu! Bir kuzu daha ver! Ver bir anaç!”

Kerpiç kalıbında da dört göz vardı; büyüğüne "anaç", küçük göze ise "kuzu" diyorlardı.

Elime mezura alıp ölçmüşlüğüm de yok, merak etmişliğim de yok ama göz kararı şöyle söyleyebilirim; anaç kerpiç otuza otuz civarında kare gibi, kuzu ise otuza on beşlik dikdörtgen kılığında, tabi kalınlıkları da aynı on, on iki santim kadar bir şeydi.

Eğer bizim evin duvarı bir anaç ve bir kuzudan yapılmışsa, duvarın dışı, evin içi ve kerpiç aralarındaki sıva çamurunu da hesaba katarsak duvarın kalınlığı yarım metreyi geçmemesi gerekir hele hele tek bir anaçtan yapılmışsa o zaman da kırk santimden fazla olmaz.

Sen şimdi bu duvarın dışına yüksekliği en fazla bir, genişliği ise elli-altmış santimi geçmeyen tek parça ve ağaçtan bir pervazı bile olmayan camı bir şekilde gömerek yerleştirsen o camın önünde raf gibi bir alanın olur mu, olur.

İşte o boşluğu da iki kiloluk vita yağı tenekelerine diktiğin çiçekleri korsan, o ev aydınlık olur mu?

Olmaz. Çünkü çiçekler içeri giremeye kalkan ışığı fotosentez yapmak için yapraklarından geleni dallarına bırakmadan emip iç ediyorlar, bize ise saniyede üç yüz bin kilometre hızla yaprakların arasından kaçabilenler gelebiliyordu ki az hasta olalım.

Dolayısıyla dışarıdaki sabahın bu alaca karanlığı evin içinde zifiri karanlık olarak görünmesinde bir tuhaflık yoktu, tuhaf olan sanki sabah namazı için camiye gitmem gerekiyormuş gibi annemin "Ula olum kalğ haa! Ezan okundu!" diyerek omuz başımdan umudunu kesip, bu kez kolumu hiç bırakmayacakmışçasına sıkıp sarsmasıydı.

Heyecan yapmış garibim, ne de olsa oğlu artık bir meslek sahibi olacak ve bugün yüzünün akıyla işine başlayacak, eve para getirecek.

Uyku sersemi de olsam neticede uyanmış ve yataktan çıkmıştım, bacım ise yataktaydı, ben yataktan çıkınca yeri de genişlemişti, o an için "keşke ben de küçük olsaydım ya da kız olsaydım" diye düşünmüş olabilirim diye şimdi düşünüyorum.

Pijamam var mıydı, yoksa üstle başla mı yatmıştım, onları hatırlamıyorum.

Dün, sabahtan akşama kadar dağ taş dolaşmış helak olmuştum.

Uykum benden iyice aralanınca annemin sözlerinin de yardımıyla yapacağım işi hatırlamıştım. Evet bu benim ilk işim ve dediklerine göre kolumda altın bileziğim olacaktı. Bu bilezik benzetmesini ilk o zaman duymuş, benzetme olduğunu bilmediğim için annemin "Olum fena mı olur, işi eyice öğrenirsen kolunda altın bileziğin olur" dediğin de "Ben nedecem bileziği, kız mıyım ben" gibisinden tepki vermiş, bu tepkim üzerine de tane tane anlatılmıştı, ortada bilezik milezik olmadığını, lafın gidişinin öyle olduğunu.

Esasında dün akşam ezanı okunduğunda işimi tebliğ etmişlerdi, bana. Ben de kerhen tebellüğ etmiştim. Şimdi de, bu sabah ezanından sonra işe gidiyordum işte, annemin elime tutuşturduğu eşkili ekmeğin, bi nevi bazlama gibi bir şeydi, mayalı hamurdan yapıldığından ve ş ile k yer değiştirdiğinden adı eşkili ekmekti, bunun üzerine sürülen azıcık yağ ve bol çökelikle birlikte evden çıkmıştım.

Evimizin otuz metre kadar ilerisindeki ğarğta (arkta-arıkta) yüzümü yıkamadan önce Fatma bibinin bahçe duvarının taşlarına işedim. Fatma bibi, dedemin anaları ayrı babaları aynı olan bacısıydı yani annemin üvey halası.

İşeğimin taşlardan sızıp ğarğtaki suya karışmaması için özenle sağa sola sallandırdım. Kim bilir kaç kez suya işeme demişlerdi, tüm büyükler. Suya işeyenin anasının memesinde yara çıkar, diyorlardı. Ne kadar küçük olsam da öyle bir şey olmayacağını o zamanlar bile idrak ediyordum ama o kadar çok duymuştum ki bu lafı, sırf onları mahcup etmek istemediğim için hakikaten sadece o gün değil hiç bir zaman suya işemedim, sonraları denizde yüzerken ki kaçamakları saymazsam.

Ekmeğimi suyun kanarındaki sal taşa koyup, avuç avuç yüzüme su çarptım.

İnşallah sülük mülük yoktur temennisiyle avucuma aldığım son suyu da içip, yola koyuldum.

O günün dününde yani bir gün önce de erken kaldırılmıştım ama bu sabahki gibi en erken değildi.

İyisi mi ben, bir gün öncesinden başlayayım anlatmaya.


-Bu da numarasız-
Alıntı ile Cevapla