Strict Standards: Declaration of vB_Database_MySQLi::db_connect() should be compatible with vB_Database::db_connect($servername, $port, $username, $password, $usepconnect) in /home/arkabahc/public_html/forum/includes/class_core.php on line 1095

Strict Standards: Declaration of vB_Database_MySQLi::select_db_wrapper() should be compatible with vB_Database::select_db_wrapper($database = '', $link = NULL) in /home/arkabahc/public_html/forum/includes/class_core.php on line 1095

Deprecated: Non-static method vB_Shutdown::init() should not be called statically, assuming $this from incompatible context in /home/arkabahc/public_html/forum/includes/class_core.php on line 2294
Arka BahÇe Forumu - Tekil Mesaj Gösterimi - Ser'den, Sera'dan.
Tekil Mesaj Gösterimi
  #249  
Eski 27-07-2009, 16:47
Emin - ait Avatar
Emin Emin bağlı değil
.
 
Üyelik Tarihi: Mar 2006
Bulunduğu Yer: Antalya
Mesajlar/Teşekkür sayısı: 305/762
198 Mesaj ına 2281 Kere teşekkür edildi
Tanımlı Ankara Çiğdemi

Gerçekten bir iki sayfa mı kalmış diye kitabın sayfalarını çevirmeye başlıyor. Birkaç sayfa çevirip sonunu bulamayınca:
“Baba, gerisini sonra okusam?” diye yalvarışlı bir sesle yüzüme bakıyor.
Ben daha ona cevap vermeden eşim bana lafı yetiştiriyor:

“Emin sen de uzattın ama! Tamam, anladık Çiğdem çiçekmiş! Bırak kızı dersine çalışsın. Kumandayı verir misin!”

O kısacık sürede, yüzümde, gözümde, kaşlarımda ne gibi büzülmeler, gerilmeler oldu bilmiyorum ama içimden kumandayı kırayım mı yoksa fırlatayım mı; küsüp evden mi çıkayım, küfürlere bulanmış sert sözler mi edeyim, yoksa yavşakça ve yılışarak rica mı edeyim diye çoktan seçmeli değil anında seçmeli seçeneklerimin arasında dolaşırken, sanırım biçimsiz bir şey olmasın, yediğimiz tost burnumuzdan gelmesin diye kızım yüksek sesle okumasına başlıyor.

Alıntı:
İşte bir sarı çiğdem. Acep Ankaralı mı? Hayır, bu Creocus saturianus. Ankaralı'ya çok benzer, ama bunu ondan ancak alışkın gözler ayırt edebilir.

Onun da halini, hatırını soruyorum ve Ankaralı'yı aramaya devam ediyorum. Daha pek çok çiğdem görüyorum: Menekşe, sarı, beyaz, mor çiğdemler...

Koleksiyonuma koymak için birkaç tanesini küçük çapamla çıkarıp kutuya atıyorum. Nihayet parlak koyu sarı çiçeklerini güneşe karşı çevirmiş olan Ankara çiğdemini buluyorum. İnce, yeşil bir kurdeleye benzeyen yapraklarını çakılların üzerine yaymış; memnun, mesrur...

Hemen yanı başına çömeliyor, hoşbeşe başlıyorum:

- Bu yamaçlarda bir buçuk saatten beri seni arıyorum. Sizinkilerin hepsiyle görüştüm. Seninle konuşacağım şeyler pek çok. Bana hikayeni anlatır mısın?

- Buyurun, bir cıgara yakın, biraz dinlenin de rahat rahat konuşalım.

- Senin adına botanik dilinde Crocus ancyrensis diyorlar. Latince Ankara'nın adı Ancyra'dır. Soyadın ancyrensis yani" Ankaralı" demek olduğuna göre, senin adın "Ankara çiğdemi"dir. Sana bu adı kim verdi? Ankara'dan başka yerlerde yetişmez misin?

- Benim adım, soyadı kanunundan eskidir. Biz Ankara'nın eski yerlisiyiz. Daha eski Ankara kurulmadan, hatta buralara ademoğulları bile ayak basmadan biz bu yamaçlara, Etlik'e, Keçiören'e, Hüseyingazi'ye, Teke Dağı 'na, Çal Dağı 'na, Çankaya sırtlarına yerleştik. Oldum olası buralıyız. Fakat yalnız Ankara'ya yerleşip kalmadık; bütün Anadolu'ya yayıldık. İstanbul'a kadar gidenlerimiz bile var. Yüz yıl kadar önce Herbert adlı bir İngiliz, şimdi üzerinde evler biten şu karşı ki Kocatepe sırtlarında bizlerden birkaç baş topladı. İngiltere'ye götürdü ve bizi Spofforth'da yetiştirdi. O, bizi Kırım Yarımadası'nda yetişen ve bize çok benzeyen Crocus angustijfoius sanıyordu. Fakat bizim cinse çok merak sardıran Herbert'in hemşerisi G. Mav, hısım akrabamızı dünyanın dört tarafından toplattı. Ona o zamanlar İngiltere'nin Ankara konsolosluğuna vekalet eden Bayan Gavan Gatheral buradan, Sivas'taki Amerikan misyoneri rahip A. W. Hubbard’da oradan bizim soğanlarımızdan gönderdi. Bir başkasından Bayan Danford'un 1876'da bizi Maraş'taki Ahır Dağı'nda ve Kayseri'deki Erciyes Dağı'nda gördüğünü işitti. Bayan Baker ona Londra yakınındaki Kew Krallık Müzesi'nde Lady Liston'un İstanbul civarından topladığı bitkiler arasında bizim de bulunduğumuzu haber verdi. G.Mav, bunları vuruşturduktan sonra seksen kadar akraba türden mürekkep olan cinsimizin güzel bir monografisini yaptı. Bizim Kırım çiğdemiyle bir olmadığımızı anlayan ilk botanikçi o oldu. Bize Crocus ancyrensis adını veren de odur. Hülasa bizi burada tanıyan yoktu, ama ünümüz önce İngiltere'de, daha sonra da Fransa'da yayılmıştı. Çünkü Bay P.E. Botta da buradan Paris' e bizim soğanlarımızdan götürmüş ve bizi Paris Nebatlar Bahçesi'nde yetiştirmişti. İşte o zamandan beri ben bütün dünyada Ankara çiğdemi diye anılırım. Hem biz kişizade bir ailedeniz. Safran da bizim cinstendir. Bilir misin, bir zamanlar ticareti ne kadar rağbette idi? 15. yüzyılda bizim safrana hile katanların cezası idamdı.
Hatta 1449'da Almanya'da safrana başka şeyler katarak satan Friedenkern adlı bir vurguncu safranı ile beraber cayır cayır yakıldı.

- Peki, adını sanını, soyunu sopunu öğrendim. Siz buralara nereden ve ne zaman geldiniz?

- Geçmişi bırakalım. Demin dedim ya, biz buralara göçeli çok oldu. Dünyanın büyük bir kısmım kaplayan buzlar erir erimez biz buralara yerleştik.
Hatta o zamanlardan kalma alışkanlıkla sıcaktan pek hoşlanmam. Onun için kışın sonunda, baharın önünde açarım.

- O halde baharın, güzel, sıcak günlerini de görmezsin.

- Öyle. Benim dünya yüzündeki ömrüm pek kısadır. Şu birkaç gün içinde bütün hacetlerimi görmek, elimi kıvrak tutmak zorundayım. Önümde çetin bir yaz var; kurak ve sıcak. Onu ve bütün kışı hep toprak altında geçiririm. Şimdi bir yandan gelecek yıl sürecek, gelişecek olan cücüğümü yaratmakla, bir yandan da şu hoşlandığınız çiçeklerimin içinde sessiz, tantanasız geçecek olan düğüne hazırlanmakla meşgulüm.

- Düğün mü dedin? Bu ilgimi çekti. Fakat önce şu gelecek yıl açacağını söylediğin cücüğünü görmek isterim.

- Küçük çapanla beni zedelemeden toprağı biraz kaz da bak.

Toprağı azıcık kazınca, üst üste, alttaki daha büyük, üstteki daha küçük, iki yumrucuk görünüyordu. İkisinin de üstü kat kat, açık kahverengi, dantela gibi oymalı, işlemeli örtülerle sımsıkı örtülüydü. Ben sormadan o anlatmaya başladı:

- Bu alttaki büyücek, içi boş soğan geçen yıldan kalma; üstteki küçük, bu yılınki. Bu küçük soğanın içinde küçücük bir cücüğüm var. Bu minnacık cücükte, şimdi bende bana ait ne görüyorsan hepsinin küçük bir taslağı var. Bu cücük, gelecek yıl sürecek, büyüyüp gelişecek, yapraklanacak, çiçeklenecek. Gelecek baharın yaklaştığını sana o müjdeleyecek. Fakat gelecek bahara kadar koca bir yıl var. Onun bir yıllık yiyeceğini içeceğini şimdiden hemen hazırlamak ve bunları bu cücüğü saran yumrucuğun içine doldurmak lazım. Onun için sana elimi kıvrak tutmak zorundayım, diyordum. Şu incecik yaprakların içindeki minnacık yeşil klorofil tanelerinin içinde cücüğümü besleyecek olan maddelerin hepsi, un, şeker, yağ, yumurta akı, her şey hazırlanacak. Sonra bunlar yapraklardan bu küçük yumrucuğa akacak, orada depo edilecek ve depo edildikçe de bu yumrucuk büyüyecek.

- Sözünü kestim. Bu küçük klorofil tanecikleri birer fabrika mı ki bunların içinde türlü maddeler yapılabiliyor? Biz insanlar, bu maddelerden birini bile yapmak için koca koca fabrikalar kurmak zorunda kalıyoruz. Bu fabrikaların işleyeceği hammaddeleri ele geçirmek için de birbirimize giriyoruz. Sonra bu fabrikaları çalıştırmak için enerji kaynakları da lazım.

- Evet, sizin o dev gibi koca fabrikalarınızda yaptığınız şeyleri ben gözle görülemeyecek kadar küçük, mikroskobik klorofil tanelerinin içinde yaparım. Hammadde için de kimseye takazam olmaz. Çünkü benim işlediğim hammadde havanın, evet, şu teneffüs ettiğim havanın "karbondioksitidir"; enerji kaynağım da güneş. Kimsenin sahiplenemeyeceği, herkesin, bütün canlı varlıkların hepsinin dilediği kadar faydalanabileceği hava ve güneş.

- Peki su! Yazın bu yamaçlar çok kurak olur. Toprak takır takır kurur. Cücüğün susamaz mı hiç?

- Oo... Ben bunu düşüneli ve çaresini bulalı sayısız yıl geçti. Halbuki siz... Sizler, kıt yıllarda darlık çekmemek için, içine buğday doldurduğunuz siloları yapalı kaç yıl oldu? Yazın bu dereler kuruduğu, kuyuların suları çekildiği zaman susuz kalmamak için Çubuk Deresi'nin önüne baraj yapalı kaç yıl geçti? Şimdi toprak, ıslak ve cömerttir. Ondan gerektiği kadar da su alır, bu suyu da yumrucuğun içine doldururum. O benim hem erzak ambarım hem de su sarnıcımdır. İçine doldurduğum suyun sızmaması, uçmaması için de yumrucuğumu suyu sızdırmayan, sıcak soğuğu geçirmeyen mantar örtülerle kat kat, sımsıkı örterim. İçi lezzetli maddeler ve su ile dolu olan yumrucuğumu bu örtüler yazın kuru toprakta acıkan ve susayan aç gözlü böceklerden de korur, ama sizlerden koruyamaz. Ah şu sizlerden çektiğim! Ben yumrucuğumun içine doldurduğum şeyleri sizler için değil, cücüğüm için, sizin tabirinizle söyleyeyim, çocuğum için hazırlıyorum.

Beni demet demet topluyorlar, yumrularımı yiyorlar, çiçeklerimi atıyorlar. Böyle giderse yakında bu yamaçlarda köküme kibrit suyu dökülecek. Sonra pek tuhaf olacak. Sizler değilse de çocuklarınız beni, Ankara çiğdemini, Ankara'da değil, kim bilir nerede, belki Londra' da, belki de Paris'te mi görecekler? Kaç yıllık dostuz. Sizinkilerin dikkatini çekmek, bana sataşmamalarını, eski bir hemşerileri gibi hatırımı saymalarını tembih etmek sana düşüyor.

Tam bu sırada beyaz kanatlı ve kanatlarının üstü üç siyah benli bir kelebek peydahlanmıştı. Çiğdem hemen sustu. Kelebek, çiğdemin üstünde sevdalı sevdalı uçuyor, konayım mı konmayayım mı diye düşünüyormuş gibi çiçeğin önünde kanatlarını çırpıyor, süzülüyor, süzülüyor, sonra uzaklaşıyor, havada acayip kıvrımlar çizerek türlü cambazlıklar ediyor, yine dönüyor, çiçeğe yaklaşıyor, aynı oyunları tekrarlıyordu. Nihayet, çiçeğin önünde bir hayli süzüldükten sonra, kondu. Konar konmaz da çenesinin altına kıvrılmış olan hortumunu bir fil hortumu gibi uzatarak çiçeğin içine, dibine daldırdı. Belli ki kana kana bir şey içiyordu.
İçtiği şey azaldıkça da başını ve hortumunu daha derinlere sokmak zorunda kalıyordu. Çiçeğin içine sokuldukça başı çiçeğin toz torbalarına sürtünüyor, çiçek sarsılıyor ve torbalardan sarı bir buğu gibi sızmış olan tozlarla başı, boynuzları, göğsü, her yanı sapsarı kesiliyor, pudralanıyordu. Artık kanmıştı. Yavaş yavaş geri çıkıyordu. Dışarı çıktıktan sonra ön ayaklarıyla yüzünü, gözünü sildi ve hemen uçtu, gitti.

- Artık düğünüm de başlıyor. Bu gelen ilk dünürdü, ilk düğün elçisi. Ona sarı tozumu yükledim ve başka bir çiğdeme yolladım.

- Bu elçi seni bu koskoca yamaçta, bu taşların, çalıların arasında nasıl gördü, nasıl buldu?
Lortlar da sizin gibi şatafatı severler. Reklam tekniğinin renk ve ışık oyunlarına kendilerini kaptırırlar. Çiçeklerimin parlak sarısı onun dikkatini çekmek, gönlünü çelmek içindir. Onun gözleri bu rengi iyi seçer. Akçiğdemin elçisi de bir gece kelebeğidir. Çünkü ak, gece karanlığında en iyi seçilen, en çok göze çarpan renktir. Bu renkler sizin otellerinize, dükkan ve gazinolarınıza müşteri çekmek için türlü renklerle yaptığınız afişlerden, ışık oyunlarından başka bir şey değildir.

- Ama biz reklamın kendisi için değil, reklam edilen şey için gideriz. Mesela bir lokantanın reklamına kapılır da içeri girersek yiyecek, içecek bir şeyler isteriz. Yoksa kuru reklama aldırış bile etmeyiz.

- Bizimkiler de öyle. Bu aşık beni ne gül hatırım için, ne de çiçeklerimin parlak sarısı için ziyaret eder. Onu da bana bağlayan şey, yazık ki dünyadaki alakaların en hasisi, yani menfaat duygusudur. İşte gördün. Konar konmaz onun için hazırladığım şerbeti sömürmeye başladı ve kana kana içtikten sonra bir lahza bile durmadan çekip gitti. Fakat ben de ona tatlı şerbetimi boşuna ikram etmedim. Bu ikrama karşılık onun da bana göreceği bir hizmet var: Şerbetimi öyle kolayca içivereceği yere koymadım, öyle yere koydum ki onu içmek için başını çiçeğimin içine soktuğu zaman, başı antenlerime sürtünsün ve böylece yırtılmak zorunda kalan veya zaten yırtılmış olan torbalarımdan dökülen tozlarım onun başına, göğsüne yüklensin ve bunları şerbetini içmek için gittiği başka bir çiğdeme iletsin.

- Peki ama, kendi tozunla kendini tozlasan ve sana tozlarını taşımaktan başka bir faydası dokunmayan şu kelebek için bu kadar külfetlere katlanmasan olmaz mı?

- Yoo! Bunu hiç istemem. Kendi tozlarımla kendi yumurtalarım döllense, bunlardan meydana gelecek tohumlar cılız ve çelimsiz olur. Buna siz de dikkat edersiniz. Çocuklarınız soysuz olmasın diye yakın akrabalarınızla evlenir misiniz? Biz de tozlarımızın, yani erkeklik tohumlarımızın, başka çiğdemlere gitmesini, kan karıştırmayı, böylece sağlam döllerin üremesini, dünyayı güzelleştiren değişikliğin artmasını isteriz. Senin anlayacağın biz de çeşitten hoşlanırız.

Mavi dumanlı havada bulutlar, beyaz koyu bulutlar beliriyordu. Beyazların bazıları yaz bulutları gibi yuvarlaktı. Fakat çoğu acayip birer hayvana benziyordu. Beyaz göğüslü, tüylerinden güneşin ışığı bin bir parıltıyla sızan buluttan hayvanlar...

Bunların arasında koca bir kara bulut da vardı.

Rüzgar bulutları itiyor, bazıları ağır, bazıları daha çabuk ilerliyor, biri ötekini geçiyordu. Tuhaf bir yarış başlamıştı. Kara bulut hepsini geçti ve güneşin önüne bir perde gibi gerildi. Ortalığı bir loşluktur kapladı. Bu loşlukla beraber Ankara çiğdeminin çiçeği de yavaş yavaş kapanmaya başladı. Kapanışını adım adım takip edebiliyordum. Sarı renkli taç yaprakları yavaş yavaş yukarıya doğru kalkıyor, birbiri üzerine katlanıyorlardı. Nihayet iyice kapandılar.

Artık ne etaminler, ne de pistil görünüyordu. Çiğdem derin bir sükutta, ben de bulutların yarışını seyre dalmıştım. Bir alay karga, büyük bir şamata ile dereye sağıldılar ve derede uzun bir kavağın çıplak dallarına kondular. Gürültüleri hala işitiliyordu.
Gagalarını dallara sürterek temizliyorlar, birbirlerine sesleniyorlardı. Geri kalan başka bir grup da bunlara katıldı. Çıplak ve uzun kavağın tepesi acayip bir hal almıştı; dallarında sanki cehennemden çıkma marsık gibi kara yemişler belirmişti. Bu kargalar da tuhaf bir cemaat... Çingene, sürtük şeyler.
Karanlık açılıyor ortalık yine aydınlanıyordu. Başımı bulutlara doğru çevirdim. Yarış devam ediyordu. Artık güneş, kara buluttan kurtulmuş, bütün nurunu yine bol bol saçmaya başlamıştı. Ankara çiğdeminin kapanarak sarı bir muma dönmüş olan çiçeği açılmaya başlamıştı. Açıldı, gülümsüyordu.

- Darılttım diye korktum. Niçin kapandın?

- Hayır, sana darılır mıyım hiç? Şu kara buluttan korktum da ondan. Ben sıcağı da, ışığı da sezerim. Karanlık ve soğuk olursa kapanırım. Her birinin içinde bir çiğdem canı bulunan şu sarı tozlarım yok mu? Bunlar pek naziktir, ıslanırlarsa çürürler, üşürlerse donarlar. Bu kara bulut yere ya yağmur yahut da kar saçar. Yağmur da, kar da tozlarımı yıkar, siler süpürür, çürütür. Onun için ortalık soğuyunca yahut kara bulutlar havayı bürüyünce hemen kapanırım ve böylece tozlarımı da, döllenecek yumurtamı da korurum. Sıcaklığın bir derece değişmesini bile sezerim. Benim böyle açılıp kapanmama botanikçiler "termonasti" derler ve bu hareketimin illiyetini, mekanizmasını anlamak için kafa patlatıp dururlar.

Ankara çiğdemiyle sohbetimiz burada bitmişti.

"Seni işinden alıkoymayayım, daha fazla yormayayım" gibi adet sözleri de söyledikten sonra gelecek bahar tekrar görüşmek üzere sözleşerek ayrıldım.

Yamaçta tırmanıyor ve tepesine çıkarak şehrin ardında ufukları kızıla boyayan güneşin batmasını seyretmek istiyorum. Tepeye çıktım ve bir kayanın böğrüne oturdum. Yanı başımdan şimşek gibi bir çaylak geçti: Küçük, boz, atik bir çaylak. Dereye doğru sağıldı. Deredeki kargaların biri acı acı gaklamaya başladı. Ben bunun ne demek olduğunu biliyordum. Bu bir "alarm" idi. Başımı dereye doğru çevirince kargaların hep birden uçtuklarını gördüm. Süratli bir çevirme ile çaylağı ortalarına aldılar. Fakat, çaylak, avcılar gibi, daha çabuk uçuyor, birdenbire alçalıyor ve kanat çırpmadan bile çabucak yükseliyordu.

Bu iniş çıkışlarda sarımtırak göğsüne güneşin son ışıkları vurdukça kıvılcım gibi çakıyordu. Arada bir cüretli saldırışlar, süratli pikeler yapıyor ve kargalardan birine yıldırım gibi çarpıyordu. Ve karga düzenini kaybederek acı cıyakladı hava boşluğunda teker meker aşağı yuvarlanıyor, neden sonra kendini toplayabiliyordu. Nihayet çaylak, karga alayından ayrıldı ve dumanlı ufuklarda gittikçe küçülerek görünmez oldu.

Şimdi tepede oturuyor ve cıgaramı tüttürüyordum. Bu yamaçta hem gençleşmiştim hem de bin yaşına basmıştım. Kendi kendime diyordum ki: Bu ıssızlık içinde, burada, insanın, benim şu otlardan, şu bulutlardan, şu yamacın taşlarından ne farkım var? Oh ne rahatım! Haydi Nelli gidelim...



Seraya gelecek yıkanmış çamaşırlardan tut, hazırlanmış yemeklere ve diğer birçok ıvır zıvır şeyin hazırlandığı poşetleri alıp evden çıkmadan önce kızım ve karımla ayakkabılıkta toplanıp, “Hadi, Allahaısmarladık” diyerek öpüşüyoruz.

Ortamda, çok şükür bir şey yok ama bir ara gerildiği için olsa gerek, gönüllerde bir kırıntı kalmasın diye suratıma gülme şekli verip: “Demek neymiş? Çiğdem demiş ben elayım,” diyorum.

Kızım, bu gevrek sözüme gülerken hanımım da: “Sen de bizim başımıza belasın” diyerek suratımdaki yapay gülme şeklini gerçeğe döndürüyor.

Son ve zorunlu açıklama:
Her iki yazıda kullanılan alıntılar, Prof.Dr.Hikmet Birand’ın sudan toprağa, bozkırdan ağaca bir söyleşi düzeniyle kaleme alınan “Anadolu Manzaraları” adlı kitabından alıntılanmıştır.

Bitki Sosyolojisi Bilim Dalının ülkemizdeki kurucusu olan Hikmet Birand hakkında Büyük Larousse’ da şunlar yazılı:

Birand Hikmet:Türk botanikçi (Karaman 1904-Ankara 1972).
  • Halkalı Yüksek Ziraat Mektebini bitirdi.
  • Bonn Üniversitesinde botanik doktorası yaptı.
  • Ankara Yüksek Ziraat Enstitüsünde profesör oldu (1939).
  • Ankara Üniversitesi Fen Fakültesine geçti (1948).
  • Anadolu’nun her yöresinden topladığı bitkilerle Üniversite herbaryumunu zenginleştirdi.
  • Bu herbaryumu temel alarak yayımladığı Türkiye Bitkileri (1952) adlı yapıtında 2480 bitki türünün tanımına yer verdi.
  • Öteki yapıtlarından başlıcaları : Anadolu Manzaraları (1957), Karapınar olayı ve erozyon (1964).


-LIV-
Alıntı ile Cevapla