Strict Standards: Declaration of vB_Database_MySQLi::db_connect() should be compatible with vB_Database::db_connect($servername, $port, $username, $password, $usepconnect) in /home/arkabahc/public_html/forum/includes/class_core.php on line 1095

Strict Standards: Declaration of vB_Database_MySQLi::select_db_wrapper() should be compatible with vB_Database::select_db_wrapper($database = '', $link = NULL) in /home/arkabahc/public_html/forum/includes/class_core.php on line 1095

Deprecated: Non-static method vB_Shutdown::init() should not be called statically, assuming $this from incompatible context in /home/arkabahc/public_html/forum/includes/class_core.php on line 2294
Arka BahÇe Forumu - Arka BahÇe
Arka BahÇe Forumu

Arka BahÇe Forumu (http://www.arka-bahce.org/forum/index.php)
-   Arka BahÇe (http://www.arka-bahce.org/forum/forumdisplay.php?f=5)
-   -   Arka BahÇe (http://www.arka-bahce.org/forum/showthread.php?t=55)

Master 24-02-2006 10:25

Arka BahÇe
 
Yeni ufukların açılmasında çok büyük etkileri olan sıfır kimi zaman lanetli, kimi zaman ise vazgeçilmez bir rakam olarak kitaplarımızda yer almıştır.

Bir zamanlar şeytanın rakamı olarak suçlanmıştı... Ardından barbarların icadı olarak anıldı. 1299 Floransa tarihli bir kararnamede, Italyan Floransa kambiyo loncalarının, Arap rakamlarını, özellikle de "sıfır"ı kullanmayı yasakladığını görüyoruz. Kararın altına da küçük bir not düşülmüş: "Bu çok yaygın olmayan rakamın, Arap ülkeleri dışında kullanımı, ticarette çok büyük kargaşaya yol açabilir..."

Ne var ki, Floransa kambiyo loncasının bu kararına karşılık, o tarihlerde kağıt üzerinde hesap yapmaya başlayan Avrupalı Tüccarlar yoğun bir biçimde Araplar'dan gelen sıfır rakamını kullandılar. Çünkü sıfır olmadan, sadece Romen rakamlarıyla yazılı hesap yapmak hemen hemen olanaksızdı.

Nitekim Avrupa'ya sıfır oldukça geç bir tarihte gelmesine karşın, Antik Çağ'ın birçok medeniyetinde sıfır kavramının varolduğu görülüyor. Örneğin Eski Mısır'da sıfır yerine bir sembol kullanılyordu. Öte yandan, yine Mısırlılar'ın sıfırlı rakamların varlığından IÖ.2000 yıllarinda bile haberdar oldukları kanıtlanmış. Eski Mısırlılar, 10 rakamını U harfiyle, 100 rakamını C harfiyle ve 1000 rakamını da lotus çiçeği şekliyle gösteriyorlardı.

Ancak, matematikteki en büyük devrim, kuşkusuz sıfır rakamının devreye girmesi ile değil, rakamların yerleştirilmesinde pozisyon kavramının ortaya çıkmasaydı. Örneğin, 249 rakamında 2 rakamı 100'ler hanesini oluşturuyordu, çünkü sağdan itbaren üçüncü pozisyondaydu. 4 rakamın 10'lar hanesini oluşturuyordu, çünkü sağdan itibaren ikinci sıradaydı. Bu "rakamların pozisyon sıralaması" sistemini ilk uygulayanlar Babilliler oldu. Ancak 60'lı bir sayısal sisteme sahiplerdi. Şöyle ki, Babilliler için 32 rakamı şu işlemin karşılığıydı:

3x60+2

Oysa bugün bu rakamın karşılığının 3x10+2 olduğunu biliyoruz.

Babilliler rakamların pozisyon sistemini bulmuşlardı, ama "0" rakamı için herhangi bir sembol kullanmıyorlardı. Sadece sıfır yerine, rakamın ortasında bir boşluk bırakıyorlardı. Tabii, bu da 11 ile 101 gibi rakamları birbirinden ayırdetmede sorun yaratıyordu. Yüzlerce yıl sonra Babilli tüccarlar, sıfır yerine birbirine paralel iki çizgiden oluşan bir sembol geliştirmişlerdi. Bu sembol ilk kez, M.Ö. 300 yıllarında Büyük Iskender döneminde kullanılmıştı.

Çok yararlı bir buluş olmasına rağmen, sıfır rakamı Antik Çağ'da diğer toplumlar tarafından hemen kabul edilmedi. Eski Yunanlılar sıfıra eşdeğer saydıkları "yokluk" kavramının çok iyi bilincindeydiler. Ancak, bunu bir rakam biçiminde yorumlamak ihtiyacını duymuyorlardı.

Eski Yunan'ın mistik-felsefi düşüncesinde her rakamın belli bir değeri vardı ve bu değerler sistemi içinde boşluğu anlatan sıfır rakamına yer yoktu. Yunanlılar'a göre, erkek bir rakam olan 1 mantığı, dişi bir rakam olan 2 genel düşünceyi, 3 rakamı genel uyumu ve 4 rakamı cezayı simgeliyordu. Sıfır gibi yeni bir rakam, bütün bu mistik-felsefi sistemi altüst etme tehlikesi taşıyordu.

Sıfır rakamı Çin'de 8. yüzyılda ortaya çıktı. Büyük olasıkla Hindistan'dan gelmişti. Sıfırı tanıyan bir başka eski uygarlık da Mayalar'dı. Bu rakamı kendi özel yazım biçimlerinde bir göz şeklinde çiziyorlardı. Ancak, Mayalar'ın neden 0 rakamıyla ilgilendikleri bugün hala bir bilmece... Çünkü, Maya hesap sistemi, sıfırın kullanılmasını gerektirmeyen bir sistemdi. Maya hesap sisteminde birli haneleri, 10'lu haneler yerine 20'li haneler, onları da 100'lü haneler takip ediyordu.

Sıfır rakamının bugünkü anlamda kullanımına ilk kez Hindistan'ta tanık olunur. Hint yarımadası'nda bu rakamın yer aldığı bilimsel metinlere ve hesaplamalara ilk kez M.S 630 yılında rastlanıyor. Ancak, bu sistemin yaratıcısı ve kuadrik eşitlikler üzerinde çalışan Hintli matematikçi Brahmagupta (598-670), rakamları sıfıra bölme işlemini bir türlü çözümleyememişti. Ondan tam 1000 yıl sonra bir başka Hinti matematikçi Bhaskara (aslında Diophantine eşitliğine getirdiği ikincil yorumuyla ünlenmişti.), bir rakamın "0" a bölümünün sonsuz olduğunu söyledi. Bunun tek istisnası, kesin bir sonuç olmayan sıfırın sıfıra bölünmesiydi. Ve Bhaskara (1114-1185) "sonsuz" u şöyle tanımlıyordu:

"Hiçbir değişiklik göstermeyen bir miktar... Bu miktara ne ekler ya da çıkarırsanız, hiç bir değişiklik ortaya çıkmaz... Yani Tanrı'nın sonsuzluğu gibi..."

Avrupalılar ise, o tarihlerde bu tip keşiflerden çok ama çok uzaktılar. Avrupa, ekonomik ihtiyaçlarla birlikte sıfır rakamını dışarıdan ithal etme zorunda kaldı. Hintliler'den Araplar'a geçen sıfır rakamını ithal eden Avrupa, o tarihlerde rakamın biçimi konusunda da bir tutarlılığa sahip değildi...

Bazı Avrupalı matematikçiler Arapların kullandığı noktayı tercih ederken, diğerleri daire biçimini yeğliyordu. Sıfır rakamını ilk Avrupa'ya getiren kişinin İtalyan Matematikçi Leonardo Pisana olduğu ileri sürülüyor. Tüccar babası Bonnaccio ile birlikte uzun yıllar Doğu toplumlarını gezen Pisano, 1202 tarihinde yayınladığı "Liber abaci" isimli kitabında sıfır kullanarak yazılı hesap yapmanın tekniklerini anlatıyordu. Pisano, Arapça "sıfır" kelimesine benzer yeni bir sözcük aramış ve bir rüzgar adı olan" zephrum"u önermişti.

1202 tarihinden sonra Hint-Arap rakamlarının Avrupa'da hızla yükseldiği gözleniyor. Ancak, iki yüzyıl daha Arap rakamlarıyla Romen rakamları birlikte varlıklarını sürdürdüler. Romen rakamlarının savunucularına "abaküscüler" deniyordu. Bu grup, matematiksel işlemleri ısrarla abaküslerde yapmayı sürdüler. Arap rakamlarını savunanlara ise "cebirciler" adı veriliyordu. Bu kelime de bu alanda sayısız eserler veren ve ileride CircumSpice'ta yerini alacak Arap matematikçi Muhammed El Harezmi'den geliyordu. İki taraf tam iki asır boyunca her türlü silahı deneyerek birbirleriyle yarıştı. 13. yüzyılda şair Alessandro di Villedieu, Hint-Arap rakamlarını savundu ve "Carmen'in Algoritması" adlı şiirinde sıfır rakamını gözden geçirdi. Nitekim, bilimsel bir kavgada, şairlerin tüccarların yanında yer almaya başlamasıyla birlikte zafer kısa bir zaman sonra Hint-Arap rakamlarının oldu.

Antik çağların tüccarları, hesap yaparken, gerçek anlamda bir piyano virtüözü gibi hareket ediyorlardı. Parmakları "abaküs" adı verilen aletin küçük halkaları üzerinde hızlı bir biçimde gidip geliyordu. Böylece rakamları tanımaya gerek duymaksızın toplama ve çarpma işlemlerini yapmak mümkün oluyordu. Daha sonra abaküs ile yapılan işlemleri bir kağıda dökme ihtiyacı ortaya çıkınca "dizaynlı abaküs" denilen karmaşık bir sisteme geçildi. Ortaya satranç tahtasını andıran anımsatan bir görüntü bir görüntü çıkıyordu. Bu sistem, bugün bile bazı ülkelerin geleneklerinde varlığını sürdürüyor. Örneğin Ingiltere'de Hazine Bakanlığı, bu işlemlerin yapıldığı satranç tahtasını anımsatan kumaş parçasından hareketle "Satranç Tahtası Bakanlığı" olarak adlandırılıyor.

Sıfır, bir bölüm tarihçi ve bilim adamına göre, insanlık için çok büyük bir keşif... Sıfır olmasaydı, bugünkü çağdaş matematik sistemine asla ulaşılmayacaktı. Bir başka grup tarihçi ve bilimadamına göre ise "hiç de öyle değil" . Bu grupta yer alanlar, binlerce yıl insanlığın onun yokluğunu hissetmediğini söylüyorlar. Gerçekten de, geometrinin , aritmetiğin ve astronominin temelleri sıfırın kullanımından çok önceleri atılmıştı.

Nitekim, sıfıra olan ihtiyaç, bugün de kullanılan yatay pozisyon sistemiyle birlikte ortaya atılmıştı. Bu sistemde, en sağdaki birinci rakam birler hanesini temsil ederken, sonrakiler 10'lu haneler olarak devam ediyor.

İşte bu noktada , boş kalan kısmı belirtmek için sıfıra olan ihtiyaç ortaya çıktı. Batı geleneğinde sıfırın kullanımı Doğu toplumlarına oranla çok daha geç yıllara rastlamaktaydı. Bunun en büyük nedeni de, Eski Yunanlıların aritmetik yerine geometri ile ilgilenmesiydi. Çizgilerin ve pergelin egemen olduğu bir alanda sıfıra olan ihtiyacın pek kendini hissettirmemesi doğaldı. Öte yandan Eski Yunan'da aritmetik işlemleri oldukça ilkel ama pratik bir yöntemle gerçekleştiriliyordu. Yunanlılar "calcoli" ( hesap) adını verdikleri küçük çakıl taşlarınyla toplama ve çıkarma yapıyorladı. Bu şekilde bir nevi aritmetik işlemleri kolaylık arz ediyordu.

Bazı tarihçilere göre, sıfır rakamının biçimi, eski Yunanca "yokluk" anlamına gelen "ouden" kelimesinin ilk harfi olan "omicron" harfinden geliyor. Ancak, bu iddia pek geçerli değil. Çünkü, Antik Yunan'daki sıfır sembollerine baktığımız zaman bunların "omicron" harfinden çok farklı olarak, desenlerle süslenmiş, çember biçimindeki şekiller olduğunu görüyoruz. Sıfır rakamının bugünkü şeklinin büyük ölçüde Hintli matematikçilerin "bir rakamın yokluğu"nu göstermek için kullandıkları nokta işaretinden geldiği tahmin ediliyor.

Sıfır rakamı farklı kültürlerde tarih boyunca çok farklı isimlerle anılmıştı. Bugünkü bir çok Latin dilinin kökeninin oluşturan Sanskrit dilinde sıfırın "gagana" (uzay), "sunya" (boşluk) ve "bindu" (nokta) sözcükleriyle adlandırıldığını görüyoruz. Antik Çağda Çinliler sıfır rakamını "ling" kelimesiyle çağırıyorlardı."Ling" yağmur yağdıktan sonra herhangi bir nesnenin üzerinde kalan küçük su parçasına verilen isimdi.

Bugün, bütün Batı dünyasında sıfırı anlatmak için kullanılan "zero" kelimesi Arapça "sıfır" kelimesinden geliyor. Bu kelime Batı dillerinin kökenini oluşturan Latince'ye önce bir rüzgar adı olan "zephyrum", daha sonra "zefiro" ve son olarak "zero" adıyla yerleşti. 13. yüzyılda "zero" nun yanısıra bir başka kelime daha üretilmişti: "Cifra". Bugün cifra kelimesi terkedilmiş durumda. Fakat, birçok Latin dilinde "cifra" değersiz adam" ifadesinin karşılığı olarak hala kullanılıyor.

Küçük Not : Yazı Okuldan kalan bir dersin tecümesidir. Bazı değerli Dostlara önceden sunulmuştur.Sitelerinde kullananlar da vardır

AnnE 24-02-2006 10:48

Hayali cihan
 
Muhteremler ;

Bundan birkaç yıl önce , Hissenet forumunda tuhaf bir adam ARKABAHÇE diye bir topikte yazmaya başladı.İlk yazının ilk kelimeleri radika , turp otu,..... diye başlar hayatın yaşanası yanlarını o forumun amacıyla çakıştırırdı.

Derken başka tuhaf insanlarda tuhaf yazılar yazmaya başladı.Tuhaflıktan anlamayan insanlar bu yazıları okuyunca kendilerini bir tuhaf hissetmeye başladılar.O hale geldi ki bir süre sonra , yazılan hiçbir yazı ilk okuyuşta tam olarak anlaşılamıyor ama ikinci ve sonraki okunuşlarda tadından yenmiyordu.

Orada Anayasalar fırladı , Dervişler geldi , kuleler yıkıldı , Kabak Çiçeği dolmaları yapıldı , yirmibinlerden sözedildi , İrina servisler yaptı , kırkbinler falan dendi.

Bu tuhaf insanlar , tuhaflıkları bu topikin dışında da paylaşmaya başladı.Kebaplar , deniz börülceleri , lüferler yendi , rakılar , ayranlar içildi.Boğaz , Süleymaniye , Adalar seyredildi.Benzer kitaplar okunup tıpatıp yorumlar yapıldı.Aynı kağıtlar alındı , hep beraber satıldı.Kimisi hala satılmadı.
Kimi evlendi , kimi baba oldu , kimi ameliyat oldu , kimi battı .
Hasılı ;dünya döndü , sular yolunu bulup aktı.

Derken yazmanın , herkesle yazmanın anlamsızlığına kani oldu bu tuhaf insanlar.Ve uzun bir süre yazmadılar.Ama aynı şeyleri düşünmeye ve hissetmeye , aynı şeylere gülüp aynı şeylerden panik yapmaya devam ettiler.

Malum zat dedi ki birgün hadi kendimiz pişirip kendimiz yazalım.Kimseye yük olmayalım, hatta yazacaklar , paylaşacakların da yükünü biz alalım omzumuza.Zaten herkes bu teklifi bekliyordu.Bir kendiliğinden işbölümü ile arkabahçe kendi tapulu arazisinde donanmaya başladı.

Kapıya kilit konulmadı , herkese açık.Eski dostlara , yeni dostluklara , kırılmışlara,kırılamayacaklara.

Ama bu tuhaf Arkabahçe ahalisinin sanırım bir küçük ricaları var.O da şu ki , özellikle bu ARKABAHÇE başlığı altında beyin kıvrımlarını zorlamayan , emek verilmemiş yazılar yazılmasın.Yazılara olumlu ya da olumsuz tepki veresi gelenler birkaç kelime ya da satırla geçiştirmesin içinden geçeni.Okuyanın kafasını karıştırsın ,çileden çıkarsın , huzur versin , dertlendirsin , keyiflendirsin.Tuhaf olsun yani.

Yoksa , bu forumda her konu için her şekilde yazılabilecek yerler o kadar çok ki.


Bilmem mi...

zumbul 24-02-2006 16:50

Mal
 
Master in imzasında ki Juan Enriquez in sözüne takıldım ben.
''Sadece mal üretiyor olmak''

Hakikaten bu ülke senelerdir sadece mal mı üretiyor acaba?:;sastikaldi

Buralarda büyükbaş hayvanlara mal derler,alım satımını yapanlar.

Hani borsa da biz de deriz ya;mal aldın mı diye,onun gibi birşey işte.

O mal alıp satma da kastedilen büyükbaş hayvanlardan dolayı''öküzün trene bakması gibi ne bakıyon'' ifadesinin bir benzeri de''mal mal ne bakıyosun''dur buralarda.

Juan Enriquez diyorum acaba karadenize uğrayıp da mal kelimesinin o manasının derununa erişip bu sözü sarfederken gerçek te bunu kastetmiş olabilir mi?:;sustu

Master 25-02-2006 00:28

Bilinmeyen Merak ve Bütünün Doğrusu
 
Zaman kendine verilmiş olan kulvarında ilerliyordu,izlerini, izleyenlere geçmişi hatırlatarak geleceğin sunumunu yapıyordu.

Çok öncenin öncesinde varılmış bir değer olan başlangıç tepesi bulunuyordu.

Zamanın arkasında kaldığı sanılan değerler, o tepeden bir diğerine taşındı. Bu istemler ve istemsizliklerin aşırı uçları kendilerini farklı bir tepede terk ettiler...

Ölçü ölçülcek için vardı,Bilinmeyen Merak nasıl bir ölçüm getirecekti...

Değerlerin değerlendiği alanlarda öznel bir değersizleştirmede yaşanır.

Yaşanan ve yaşanacak olan bu Bütünsel Doğru, kendi işlevinin sunuşunu yaparak, birikmiş hüzünlerle gelişmekte olduğuna inanılan neşelere değişik vurgular yaparak, tahmin etmekle yanılgılı bir çukura düşüldükten sonra, Özlemler ötesi bir tepede sonbulacağı sanılan değerlerin değerlendirmesi de kendi yapısında şok yanılgıları sunacak ve kabul ettirecek...

Kendi doğrusunda devam edecek;)

alihoca 26-02-2006 22:03

Onlar Kendilerini Bilirler
 
Güzel Dostlarım;

Aslında forum ortamlarında şu konuda bir yazı döşeneyim diye kaç kez niyetlenmiştim.Ama kimi anlama ve ego özürlüler yüzünden bir yerlere çekilebileceğinden korktuğum için yazamadığım konuyu üye sayısı çoğalmadan,forumumuz bol şahitli ortama dönüşmeden rahatça itiraf edivereyim artık.

// Yazdıklarınızı her okuduğumda "Ahh diyorum, ne olurdu şoylesine guzel yazabilseydim!! Kafamdakileri yaziya dokebilseydim!"//

//yazma ihtiyacı hissetmekle beraber ben de bir yazı yazma özürlüsüyüm ve yazı yazmanın ve de yazdıklarını okutabilmenin bir yetenek olduğunu düşünüyorum (Bakınız Ali Hoca,Master,Anne).
Netekim sizin yazılardan
La yazıp Fa anlamı çıkmakla beraber ben yazdığım zaman tınnnn diye bir ses geliyor sadece.. :) //

Örnek olarak aldığım bu iki yazının birisi Arka BahÇe Yahoo Grup yazışmalarından,diğeri ise şimdi bir hoş seda olarak kalmış olsa da,
Sevgi ve özlemle andığımız nezih bir ortamda ki,Arka BahÇe yazılarından alıntılar olduğunu belirteyim.

Farz edin ki;Bilgi,tecrübe,kişilik ve kalitesi ile hep imrenerek,hafiften hasetlenerek izlediğiniz Dostlardan gelen övgü yazılarında,Sn Master ve Sevgili AnnE’mizin adları yanında Sizinde adınızın yazıldığını gördünüz.İşte burada,ne hissederdiniz? sorusunu herkese yöneltmeden önce kendi hissettiklerimi yazmakla başlayayım dilerseniz.

Çok özel ve güzel Dostlarımızdan gelen böylesi söz ve yazılar;
Sn Sevgili Master veya Güzel AnnE’miz için son derce doğru ve haklı tespitler olduğu hepimizin malumudur.Bilgi ve sevgi dağarcıkları dopdolu bu güzel insanların isimleri yanında ismimin yazılması konusuna gelince;Örneklerini yukarıya aldığım iki güzel Dostumun yazıları gibi,Arka BahÇe Dostlarımızın benzer yazılarını ilk okuduğumda nasıl havalandığımı anlatamam.

Bilge Master ve yazının virtüözü Güzel AnnE’mizin adları yanında şu fakir hocanın adının yazılıyor olması karşısında havamı sormayın gitsin.Hele bizim ikiz cadılar okuyunca kaç kez ‘aslan babam’ diye boynuma sarıldılar ki,görseniz kalbinizin en sert yerleri erir gözleriniz bilem dolardı.Hadi onlar çocuk diyelim.Bizim herifin yazıları nette çıkmaya ve çok beğeni toplamaya başladı diye konu komşuya hava basan hanıma ne diyeceksiniz.

Tabii ki bu ahval içinde habire yazı yazmaya daha doğrusu debelenmeye başladığımızı söylememe gerek bile yok. Açıyorum Word sayfasını,ben ona,o bana birbirimize bön bön bakışıp duruyoruz.

Konuyu buraya kadar getirmiş iken;
Seyrettiniz mi bilmiyorum ama,Zeki Alaysa-Metin Akpınar ikilisinin,Devekuşu Kabare Tiyatrosunda oynanan Yasaklar adlı oyunundaki bir replikte;

Ha gayret,
Ha gayret,
Nahh Muzafferiyet!!

Deyişi,bizim ahvalimizi anlaşılır kılıp,sıkıntımızı yansıtan hatta cuk diye oturan örnektir.

Ayrıca;ilham bekleyen şairler gibi şöyle baş parmak ile işaret parmak arasına aldığınız çene ile vereceğiniz düşünme pozisyonlarından da,hiç bir fayda yok bilesiniz.Siz bari onca saat eziyet çekmeyin.Devamında ise,onca gıdaklayıp bir küçük yumurtayı zar zor yumurtladım diye kabara kabara dolaşan tavuklar gibi,ıkına sıkına bir iki yazı yazıp gönderiyoruz.

Ama bu arada,bu yazmakta çok zorlandığını söyleyen,ahh bende yazabilsem,nerdeee diyen arkadaşlar var ya;
İşte onlardan,ara ara öyle bir yazılar geliyor ki,kimisi iki sayfa,kimisi yarım sayfa olan ama ben yazmaya kalksam,bir bahane yaratıp çoluk çocukla küstükten sonra kısasından bir iki hafta bilgisayar başında pineklemem illaki şarttır.

Söz konusu ilk Dostumuz için;anı desen üzerinde tüten buğusu ile gözlerinizden yaş getirten anılar,mizah desen üstünde en keskin zeka ışıltıları parıldar.(Bizim şu cümleyi uyduracağız diye anamızın dinimizin ağladığını kimse bilmez tabii..).Her neyse bende bir acaba mı?diye pirelenmeler başladı.Siz deyin üç beş yazı,ben diyeyim üç beş ay gibi bir sürede,o da biraz biraz ayıkmaya başladım.

Bizde çok söylenen ‘Çek Piyazı Beklet Ayazı’ diye bir ata sözü aklıma hep takılır oldu.Yok canım! yapmaz canım! desem de olmuyor.Kiminde bilmem kaç gigabyte hard disc(bunların doğrusunu yazmak bile dert) gibi bir zeka,kiminde onca teknik-taktik bilgi ve tecrübe aklıma gelince, şeytan daha bir sert dürtüyor.

Yok hocam! o senin fesatlığın diyorsanız da; Ne de olsa kendime bile itiraf edemediğim,nice çiğlik ve çirkinlikleri olan bi herif olarak ne deseniz peşinen kabulümdür.

Ama inanın ki,bu ve benzer söz yada yazıları yazan yada söyleyen Dostlarımızın her daim okumaktan zevk aldığım yazılarını görünce,hani serde de bir çok kez ispatlanan saflığımda varken;
Ulen, ‘acaba gaza mı getiriliyorum’ kuşkusu içime çöreklenmiyor desem yalandır.


Forum ortamında teknik-temel dışında da yazdıkları çok beğenilen Dostumuzun mail grubumuza yazdıklarını da bir kenara bıraksak dahi,borsa anılarını anlattığı onca yazı ve Arka BahÇe’ye yazdığı yazılar yeteneğini ispat ederken,

Hadi kuşkulanmayın da göreyim!!

Diğer Dostumuzun gerek sohbetlerde gerekse şahit olduğumuz kıvrak zekasının izlerini taşıyan bazen espri bazen duygu yüklü Arka BahÇe yazılarını da bir kenara bıraksak dahi;

// Netekim sizin yazılardan
La yazıp Fa anlamı çıkmakla beraber ben yazdığım zaman tınnnn diye bir ses geliyor sadece.. :) //

Sadece şu cümle bile yazma yeteneğini kanıtlayan cürm-i meşhut hali değil midir Allah Aşkına??

Velhasıl velkelam Güzel Dostlarım;
Böylesi söz ve yazıları her okuyuşumda,şöyle tam böbürlenip,şişinecekken,amman ha! diyorum.Kabul ve itiraf ediyorum ki,geç oldu güç oldu ama ben bile uyandım haberiniz olsun.

Şimdi;
Her ne kadar isim vermemiş olsak da,
Onca bilgi,yetenek ve tecrübelerle bezeli insanlar olarak o güzelim yazılarını artık çok daha sık yazmalarını beklediğimizi ve arzuladığımızı bilmelidirler.


Sürç-ü Lisan Ettikse Affola.
Saygılarımla

bikmisbroker 27-02-2006 03:32

Isbu yazida anlatilan ifade ozululerden birisi olarak..
 
Alıntı:

alihoca´isimli üyeden Alıntı
Güzel Dostlarım;

..................................................

// Yazdıklarınızı her okuduğumda "Ahh diyorum, ne olurdu şoylesine guzel yazabilseydim!! Kafamdakileri yaziya dokebilseydim!"//

//yazma ihtiyacı hissetmekle beraber ben de bir yazı yazma özürlüsüyüm ve yazı yazmanın ve de yazdıklarını okutabilmenin bir yetenek olduğunu düşünüyorum (Bakınız Ali Hoca,Master,Anne).
Netekim sizin yazılardan
La yazıp Fa anlamı çıkmakla beraber ben yazdığım zaman tınnnn diye bir ses geliyor sadece.. :) //

.................................................. .............................
Sürç-ü Lisan Ettikse Affola.
Saygılarımla


IKINA SIKINA yazmis oldugum Turkce hatalar ile dolu bir yazimi, affiniza siginarak buraya yapistiriyorum.

Site yetkilileri, ne zaman isterseniz bu hatalar ile dolu yazimi kaldirabilirsiniz.

Saygilarimla..

Bikmisbroker
Alıntı:

Saz Söz Zil ve şan...

Yillar evvel, Gazinolarimiz vardi..En meşhurlari da Bebek Belediye Gazinosu, Taksim Gazinosu ve Caddebostandaki Maksim Gazinosu idi..

Ankarada ise Gar gazinosu vardi..Bu Gazinolarda zamanin zenginleri, para babalari boy göstermek ve bu gazinolarda sahne alan sanatcilari dinlemek icin avuc dolusu paralar harcarlardi..Yine bu Gazinolarda masa ayirtabilmek bile bir maharetti, hersey para değildi, taninmiş olmak da gerekiyordu ustelik..

1960 dogumlular ve eskileri bu Gazino dönemini az bucuk hatirlarlar ancak hele hele 1965 dogumlu ve daha kücükler ise bu dönemi pek animsamayabilirler..
1070 dogumlu ve daha kucuklerin ise bu Gazino dönemini hatirlamalari mümkün değil nerede ise..

Sahne alan sanatcilarin isimleri en üstte ve Kocaman olmak üzere yazilir, altinda da as solistten sonra kidem ve önem sirasina göre yer alan diğer sanatcilarin isimleri yer alirdi..Zeki Muren, Gönül Yazar, Muazzez Abaci, Emel Sayin, Nukhet Duru, Seda Sayan, Bülent Ersoy ve hatta Sibel Can o dönemin Gazinolarinin sanatcilaridir..

Gazinoya gitmek, orada calisan sanatcilari izlemek, hele hele ön siralarda yer ayirtmak her babyiğidin harci degildi..Kendine has Bir Gazino Adabi, Usul ve Erkani vardi.

Masa düzeninden, Otoparkina Kadar... Kapida sizi karsilayan General (Niyeyse) kostümlü karşilayicidan tutunda Garsonlarina Komisine kadar Farkli idi..

Gazinodaki Masa düzeni ve yemek servisi oyle pek de sizin seciminize birakilmiş gibi değildi, evet Güya siz siparişleri verirdiniz amma, hesap kelle başi oturdugunuz yere göre 3 aşaği 5 yukari birbirine yaklaşik rakamlardan oluşurdu..

Yakin zamanlarda ölen Fahrettin Aslan o dönemin en büyük Gazinocularindandir.. Bu bahsettigim Gazinolara gitmek icin günlerce öncesinden hazirliklar yapilir, bayanlar terzilere koşar beyler ise en şIK kiyafetleri ile gelirlerdi Gazinoya.. Velhasil Gazino bambaska bir Olay, ve bambaşka bir Kültürdü..

Bu Gazinolarda AS SOLiST sahne almadan önce, saz heyeti sahnedeki yerini alir, ince ayarlarini yaparlar ve Orkestra şefi (genellikle Kemanci) nin işareti ile Program başlardi.. Saz heyetinin Programa başlamasi ile yemek servisi dururdu..

Boylesine şatafatli bir programda Saz heyeti Tambur veya Kanun eşliğinde önce "Ara Taksimi" gecer, daha sonra ise Orkestranin diger calgilari sirasi ile bu nağmelere ayak uydurarak programa katilir, ve 30-40 kisilik saz heyetinin icinde oncelikle calan 2-3 kişi iken gecenin ilerleyen saatlerinde saz heyetindeki BUTUN calgilar sanki birbirlerinden bagimsizmişcasina Cosku ve gurultu ile calmaya devam ederler, bu arada Volume en yuksek perdeye ulaşir, arkasindan ise Final gelirdi...

Adab Usul ve Erkan Boyle idi...

2002 senesinden itibaren hareketine başlayan borsamizda durum farklimi??

Ilk başta belli basli sazlar başladilar...DOHOL, ISC gibi...

Bir muddet bu şekilde gittik..Arkasindan iMKB 5 dedik, yok iMKB 10 dedik..Daha sonra iMKB30'u hatirladik, derken ozellikle son 3-4 aydir iMKB100 deki kağitlardan bahseder olduk..

Hali hazirda iMKB mizde 300 den fazla kagit var, ve pek yakinda bu 300 küsur kağitdan da ayri ayri SES gelirse ben şaşirmayacağim..

As Solistler halen sahnedeler, ve Program bütün HIZI ile devam ediyor, Saz heyeti elemanlari birbirlerinden bağimsizcasina kendi nagmeleri ile ve büyük bir coşku ile programa katiliyorlar..Ve Cok seslilik HAD safhaya gelmek üzere..

Bu Gazino Programi bana yabanci gelmiyor amma??? Yaniliyormuyum??

Kasim 2005
Bikmisbroker

AnnE 27-02-2006 10:44

Vedet oryantel
 
Ahaliciğim ;

Bıkmış Biraderin Kasım 2005 de yazdığı ve şimdi okuyabildiğim gazinolu yazısı aldı götürdü beni bir zamanlara. O zamanların dötlü göbekli amcaları ile altını pırlantası bol zevcelerinin gittiği ağır mekanlar ve raconlarından bahsetmiş.

Evet ,buradaki ahalinin en yaşlıları sayılan 44-55 yaş arasındakilerin o yıllarda (1965-1975) İstanbul'da yaşamışları çok iyi hatırlar.O sayılan mekanlara giden amcalar ve zevceleri nedense yaşlı idi.Kimbilir o zaman insanlar daha mı yaşlı görünürdü ondan mıdır , yoksa kılık kıyafet , bıyık , saç onları yaşlı mı gösterirdi.Şavrole'ye pileymut'a ender olarak Mersedes'e binerlerdi.Henüz otopark ihtiyacı doğmamıştı İstanbul'da.

Bu amcalar ille de karıları ile giderlerdi oralara, zira ille de aynı ev ya da iş muhitinden tanıdıklar da orada olurlardı.Birçoğunun yedeğinde olan metresleri ya da dostları ile gittikleri mekanlar Harbiye-Elmadağ civarındaki gece klüpleri ya da boğazın en kuzeyine doğru ağır balıkçı restoranları olurdu.

Şimdi sizlerin çoğu metres ve dost deyince bunları Televolelerdeki açlıktan şeyi şeyine yapışmış silikon güzelleri gibi birşeyler zannediyorsunuz.Hayır , onlar O amcalara, evde bulamadıkları huzuru vermekle görevli birtakım teyzeler idi.

Hele ki dost denilen ablalar ile metres denilenleri arasında da bir anlam , yaşam ve davranış farklılıkları da vardı.Şöyle ;
metresler , bu '' huzur '' arayan amcalara pek de ufak olmayan hediyeler , paralar karşılığı rahat akşam yemekleri ve hoş cinsellik sunarlardı.Fakat Dost denilen teyzelerin durumu daha farklı idi.

Genellikle görücü usulü ile ve aile büyüklerinin seçtiği '' kendi gratasında''
hanımlarla evlenmiş olan amcalar , o zamanların koşullarında ekonomik özgürlüklerini kazandıkça , daha doğrusu babalarından kalan işlerin gerçek patronları olmaya başlayınca ve zamanın şartlarını babalarından daha da iyi değerlendirip, babalarından daha da fazla para kazanmaya başlayınca , evlerindeki standart huzur onları kesmemeye başlar ve kaşınan oralarını buralarını yatıştırmak için gözlerini dışarı uzatmaya başlarlardı.

Bu amcaların gözü kara ve cinsellik beklentileri ağır basanları bulması pek de zor olmayan metres tutarlar onları paraları ile istediği gibi kullanırdı.Bu metres teyzeler genellikle gece hayatında profesyonel olarak çalışan, ama usul-erkan bilen kadınlardı.

Diğer amcalar ise , genellikle ev hayatının tekdüzeliğinin üstüne hanım-çocuk dırdırından sıkılmaya başlamış ve fakat bunu belli edemeyen , Münir Nurettin'i , Sadettin Kaynak'ı dinlemeyi çok seven , ince hazırlanmış uzun süreli rakı masalarından keyif alan , cinselliği pek de önde tutmayan amcalardı.
Bu amcalar , kendilerine evde olmayan huzuru , ağır rakı masasını sunacak , onları gözlerinin içine bakarak dinleyecek , bazen acem aşiran bir şarkının namelerini gözleri buğulanarak alçak sesle söyleyecek, beraber gülecek ama asla ağır kahkahalar atmayacak , beraber ağlayacak ama asla salya sümük olmayacak, fazla sormayacak , fazla anlatmayacak , ille de aralarında bu paylaşmaların derin gizemini taşıyacak bir hayat arkadaşı ararlar ve '' dost'' tutarlardı.Dostun kirası ödenir , ev masrafı karşılanır arada hoş hediyeler alınırdı.

Metres sahibi olmak bir azgınlığın ifadesi gibi algılansa da , ''dostu olmak '' nedense bir saygınlıkla karşılanırdı sanki.Hatta , metresi var diye dedikodular yapılırken , Dostu olduğunu çoğu zaman evdeki eş bile bilebilirdi.Ve genellikle sorgulanmaz , dost evleri basılıp taşlanmazdı.

Babo'nun bahis konusu ettiği mekanlar işte bu amcaların ve bu amcalar kadar mağrur ya da cesur olamayan daha '' düz '' amcaların ve zevcelerinin '' ağır mekanları idi.

Bu yazı diğer mekanlardan bahsedilmek için yazılmaya başlandı lakin beynimiz ve elimiz bizi başka yerlere götürdü.

O diğer , sanki daha U-30 dışı mekanları daha sonra hatırlayalım.

Bilmem hatırlayabilecek miyim ?

AnnE 27-02-2006 11:41

Uğurlugiller
 
Neyse Ahaliciğim ;

O zamanlar televizyon icad edilmemişti , on evden birinde telefon vardı.Buzdolabı , ele ilk para geçtiği zaman alınması gereken bir orta vadeli yatırım hedefi idi.Araba almak henüz hayal menzilindeki birşey değildi çoğunluk için.

Evinde buzdolabı ve telefonu, altında arabası olan amcalar ve zevceleri işte o Taksim, Bebek, Maksim'deki ağır mekanlarda Zeki Müren,Müzeyyen Senar, Gönül Yazar, sonraları Bülent Ersoy , alt kadrolarında , Ajda Pekkan , Berkant , Kamuran Akkor,Hümeyra,Tanju Okan,Oryantel olarak Romalı Perihan , Aysel Tanju dinler ve izlerler, Babo'nun dediği gibi aslında fiks menü olan servise Viski ,Yanarlı meyva ekleyerek ağır hesaplar öderlerdi.Bu amcaların ya Bakırköy , Kartal , Safraköy (sonra Sefaköy), Kuleli (sonra Yenibosna), Topkapı'da fabrikaları ,Tarlabaşı'nda yedekparça dükkanları, Sirkeci'de, Tahtakale'de,Yağiskelesi'nde,Perşembe Pazarı'nda, Kapalıçarşı'da, dükkanları, Suadiye'de,Bakırköy'de inşaatları olurdu.

Bu amcalar ve karılarının dışındaki insanların gittiği Gazinolar ise Yenikapı'daki GAR ve ÇAKIL , Vatan Caddesi'ndeki LUNAPARK idi.Mahallelerin eski esnafları , nerdeyse bütün devlet memurları, fabrika işçileri , atölye ustaları ve aileleri buralarda dinlerlerdi radyoların içinden çıkıp gelen sanatçıları.

Buralarda üç grupta program yapılırdı : Standart hafta sonu geceleri , Halk Geceleri ve Kadınlar Matinaları.

Hafta sonları daha ziyade İstanbul'a sonradan gelmiş ve işi , dolayısıyla parayı kapmış sonradan görmeye başlayan bıçkın Anadolu adamları ile O iri göbekli amcaların gittiği yerlere gidemeyen esnaf irileri doldururdu buraları.Halk geceleri herkesin gidebildiği gecelerdi , sahne yakınları yemekli , arka taraflar (dühuliye ) ise genellikle masasız olarak düzenlenirdi.Amman o Kadınlar Matinası'
Sabahın köründe ( sabah dört , beş-abartmıyorum.)evin çocukları gönderilir sahneye yakın masalar kapılır.Daha sonra evden getirilmiş dolma, kuru köfte, meyvalarla keyif çatılırdı.Dışardan içecek sokmak yasaktı , ama yine de bitr yolu bulunurdu.Bazen de bir bira açtırılıverirdi şan olsun diye.Sadece kadınlar matinasında , o da sanatçının izni olursa sahnede , yoksa masa etrafında , çocuklar masanın üstünde göbek atılırdı.

Buralara Behiye Aksoy , Emel Sayın ,Gönül Yazar, Mediha Şen, Mustafa Sağyaşar, Yaşar Özel çıkardı assolist olarak.Bazen Zeki Müren'li programlar bile olurdu.Altlarında Beyaz Kelebekler olmazsa olmazdı.

Ahh ;
O zamanlar kişi başı gelir bugünkinden çok düşük olmasına rağmen, paylaşım bugünkü kadar beter değildi.Yarın sıkıntısı vardı ama,kimse kolay kolay olduğundan beter olmazdı.

Daha sonraları paylaşım bozulmaya, hırsızlık,talan, yalan artmaya başladıkça,önce bu mekanlarda , sonra o göbekli amcaların mekanlarında bile,Mine Koşan, Ferdi Tayfur,İbrahim Tatlıses assolist olarak sahne alıp sanatçı olarak takdim edilmeye başlandı.İlk başta fasıla çıkan ağır bestekarların yerini şopar oğlanlar doldurmaya başladı.Bağırarak ya da peçeteye yazarak şarkı isteme seviyesizlikleri , sığırlar gibi göbek atmalar , yan masadakileri eze eze halay çekmeler başladı.

Bu da memleketin hoş kültür tablolarından birinin tarumar edilmesiydi basitçe.
Basitçe kaybettiğimiz birçok insanlık değerlerimizin yanında.

Bilmem ne kaldı elimizde ?


Not : Kazablanka'yı unuttuğum için yazmadım.Zira o yıllarda orası artık sadece treleybüsle ya da yaya ulaşılabilen, extra konserler ya da dernek yemeklerinin falan yapıldığı biryere dönüşmüştü.

Trusty 27-02-2006 14:05

Gecmis zaman olurki hayali cihan deger...
 
Alıntı:

AnnE´isimli üyeden Alıntı
Neyse Ahaliciğim ;

O zamanlar televizyon icad edilmemişti , on evden birinde telefon vardı.Buzdolabı , ele ilk para geçtiği zaman alınması gereken bir orta vadeli yatırım hedefi idi.Araba almak henüz hayal menzilindeki birşey değildi çoğunluk için.

Evinde buzdolabı ve telefonu, altında arabası olan amcalar ve zevceleri işte o Taksim, Bebek, Maksim'deki ağır mekanlarda Zeki Müren,Müzeyyen Senar, Gönül Yazar, sonraları Bülent Ersoy , alt kadrolarında , Ajda Pekkan , Berkant , Kamuran Akkor,Hümeyra,Tanju Okan,Oryantel olarak Romalı Perihan , Aysel Tanju dinler ve izlerler, Babo'nun dediği gibi aslında fiks menü olan servise Viski ,Yanarlı meyva ekleyerek ağır hesaplar öderlerdi.Bu amcaların ya Bakırköy , Kartal , Safraköy (sonra Sefaköy), Kuleli (sonra Yenibosna), Topkapı'da fabrikaları ,Tarlabaşı'nda yedekparça dükkanları, Sirkeci'de, Tahtakale'de,Yağiskelesi'nde,Perşembe Pazarı'nda, Kapalıçarşı'da, dükkanları, Suadiye'de,Bakırköy'de inşaatları olurdu.

Bu amcalar ve karılarının dışındaki insanların gittiği Gazinolar ise Yenikapı'daki GAR ve ÇAKIL , Vatan Caddesi'ndeki LUNAPARK idi.Mahallelerin eski esnafları , nerdeyse bütün devlet memurları, fabrika işçileri , atölye ustaları ve aileleri buralarda dinlerlerdi radyoların içinden çıkıp gelen sanatçıları.

Buralarda üç grupta program yapılırdı : Standart hafta sonu geceleri , Halk Geceleri ve Kadınlar Matinaları.

Hafta sonları daha ziyade İstanbul'a sonradan gelmiş ve işi , dolayısıyla parayı kapmış sonradan görmeye başlayan bıçkın Anadolu adamları ile O iri göbekli amcaların gittiği yerlere gidemeyen esnaf irileri doldururdu buraları.Halk geceleri herkesin gidebildiği gecelerdi , sahne yakınları yemekli , arka taraflar (dühuliye ) ise genellikle masasız olarak düzenlenirdi.Amman o Kadınlar Matinası'
Sabahın köründe ( sabah dört , beş-abartmıyorum.)evin çocukları gönderilir sahneye yakın masalar kapılır.Daha sonra evden getirilmiş dolma, kuru köfte, meyvalarla keyif çatılırdı.Dışardan içecek sokmak yasaktı , ama yine de bitr yolu bulunurdu.Bazen de bir bira açtırılıverirdi şan olsun diye.Sadece kadınlar matinasında , o da sanatçının izni olursa sahnede , yoksa masa etrafında , çocuklar masanın üstünde göbek atılırdı.

Buralara Behiye Aksoy , Emel Sayın ,Gönül Yazar, Mediha Şen, Mustafa Sağyaşar, Yaşar Özel çıkardı assolist olarak.Bazen Zeki Müren'li programlar bile olurdu.Altlarında Beyaz Kelebekler olmazsa olmazdı.

Ahh ;
O zamanlar kişi başı gelir bugünkinden çok düşük olmasına rağmen, paylaşım bugünkü kadar beter değildi.Yarın sıkıntısı vardı ama,kimse kolay kolay olduğundan beter olmazdı.

Daha sonraları paylaşım bozulmaya, hırsızlık,talan, yalan artmaya başladıkça,önce bu mekanlarda , sonra o göbekli amcaların mekanlarında bile,Mine Koşan, Ferdi Tayfur,İbrahim Tatlıses assolist olarak sahne alıp sanatçı olarak takdim edilmeye başlandı.İlk başta fasıla çıkan ağır bestekarların yerini şopar oğlanlar doldurmaya başladı.Bağırarak ya da peçeteye yazarak şarkı isteme seviyesizlikleri , sığırlar gibi göbek atmalar , yan masadakileri eze eze halay çekmeler başladı.

Bu da memleketin hoş kültür tablolarından birinin tarumar edilmesiydi basitçe.
Basitçe kaybettiğimiz birçok insanlık değerlerimizin yanında.

Bilmem ne kaldı elimizde ?


Not : Kazablanka'yı unuttuğum için yazmadım.Zira o yıllarda orası artık sadece treleybüsle ya da yaya ulaşılabilen, extra konserler ya da dernek yemeklerinin falan yapıldığı biryere dönüşmüştü.


Pek Muhterem Valide Sultan,

Kaleminize saglik, yine gozlerim doldu...:(

AnnE 27-02-2006 14:50

Keşke yazmasa mıydım ?
 
Kusura bakmayınız Ahali ;

Bunu da yazmazsam hafakanlar basacak vallahi.Şimdi siz diyeceksiniz ki ‘’Hani bu bahçe beyne tecavüz etmeye yeltenen tuhaf yazıların yeriydi ?’’ ; haklısınız , lakin değilse bile siz o kalemden kabul etmeye gayret gösterin.Yani, hani derler ya ‘’kaçamıyorsan zevk almaya çalış’’ işte öyle bir şey.

Efendim ; bu dost denilen kelimenin benzer gibi görülen ama hiç de alakası olmayan başka bir kullanımı daha vardı o zamanlarda. Hayat Kadını diye anılan , hayatını ,vücudunu muhtelif şekilde kullanarak/kullandırarak kazanan meslek erbabının da dostu olurdu.
Çok eskilerden bindokuzyüzellilere gelene kadar bu dostlar genellikle Samatya’nın(şimdi Koca Mustafa Paşa), Langa’nın (şimdi Laleli), Tatavla’nın (şimdi Kurtuluş) , bıçkın Rum gençlerinden çıkardı. İstanbul’un bu en eski delikanlılarının delikanlılık yapacak ne sayısı ne mecali bırakılmadıktan sonra bu iş İstanbul’un önce anadan babadan İstanbul’lu sonradan Anadolu’dan gelme irice, yakışıklı gençlerine kalmaya başladı.

Bu dostların görevi , dostu oldukları hayat kadınlarını , mesai saatleri dışında koruyup kollamak, onları işyerlerine teslim edip teslim almaktı.Mesai saatleri dışında, iş hayatı ile ev hayatı arasındaki kesin ve keskin çizgiyi koruyarak onların hayatını kazanma yollarının asla namussuzluk olmadığını kanıtlamak uğruna, ekmek parası için yapılan işin ayrıntılarından doğal çevrenin bihaber olmasını sağlamaktı.

Hayat kadınları üç gruptu. Kontrollu yerlerde icrai sanat eyleyen vesikalılar , kontrolsuz yerlerde pek çok risk alarak çalışan kaçaklar ve pavyonlarda patronun azami para sövüşlemesini sağlamak üzere mekana vitrin , masaya meze olan konsumatrisler.

Herbirinin dostu olurdu lakin , kaçaklarınkiler bir beter olurdu.Beli kamalı , eli sarma cigaralı, kadıncağıza doğduğu güne lanet ettiren belalılardı.Ki zaten ‘’kadının belalısı’’ derlerdi tanıyanlar.
Fakat vesikalıların dostları, feleğin tokadının ne mana taşıdığını bilen, namusun tende değil beyinde ve kalpte olduğunu özümsemiş ,lafını,tavrını bilen insanlardı.
Hepsi kadınının parasını yerdi .Ama kimi sadece yer kimi de genellikle yeni ve ‘’ortak aldığı’’ taksisine sermaye ederdi.Borçların bitip birlikte buralardan defolup gidecekleri ulaşılamaz yarınların hayalini kurarlardı küflü evlerin karanlık odalarında karşılıklı rakı içerken.
Bu kadınlar , ‘’normal’’ ailelerle aynı semtlerde oturur , herkes dostunu da tanır, ama kimse dışlamazdı bu garip saatlerde çıkıp giden ve daha garip saatlerde geri dönen komşuları. Onların da bakkalın veresiye defterinde sayfaları olurdu.Onlar da kapının önünden zerzevat alırlardı.Ama gece bekçisi nedense onların kapısında düdüğünü daha kuvvetli öttürürdü.Mahalleye en yakın kuaförün en iyi müşterisi , komşu kadınların tek saç modeli esinlenme kaynağıydılar.

Ne gece bekçisi kaldı, ne zerzevatçı ,ne de gözünü kaçırabilme asaleti.

Namus mu ?
O şimdi köşe dönmenin yollarını arıyor.

alihoca 27-02-2006 21:04

Dost Dost Diye
 
Görüldüğü üzre,
Güzel AnnE’miz sağ olsun bizi hiç düşünmez.Topu topu iki saatte lönk diye üç yazı birden yazar koyar gider.Şunun şurasında yazan,yazamayan var,kıskanan çatırdayan var.Sonracığıma efendim,nazar olur göz olur Allah Göstermesin,değil mi canııım.Şu yazıları tek tek göndereyim yavaş yavaş hazmederek ve dahi tadını çıkararak okusun cümle alem demez.

Öğlenden beri okuduklarımla zevkten dört köşe,yazacaklarımla daha doğrusu yazamayacaklarımla sinir küpü,homu homur homurdanır halde salonlarda dolaşırken beni gören çoluk çocuk bulaşmayalım çalıyı dolaşalım misali dört bi yana kaçışıyorlardı ki sormayın gitsin.Allah vere,takıntılı olduğum ‘Dost’ kavramını bir yerlerde işlemiş görünce nasıl can simidi gibi sarıldım bilemezsiniz.

Kimi zaman yazılarımda değindiğim ayrıca SELAM olası bir gönül dostunun meclisinde yazdığım bu yazıyı okumayan Dostlara sunup kurtulayım dedim.Okuyanlar renk vermesin kurban olayım.

Kanımıza giren Dost zehri üç-beş diyebileceğim yaşlarda adeta damardan zerk edilmişti diyebilirim.Ki o zamanlar kömür kullanmak bile yaygın değildi.Teneke soba devri olarak adlandırdığımız dönemler deyip geçelim.Kışın çatı ayaz denilen soğuklarında odunun sönmesi geç olan köklerinin yakıldığı zamanlardı kısaca.

Hatırlatın da,bir gün Size,bu teneke sobaların yandığında sobaya dönük taraflarınızı nasıl kızartıp,arka taraflarınızın ise donmasına önlem olarak Mevlana gibi nasıl dönülüp durulduğunu anlatayım.

Yaza yaza artık ezberlettiğim ağabeyim olacak mendeburların kendi odaları vardı.Eh çağlarının en revaçta gençleri olarak kurdukları guruplarının sık sık bizim evde toplandığını da ekleyeyim hemen.

Sabahın köründe lokantayı açacak olan Babamlar gaz lambasını erkenden söndürüp,deyim yerinde ise tavuk gibi tünedikleri geceler ise geçmek bilmezdi adeta.Hele yan taraftan şen şakrak sohbetin sesleri geldikçe,uyu da göreyim. Sessizce yataktan süzülüp ‘şık düştü’ denilen kapı mekanizmasını,ses çıkarmadan açmak için geliştirdiğim yöntemi kullanarak,salona ve dolayısı ile abimlerin kapısının dibinde dinleme pozisyonu alırdım.Bulabildiğim çaput,kilimler ile sarınıp sarmalanırdım ki,görseniz çadırında oturan Kızılderili reisi sanırdınız billahi.

Diyeceksiniz ki buz gibi soğuk salonda niye dinliyorsun?Gir içeri sobanın dibine otur.Nereye oturuyon kardaşım? Mendebur diye boşuna mi dedik.Almazlardı ki içeriye.Hadi almadıklarına bir şey diyemiyorduk mecburiyetten,ama kapıda dinlerken uyumuş bulduklarında yediğim zılgıtları bir ben bilirim,birde zılgıtları atan o adiler.O zamanlar içimden söylediklerimi hiç yazmayayım ama şimdilerde başlarına dakkada bir kakıyom, burunlarından fitil fitil getiriyorum diyeyim de sinirimi anlayın.

Kız arkadaş edinme,elde tutma,kız arkadaşımız yanımızda iken sataşan diğer erkeklerle kavga taktiklerinden tutunda,harçlık paylaşmaktan dert paylaşmaya,memleket meselelerine varıncaya değin öyle güzel muhabbetler yaparlardı ki,dinlerken dahi içim giderdi inanın.İçim giderken,sesleri duymak için ne kadar yaklaşsam da duyamadıklarıma ettiğim isyanı da anlatamam yani.Onları da tahmin yolu ile tamamlardım ancak.

Kızlara herkesin görebileceği şekilde arkadaşlık teklif etmek zinhar denilebilecek yanlışlardandı.Yine duyabildiklerimden;bos kibrit kutusuna yazılmış mektubu,sevgili adayı dışında hiç kimseye çaktırmadan atmanın yani sıra,kibrit kutusuna sığabilecek kadar kısa ama anlamlı yazmanın,ince teknikleri üstüne ne kadar kafa yordum bilemezsiniz.

Tabii ki;
Duyduklarımı hemen ertesi gün,kurduğum bizim gurupta uygulamaya çalıştığımızı,en azından talimler yaptığımızı tahmin edersiniz.Talim yaparken cebimde unuttuğum kibrit kutusunun,sigara içtiğim kanısına hükmedilerek yediğimiz kötekler işin tadı diyemesem de tuzudur.

Lakin bizim oraların şehir dediğimiz yerleşim biçimine İstanbul’da köy dediklerinde nasıl bozulduğumdan bahsetmeden geçmek olmaz.Örneğin tatillerde köye mi gideceksin? dediklerinde ki hissiyatımı anlatmaya kelimeler yetmez.Simdi burada köylü olmaktan utanıyor musun? gibi hafiften sokuşturmalı iğneleyici soru sormayı aklınızdan dahi geçirmeyin kurban olayım!

Adamlar köyü köy anlamında kullansalar,havada kapacam ama nerdee...Öyle bir köy deyişleri var ki,sanki mağarada yaşıyor avcılık ve toplayıcılıkla geçiniyoruz gibi bir komplekse kapılırsın.Kapılırsın ne kelime gark olursun,ki benim diyen psikologlar kurtaramaz billahi.

Hadi benim ki neyse de,koskoca Gaziantepli Arkadaşı;kız arkadaşları memlekete öpüp koklayıp gönderirken, ‘Köyden dönünce mutlaka ara yada uğra’ filan diye,bir sokuşturmuşlar ki sormayın gitsin.Çocuğun anlatırken yüzünü görmeliydiniz.

-Tayin isteyip gidecem buralardan abi,bunların yaptığını yonanlı yapmaz…
Diye,kaç zaman söylendi durdu garibim.

Kalksan;Otuz kırk bin nüfuslu yerlere köy mü denir? A benim,harita,coğrafya cahillerim deseen,olmaz.Niza çıkar,küslük dargınlık derken iş uzar gider.

Bak simdi bir de,İstanbul’un zengin ve entelektüel çevrelerinde İstanbul dışında her yer için bir ‘Taşra-Taşralı’ deyişleri vardır.Tabii beni tenzih etmeyi de ihmal etmez haspalarım.Etme ulan,tenzihine de size de diyecem olmayacak simdi.

Hele hele taşra derken kullandıkları ses tonu ve vurguyu anlatmaya kalksam,
Anadolu’dan okuyacak Dostlarımız;

Olmamış kardaşım,İstanbul’u hala fethedememişiz,
Şurdan kılıç,kalkan taş sopa neyin kuşanıp şu isi toptan bitirelim diye yollara düşersiniz diye korktuğumdan anlatmasam daha iyi olur.

Neyse benim çocukluk,ağabeylerim gençlik dönemlerinden devam edelim.Anadolu milattan önce diyebileceğim bir zaman diliminde,namus anlayışı yada geleneklerinin etkisi ile genellikle karşı cinsle ilişkiler;tavlamak,çapkınlık, sevgili,aşk,aşık,nişan,nikah,evlilik boyutunda yürütülmeye çalışılırdı.Eh!oğlunuz yapar ise;erkeklik,aslan oğlum kardaşım,kızınız yaparsa;’vaay namusumuz iki paralık’ muhabbeti malumunuzdur.Bunun muhabbet olarak kalmadığını da onca Cüneyt Filmlerinden ezberlediğiniz için kısa keseyim dilerseniz.

Bunların dışında,yani sadece cinsel odaklı olmayan bakış ve yaklaşımlarla arkadaş,dost ilişkileri de,kurunun yanında yanan yaş misaliydi kısaca.Okuldan çıkan kızlı erkekli guruplar,kapı komşuları ile birlikte yürümeler adeta şüphe dolu göz hapsine mahkumdu.

İlk gençlik yıllarına sığdırabildiğimiz hemcinsimizle serbest, karsı cinsle yasak,kaçak,göçek ilişkiler sonucunda,üniversite ve is yasamı için çıktığımız büyük şehirlerde,biraz kırıp,dökerek de olsa, adeta yeniden keşfettik kız arkadaşlarımızla sadece cinselliğe mahkum olmayan paylaşımın,dostluğun güzelliğini.

Her ne kadar;
Sınıf,ırk,din,dil,cinsiyet,siyaset farklılığının en az etkilediği kavramlardan birinin Dostluk Kavramı olduğunu öğrensek de,

En çıkarsız,fesatsız ve hiçbir kişilik-ego yarışı içinde olmayan ve dahi anlatıp paylaşılanları sonradan tehdit-şantaj malzemesi olarak kullanmayan,dost omuzlarda ki ağlayışı ise zayıflık olarak nitelemeyen,

Vefalı Güzel Dostlarımızın en başında gelenlerin,çoğunlukla karşı cinsten Yiğit Dostlarımız olduğunu da gördük.Desem yanlış olmaz sanırım.

Eveet..
Taa fi tarihinde bizim mendeburların aşıladığı ve zamanla bizim de adeta kutsallaştırdığımız,

O ;
Yalansız,çıkarsız,yiğit DOST anlayışı,arayışı,sevgisi sürer gider.

Üstelik kimi zaman;
Yaratılışımızda içimizde hep var olan çirkinlikleri,bencillikleri,egosu galip gelen,İNSAN unsurunun;yarattığı yorgunluklara,kırgınlıklara RAĞMEN,hep sürer gider.

Çook az bulunan GÜZEL DOSTUN DEĞERİNİ kırmadan,kaybetmeden önce bilebilmek dileği ile,

Dostlukla kalın.
Saygılarımla

AnnE 28-02-2006 11:29

Bak kusuruma be Hocam !
 
Şu kanlı zalimin ettiği işler
Garip bülbül gibi zareler beni
Yağmur gibi yağar başıma taşlar
Dostun bir fiskesi pareler beni.

Pir Sultan Abdal’ım can göğe ağmaz
Hak’tan emrolmazsa ırahmet yağmaz
Şu ellerin taşı bana hiç değmez
İlle dostun gülü yareler beni



Ahali ;

Hızır denen busht Aslı adı Haydar olan Pir Sultan’ı satışa getirip, onun sehpa yolunda herkesin taşlaması için verilen talimata uymaz gibi yapıp taş yerine gül atınca Haydar yukardaki deyişi söylemiştir.


Aslolan dost değil dostluktur.Zira dost kelimesi ‘’ olmuşu’’ taşır, dostluk ise beklentiyi.
Beklenti iyidir; şu bizim endexe benzer , varsa alınır ; gerçekleştiyse satılır.
Beklenti alınır, gerçekleşmeler satılır.
Dostluk alınır , dost satılır.

Neyse gererek başladık; kusura bakmak serbesttir.

Birine dost diyebilmek , gerçekleşmiş alışverişlerin üçüncü seviyeden yeknesak hesap planındaki hesap dökümüne benzemez .Oradaki alacak ve borçların içinden zor çıkılır.Çıkılması da gerekmez aslında.Zira herkes o hesap planının detayına değil kar/zarar hesabına bakar önce.Bu hesapta bir yamuk varsa başlar ayrıntılı incelemeye ; kim kime ne vermiş ; kim kimden ne almış diye.

Dostluğun kar zarar hesap kodu olmaz ; o hesaba bakıyorsan o hesaplaşmanın adına d-o-s-t harfleri fazla gelir.Lakin var mı bu dünyada hesapsız dostluk , efsanelerin dışında ?

Siz iyisi mi arkadaş edinmeye çalışın; dost aramak beter iştir.Arkadaşın kökünde arka vardır , arkanı dayamak vardır, arkayı kollamak vardır.İyi bir şeydir zira alışveriş vardır arka arkaya verebilmek elele, omuz omuza, yanyana olmaktan iyidir ; arkandan vurulma ihtimalini azaltır çünkü arkanda biri vardır ; önün açıktır , arkandaki senin ileride yapacaklarını bilemez.
Oysa dostun ve dostluğun önü arkası yoktur.Çünkü dost yoktur.Almadan vermek yoktur; vermeden almak zaten yoktur.

‘’Vardır !’’ diyerekten ispata kalkışmasın kimse ; alayını vururum yüzüne dostça.

Siz yine de dostlukların peşini bırakmayın , beklenti iyidir; hayat endeksinizi yükseltir.

Bilmem kafanızın içine ettim mi ?

Arka'daş 28-02-2006 17:38

Arka'daş
 
Merhaba,

Ayağımın tozuyla ,arka bahçe ye bir de arka'daş kabul buyurursanız bende eteğimde ki taşları paylaşmak isterim.

Sevgiler,

Arka'daş.



Eski Türklerde Askerler savaşırken arkadan gelecek herhangi bir saldırıyı kontrol edebilmek için sırtlarını bir ağaca, kaya veya taşa vererek ok atarlarmış.


Atalarımız genelde bozkır hayatı yaşadıkları için bu sırt dayanan nesne genelde bir taş veya kaya olurmuş, yıllar sonra bu sırt dayanan taşın ismi ARKA-TAŞ' dan ARKADAŞ şeklinde dilimize yerleşmiş ve bugün bile güvenebileceğimiz bizi arkadan vurmayacak olan samimiyetine güvendiğimiz kişilere verdiğimiz isimdir.

Ömmes 01-03-2006 01:21

Kayıp bir sanat dalı hk.
 
Alıntı:

Master´isimli üyeden Alıntı
Ölçü ölçülcek için vardı


Epeyi eski bir zamanda birbirleri için ne ifade ettiklerini bilemeyen bacak kadar iki çocuk bir pansiyonlu ilkokul binasında tozutmakla meşguldüler.

Söz dinlemek o çocuklar daha doğmadan zaferi kazanmıştı. Onlar büyüklerin sözünün dinlendiği bir dünyaya doğmuşlardı. Kahramanların olmadığı bir devirdi, onlar aniden ölüvermişler kimse ne olduğunu anlayamamıştı. Yerlerine büyükler, doğru bilenler ve onlar için düşünenler vardı. Ben bu pırasayı yemem yoktu, bedeli vardı, ödenirdi, öğrenilirdi. Böyle martiksvari mükemmel bir armonik dengede yan yana düşen iki çocuktan birisi bir gün teneffüs esnasında diğerine spontane bir öneri yaptı.

Teneffüs denen zaman diliminin çok özel bir anında bulunuluyordu. İnsanın diyaframından girip kuyruksokumundan çıkan manaların yüklendiği ses duyulmuş idi. Tıpkı pırasa yemenin öğrenildiği gibi öğrenilmişti o sesin beklentileri. Öneri şuydu: “Boşver”.

Fazla konuşmayı da bilmezdi zaten çocuklar, dilleri olmamıştı, onlar bağrılan, istenen, ve arka sokakta ve cadde berisindeki kenar mahalle abilerinden öğrendikleri küfürlü şeylerin dil sanıldığı devirde idiler henüz. Dilleri olmadığı için anlayışları da saftı, bir şeyi anlamaları için sorgulamalarına gerek yoktu. Bunu öneren çocuk da nasıl bu öneriyi yaptığını anlamıyordu, şaşkınlığını arttıran, arkadaşının yüzünde gördüğü, sanki onda hep bunu aramış ve beklemişçesine korkutucu, bir o kadar da tanıdık ve cezbedici kabullenme oldu. Önce öbek öbek büyük kapıdan kıyma makinasına giren güruhun gerisinde kaldılar, sonra bir ağacın arkasına gizlendiler. O güne kadar bildikleri tüm ölçüler ve kavramlar ağır ağır büyük kapıdan içeri süzüldü ve kapı kapandı. Aslında belki üç belki beş dakika geçmişti ama birbirleri için ne ifade ettiklerini bilemeyen o bacak kadar iki çocuk ilk defa bu çeşit bir yalnızlıkla yüzleştiler o ağacın arkasında. Neden dünya daha evvel böyle sessiz olmamıştı, böyle büyük, böyle yaşlı, böyle umursamaz ve yabani.

Çocuklardan biri diğerinin yüzüne baktı. Gördüğü yüzün yakınlığını aynada kendi yüzüne baktığında dahi görmediğini farketti. Sonra da diğeri arkadaşının yüzüne baktı. Tarifinin ölçüsü olmayan uzun bir zaman süresince o ağacın yaprakları mırıldandı, çocukların kulakları duydu ama anlamadı.

Bedeli ağır oldu tahmin edersiniz. Kulakları çekilip sınıf huzurunda 30 santimlik tahta cetvelin geometrik bi hadise olmadığı, aslında bilimsel pedagojinin işkence aleti olduğu canlandırıldı hayatlarında ilk defa birinci sınıflara. Arkasından ağıtlar yaktığı, saygı duruşlarında bulunduğu, masallar düzdüğü kahramanlara karşı savaşını hiç de kolay kazanmamıştı otorite, öyle bacak kadar çocuklara zaten pabuç bırakılmazdı. Bedel evlerde de ödenmeye devam edildi, ama kimse o ağacın arkasında çocukların birbirlerinin yüzünün neminde ne gördüklerini bilemedi.

Neyse efendim bu iki piçkurusu, aniden kendilerini iki hayat yaşar buluverdiler. Derslerini kuzu kuzu dinleyip bardak ve ters bardaklarını çiziyorlardı10’ar 10’ar. Teneffüslerde ise olmadık işler yapıyorlardı. Manasız bir şekilde okula top getirmek yasak olduğu için dışarıdan getirdikleri çam kozalaklarının, hareketleri öngörülemeyen mükemmel toplar olabileceğini öğrettiler arkadaşlarına. Ama bunu öğrenen boynuzlar anında kulağı geçip bizim iki velet takım dışı kalınca bu sefer kendi içinde mantıklı görünen fakat aslında absürd olan oyunlar icadetmeye başladılar. Bu da onları kesmedi, delirmek istiyorlardı. Vaziyete uyanan üç piçkurusu daha onlara katıldı bu arada. Bir ara okul duvarının berisindeki metruk konakta hayalet olduğu söylentisini yaymışlardı. Söylenti ayyuka çıkınca çocuklardan biri ucuz kahramanlık maksadıyla, pencereden fırlayan sınıfın iki güzel kızından birine ait bir kokulu silginin peşinde duvardan tırmanıp karşı tarafa geçti, fakat konak bahçesinde fiktif poltergeist’lara rahmet okutacak vahşileşmiş reel köpekler olduğu anlaşılınca, önceden okulun tavan arası talan edilirken ele geçirilmiş ve belki lazım olur diye camdan arka bahçeye atılmış ve keçiboynuzlu ağacın dibine saklanmış bir sicim balyası sayesinde kurtuldu (hadi itiraf edeyim bu beyinsiz ben oluyorum).

Ve sıra dayakları. Bilimin ve eğitimin 30 santimlik tahta sopaları. Çocuk dayak işlemine maruz kalmakta olan arkadaşının yüzüne bakardı. Ağaç arkasından bildiği o yüz acıyla gerilir, kızarır idi. Dil henüz icadedilmemişti, ne zaman icadedileceği de belli değildi.

Evlerde de durum acayipleşmişti. İlk Günaydın uzay ansiklopedileri alınıp gezegen isimleri ezberlenmeye başlandığında okuma bayramına aylar vardı. Minik roketler aldırılıyor, içlerindeki pamuksu zımbırtıların birleştirilmesi halinde birinci çocuğun evinin az ilersindeki arazide ansiklopedide hayran olunmuş Satürn 5 roketinin bir benzerinin yapılabileceği konuşuluyordu. Okulda ise 1-B uzaylılara merhaba derken öğlen teneffüslerinde çalışan Yeşilköy – Jüpiter füze hattı hizmete girdi.

Bütün bunlar kah eğlenceyle, kah o iki çocuğun kendi kendilerine yarattıkları sırlarla, bir türlü patlamayan ilaç karışımlarıyla, tahta cetvellerle sürüp giderken, çok özel bir güne gelindi.

Sözkonusu okulun korunaklı bir sahile inen parmaklıklı ve her daim kilitli bir kapısı vardı, ve haliyle kahramanlarımız basket sahası cenahındaki, bir çalı öbeğinin arkasında kalan çit tellerindeki açıklıktan, ve bu açıklığın direk parmaklıklı kapının berisindeki merdiven başına çıktığından kimsenin haberi olmadığına emindiler. Merdiven çakıllı bir sahile iniyordu. Sahilde kimsesiz bir kayık vardı. Ötesinde dehşet verici bir engin. Konuşmalarına gerek olmamıştı, o sahile ilk indiklerinde de her ikisi de biliyorlardı.

... Tarih saptandı. Arada okuma sökülmüştü, çocuklardan birinin getirdiği bir harita üzerinde nerede bulunulduğu, bu veletleri ne yapması gerektiğini bilemeyen sınıf öğretmenine teyid ettirilip rota çizilmişti. Eğlenceye sonradan katılan üç çocuğun bile gelmekte olandan haberi yoktu. Artık teneffüsler sınıfta geçmeye başladı. Dışarıda yaratıcılık yerini kuru azgınlığa bırakmışken, bir upuzuuun hafta boyunca gözleri ne sprint şampiyonalarını, ne revirin ecza dolabını aramadı.

Tahayyülde sonsuza kadar sürecek denizlerin büyük fethinin başlangıç sabahı okula gelen ilk veledin çantasında şunlar vardı: Bir adet havlu, bir adet gömlek, bir adet denizle alakalı olduğu bilinen fakat neye yaradığına dair bilginin denizlerin fethi esnasında edinileceği umudedilen plastik şey (ki bu bir şnorkeldi), ve dünya seyahati boyunca yenecek olan bir adet sucuklu tost. Her ne kadar öbür fırlamanın okul çantasına da benzer absürdlükte şeyler gizlenmiş olsa da bu arkadaş daha akıllı olduğu için babasının takımlarının içinden bir çapari yürütmüş ve yoldaşının büyük takdirini kazanmıştı.

1974 senesinin Nisan ayında Yeşilköy sahilindeki bir pansiyonlu ilkokulda sabah saat 9:30 – 10:00 sularında iki adet birinci sınıf öğrencisinin kayıp olduğu okul müdürlüğüne bildirildi. Yapılan teferruatlı aramalar, olayın polise bildirilmesine gerek kalmadan sözkonusu iki çocuğun sahildeki sandal hurdasının başında tost ve köfte ekmeklerini yerken bulunmalarıyla noktalandı.

İki sene sonra çocuklardan ilkinin kaydı yabancı bir memlekete alındı. Dört yıl azalarak süren yazışmaların akabinde memlekete dönen bu çocuk Yeşilköy tren istasyonunda buluştuğu dostunun yüzünde ağaç arkasında gördüğü kendi siluetini aradı.

Birbirleri için ne ifade ettiklerini bilememiş olan sözkonusu iki çocuk yaklaşık olarak 25 sene evvel birbirlerinin izini bir daha bulamamacasına kaybetti.

Metin Yüce’nin Dostluğunun anısına



PS: Artık bacak kadarlıktan çıkıp bir deveye dönüşmüş olan çocuklardan ilki geçen sene okulunu ziyaret etti. Herşey yerli yerindeydi, binanın kokusu, parmaklıklı kapı, keçiboynuzlu ağaç, yere 60 derece eğimle durup en delikanlının koşarak en yükseğe çıktığı, bedel olarak beyin üstü yere çakıldığı çamağacı, basket sahasında koçanlar, öğrenciler sınıflarındaydı. Metruk konağın yerinde ışıltılı bir apartman vardı, vahşileşmiş realite köpeğinin bahçesi otopark olmuş. Engin? O doldurulmuş ve çevre dostu bir belediye tarafından anlamlı olduğu düşünülen bir park haline getirilmiş.

bikmisbroker 01-03-2006 20:08

Hazir Piyasa bosken..Kimse yazmiyorken..Gecilmeyecek At yoktur...
 
Alıntı:

alihoca´isimli üyeden Alıntı
Görüldüğü üzre,
Güzel AnnE’miz sağ olsun bizi hiç düşünmez.Topu topu iki saatte lönk diye üç yazı birden yazar koyar gider.Şunun şurasında yazan,yazamayan var,kıskanan çatırdayan var.Sonracığıma efendim,nazar olur göz olur Allah Göstermesin,değil mi canııım.Şu yazıları tek tek göndereyim yavaş yavaş hazmederek ve dahi tadını çıkararak okusun cümle alem demez.

.................................................. ..........................................
Dostlukla kalın.
Saygılarımla


Efendim, Sayin Ali Hocamizin yukarda Dayanamayip itiraf ettigi uzere, Benim gibi yazi yazma ozurluler Onceki sene (Yani Kasim 2003 de) basladigim ve gecen sene (kasim 2004) bitirdigim Gazinolar ile ilgili yazim uzerine Sevgili Valide sultan AnnEmiz, sabah, oglen ve aksam olmak uzere 1 gunde 3 adet yaziyi yemeklerden sonra SAK diye buraya oturtunca, hem o yazilari okumak, ders almak geregini hissettim, Hem-i de sittin sene gecse yapamiyacagim bu kalemsorluk vaziyetlerinden dolayi Hasetten catladim Cattt diye ortadan..
Hazir diger Beylerdereli kardesimiz serdarkus henuz ISINMA turlari atarken de, bir baska zaman zarfi icerisinde ve tarafimdan yazilmasi yine 6 ay ile 12 ay arasi suren bir BASKA yazimi buraya derkenar etmeye Karar verdim.

Lakin, Valide sultan Gazinolar ile ilgili yazimdan sonra Hasirt diye 3 tane yazi yazdiki, hele bu yazimdan sonra Veliefendinin ve oradaki bil-umum JOKEY ve ATlarin, ve de seyislerin dahi yeddi sulalesini buraya Hikaye etmesinden korkarim..

Saygi ve sevgilerimle arz ediyorum...

Bikmisbroker
Alıntı:

Gecilmeyecek At yoktur...

Pek cogumuzun bildigi izledigi veya sevdigi aktivitelerden bir tanesi de "At yarislaridir".. Bu at yarislari hele hele Veliefendi hipodromunda Guzel bir bahar gunu gunluk guneslik bir havada yapiliyorsa seyrine doyum olmaz..
Ben muptelasi degilim, ganyan oynamayi da sevmem ancak at yarislarini izlemeye bayilirim.. 40 yilin basinda bir sebep olacak, LOCA da yerler ayirtilacak gidecegiz, oturup yemegimizi yerken, 1-2 duble birsey icip keyf ile at yarislarini izleyecegiz..
O atlarin yaris oncesi seyisler esliginde gezdirilmesi, (Padok diyorlar heralde oraya??) daha sonra Jokeyler ile beraber "Starting Box'a" girisleri ve yarislarin baslamasi..
Buyuk heyecan aslinda.. Daha da buyuk heyecan ise Yaris muptelalarinin yaris suresince Bagirismalarini Cagirismalarini izlemektir..

Evet evet ben yarislarin yani sira ozellikle bu coskuyu izlemek icin giderim Veliefendiye.. Cok seneler once Karakoy de Ufacik seans salonunda Hisse alim satimi icin dolusan, en baslarda COGU EMEKLi Ogretmen olan yatirimcilar gibi..

Bu yatirimcilar Yakin gozlugunu takar elindeki bultenden (Calistigi araci kurumun cikardigi 2-3 sayfalik bir bulten) Ilgilendigi Kagit ile ilgili bilgileri okur, daha sonra sigarasindan derin bir nefes alir (O zamanlar o ufacik salonda ilk baslarda sigara icmek serbestti) ve UZAK gozlugunu takarak, hafifce gozleri KISIK bir sekilde ilerde tahtalarda yazili olan ALIS ve SATIS emirlerini okumaya calisirlardi..

Veliefendide de benzer bir durum her zaman gozlemlemisimdir oldum olasi..O Uzakdan Hangi atin hangi JOKEY ile nasil "Starting BOX" dan nasil ciktigini Nasil viraja genis girdigini kacinci metreden sonra NASIL bir atak yaparak nasil one gececegini..O kadar enteresan DETAY lardir ki bunlar..

"-Suleyman biniyor olacakti ki??" sen goresin bu kisragi..

Seans salonunda ALIM-SATIM yapmaya calisan emeklim de boyleydi.. Tahta tavana mi gidiyor? Tabanami?? 2000 TL ye Mensucat santral mi olurmus?? Hele hele RABAK??
O koskoca fabrika yeniden kurulmaya kalkilsa Hisse basina en az 10.000 TL gerekirmis?? Al sana Temel analiz? 1 dakikada Piyasa degeri, 2 dakikada Defter degeri??
Bi de yuksek mi yuksek bir rakam hedef telaffuz edilirdi.. Al sana Teknik Analiz!!! Birsey degil kendi ifade ettiklerini 10 dakika sonra yanindakinden duyar ve kendileri de inanirlardi..O kadar ki kagitlari hic dusmeyecekmis gibi davranirlardi..

Ya Veliefendidekiler??? "1500 metre Kumda onu gececek kisrak daha dogmadi.." Hele hele suleymen ile sahlanir o at be??
Oynadigi butun yarislarda O ati Banko yazar..Ve bir turlu de gecilecegine ihtimal vermez..

Bir gun o Localardan birinde Yarisseverlerden biri tarafindan bir yerlere yazilmis bir yazi dikkatimi cekti.."Gecilmeyecek AT, *Sevilmeyecek AVRAT yoktur!!"..
Belli ki bu yarissever bu isin sirrina ermis?? Muzurluk degilmi?? Ben de hemen altina ekledim...
"Dusmeyecek KAGIT yoktur!!"

Donem donem kagitlarin degismesi gerekir, Ganyanda ki atlarin degistigi gibi..
Donem donem LOCA da oturup SADECE izlemek gerekir,
Ve mutlaka KENDINCE bir disiplin sahibi olmak gerekir..
Unutmayalim, Gecilmeyecek AT, Sevilmeyecek AVRAT, Dusmeyecek KAGIT yoktur...


Saygilarimla,

Bikmisbroker

(*)(Not;Yazinin aslinda "Gecilmeyecek AT, Dusmeyecek KAGIT yoktur" kisminin arasinda virgulden sonra burada yazamiyacagim mustehcenlikde bir baska ifade daha var..O ifadeyi burada alenen yazamadigim icin kusura bakmayin, "O ifade yerine kibarcasini yazdim..)

AnnE 02-03-2006 10:14

At vs Baht
 
Ahali ;
Vermeyin bana gazı.Lütfen yazdığınız yazılar bana bir şeyler hatırlatmasın ; yaşamışlıkların uyandırdığı yaşlanmışlık orama burama vuruyor.

Efendim , O göbeği ve ensesi kalın amcaların Taksim, Caddebostan,Bebek gazinolarında zevceleri ile musiki dinlediği yıllarda , Veli efendi Hipodromu’nun etrafı Türkiye’nin yegane mensucat merkezi idi.Bozkurt , Akfil , Aksu , Kartaltepe, Sümerbank ve Narin Mensucat fabrikaları hipodromu Zetinburnu’ndan Yenimahalle’ye kadar sarardı.Tekstil denilen sanayi bu memlekette hemen hemen sadece bu kadardı Haliç’teki Bahariye Mensucat ve Altınyıldız fabrikalarını saymaz isek.O zamanlar konfeksiyon diye bir şey yoktu ; erkek elbiseleri ve hanım tayyörleri terzilerde bu müesseselerin kumaşlarından diktirilirdi en az iki prova ile.
Trikotaj diye bir sanayi zaten yoktu ; kazak, hırka ,kaşkol evde örülür ; iç çamaşırı Tahtakale civarındaki çamaşır atölyelerinde ya da Bursa da dokunur, dikilir ve satılırdı.Ki iç çamaşırları da genellikle trikodan değil pazen kumaştan mamul idi.

Neyse ; Veliefendi’de yarışlar Çarşamba, Cumartesi ve Pazar günleri yapılırdı.Hipodroma , ya banliyö treni ile gelinir, Yenimahalle istasyonunda inilerek yürünür , ya Bakırköy Meydanı’ndan (şimdiki Özgürlük Meydanı) Osmaniye dolmuşu ile gelinir ,ya da 84 numaralı Eminönü-Osmaniye İETT otobüsü ile ulaşılırdı.
Hipodrom ve seyir yerlerinin şekli şemali , teknolojiyi saymaz isek o gün bugün pek değişmedi.En büyük değişim Efes Pilsen’in ‘’ bira bu kapağın altındadır’’ reklamlarını bangır bangır her tarafta herkesin kafasına kazıdığı ‘’birahane’’ yıllarında hipodromda adeta bira içmemenin yasak olduğu dönem ile biranın uluorta satılması ve reklamının yapılmasının yasaklandığı dönemin arasıdır.

Veliefendi’ye ‘’normal’’ müptelalar normal gişelerden biletle girerdi.Ama büyük çoğunluk ya sahil tarafındaki Sümerbank Fabrikası’nın yanındaki bataklıktan yürüyerek, yada at ahırlarının olduğu Osmaniye tarafındaki tel örgüler arasından ya da hiçbir şeyin olmadığı Bozkurt Mensucat tarafından elini kolunu sallaya sallaya girerdi.Özel güvenlik falan gibi şeyler henüz icat edilmemişti memlekette.

Bilgisayar denilen şey herhalde ilk burada kullanılmaya başlanmıştı.İkili ve Çifte Biletleri gürültülü ve kocaman makinelerde basılır, üçlü ya da altılı ganyan kuponları ise gişede üzerine damga vurularak geçerlilik kazanırdı.İlk kopyası veznede , alttaki damgalı karbon kağıt kopyası mudide kalırdı.

Üçüncü yarıştan itibaren kapalı salonlarda, padok etrafında sergiler açılır , ilk ayakları tutmuş kuponlar anında belirlenmiş piyasa fiyatları ile satışa çıkarılırdı.Kağıdın değeri üzerindeki henüz koşulmamış yarışlara yazılmış atlara göre belirlenirdi.Ki o saatler artık tüyoların iyice havada uçuşmaya (uçuşturulmaya) başladığı saatlerdi.Dördüncü hele ki beşinci ayaktan sonra bu kağıtların değeri süratle artmaya başlardı.Ama ortalıkta hiçbir sürpriz yoksa çoğu zaman tutan kağıdın ikramiyesi, ödenen paranın altında kalırdı. (bu size neyi hatırlattı bilemem)

Bir de ödemecilik diye bir yan sanayii vardı Veliefendi’nin.Birtakım emekliler ( demek o zamanda emekliler varmış!) ve ergen çocuklar ellerinde iyice bozukluk haline getirilerek çok görünmesi sağlanmış (zengin görünmek demek her zaman güven verir kabul edilirmiş) para desteleri ile her yarış sonrası süratle ortalığa dökülürlerdi.Ödemeciler , koşulan yarış sonrası ikramiyesi açıklanan ikili, çifte, ganyan yahut plase kuponlarını tutmuş ikramiyenin 5 kuruş ya da on kuruş altına satın alırlardı.Zira ehlikeyif müptelalar yarış sonrası tahsilat için vezne kuyruklarında beklemekten üşenirlerdi.Hatta çok kalın enseli ve çok oynayan bazı yarışperverlerin özel olarak sürekli yanında gezdirdiği, güven kazanmış bazı Osmaniye çocukları olurdu ki , bu çocuklar bu amcaların kuponlarını yatırır veya tahsilatlarını yapar, gün sonunda da amcanın şansı ya da keyfine uygun bir bahşişle evine gider diğer yandan amca da sağlam bir tüyo varsa onu ‘’ağabeylere’’ bildirir ve hatta kendi de çaktırmadan ufak bir kupon yaparlardı.Bu amcalar bazen koltuk altı portföyü ile hele bazen de koca ‘’bond’’ çantalar dolusu para ile gelirlerdi hipodroma.Büyük çantalı amcaların oynadığı kuponlar dikkatle izlenirdi vezneye kuponu yatarken çaktırmadan ve mutlaka bir tüyo vardır bu herifte diye aynısından kuponlar yapılırdı.

O amcalar şimdilerde kuponları başka yerlerde yapıyor ve o çocuklar bu amcalardan tuhaf tüyolar arakladığını zannederek başka yerlerde zengin olma yolları arıyor.

Ama en çok kazanan herzaman olduğu gibi at sahibi.

Bilmem kopup da gelebilecek miyiz ?

AnnE 02-03-2006 11:44

Tenhada buluşalım
 
Unutmadan ahali ;

Hipodrom’dan bahsettik, Bıkmış Biraderimiz Veli Efendi’nin şahsından bahsetmedik diye bize kırılır. Bıkmışın komşusu sayılan , Anüs Donduran Coğrafyaların, Hanımından Korktuğu için helada okumaya gayret ettiği kitabı bir türlü bitiremeyen ve muhteşem bir avatar kullanarak kendisini kimler gibi görmek istediğini bizlere ifade etmeye çalışırken , aslında bir tuhaf psikosomatik sıkıntı içinde olduğunu ifade eden Trasti bey kardeşimizin de gözlerinden öptüğümüzü beyan edelim.

Bu Veli Efendi kimdir de bu sur dışındaki koca çayıra neden adı verilmiştir diye merak edeniniz olmuştur.Olmamışsa da ben yazmak için bahane edeyim.

Bu rahmetli Osmanlı’nın son dönem Şeyhülislamlarından biridir.Şehri kebir içinde nemalanacak yer kalmayınca bu çayırı cebellezi edebilmiştir.Garibim nerden bilebilirdi ki, bu mülk zamanla at bokundan geçilmeyecek vememleketin en büyük kumar merkezi olacak !
Yattığı yerde hay edeyim içine , adımız at pisliği ve kumardan başka bir şeyle anılmaz oldu diye fırdönüp duruyordur.

Bak şimdi aklıma ne geldi ; nerden nereye !

Bu Rahmetli Veli Efendi’nin dönemlerinde Şehr-i Kebir’e az yukardan bakanlar kendini çadırı uçmuş bir sirkin renk cümbüşü içinde bulurlardı.Her makam, mevki, meslek farklı renklerde kıyafet ile dolaşır idi. Bütün bu insanlar, vazifelerine göre, sarıklarının şeklinden, elbise kollarının kesiminden, kürklerin cinsinden, astarların renginden, atlarının eğer süslerinden, bazıları çember sakalından, bazıları da bıyığından tanınabiliyormuş. Bu kalabalıkta hiçbir karışıklık yokmuş. Şeyhülislâm beyaz giyiyor; vezirler açık yeşil, mabeynciler kızıl renkten tanınıyormuş; koyu mavi ilk altı kanun zabitini, emirlerin başını, Mekke, Medine ve İstanbul kadılarını belli ediyormuş; büyük ulemanın üstünde mor; şeyhlerin üstünde açık mavi varmış; çok açık mavi, tımarlı çavuşları ve vezir ağalarını işaret ediyormuş; koyu yeşil üzengi ağalarının ve Sancak-ı Şerif'i taşıyanların imtiyazıymış; ıstablıâmire hizmetkârları soluk yeşil giyiyorlarmış; ordu paşalarının ayaklarında kırmızı; Kapı zabitlerinin sarı; ulemanın mavi çizmeleri varmış ve renklerin derecesine göre selâmlaşma derecesi değişiyormuş.

Burada en dikkatimi çeken şey Şehülislamların mavi çizme giymesi olmuştur benim. Kurcalarken seksüel seçimleri konusunda tuhaf söylentiler olan Onsekizinci yüzyılın enteresan şairi Nedim ‘im bir beytine denk geldim :

Menhec-i ilmin nice hasm olmasın erbâbına
Çarhı Pâ-mâl etmedir kasd âsmânî mûzeden


Ohha lan dedim içimden.Tamam saray erbabından nemalanıyorsun da yalakalığında bir sınırı olmalı.Siz şimdi Nedim’in o güzel Türkçesi ile ne dediğini anlamamışınızdır.Ki zaten onlar da kimse anlamasın diye Farsça ile Arapça’yı öyle bir harmanlardı ki bırak herhangi bir Türk evladını, Arap yahut Acem’in feriştahı bile bir halt anlamazdı.Şunu demek istemiş Nedim :

İlim adamlarına düşmanlık yapılmasına şaşılır mı?
Çünkü, onların mavi renkli çizme giymelerinden kasıt, gökyüzünü bile ayaklarının altına almış olmalarıdır.


Nedim’in çömezlerinden Sabit isimli şair kardeşimizde şunu yumurtlamış , yalakalıkta ustasından aşağı kalmamak uğruna :

Aceb mi mûze-i mahsûsına ola muhtasıs
Şu dâne-dâr u cilâ-dâde âsmânî edîm


Siz bunu da anlamamışınızdır ,tercüme edeyim :

Şu dane dane ve cilalı rugan deriye benzeyen mavi gökyüzü,
onun Şeyhülislamlara mahsus çizmesine has ise buna şaşılır mı?



Demek ki neymiş ?
Padişahın, yaptığı her haltın kitaptaki yerini konfirme etmek için maaş ödediği chief-consultant olan Şeyhülislam (bir nevi Zapsu ,daha doğrusu Davutoğlu türevleri) ‘nin gökyüzünü ayakları altına alabilecek kadar ecaip insanlar olduğuna inanılırmış ya da bu neviinden yalakalıklar yapılırmış.(değişen bir şey yok anlayacağınız.)

Neyse ki zaman değişti şimdilerde Allah muhafaza , Fehmi Koru’nun mavi çizme ile dolaştığını düşünebiliyor musunuz ?

Bilmem dolaşsa şaşılır mı ?

alihoca 02-03-2006 16:37

Efendim;

Ben de anlatayım.Anadolu'mun Doğusu değil, tamda orta yerinde beş-on bin nüfus ölçeğinde bir Selçuklu Beyinin Şehrinde milattan önce(bugünde pek farklı değil ya neyse) doğanlar olarak,

Babadan çiftçi değil iseniz eğer,seçmek zorunda olduğunuz mesleklere,ota tamirciliği ile başlardınız.Okulunda okumayan,işinde çalışmayan yeni yetmelerin haylazlık sınırını aşanlar için adeta ver tamirciye aklı başına gelsin dedikleri bir işti bu.Kahveci çıraklığı,lokantada bulaşıkçılık,garsonluk,magirus,leyland,ştayir denen kamyonlarda muavinlik,muavinliğin bir de impala,buik,chovrolet taksilerde yapılanı vardı.

Şehirde çok değil bir iki ile sınırlı,radyo tamirciliği,elektrik tesisatçılığı,bakkal çırağı olacak olanlar çook önceden belli olduğu için onlara şanslı deniyordu.

Vakti zamanında liseyi bitirenlerin ise her türlü devlet memuru olabilmeleri ise adeta imrenip övünebilekleri bir olaydı.

Pekiyi,aynı türden bir liseyi Der Saadet'de bitirmiş olanların,ne olabildiklerini,ne siz sorun ne ben söyleyeyim.


Orta ve Batı Anadolu'nun küçük yerleşim yerlerinde doğmuş olan evlatları olarak;
Devletine vergi vermemek,elektrik,su sayaçlarının çaresine bakmak,mera alanlarını gasp etmek ve hatta şehre göçüp gitmekle yetinmeyip göçtükleri yerlerdeki hazine ve orman arazilerini göçürtmek gibi doğuştan kazanılmış ve adeta yüzyıllarca kullanılarak dna'lara işlenen HAKLARIMIZ yoktu ki...

Haramdan ve Devletin Men Ettiğinden Sakın!Sözüne onca yoksulluğa rağmen bile uyanların seçim hakkı olabilir mi?Beş yılda bir,o da uzaktaan sallanan şapkaya bile şükredenlerin bugünkü oğul ve torunlarına miras bırakabileceği boğaza bakan yamaçlarda filizleri üstünde dört beş katlı apartuman daireleri olabilir miydi?

Tarlasından kalktığı ile vergisini ödeyemeyen çiftçisinden,evini geçindiremeyen esnaflarından en gözü kara ve gurbet acısına dayanabilenleri böyyük şehirlere gidebilirdi.Borcunu harcını ödeyecek kadar para kazanca köyüne dönüp gidenlerin;
Oğul ve çocuklarının ise bugün büyük şehirlerde bir mafyası bile olamayışı,ne garip değil mi?

Neyse,
Bilahare şu cetvel işine de bir değineceğim İnşallah.Şimdilik sabrınızı daha fazla zorlamayayım.

Saygılarımla..

Master 04-03-2006 00:27

O vaktin Öncesi
 
Artık anlamı olmayan bir kelime olmuştu, ARTIK...Zaten Yanlış herkeze aitti...

Diyen bir sesle,nida doğurganlığında ki edasını sundu sofaya...Bakmakla bakakalmak arasında sınır aradı sofadakiler...

İstem yüklü bakışların içinden anlat diyen bir ses yükselemedi ama O anlatmaya başladı,anlamını kendi değerlerinde taşıdığı kelimelerle...

Geçilemez tepeler geçiliyor,her iniş için telaş yapılıyor..Çukur,tümsekten sonra değil dedi....

Altındaki ayağının varlığını unutmuş bir halde doğrulmak isteyen Dostuna,Dur ki düşmeyesin dedi ve ilave etti; Duran düşer ama;)

Bağdaş kurmaktaki keyfi uyuşmaya başlayan ayak bozar...

Kendi doğrusunda devam edecek;)

Trusty 04-03-2006 18:26

Gercekler...!
 
Ben size diyorum, buradaki hirsiz ve sahtekar sayisi Turkiye'dekinden cok fazla diye...

Vaktim olmadigindan original hali ile yapistirdim..

Ingilizce bilmeyen yada Ingilizce yazilmis metinlerden hoslanmayan dostlardan ozur diliyorum.....

Trusty...
Zeki bakisli, suna duruslu bir Arka Bahce'li.:ds:*



I found this on another board.
-------------------------------------------------------------------
Today I want to come clean about something I feel very badly about.

I cannot undo some of the things I have done, but hopefully this message will prevent other such occurrences in the future.

I am a paid basher.

Yes, it is true. Today is my last day at this company; I?m moving on to a new job.

But before I go, I want to explain a few things because this just isn't right and I won't feel good about myself until I expose this sham.

It's hurt too many people and I don't want it on my conscience anymore.

I can no longer live with a lie.

I work for a company called Franklin, Andrews, Kramer & Edelstein in Stamford, CT.

Basically, it's a Boiler Room much like the one in the movie of the same name.

The idea behind my group is to bash the price of a company's stock down low enough to where the group of investors who retained our company's services can buy the stock really cheap and perhaps even take it over all together.

There are approximately 70 people at the company divided into several groups.

My group, consisting of 5 people, is responsible for BIFS.

While I probably shouldn't give any names of anyone working here now, what the heck, I'm leaving here, so what can they do ? sue me? Ha!

I can tell you that GUTTWRENCH was part of my group until he left last week, as was Richardphx.

Others who have been part of this include early bashers like Epiphonics and Simontaz.

You may be interested to know that some hypsters, such as Amato7 and BIFWATCHER, have also been part of the scam (more on that later).

There are several companies engaged in the bashing business ? ours is not the only one.

However, I can tell you that not every basher in here is a paid basher.

Having done this for two years, I can usually tell who is a paid basher and who is merely someone having a little fun.

While unpaid bashers have a different motive than someone like me,
they can be unwilling accomplices to helping me achieve my ultimate goal and they also spread rumor and confusion throughout a room, which also helps me.

What is that goal? Well, I am merely a cog in a much larger machine, so my bosses never really explained the big picture to me, but I?d say essentially, GUTTWRENCH was right.

There are several companies who are quite familiar with SWOMI and who are
deathly afraid of it.

There are three types of bashers here at Franklin, Andrews, Kramer & Edelstein:

Advanced, Intermediate and Beginner. An Advanced-level basher (also known as a Silver Tongued Devil) would spread false or misleading information about the company.


They would deal in facts, countering every longs post with articles, news reports and opinion surveys that gave a negative impression about the company.

An Intermediate-level basher (also known as a Serpent) would try to weasel their way into the confidence of longs and create doubt using rumor or innuendo.

Finally, a Beginner-level basher (also known as a Pitchfork) would attempt to create confusion in the room by distracting other posters with satire, name calling and pointless arguments.

The idea was to make sure no serious discussion of the stock
could take place (I suggest everyone read all of trapezoid43 posts on CMKX...not one post of substance...this sounds like him to a T)

A Pitchfork was usually a basher, but not always.

Sometimes, we would throw in a hypster Pitchfork such as Amato7 or BIFSWATCHER to create the illusion of an argument going on.

What was really funny (in a perverse way, I guess) was
that Amato7 and I sat next to each other, laughing the whole time.

I was a Pitchfork. I was paid a base wage of $12 an hour for my services. I was given a $1 bonus for every post over 100 per day as well as a monthly bonus of $100 for every penny the stock had dropped from the previous month.

I was also paid a bonus for bashing on weekends. While this may not sound like much, I made a decent, though dishonorable, paycheck.

Each of us sat in a small half-cubicle in a cluster with our teammates.

Each group (usually five people) was made of three beginners (two who would bash and one who would hype), one intermediate and one advanced level basher.

Occasionally for some of the hotter stocks, one of the beginners would be replaced by an intermediate depending on how much the stock was rising.

BIFS was a low-level stock, meaning it got the 3-1-1 configuration.

Somehow, I get the feeling that JPACK2 may have worked for a basher company or knows someone who does because the "Basher Handbook" he occasionally posts is earily similar to the one we actually use.

While not a word-for-word match, I?d say it is about 90 percent the same.

We do have certain rules that we follow.

First, we have to develop a character and stay within that character in order to build a "following."

My character, "Firebird_1965," was a sarcastic, obnoxious supporter of free
speech, but only when it came to bashers.

Next, we had to follow certain guidelines on what we could say.

We were urged to have an "answer" to every longs question, but we were to frame that answer in a way that ridiculed the questioner for asking such a question.

However, we were never to use profanity or vulgarity because that would cause people to ignore us.

We were to make fun of people, but in a civil way.

The idea was to get "play," i.e. ? reaction from other posters.

The more play we got, the more the room would be disrupted.

Ignored posters get no play.

One exception would be the hypster ? since they were "defending" the
stock against our onslaught, they got a little more leeway.

People would side with the hypster because they thought he was real since he appeared to be on their side, but was really on ours, setting us up to disrupt the room.

Padelcars is quite good at this and gets paid very well.

I've worked on BIFS, TSRG, MXII for about three months now.

In addition to the Firebird_1965 alias,


I've used a few others on the BIFS and several other boards as well. I stuck with Firebird_1965 because it was the one that got the most play from other posters.

In closing, I feel absolutely terrible about this. It's just awful how I've been part of a scam designed to cheat honest, hard-working people out of their investments all for the benefit of a few wealthy people who already have enough money to last a lifetime.


These greedy people MUST be stopped. Thats why I?m posting this before I leave.

I want to make up for some of the damage I've done.

I can?t live with this lie anymore.

You can't imagine how hard it is to look at myself in the mirror each morning knowing my job is to cheat and lie.

I have to go now, I'm too broken up to continue.

I hope this confession can make up for my sordid deeds; I would urge everyone who reads this to copy and repost it as many times as you can.

Only by shining the light of truth can we drive these rats back into the
darkness from whence they came. Believe me, they don't want publicity.


With fervent remorse,

Tom Martin
aka "Steve Tracy"
aka "Firebird_1965"

Ömmes 06-03-2006 00:32

Bu yazı gerçekten de ilgilizce bilmeyenlerin de anlayabilmesi bakımından zahmete girip tercüme edilmeyi, değilse bile en azından özetlenmeyi hakediyor, sn Trusty. Özellikle “basher” sınıfları ve kurallar.

AnnE 06-03-2006 09:52

Bir bakış baktın
 
Alıntı:

Trusty´isimli üyeden Alıntı
Trusty...
Zeki bakisli, suna duruslu bir Arka Bahce'li.:ds:*



"



Tutun beni Ahali ;

İşbu memlekette Üniversite bütçelerinin yüzde otuzbeşi TIP fakultelerine harcanırken , üniversite öğrencilerinin yüzde dördünün tıp okuduğu , bitirip üstüne de uzmanlık alanların mecburi hizmet kaosu yüzünden hiçbir yerde çalışamayıp aç gezdiği ve Recep Efendi'nin yurtdışında Türkçe bilen Doktor ithal etmeyi planladığı bu günlerde son 10 yılda ÖSS Hazırlık Kurslarına harcanan parayla Koç ya da Sabancı Universitesi kıvamında 69 üniversite kurulup buralarda 700.000 (YEDİYÜZBİN) öğrenci eğitilebileceği meseleleri ile beynimin kıvrımlarının kıvrım kıvrım olduğu bir anda , anüs donduran coğrafyaların Hanımından tırsan cengaverinin avatarı ile ilgili yukarıdaki beyanatını okuyunca ben bu elden gider oldum.Gidip iki kutu Onatıkan yumurtasını kafaya dikiversemmi oldum

Bilmem bakışına mı kurban olsam duruşuna mı ?

alihoca 06-03-2006 11:01

Güzel Dostlarım;

Çok uzun olduğu için buraya alamadığım için aşağıya bir yerlere yazdığım 'Cetvel' yazısını yazarken bir yerlerde cırtlak ses neyin dedik ya, şimdi aklıma geldi yazmazsam yaşlılık hali malum unuturuz.

Vakti zamanında Nizam Pide toplantısından çıkınca Sn Babo ve Sn Berg ile İstiklal Caddesinde adını bilemediğim bir yere girmiştik.O gece yan masada oturan sarı gaciler ile bunların başıma getirdikleri hakkında Sizlere biraz yazdığımı da hatırlıyorum.Hayır orasını tekrar tekrar anlatmayacağım hemen paniklemeyin.

Ama o gecenin vukuatlarından biri de yan,ön,karşı derken masalar arasında aşıkların şiir,türkü atıştırması benzeri atışmalara geçilmişti.Bizim masada ki bülbül sesliler şakımaya başlayınca,aslan sütünün verdiği gazla ve azıcık da ben ‘kimin kızından geri kalırım.’ diyerek ‘Beni buralarda arama arama Anne’m’’ diye bir başla şunlara dedim.

Sonra ağlatmayayım garipleri eğlensinler mi dedim, yoksa cırtlak sesimi duyan bilmem kaçıncı kattan atlar canından olur’’ diye mi acıdım dı. Şimdi unuttum..

Bilahare şu cetvel neyin deyip sokuşturanı artık unutmam yazdım bir yere,İstanbul'a geldiğinde tek ayak üstünde rakı içirtmez isem ne olayım.



Saygılarımla

AnnE 06-03-2006 12:54

Amonyak
 
Muhteremler ;
Yukarlarda bir yerlerde yalakalığından bahsettiğim, üçüncü Ahmet zamanının eşcinselliğinden kıllanılan şairi Nedim’in aşağıdaki dörtlüğünde adı geçen Sadabad’ı bileniniz bilir.Bilmeyeninize de ‘’yuh artık!’’ derim sadece.Lise ikinci sınıfların Edebiyat kitaplarında, bazı yerleri yok sayılarak öğretilen bu şarkı kıvamındaki şiirde Nedim , serv-i revan tabir ettiği aşığı ile yaptığı ( belki de hayal ettiği) oral ilişkiyi anlatmaktadır ki bizim konumuz bu değildir.Ha bu da olabilir ama bu konuda yapacağım bilimsel açılımların bazılarına fazla ağır geleceği ve forum kuralları falan gibi boş bir münakaşa platformu açılacağından imtina ederim.

İzn alub Cum’a namâzına deyu mâderden
Bir gün uğrulayalım çerh-i sitem-perverden
Dolaşub iskeleye doğru nihân yollardan
Gidelim serv-i revânım yürü Sa’d-âbâd’a


Bu Sadabad adı verilmiş mekan , 16. yüzyıldan 1930 küsürlere kadar İstanbul’un kesişme,sözleşme,buluşma,götürme ve hatta yiyişme bölgesi idi.Her sınıftan vatan evladı ile meslek erbabı hanımlar buralarda alemi ab eylerler idi.Buralardaki köşkler ve kasırlar Patrona Halil çapulcuları tarafından yağmalanmışsa da sonraları tekrardan toparlanmış ve nihayetinde gerek saçma nüfus artışının kanalizasyonsuz şehirleşmesi ve gerek saçma sanayileşmenin arıtmasız kimyasalları ile Patrona Halil yancılarının yaptığından beter hale getirilmiştir.

Biz bu bölgeye artık kısaca Kağıthane diyoruz.
Burada , Sadabad Camii’ninde içinde bulunduğu , şimdilerde Kağıthane Belediyesi olarak kullanılan kışla bir zaman öncesine kadar MSB Levazım ve Maliye Okulu olarak kullanılmıştır. Kağıthane deresinin boklu suyundan sıyrılan bol metan ve ağır kimyasallı sis altında binlerce vatan evladı Levazım eri ve erbaşı , Levazım Assubayı , Asteğmeni olarak eğitim alırlardı.İki tarafı da yüksek tepelerle çevrilmiş olan bu vadide güneş , İstanbul’un geneline göre daha geç doğup daha erken batardı. Bu garnizonun en düzgün binası , Subay-Astsubay içtima alanına bakan cephesi ile yedeksubay öğrenci yatakhanesi ve derslikleri olarak kullanılırdı.

Sabahın seher vaktinde , akşamdan hamamcı olmuş talebeler ve her hafta sonu evci çıkan İstanbulluların titizleri ve evci çıkamayan Anadolulu öğrencilerin bir kısmı içtima alanının karşısındaki hamama doğru koştururken , diğerleri kalk talimatı ile kalkmış hela sırası beklerler idi.Ayak ve ter kokuları , derenin lağım kokusu ile yer değiştirsin diye koca koca pencerelerin bütün camları açık olurdu.İşte o bok kokulu sisin pencerelerde hücum ettiği esnada , kışlanın herbir yerine asılmış anons hoparlorlerinden bir cızırtı eşliğinden şu melodi duyulurdu :

Mazide kalan hatıra gibi
Şevkatli kollarını aç bana anne
Geceler çok soğuk, sessiz ve karanlık
Üşüdüm, üstümü örtsene anne

Anne, anne, anneciğim

Yanımda olmanı ne çok isterdim
Dizine yatıp ta uyurdum anne
Dilimde dua gözümde rüyasın
Seni çok istedim hasretim anne

Anne, anne, anneciğim

Uyandım uykudan aradım seni
Sağıma soluma bakındım anne
Geceler çok soğuk, sessiz ve karanlık
Üşüdüm, üstümü örtsene anne

Anne, anne, anneciğim...

İşte o anlarda , herbiri kendini Levazıma seçildiği için ballı sayan yirmi ila otuz yaş arası genç erkeklerde ne ballılık, ne erkeklik ,ne askerlik kalıverirdi.Kimse birbirinin yüzüne bakmaz camdan , duvardan dalıp giderken , Doğan Binbaşı’nın birdaha ne zaman Nöbetçi Subayı olup bu hoş işkenceyi yapacağını merak ederlerdi.

Master 06-03-2006 13:27

Sadece tercüme
 
Alıntı:

Ömmes´isimli üyeden Alıntı
Bu yazı gerçekten de ilgilizce bilmeyenlerin de anlayabilmesi bakımından zahmete girip tercüme edilmeyi, değilse bile en azından özetlenmeyi hakediyor, sn Trusty. Özellikle “basher” sınıfları ve kurallar.


Evet daha anlaşılır olması için;

Bunu başka bir tahtada buldum.
----
Bugün, kendimi suçlu hissettiğim bir konuda kendimi temize çıkarmak istiyorum.
Yapmış olduğum bazı işleri geriye çeviremem ancak ümit ederim ki bu mesaj gelecekte benzeri olayların oluşmasını önler.
Ben maaşlı bir basherim (hisse senetlerinin kasıtlı olarak fiyatını düşüren kişi).
Evet, bu doğru. Bugün benim bu şirketteki son günüm. Yeni bir işe başlıyorum.
Ama gitmeden önce birkaç hususu açıklamak istiyorum. Çünkü bu doğru değil ve bu sahtekarlığı ortaya çıkarmadan kendimi iyi hissetmeyeceğim.
Pek çok insan acı çekti ve bunu artık vicdanımda taşımak istemiyorum.
Bu yalanı daha fazla taşıyamayacağım.
Stamford, CT’de Franklin, Kramer & Edelstein adında bir şirkette çalışıyorum.
Temel olarak, aynı adı taşıyan filmdeki şirket gibi bir kazan dairesi.
Grubumun çalışma prensibi şirketlerin hisse senetlerinin fiyatını şirketimizin servisinden yararlanan yatırımcı grubunun hisseleri kelepir fiyatlara alması hatta söz konusu şirketi devir almalarına yetecek kadar düşürmektedir.

Şirkette, değişik gruplara bölünmüş yaklaşık olarak 70 çalışan vardır.
5 kişiden oluşan benim grubum BIFS’den sorumludur.
Şu anda burada çalışanların ismini vermemem gerekiyor, ama bana vız gelir, buradan ayrılıyorum, ne yapabilirler ki bana? Mahkemeye mi verecekler yani!
Geçen hafta ayrılıncaya kadar GUTTWRENCH ve Richardphx'ın benim grubumda olduklarını söyleyebilirim.
Bu grubun diğer üyeleri Epiphonics ve Simontaz gibi ilk basherler.
Amato7 ve BIFWATCHER gibi bazı spekülatörlerin de bu sahtekarlığın bir parçası olduklarını öğrenmek ilginizi çekebilir (daha fazla bilgi ileride).
Hisse senedi fiyatı düşürme işiyle uğraşan başka şirketler de var. Bizim ki tek değil.
Ancak, buradaki bütün fiyat düşürücülerin ücretli olmadığını söyleyebilirim.
Bu işi iki yıldan beri yapan birisi olarak kimin ücretli kimin de bu işi yalnızca zevk için yaptığını genellikle anladığımı söyleyebilirim.
Ücret almayan basherlar benim gibilerden farklı bir motivasyonları varken nihai hedefimi gerçekleştirmekte bana istemeden de olsa yardakçılık yaparlar. Ayrıca borsada dedikodu ve karmaşa yayarak bana yardımcı olurlar.
Hedef nedir? Ben yalnızca çok büyük bir makinenin dişlisiyim, bu sebeple patronlarım bana işin aslını hiçbir zaman açıklamadılar. Ancak şunu söyleyebilirim, özde GUTTWRENCH haklıydı.
SWOMI ile samimi olan bazı şirketler var, bazıları da ondan ölesiye korkuyor.
Burada Franklin, Andrews, Kramer & Edelstein’da üç tür basher var:
İleri, Orta ve Başlangıç. İleri düzey basher (Gümüş Dilli Şeytan adıyla da bilinir) şirket hakkında yanlış veya yanlış yönlendirici bilgiler yayar.
Gerçeklerle, uğraşırlar, makale yazarak karşılık verirler, şirket hakkında olumsuz izlenim veren makale yazarlar, haber ve kamuoyu anketleri hazırlarlar.
Orta düzey basher (ayrıca Yılan olarak bilinir) kar etme amacıyla elde tutulan hisse senetlerine sızar ve dedikodu veya kinaye yoluyla şüphe yaratmaya çalışır.
Son olarak başlangıç düzeyinde ki basher (ayrıca Yaba olarak bilinir) diğer alıcıların dikkatini alayla, lakap takmayla ve anlamsız tartışmalarla dağıtarak borsada karışıklık yaratmaya çalışır.

Burada hedef, hisse senedi hakkında ciddi tartışmaları yapılmasını önlemektir ( herkesin CMSX’teki trapezeoid43 tahtaları okumasını öneririm…, kayda değer bir tahta bile yok… bu sanki T gibi)
Yabalar genellikle basherdir, ama olmayabilirler de.
Bazen bir tartışmanın sürdüğü yanılsaması yaratmak için Amato7 veya BIFSWATCHER gibi bir hypster () yaba ortaya atabiliriz.
Gerçekten de komik olan bir (sanırım sapıkça) olayda Amato7 ve ben birlikte oturarak sürekli gülüşmüştük.
O zamanlar yapaydım. Yaptığım iş karşılığı saatlik temel ücretim 12 dolardı. Günlük 100’ün üzerindeki tahtaların adedine 1$ ikramiye ve hisse senedinin bir önceki aya göre düştüğü her sent için aylık 100$ ikramiye alıyordum.
Ayrıca hafta sonları hisse düşürme işi yaparsam ikramiye alıyordum. Bunlar çok gibi görünmeyebilir ancak bordromda, gerçekte haysiyetsiz, olsa da oldukça iyi bir ücret oluşuyordu.
Ekip arkadaşlarımızla birlikte bir küme oluşturan küçük yarı-küp şeklinde oturuyorduk.
Gruplar (genellikle beş kişi) üç yeni başlayandan (ikisi fiyat düşüren ve bir tanesi hype) bir orta ve bir ileri düzey fiyat düşürücüden oluşuyordu.
Bazen revaçtaki hisse senetlerinden birisi için yeni başlayanlardan bir tanesinin yerine hisse senedinin yükselmesine bağlı olarak bir orta alınabilirdi.
BIFS düşük düzey hisse senediydi, yani 3-1-1 konfigürasyonundaydı.
Bazen JPACK2’nin bir basher şirket için çalışmış olduğunu veya bu işi yapan birisini tanıdığını düşünürdüm çünkü bazen ortaya çıkardığı “Basher elkitabı” bizim kullandığımıza çok benziyordu.
Kelimesi kelimesine aynı olmasa da yüzde 90 aynı olduğunu söyleyebilirim.
Uyduğumuz kesin kurallar vardı:
İlk olarak bir karakter yaratmak ve bir “taraftar kitlesi” oluşturmak için söz konusu karaktere uygun davranmak zorundaydık.
Benim karakterim “Firebird_1965” ifade özgürlüğünün sarkastik, menfur bir destekçisiydi, ancak bu yalnızca basherlarla ilgiliydi.
Daha sonra, ne söyleyebileceğimizi belirleyen kesin kurallara uymamız gerekiyordu.
Uzun vadeli senetlerle ilgili her soruya bir “cevabımız” olmalıydı ancak bu cevabı soranı böyle bir soru sorduğuna pişman edecek şekilde cevaplamalıydık.
Ancak hiçbir zaman küfür veya kaba sözler kullanamazdık çünkü bu insanların bizi dikkate almamasına sebep olabilirdi.
İnsanlarla dalga geçiyorduk ancak bunu medeni bir şekilde yapıyorduk.
Burada amaç “oyun” oynamaktı. Yani diğer alım yapanlardan reaksiyon almaktı.
Biz ne kadar oyun oynarsak borsa o kadar rahatsız olurdu.
Dikkate alınmayan alım yapanlar oyun oynayamaz.
Bir istisna hypster olurdu. Hisse senetlerini bizim saldırılarımıza karşı “savundukları” için onlar biraz daha ayrıcalıklıydı.
İnsanlar hypster ile oturur ve onları kendi taraflarında sanırlardı. Bu kişiler aslında bizim tarafımızdan olup borsayı rahatsız etmekte bize yardımcı olurlardı.
Padelcars bu işi iyi yapıyor ve iyi maaş alıyor.
Yaklaşık üç aydan beri BIFS, TSRG, MXII ile çalıştım.
Firebird_1965 takma ada ek olarak BIFS’ta ve birkaç diğer tahtada başka takma adlar kullandım. Firebird_1965’i daha çok tercih ediyorum çünkü en çok oyun oynamamı sağlayan bu takma ad.
Son olarak şunları söylemek istiyorum: yaptıklarımdan çok pişmanım. Dürüst, çalışkan insanları kendilerine zaten ömür boyu yetecek kadar paraları olan birkaç zengin için yatırımlarından ayırma amaçlı tasarlanmış bir sahtekarlığın bir parçası olmak berbat bir şey.
Bu açgözlü insanlar DURDURULMALI. Bu yazıyı bu sebeple bırakıyorum.
Yaptığım hasarın bir kısmını gidermek istiyorum.
Bu yalanla daha fazla yaşayamam.
Her sabah işimin aldatma ve yalan söyleme olduğunu bilerek aynaya bakmanın ne kadar zor olduğunu tahmin bile edemezsiniz.
Artık gitmeliyim. Daha fazla devam edemeyeceğim.
Bu itirafın yaptığım eylemleri telafi edeceğini ümit ederim. Bu yazıyı okuyan herkesin bunu kopyalayarak mümkün olduğu kadar fazla sayıda kişiye göndermesini rica ederim.
Yalnızca gerçeğin ışığını parlatarak bu sıçanları geldikleri karanlık deliklere gönderebiliriz. İnanın bana, gündeme gelmek istemiyorlar.

Büyük bir vicdan azabıyla,
Tom Martin
Diğer adı “Steve Tracy”
“Firebird_1965”

bikmisbroker 06-03-2006 15:40

Alıntı:

alihoca´isimli üyeden Alıntı
...........................................
Vakti zamanında Nizam Pide toplantısından çıkınca Sn Babo ve Sn Berg ile İstiklal Caddesinde adını bilemediğim bir yere girmiştik.O gece yan masada oturan sarı gaciler ile bunların başıma getirdikleri hakkında Sizlere biraz yazdığımı da hatırlıyorum.Hayır orasını tekrar tekrar anlatmayacağım hemen paniklemeyin.


Allah Razi olsun Sayin Ali Hocam, iyi ki anlatmiyorsun..:D

Alıntı:


Ama o gecenin vukuatlarından biri de yan,ön,karşı derken masalar arasında aşıkların şiir,türkü atıştırması benzeri atışmalara geçilmişti. Bizim masada ki bülbül sesliler şakımaya başlayınca,aslan sütünün verdiği gazla ve azıcık da ben ‘kimin kızından geri kalırım.’ diyerek ‘Beni buralarda arama arama Anne’m’’ diye bir başla şunlara dedim.


Ya Maazallah bi de anlatsan??...:D:D
(Saka bir yana ama "sanal alemde nasil Malamat olunur?" Bir ornek ile anlatiniz, denirse elimde bir ornek var artik..)

Gelelim bu "Trusty... Zeki bakisli, suna duruslu bir Arka Bahceli" ye, belli ki memleketten 15 senedir AYRI olmanin verdigi HAFIZA zayifligi ile ulkemizde KILIFA bile gerek gormeden cevrilen DOLAPLARI cok cabuk unutmus...(Bkz, son Unakitan hadiseleri)

Belli ki, Dunyanin neresinde olursa olsun, insan olmanin verdigi zaafiyet ile kanunlardaki bosluklarin birlesmesi neticesinde cevrilen dolaplarin haddi hesabi YOKTUR.

TEK FARK, bizde mevcut kanun ve yonetmeliklerdeki bosluklarin, had safhada olmasi, (Hatta mevcut kanun ve yonetmelikler hazirlanirken-ilerde kullanilmak uzere-Bosluklar birakilmasi da bu mantigin neticesidir) ONLARDA ise cesitli vesileler ile farkedildikleri takdirde hemen duzeltilmeleri yoluna gidilmesidir.(Olmasi gereken de budur)

Ulu onder Ataturkumuzun "Cagdas medeniyet" seviyesi ile kasdettigi de budur, bu mantikdir, bu devlet anlayisi, bu liderlik vasfidir!!

Merak ediyorum, Acaba bizdeki hukuki bosluklar onlarda olsaydi, bizdeki vurdumduymazlik onlarda olsaydi, bizdeki duzensizlik onlarda olsaydi bizden kac kat daha fazla abartirlardi??

zumbul 07-03-2006 09:47

Çukur
 
Alıntı:

Master´isimli üyeden Alıntı
Artık anlamı olmayan bir kelime olmuştu, ARTIK...Zaten Yanlış herkeze aitti...

Geçilemez tepeler geçiliyor,her iniş için telaş yapılıyor..Çukur,tümsekten sonra değil dedi....

Kendi doğrusunda devam edecek;)


Bahsi geçen çukurun nasıl bir çukur olduğu konusun da tereddütlerim var.
cehennem çukurlarından bir çukur mu?
yoksa mezar çukuru mu?:)

zumbul 08-03-2006 13:22

her ikisi(ymiş)....(peki ya tümsek nerede?)
 
mezar,
cehennem çukurlarından bir çukur oldu...

Süvari 08-03-2006 13:42

Bakmak yetmez. Doğru yerlere bakmak lazım...
 
''Yaşanan ve yaşanacak olan bu Bütünsel Doğru, kendi işlevinin sunuşunu yaparak, birikmiş hüzünlerle gelişmekte olduğuna inanılan neşelere değişik vurgular yaparak, tahmin etmekle yanılgılı bir çukura düşüldükten sonra, Özlemler ötesi bir tepede sonbulacağı sanılan değerlerin değerlendirmesi de kendi yapısında şok yanılgıları sunacak ve kabul ettirecek...''

Bilinmeyen merak ve bütünün doğrusu..

Bu yazı 25-02-06 tarihinde Arka Bahçe topiğinde (4 numaralı mesaj) NET olarak yazılmıştı.
Ertesi gün (ki Cumartesi idi. Yani pazartesi) 47728 kapanışı gördük. Sonraki gün ise 48192 maks noktası görüldü. Bir hafta sonra nerdeyiz bilmiyorum. Çukurdamıyız daha varmı ... Bakacağım adres belli.
Bakın ama doğru adrese.

Teşekkür ederim Efendi Master.

zumbul 08-03-2006 13:55

Nakkaş
 
Alıntı:

Süvari´isimli üyeden Alıntı
''Yaşanan ve yaşanacak olan bu Bütünsel Doğru, kendi işlevinin sunuşunu yaparak, birikmiş hüzünlerle gelişmekte olduğuna inanılan neşelere değişik vurgular yaparak, tahmin etmekle yanılgılı bir çukura düşüldükten sonra, Özlemler ötesi bir tepede sonbulacağı sanılan değerlerin değerlendirmesi de kendi yapısında şok yanılgıları sunacak ve kabul ettirecek...''
Teşekkür ederim Efendi Master.


Bu kısım bir kaç kere okunup iyice bellenmeli diyorum,
çünkü ben üç dört kez okudum,hala tam manası ile anlayamadım.
Her kelime tek tek hafızalara nakşedilmeli.

AnnE 08-03-2006 14:17

Alıntı:

Süvari´isimli üyeden Alıntı
''Yaşanan ve yaşanacak olan bu Bütünsel Doğru, kendi işlevinin sunuşunu yaparak, birikmiş hüzünlerle gelişmekte olduğuna inanılan neşelere değişik vurgular yaparak, tahmin etmekle yanılgılı bir çukura düşüldükten sonra, Özlemler ötesi bir tepede sonbulacağı sanılan değerlerin değerlendirmesi de kendi yapısında şok yanılgıları sunacak ve kabul ettirecek...''

Bilinmeyen merak ve bütünün doğrusu...


Ahaliciğim ;

Anladınız mı niye burası Arkabahçe ?

Evet ; anladınız,onun için buralarda sürtüyorsunuz.
Bu bahçenin marifeti Çok net şeyleri çok net ifadelerle yazmak değil ; beyin kıvrımlarını kıvrım kıvrım kıvrandırarak ifade edebilmektir.Bunu zaten biliyoruz.

Bu arada ufak bir nostalji yapalım ;

Gozlemci 08-03-2006 14:31

Alıntı:

bikmisbroker´isimli üyeden Alıntı
Belli ki, Dunyanin neresinde olursa olsun, insan olmanin verdigi zaafiyet ile kanunlardaki bosluklarin birlesmesi neticesinde cevrilen dolaplarin haddi hesabi YOKTUR.

TEK FARK, bizde mevcut kanun ve yonetmeliklerdeki bosluklarin, had safhada olmasi, (Hatta mevcut kanun ve yonetmelikler hazirlanirken-ilerde kullanilmak uzere-Bosluklar birakilmasi da bu mantigin neticesidir) ONLARDA ise cesitli vesileler ile farkedildikleri takdirde hemen duzeltilmeleri yoluna gidilmesidir.(Olmasi gereken de budur)

Merak ediyorum, Acaba bizdeki hukuki bosluklar onlarda olsaydi, bizdeki vurdumduymazlik onlarda olsaydi, bizdeki duzensizlik onlarda olsaydi bizden kac kat daha fazla abartirlardi??


Cok guzel bir tespit, benim de bu yaziya eklemek istedigim bir iki cumle var. Biz ile onlar arasinda bir fark daha var. Dediginiz gibi diger ulke insanlari belki bizimkilerden daha hirsiz, daha dolandirici. Fakat, Batili bir ulke, bu kural tanimazlari yakalarsa, mutlaka cezasini veriyor. Bizde ise, yakalansa bile ceza verilmiyor. Ornek: 11 trilyonu goturene ev hapsi!, bazi kisileri zaman asimindan kurtarma, meclisde birbirini aklama, vergi aflari, yasak yere park etme......

Kisacasi, bizde suc yapanin yanina kar kalir, orada yakalarlarsa adamin burnundan getirirler. Biz, ne zaman kurallarimizi ve yasalarimizi hakkiyla uygularsak, o zaman bekledigimiz ekonomik ve toplumsal gelismeye kavusuruz. Aksi takdirde daha cok bekleriz.

bikmisbroker 08-03-2006 21:02

Alıntı:

Gozlemci´isimli üyeden Alıntı

.................................................. ..........
Fakat, Batili bir ulke, bu kural tanimazlari yakalarsa, mutlaka cezasini veriyor. Bizde ise, yakalansa bile ceza verilmiyor. Ornek: 11 trilyonu goturene ev hapsi!, bazi kisileri zaman asimindan kurtarma, meclisde birbirini aklama, vergi aflari, yasak yere park etme......

Kisacasi, bizde suc yapanin yanina kar kalir, orada yakalarlarsa adamin burnundan getirirler. Biz, ne zaman kurallarimizi ve yasalarimizi hakkiyla uygularsak, o zaman bekledigimiz ekonomik ve toplumsal gelismeye kavusuruz. Aksi takdirde daha cok bekleriz.


Hocam oyle bir konu ki bu....
Daha fazla desmeyelim, dertlerimizi buraya yazmaya baslarsak SiYASi TOPiC olacak bu topic, (Hic istemedigim/istenmeyen bir durumdur) Sadece son bir satir ekliyeyim bu yazdiklarina;
Bizde Bir de CEZA verilmedigi gibi ustune ustluk Bir sekilde CEZA alip HAPSE girenler de 3 kurusluk OYYYY ugruna AF edilip disari saliniyorlar..
Nerde var ADAM oldurenin 3 yilda disari ciktigi? Nerde var Kanun tarafindan MAHKUM edilenin SiYASi LiDER tarafindan AFFA UGRADIGI?
Sadece 3.cu Dunya ulkelerine HAS (Uganda ve idi amin tarzi) uygulamalar bunlar.

bikmisbroker 08-03-2006 21:05

Alıntı:

AnnE´isimli üyeden Alıntı
Ahaliciğim ;

Anladınız mı niye burası Arkabahçe ?

Evet ; anladınız,onun için buralarda sürtüyorsunuz.
Bu bahçenin marifeti Çok net şeyleri çok net ifadelerle yazmak değil ; beyin kıvrımlarını kıvrım kıvrım kıvrandırarak ifade edebilmektir.Bunu zaten biliyoruz.

Bu arada ufak bir nostalji yapalım ;

Beynim ZONKLUYOR.. Ne Persembeymis yahu??:D:D:D

Trusty 08-03-2006 22:08

Alıntı:

bikmisbroker´isimli üyeden Alıntı
Allah Razi olsun..."Trusty... Zeki bakisli, suna duruslu bir Arka Bahceli"[/b][/u] ye, belli ki memleketten 15 senedir AYRI olmanin verdigi HAFIZA zayifligi ile ulkemizde KILIFA bile gerek gormeden cevrilen DOLAPLARI cok cabuk unutmus...(Bkz, son Unakitan hadiseleri)



Burada konu, sahtekarligin, dolandiriciligin, hirsizligin muselleslesmesi...yok, mushillesmesi...yok,muesseselesmesi...hah.

O nu seedelim dedik ..:p

Ramo 09-03-2006 00:41

Dağlar Duman Olur.
 
-Bahar geldi.Dağlar, tepeler çicekleri,yeşilleri giyinmeye,çiçeklerde allı,morlu,sarılı görünüp bir yolcunun dikkatini çekme peşindeler.En güzel kokularını sürünmüş,esen melteme dost savururlar rüzgarla dört bir yana kokularını kır çiçekleri .Ne güzel der Cahit Sıtkı şiirinde;

Damlardaki kar, saçaklardaki buz ,
Kanı kaynayan suya dar geliyor.
Haberin var mı? Oluklardan
Akan su sesinde bahar geliyor.

-Böyle güzel bir bahar günü düştük yollara o tepe benim şurası senin derken epeyce bir yol alıp, aşılmaz dediğimiz sekileri,yokuşları bir, bir zorlamışız.Her mola verdiğimiz yerde gözümüzü kır çiçeklerinin allı yeşilli büyüsü kaplamış.Hep yukarılar daha güzeldir diyerek,daha bir zirvelere tırmanmışız.Yokuş çıkarken insan hep gözünü yukarlara dikiyor.Hele benim gibi ayağınız bir kaysın. Geçtiğiniz uçurumlar,yarlar,tepeler bir korkunç gözüküyor gözünüze.Durumun özeti şudur ki çıkarken arkamıza bakmak gelmiyor.Hep yeni bir zirve heyacanını yaşamak,adrenalini almak istiyor adem oğlu.Hele bir ayağınız kaysın hele birkaç adım bir sürüklenin aşağıya,çıkmanın zevkinin,hızla inmenin yanında ne kadar aciz kaldığının farkına varacaksınız.Beklide kaybetmeyi sevmeyen biz insan oğlunun bir eksikliğidir bu.Düşmeyi sevmiyoruz.

-İnerken de çıkarken de yanlış ata,yada eşeğe binmiş olanlarımız da vardır.Hele şu meşhur Enver ağanın eşeğine binenlerin yüzünün hiç güldüğünü görmedim.Bir dinle bin ah işit.Bir dost “Şunu kısa bir süre tut”dedi.Biz de yarım vole bir çifte yedik enver ağanın eşeğinden.

-Sizi dağ tepe çıkaracak,uzakları yakın edecek bir at,yada eşek de edinmek marifet.Bilmiyorsanız,ustasına danışın.Yada öğrenmeye bakın.Biz öğrenemedik.Bizim kafa zorlanıyor,çarkı döndürmekte.Tema vakfından çevreci bir dost gördü.Kelliğine acıdı bizim kafanın"üçbeş fidan vereyim de dik "dedi.Orda burda,uzak da yakında bizim gibi cahillerle dağcılık deneyimlerini paylaşarak bugünlere kadar,kazasız belasız getiren başda SENSEİ dostuma,DR larıma üçbeş kadar varlar,herhal kocaman teşekkürler.Dağları tırmanırken yanık türkü söyleyen bir kocakarı vardı.Hem sesi hemde sözü güzeldi.Hem gönlümüze bilgeliği hemde sevgiyi verdi..Velhasıl gidilecek dağa yerler var desede usta.
Dağlar sizinle güzeldi efem.

Siz, siz olun.
Dağ tepe çıkarken inişi olduğunu,
Ara sıra arkanıza bakmayı.
Düşenin dostu olmaz deyişini unutmayın.

Trusty 09-03-2006 20:50

Isytat....
 
Şirketin Seri XI No:25 sayılı tebliğ hükümlerince hazırlanan bağımsız denetimden geçmiş mali tablosunda yer alan 42.782.712 YTL tutarındaki karından

Yönetim Kurulu teklifinde yer aldığı şekliyle; TTK’nun 466. Maddesi gereğince

Şirket yasal karı üzerinden 2.242.623,95 YTL tutarında I. Tertip Yasal Yedek Akçe ayrılması,

SPK’nun Seri IV No:27 sayılı tebliği gereğince 16.678.974 YTL tutarındaki 2005 yılı gerçekleşmemiş sermaye kazançlarının (menkul kıymetlerin değerlemesinden kaynaklanan değer artışları) Özel Yedeklere aktarılması,

%25 (brüt=net) oranında 7.500.000 YTL tutarındaki temettünün ortaklarımıza bedelsiz hisse senedi olarak dağıtılması,

kalan 16.361.114,05 YTL’nin ise Olağanüstü Yedeklere aktarılarak konuyla ilgili işlemler için Şirket yönetiminin yetkili kılınmasına,

Vergi mevzuatı hükümlerine uygun tutulan Şirket yasal kayıtlarında yer alan 44.852.479 YTL tutarındaki karın da aynı şekilde dağıtıma konu edilerek kalan bakiye tutarın Geçmiş Yıl Karlarına aktarılmasına,

Trusty 09-03-2006 21:19

"Siyaset mahkeme salonuna girerse, adalet oradan çıkar."

Guizot

"Adaletsizliği, bir yangından daha çabuk önlemeliyiz."

Heraklit

"Bir saat adaletle karar vermek, bin saatlik ibadetten hayırlıdır."

Hz.Muhammed

Haksızlığa sapıp bütün insanların seni izlemeleri yerine, adaletli davranıp tek başına kalmak daha iyidir."

Mahatma Gandi

"Bir tek kimseye yapılan adaletsizlik, bütün topluma yapılmış bir tehdittir."

Montesquieu

"Kuvvetsiz adalet zayıf, fakat adaletsiz kuvvet zalimdir."

Voltaire

"Zulüm kapıdan girerse, adalet bacadan çıkar."

Kaşgarlı Mahmut

"Adaletsiz bir ülke mezbahadan farksızdır."

Clemenceau

"Adalet, yolunu şaşırırsa insanlar başıboş bir karışıklık içinde kalır."

Confucius

"Kuvvetliler için, zayıflara karşı âdil olmak güçtür."

De Valera

"Adaletsizlik, hükme acılık, geciktirme de tatsızlık verir."

François de Sales

"Zayıf daima adalet ve eşitlik ister ama, bunlar kuvvetlinin umurunda bile değildir."

Aristo

"Silahlı adalet, en kötü adaletsizliğe bedeldir."

Alain

VAZİFEYİ İHMALE SÜRÜKLEYEN MERHAMET MEMLEKETE İHANETTİR...

M. Kemal ATATÜRK

Ömmes 10-03-2006 02:22

Biraz arabesk olacak ama bunu keşfettiğimden beri rahatım.

Sayın Trusty,

Adaletin bir paradigma olduğuna bilmem katılır mısınız? İster kişiler, ister devletler için olsun, içinde bulunulan durum ve şartlar, adalet gerektiren haksızlığa maruz taraf, veya türlü çeşitli kıstaslara göre değişkenlik gösteriyor. Trafikte sağ şeritte giderken soldan birisinin önünüze atlayıp sokağa girmesine sinirleniyorsunuz. Ama siz soldayken ve sokağa sapmanız icabediyorken sağdaki araba yol vermeyince gene sinirleniyorsunuz. Bu bir paradigma oluyor. Bütün bilim tarihi onun sözlerinin altına düşülmüş bir dipnot iken kendi devrinde Eflatun, köleliğin yılmaz savunucusu idi. Oligark Eflatun devletti ve inancı hukuk idi. Bu da bir Paradigma oluyor. Bugünün sosyal devlet anlayışı tüccara haksız görünür. Ulus devlet sürdüğü müddetçe bunun değişmesi zor, ama ya değişirse. O zaman da bir paradigma'dan bir diğerine geçiş yapılacaktır.

Şimdi aslında bütün bunlar saçma. Adalet insanın vicdanıdır, ve kavram olarak da insanın şu dünyada alıp alacağı en mühim derslerden birisi olduğuna inanıyorum. Vicdan'ın sesi mute edilmişse hangi sosyal hukuk devleti adaleti sağlayabilir? Kaldı ki vicdan bile belki bir eğitim ve görgü gerektiren paradigma olabilir.

Doğada adalet nasıldır?

Kantinden çay alacağımız zaman sıraya gireriz. Birisi ön taraflara kaynamaya çalıştığında bunu bir adaletsizlik olarak görüp şarlarız. Çünkü biraz sabırlı olmak kaydiyle herkes çay alacaktır. Pekala yaşam nasıl başlar? Milyon tane doğum kuyruğuna girmiş küçük adam koşmaya başlar, birbirlerini iter kakarlar, tekmelerler, hiç birisi de "arkadaşlar sakin olun, sırayı bozmayın, hepimiz doğacağız" demez. Bugünün adalet standardı mutlak ise şayet, adaletsizlik yaşamla başlar denebilir mi?

Discovery'de onbeş dişisi olan ve günlük mesaisinin çoğunu ölmeden şu işi bir kerecik yapmak isteyen densizlerin kafasını gözünü yarmakla geçiren gorilleri, yaraladığı dünya tatlısı bir antilop yavrusunu öldürmeyip tam bir gün oynayarak can çekiştiren aslanları görünce insan adaleti düşünüyor. Sahi var mı? Hatta olabilir mi?

Doğada adalet kendini idame ettirmeye dayanıyor maalesef, peki doğanınkinde mi problem, insanınkinde mi? Yoksa ikisi de mi problemli?

İnsan doğayı zapturapt altına almağa kalktı, doğada dörtgen diye bir geometrik hadise yokken dörtgen tarlalara belki de oraya ekilmek istemeyen tohumları ekti. Ama gene de doğa yapacağını yaptı, ya bir zaralı böcek musallat etti, ya toprak çoraklaştı. Adalette de bir benzer durum yok mu? Koskoca bir şirket niçin bizim gibi bir takım zavallılara temettü versin ki? Doğada olsa hayatta vermez, hatta yolumuzu kesip altınların yerini söyleyene kadar pataklar, bizim altınları da faaliyet dışı gelirlere yazardı. Şimdi sağolsun sosyal devletimiz, biz zayıflara hayat hakkı tanınıyor, şirketler yol kesmiyor. Ama buna karşılık, kuruluş mantığı temettü vermek olan bir yatırım ortaklığı raporladığı, muhtemelen namevcut bir karı kullanıp, temettü adı altında bedelsiz sermaye arttırımı yapıyorsa*, korkarım şirket bunu aklileştirmeyi başarmış, doğa'nın kendini idame ettirmeye dayalı adalet anlayışı, dibine kadar bizim sosyal hukuk sistemimize girmiş bulunuyor. Daha da neler aklileştirilmedi sosyal hukuk sistemimizde.

Düşündükçe iş büyüyor, insanın dindar olası geliyor. Şu hayatta adil bir tek şey var mı? Sonucu sıfır olan bir koca oyun, birinin adaleti diğerinin çilesi oluyor, işin içine doğayı da katarsak. Korkarım bir tane keşfettim. Hem de öyle az, orta halli, çok gibi derecesi olmayan, mutlak olan bir tane. O adalet herkese düşüyor, ve bir tane düşüyor, ve öylesine adil ki, ne yaşa, ne başa, ne bu büyük dersten kendine bir pay çıkartmış olup olmamasına, ne de başka bir şeye bakmıyor. O sadece geliyor. Hasılı düşüncenin sosyal yönleri ne kadar tehlikeli olursa olsun, belki, belki yaşamla başlayan adaletsizlik gene yaşamla sona eriyor.

Saygılarımla,

*: Kardan hisse senedi dağıtımına temettü denmesi yasaklansın.

Master 10-03-2006 09:43

Arka BahÇe ilk Yazısı da SIFIR dır
 
Alıntı:

Ömmes´isimli üyeden Alıntı
Düşündükçe iş büyüyor, insanın dindar olası geliyor. Şu hayatta adil bir tek şey var mı? Sonucu sıfır olan bir koca oyun, birinin adaleti diğerinin çilesi oluyor, işin içine doğayı da katarsak. Korkarım bir tane keşfettim. Hem de öyle az, orta halli, çok gibi derecesi olmayan, mutlak olan bir tane. O adalet herkese düşüyor, ve bir tane düşüyor, ve öylesine adil ki, ne yaşa, ne başa, ne bu büyük dersten kendine bir pay çıkartmış olup olmamasına, ne de başka bir şeye bakmıyor. O sadece geliyor. Hasılı düşüncenin sosyal yönleri ne kadar tehlikeli olursa olsun, belki, belki yaşamla başlayan adaletsizlik gene yaşamla sona eriyor.



Bakara (164) Şu bir gerçek ki göklerin ve yerin yaratılışında, gece ile gündüzün birbiri ardınca gelişinde, insanların yararı için denizde yüzüp giden gemilerde, Allah'ın gökten suyu indirip onunla, ölümünden sonra toprağı dirilterek üzerine tüm canlılardan yaymasında, rüzgârların bir düzen içinde yönden yöne çevrilmesinde, gök ve yer arasında bir hizmete memur edilen bulutlarda, aklını işleten bir topluluk için sayısız izler-işaretler-ibretler vardır.

Enbiya (35) Her canlı, ölümü tadacaktır. Biz bir imtihan olarak sizi şer ile de hayır ile de deniyoruz. Sonunda bize döndürüleceksiniz.

Okulda ki öğretilerin içinde belkide en önemlisi :

“ Olgunun karşısında ufak bir çocuk gibi oturun ve daha önce edinmiş olduğunuz tüm kavramları unutmaya hazır olun ve doğa sizi hangi uçuruma,her nereye yöneltirse yöneltsin,onu alçak gönüllülükle izleyin,yoksa hiçbir şey öğrenemessiniz.” Sıfırlamak gerekiyor bütün yanlış öğrenilenleri...

Enam (115) Rabbinin sözü hem doğruluk hem de Adalet bakımından tamamlanmıştır. O'nun sözlerini değiştirecek hiçbir kuvvet yoktur. En iyi işiten, en iyi bilendir O.


Bütün Zaman Ayarları WEZ +2 olarak düzenlenmiştir. Şu Anki Saat: 00:44 .

Telif Hakları vBulletin v3.5.4 © 2000-2024, ve
Jelsoft Enterprises Ltd.'e Aittir.
Tercüme ve Tasarım : Arka & Bahce