Strict Standards: Declaration of vB_Database_MySQLi::db_connect() should be compatible with vB_Database::db_connect($servername, $port, $username, $password, $usepconnect) in /home/arkabahc/public_html/forum/includes/class_core.php on line 1095

Strict Standards: Declaration of vB_Database_MySQLi::select_db_wrapper() should be compatible with vB_Database::select_db_wrapper($database = '', $link = NULL) in /home/arkabahc/public_html/forum/includes/class_core.php on line 1095

Deprecated: Non-static method vB_Shutdown::init() should not be called statically, assuming $this from incompatible context in /home/arkabahc/public_html/forum/includes/class_core.php on line 2294
Arka BahÇe Forumu - Tekil Mesaj Gösterimi - Ser'den, Sera'dan.
Tekil Mesaj Gösterimi
  #247  
Eski 20-07-2009, 17:12
Emin - ait Avatar
Emin Emin bağlı değil
.
 
Üyelik Tarihi: Mar 2006
Bulunduğu Yer: Antalya
Mesajlar/Teşekkür sayısı: 305/762
198 Mesaj ına 2281 Kere teşekkür edildi
Tanımlı Oku(t)ma Parçası

İnleme dönemi çoktan bitmiş, viran olmuş bu değirmenden sızan kesif bir ekmek kokusu dolmaya başlıyor burnuma.

Hikmetli adam çömeldiği yerden bir şeye sesleniyor. Bu seslenişini içinden yapmıyor doğrudan ve sevinçli bir biçimde, yüksek sesle “Hoş geldiniz” diyor. O yüzden bu sözünü duymamda olağanüstü bir durum yok. Ardından “Geç kaldınız” diyor.

Bu adamın sesi dışında “Gecikiyorsun kalk artık” diyor, tanıdık bir ses.

Köpek bir yandan havlıyor, adam çömeldiği yerden konuşuyor, işin içine bizim hanımın sesi de girince işin içinde bir başka iş olduğunu anlıyorum.

Bu İncesu Deresinin doğal ortamına kapı sesleri, sifon gürültüsü ve tekrar eşimin sesi girince sersemce uyanıyorum.

Rüyaymış!

Ne rüyaymış be!

Yüzümü yıkamaya banyoya giriyorum, halen Nelli ve hikmetli adamla birlikte İncesu Deresindeyim sanki.

Evin içini bayat ekmekle yapılmış, tereyağlı ve kaşarlı tostun kokusu doldurmuş.

Kızım, karım ve ben kahvaltı sofrasındayız. Bana torpil geçmişler, tabağımdaki yarım ekmekten biraz büyük tostu iki yetim doyuran bardakla zor bitiriyorum.

Bugün hafta sonu, okul yok. Kahvaltı süresince kızım televizyonda pop müzik yayını yapan kanalları izliyor, bir eli bardakta, diğer eli de kumanda da; kimse alıp kanalı değiştirmesin diye.

Masadan kalkıp diğer odadaki kitapların bulunduğu odaya gidiyorum. Epeyce uğraştıktan sonra elimde bir kitapla salona dönüyorum. Kumandayı anasına kaptırmış kızıma ilgili sayfanın arasına parmağımı soktuğum kitabı veriyorum.

Eşimin elinden de kumandayı zorla değil rica minnetle, sözde 5 dakikalığına alıyorum.

Televizyonu kapatıp, “Hadi kızım, yüksek sesle oku, annenle ben dinliyoruz” diyorum.

İkisi de anlam veremiyorlar bu yaptığıma ama zaman zaman delirdiğimi bildikleri için fazla ikilemeden dediğimi yapıyorlar.

Arada sırada “Vurgulu oku, noktaya virgüle saygı göster, acele etme” gibi saplamalarım eşliğinde yüksek sesle ve gönülsüzce okumaya başlıyor, kızım.

Alıntı:
Bu kış pek uzun süren karlı, donlu ve yorucu haftalardan biri daha geçti. Bütün kış, bir kerecik olsun, şehirden çıkmak, kırlara açılmak nasip olmadı.

Bugün Mart’ın ikinci, fakat birinci ılık ve aydınlık pazarı.

Ot kutusunu, cep çapasını aldım. İncesu yolunu tuttum. Peşime Nelli de takıldı. Fakat Nelli işin farkında. Haftanın günlerini bile sayan, pazarları benimle ava gitmek için Cumartesi günleri kimseye danışmadan enstitüden kaçarak kendi başına Yenişehir’e eve gelen Nelli bilmez mi hiç? Zeki gözleriyle: "Bu olsa olsa, şöyle bir pazar gezintisi olacak. Bizim efendinin omuzunda tüfeği yok. Bu mevsimlerde sık sık yapılan ot gezintilerinden biri galiba" diyor gibi. Ama yine sevinçli. Koşuyor, zıplıyor, dönüyor, geliyor, omuzuma sıçrıyor, taşları, ağaçları kokluyor. Çalıların içinde cümbüş yapan serçelere ferma ediyor, kovalıyor. Zavallı hayvan! Bu bahar gezisine sevinmekte haklı; bütün kış kapalı kaldı.

Fidanlığı geçtim, İncesu Deresi'ne girdim. Dere eskisi gibi, bildiği gibi akıyor. Bu ince derenin üstünü kısa, güdük bahardan sonra yeşil yaprak örtüsü ile sımsıkı örten söğütler, iğdeler, kavaklar, badem, alıç, meşe, ayva ve dişbudaklar, bunlara tırmanan böğürtlen ve yabangülleri çırılçıplak.

Bunlara bakarak derenin yanı başındaki patikadan ilerliyorum. Islak toprak içinde bütün kış yatan, şişen ve çatlayan milyonlarca tohum ve çim gibi bunlar da tomurcuklarına dolan nusgun yakıcı sıkıştırmasından sabırsızlıkla güneşin yükselmesini, ışığının ısınmasını bekliyorlar. Yakında hepsi patlayacak; bu derenin iki yanı, bu bahçeler, bu yamaçlar hayat ve renkle dolacak. Adım başı ya iğdelerin veya kekiklerin, yavşanların, adaçaylarının havaya saldıkları koku bulutlarının içinden geçeceğim. Küçük dönemeci dönüyor, munis hali her yıl daha çok hoşuma giden değirmene geliyorum. Dolabına bakıyor ve bu dolaba dünya durdukça bir daha durmamak, göçmemek ve çürümemek üzere can veren adamı, Yunus'u hatırlıyorum.

Artık İncesu'nun güney yamacına tırmanıyor, eski dostları aramaya başlıyorum. Daha otuz, kırk metre yükselmeden boz andezit blokunun önünde çapraşık kuru dallarıyla kaderine küskün gibi görünen bodur bademin dibinde ki yeşil yosunların arasından beyaz taçlarıyla gülümseyen ilk çiğdemi, akçiğdemi görüyorum.

Akçiğdemi görüyorum dedikten sonra kızım okumasını durdurup bana bakıyor: “Anladım” dedikten sonra yüzüne yansıyan zoraki okuma gerginliği gülümsemesiyle dağılıyor. Ben hiç istifimi bozmadan “Devam et kızım” diyorum.
Alıntı:
Yaklaşıyorum: Bir yıllık hasretten sonra bu kavuşmaya seviniyor ve "Hoş geldin" diyorum.

— Geç kaldınız, diye söze başlıyorum, geçen yıllar şubat içinde, hatta ikinci kanunda açar, baharın yaklaştığını müjdelerdiniz. Bu yıl niye böyle geç?
— Ne yapalım? Kar çok yattı. Bunun o kadar zararı yoktu ama, don çözülmedi. Biz de başımızı kaldırmaya cesaret edemedik.
— Hakkınız var. Bu kış böyle oldu. Ötekiler de geldi mi?
— Geldi zannederim. Fakat git bak, ara! Bugün hangimizle konuşmak istiyorsun?
— Ankaralı ile.
— Ya... Öyle mi? Demek, gelecek bahara artık.
— Güle güle...

Biraz ilerliyor ve yamaçta yükseliyorum. İşte yine bir akçiğdem. Bir daha, bir daha...

Az solda ve yukarda, sarı çakılların arasından mor bir leke parıldıyor. O tarafa yöneliyorum, çıkıyorum. İşte bir mor çiğdem! Onunla da selamlaşıyor, kısa bir sohbetten sonra vedalaşıyorum. Bu taşlı ve çakıllı yamaca sahiden bahar gelmiş. Efemerlerden bazıları çıkmış, nerede ise açacaklar. Sığır dilinin taze pamuk gibi tüylü yaprakları toprağın üstüne sanki bir rozet gibi yayılmış. Bakalım, daha neler var. Oo!..

“Ama ben ne bileyim baba? Ben çiğdemi kız ismi olarak biliyordum. Amma da havalı kızmış, diye düşündüm, o yüzden abartmayı işaretledim…” gibisinden savunma cümleleri kurarken kızım, annesi de “İyi işte, öğrendin. Emin, kumandayı verir misin?” diyor.

Gözlerimi ağartarak “Sık dişini, bir iki sayfası kaldı. Hadi devam et kızım” diyorum.

-53-
Alıntı ile Cevapla