Strict Standards: Declaration of vB_Database_MySQLi::db_connect() should be compatible with vB_Database::db_connect($servername, $port, $username, $password, $usepconnect) in /home/arkabahc/public_html/forum/includes/class_core.php on line 1095

Strict Standards: Declaration of vB_Database_MySQLi::select_db_wrapper() should be compatible with vB_Database::select_db_wrapper($database = '', $link = NULL) in /home/arkabahc/public_html/forum/includes/class_core.php on line 1095

Deprecated: Non-static method vB_Shutdown::init() should not be called statically, assuming $this from incompatible context in /home/arkabahc/public_html/forum/includes/class_core.php on line 2294
Arka BahÇe Forumu - Tekil Mesaj Gösterimi - Ser'den, Sera'dan.
Tekil Mesaj Gösterimi
  #244  
Eski 07-07-2009, 01:36
Emin - ait Avatar
Emin Emin bağlı değil
.
 
Üyelik Tarihi: Mar 2006
Bulunduğu Yer: Antalya
Mesajlar/Teşekkür sayısı: 305/762
198 Mesaj ına 2281 Kere teşekkür edildi
Tanımlı Merhaba

Kızım okuldan dönmüştü, içinde bir sıkıntı olmalıydı çünkü yüzü ekşimişti.

Kurcalayınca, yazılı sınavının pek hoş geçmediğini anladım.

Yazılı sorularının birinde istiare (iğretileme), mecaz-ı mürsel, teşhis (kişileştirme), intak (konuşturma), tezat, mübalağa (abartma) ve hüsn-i talil gibi söz sanatları sorulmuş.

“Çiğdem derki ben elâyım
Yiğit başına belayım

Şair yukarıdaki dizelerde hangi söz sanatını kullanmıştır, açıklayınız?”

Bizimkisi ‘mübalağa’ teşhisini koymuş ve kendince açıklamış. Bu sorudan hiç not alamamış; üzgündü.

Baktım çok sıkkın: “Sıkma canını, ‘abartama’ bu kadar” dedim.

Fazla uzatmadık, yemekten sonra herkes kendi odasına dolayısıyla kendi dünyasına çekildi, konu uyutuldu.

**

Ankara’da ‘Oran Şehri’ ya da “Oran Semti” denilen yerde, TRT yerleşkesinin yanında, satılan Milletvekili Lojmanlarının karşısındaki ormanlık alan…

Ormanlık alan dedim ama ‘koru’ demek daha doğru olur, belki doğrusu da budur.

Bu semtin adının “Ormanlık-Ankara= Or-An” ya da “Orta Anadolu=Or-An” olarak konulmuş diyorlar, hangisi doğrudur, bilmiyorum, çok da umurumda değil zaten nereden türetildiği; öylesine aklıma geldiği için yazıverdim sadece.

Gene aklıma geldi, ölümünden sonra eşinin, Bülent Ecevit için bu ormanlık veya koruluk alan içinde bir anıt mezar yaptırmayı düşündüğünü, gazetelerden okumuştum, unutuldu gitti zahir.

Bir zamanlar; zaman zaman yürürdüm bu ormanlık alan içinde, özellikle bademler çiçek açtığı zaman daha da hoşlanırdım.

Herkes sever ilkbaharı ama ben ilkbahardan bir gömlek üstün olarak sonbaharı da severim.

Bu korunun kapıları var ama önünde taze portakal suyu sıkılıp satılan kapılardan girenlerin sayısı, tel örgülerin arasından girenlerden daha azdır.

Şimdi nasıldır bilmiyorum ancak o zamanlar yola yakın kısımlarındaki çam ağaçları, egzozlardan çıkan gazlarla hastalanmış; daha içeride kalanlarsa gürbüzdü.

Eymir Gölüne bakan yamaçlarda ise daha çok çelimsiz badem ağaçları vardı.

Bu yeşilliğin içine dalındıktan bir süre sonra araba sesleri kısılır, yerini tabiatın sesi alır.

Özellikle hafta sonu yürüyen, koşan, bisiklete binen, ateş yakmadan piknik yapan, ağaçlar altında uyuyan, konuşan, birbirlerine sarılan epeyce kişiyi görürdüm.

Bir “arkadaş ötesi” kişiyle, bir zamanlar hiç değilse haftada bir iki kez TRT tarafındaki tel örgülerin arasından girer, epeyce yürür, aklımıza ne gelirse konuşur, tartışırdık.

En çok Eymir veya Mogan adı verilen göllere, bu göllerin görünen kıvrımlarına ve göl kıyısında ODTÜ’ne ait olan binalarına bakar, başımızı biraz kaldırdığımızda da Çevre Yolu denilen yeni yapılmış, tek tük araca hizmet veren, sol tarafı Mamak yakınlarından geçen Samsun-Konya yolunu ve onun da üzerine baktığımızda boz bulanık dağları izlerdik, sık sık yaktığımız sigara dumanlarının arkasından.

Bazen yanımızda birkaç tane teneke kutuda bira götürür, yamaçta bir badem ağacına yaslanır, sevişen veya kapışan kuşların çığlığı ile yudumlar, ettiğimiz sohbetin içeriğine bağlı olarak ya gerilir ya da mayışırdık.

Nadiren tek başıma gidip, bir başıma mayışıp, yalnız başıma yalnızlığımı çoğalttığım da olurdu.

**

Çoğalmak için gitmemişim.

İçim çoğulmuş, o gün.

Hangi gün?

Ne gününü biliyorum, ne yılını.

İmrahor Vadisine doğru dura kalka, döne dura, çömele otura gidiyorum.

Gidiyorum deyişim lafın gelişi.

Sanki birileri çekerken beni, öbürleri arkadan itekliyor...

Tekerleniyor, tökezliyor, yuvarlanıyorum adeta.

Havada bulut çok ama duman yok ancak ben beş metre uzağımdan duyulacak şekilde “Havada bulut yok, bu ne dumandır” diye türkü söylüyorum, üstelik bulutlara bakarak.

Tertemiz mavilik içindeki bu bulutlar da benim gibi gidiyorlar; çoğalıyorlar, kopa parçalana ayrılıyorlar daha büyük bütünlüklerden.

Güneşin önüne bazen pembe tül, bazen bordo kalın perde oluyorlar.

Ayak sesleri duyunca susuyorum...

Hem ağzımla hem de başımla: “Merhaba” diyorum, yanımdan geçen; durgun yüzlü, temiz tıraşlı, üst dudağının sınırlarını ihlal etmeyen bıyıklara sahip bu dopdolu bakışlı adama.

Almıyor selamımı.

Yok sayıyor beni.

“Nelli” diyerek, arada bir nereye imza işemesi yapacağını şaşıran köpeğine sesleniyor.

Neden köpeğine bu ismi koymuş acaba?

Niye duymadı beni, sağır mı?

Arkalarından, inadına ve biraz da yalvarırcasına yeniden “merhaba” diye bağırıyorum ama nafile...

Onların yerine bana, İncesu Deresi yanık yanık ve yankılı bir merhametle “Merhaba” diyor.

-LI-
Alıntı ile Cevapla