Strict Standards: Declaration of vB_Database_MySQLi::db_connect() should be compatible with vB_Database::db_connect($servername, $port, $username, $password, $usepconnect) in /home/arkabahc/public_html/forum/includes/class_core.php on line 1095

Strict Standards: Declaration of vB_Database_MySQLi::select_db_wrapper() should be compatible with vB_Database::select_db_wrapper($database = '', $link = NULL) in /home/arkabahc/public_html/forum/includes/class_core.php on line 1095

Deprecated: Non-static method vB_Shutdown::init() should not be called statically, assuming $this from incompatible context in /home/arkabahc/public_html/forum/includes/class_core.php on line 2294
Medya Yorumları [Arşiv] - Sayfa 2 - Arka BahÇe Forumu

PDA

Tam Sürüm Bilgini Göster : Medya Yorumları


Sayfalar : 1 [2] 3

Master
18-05-2008, 09:39
18 Mayıs 2008

Ertuğrul ÖZKÖK


128 no'lu uçakta o an


BİR felaketi öğrendiğiniz an yaptığınız ilk iş nedir? Mesela kimi ararsınız?


Yaşlı adam bütün hayatı boyunca hiçbir zaman bu soruyu kendi kendine sorma ihtiyacı duymamıştı.

Ama o gün duydu.

* * *

Swissair’in 128 sayılı uçağı Washington’a gitmek üzere havalanmıştı.

Uçak Atlantik üzerine gelmek üzereyken, first class’ın yaşlı yolcularından biri ayağa kalkarak dolaşmaya başladı.

İki üç dakika sonra 30’lu yaşlarında, sportmen yapılı bir adam kendisine yaklaşıp, kulağına eğildi ve, "Sayın Başkan, kaptan sizinle konuşmak istiyor" dedi.

Konuşan kişi, Amerikan Gizli Servisi’nde yıllarca çalışmış bir güvenlik görevlisiydi.

Şimdi o yaşlı adamı korumakla görevliydi.

Yaşlı adam kokpite girdiğinde, yüzü endişeyle kaplı bir pilotla karşılaştı.

Pilot, ağır aksanlı bir İngilizce’yle konuşmaya başladı.

Daha birinci dakika sonunda, pilotun yüzündeki endişeli ifade, katlanarak, first class’ın yaşlı yolcusunun yüzüne geçmişti.

* * *

Yaşlı adam hızla yerine döndü ve kredi kartıyla çalışan telefona sarıldı ama bütün hatlar meşguldü.

Uçağın öteki yolcuları da aynı anda olayı duymuş ve çoğu telefona sarılmıştı.

ABD semalarında iki uçak kaçırılmış. İki uçak da, New York’taki Dünya Ticaret Merkezi’ne çarpmıştı.

Kaptan, "Zürih’e geri dönüyoruz" dedi.

Yaşlı adam, "Kanada’ya inemez miyiz?" diye sordu.

Pilot, "Kesin emir aldık, Zürih’e geri dönüyoruz" dedi.

O sırada dev jumbo, Atlantik üzerinde büyük bir "U" dönüşü yapıyordu.

Ekonomik sınıftaki yolcuların bağırtılı konuşmaları, güçlü motorların sesini örten bir uğultuya dönüşmüştü.

Tarih 11 Eylül 2001’di.

İnsanlık tarihine 11 Eylül olayı olarak geçecek büyük felaket, 128 numaralı Swissair uçağına böyle ulaştı.

* * *

O gün uçağın kokpitine çağrılan yaşlı adam, Amerikan Federal Rezerv’inin Başkanı Alan Greenspan’dı.

İsviçre’de rutin bir uluslararası bankacılık toplantısından dönüyordu.

Aynı saatte Federal Rezerv’in üst düzey başka yöneticileri de, başka uçaklarla ABD’ye uçuyorlardı.

Yani Washington’daki Federal Rezerv’in üst düzeyi havadaydı ve kısa süre sonra ikinci haber geldi:

Üçüncü bir uçak Washington’da Pentagon binasına çakılmıştı.

Yaşlı başkan bunu işitince içinden şu korku geçti:

"Bundan sonraki hedef benim odam."

Yani Federal Rezerv binası...

Bu da dünya ekonomisi için bir felaket anlamına geliyordu.

Federal Rezerv dünya ekonomisinin gerçek anlamda kalbiydi.

Birleşik Devletler’e ve dünyanın birçok yerine nakit ve menkul değer cinsinden günde 4 trilyon dolara yakın transfer yapan elektronik ödeme sistemleri vardı.

Dünya ekonomisini felç etmek isteyen bir terör örgütü için bundan daha etkili hedef düşünülemezdi.

Çünkü o transferi durdurduğu an bankalar yeterli seviyede gerçek para transferi yapamaz ve rezervlerini tüketmek zorunda kalırdı.

İşyerleri ise son çare olarak takasa başvurur ya da borç senedi kullanmaya başlar ve ülkelerdeki ekonomik faaliyet seviyesi aniden düşebilirdi.

* * *

Federal Rezerv Soğuk Savaş döneminden beri nükleer bir felakete karşı bile hazırlıklıydı.

Bütün kayıtlar, Washington’dan yüzlerce mil uzaklıktaki başka binalarda elektronik olarak yedeklenmişti.

Ama ortada bir kriz vardı ve dünya ekonomisi hiç şüphesiz, Alan Greenspan’ın işinin başında olmasını isteyecekti.

O, bunları düşünürken uçağı Zürih Havaalanı’na inmek için alçalmaya başlamıştı.

Havaalanının VIP salonuna girer girmez kendisini karşılayanlarla buluştu.

Karşılayanlar ona uçakların Dünya Ticaret Merkezi’ne çarpmasını gösteren görüntü kayıtlarını getirmişlerdi.

"Hayır seyretmek istemiyorum. Tek istediğim bir cep telefonu. Bana bir cep telefonu bulun" dedi.

Karşılayanlar arasında bir dalgalanma oldu. Dünya ekonomisinin en büyük güvenlik amiri duruma el koyacaktı.

Biri aceleyle, elindeki cep telefonunu uzattı.

Greenspan telaşla telefonu aldı ve numarayı çevirdi. Karşıdan bir kadın sesi geldi.

Greenspan, "Andrea sen misin? Nasılsın" diye sordu.

Kadın "Merak etme iyiyim. Ya sen" diye karşılık verdi.

Yaşlı adam derin bir nefes aldı, rahatlamış şekilde koltuğa oturdu.

Aradığı ilk kişi, eşi Andrea Greenspan olmuştu.

Alan Greenspan, o soruyu hayatında ilk defa kendine sordu:

"İnsan felaketi öğrendiği an ilk kimi arar?"


(*) Alan Greenspan: "Türbülans Çağı", Çeviren: Nilgün Miler, Boyner Yayınları, Mayıs 2008

Master
22-05-2008, 05:33
Fatih Altaylı
Raportör kapatma davası raporunu da yazdı

22.05.2008 02:09
Anayasa Mahkemesi raportörü Osman Can, geçtiğimiz günlerde üniversitelerde türbana geçit verdiği öne sürelen ve Anayasa Mahkemesi’ne götürülen Anayasa değişikliği ile ilgili raporunu Yüce Mahkeme üyelerine sundu.
Ancak Osman Can, bu konu ile ilgili raporunu Anayasa Mahkemesi üyelerine vermeden yaklaşık 1 yıl önce yazmıştı.
Diyeceksiniz ki, “Fatih delirdin mi, Anayasa değişikliği yapılalı 1 yıl olmadı. Değişiklik mahkemeye götürüleli bir kaç ay oldu. Raportör Osman Can nasıl olur da raporunu 1 yıl önce yazmış olabilir?”
Ben de size diyeceğim ki, “Yazdı. Tam 1 yıl önce yazdı ve yayınladı”
İnanmıyorsanız, Ankara Siyasal Bilgiler Fakültesi’nin yayınladığı SBF dergisinin 2007 Haziran-Temmuz sayısından bir tane bulun ve görün.
Osman Can, bu dava ile ilgili olarak vereceği raporu, o dergide aynen yazmış.
1 yıl öncesinden.
Osman Can, dergide yayınlanan makalesinde Anayasa Mahkemesi’nin kendisine getirilen Anayasa değişiklikleri ile ilgili davalara sadece teknik açıdan bakabileceğini, içeriğinde Anayasa'ya uygunluk gibi bir inceleme yapamayacağını 1 yıl önce yazıyor. Ve diyor ki, “Aksi takdirde Anayasa Mahkemesi yasama yetkisini kullanmış ve kısıtlamış olur”
Yani Osman Can’ın mantığına göre Anayasa’nın ilk dört maddesine dokunulmadığı sürece her şey yapılabilir.
Yani ilk dört maddeye dokunulmamak kaydıyla 5. maddede hilafet bile getirilebilir veya şeriat devleti kurulabilir.
çünkü Anayasa Mahkemesi Anayasal değişiklikleri Anayasa’ya uygunluk açısından denetleyemez.
Bu varan 1.
Gelelim varan 2’ye.
Anayasa Mahkemesi raportörü Osman Can’ın kendisine verilen bir diğer önemli dava ile ile ilgili olarak Anayasa Mahkemesi üyelerine hazırlayacağı rapor da şu an benim elimde.
Siz yine diyeceksiniz ki, “Fatih, rapor daha Anayasa Mahkemesi üyelerine bile verilmedi. Nasıl senin elinde olabilir?”
Olur olur, bal gibi olur.
Anayasa Mahkemesi raportörü Osman Can’ın kapatma ile ilgili olarak yazacağı rapor çoktan yazıldı.
Hem de daha dava açılmadan.
Osman Can bu raporu da 2 yıl önce 2006 yılında yazdı. Yazmakla kalmadı yayınladı.
'Anayasa Yargısı İncelemeleri 1' adlı kitabın 451. sayfasından başlayan 14b bölümünde raportör Osman Can “Siyasal patilerin kapatılmasında anayasal ölçütler” başlığı ile önümüzdeki günlerde Anayasa Mahkemesi’ne vereceği raporu yazıp yayınlamış.
Osman Can buradaki yazısında parti kapatmanın hakların kullanımını engelleyen bir ceza olduğunu ve uygulanmasının demokratik açıdan sakıncalar doğurduğunu belirtiyor.
Odak olmanın, muallak bir kavram olduğu için ceza hukukunda yer alamayacağını belirtiyor.
Laikliğin farklı şekillerde algılanabileceğini ve bu algılardaki farklılıkların laiklik karşıtı olmak anlamına gelmeyeceğini anlatıyor. Dahası cezayı da belirliyor ve “Devlet yardımından yararlandırmama”nın yeterli bir ceza olduğunu söylüyor.
Yaklaşık 73 sayfalık, hayli hukuki anlatımın özeti bu.
2006’da parti kapatmayla ilgili olarak bunları yazan Osman Can’ın Anayasa Mahkemesi’ne vereceği raporun bundan farklı olması mümkün olmadığı için ve Osman Can’ın geçmişte kendisi tarafından kaleme alınan doktrinleri bugün de aynen tekrarladığı Anayasa değişikliği ile raporunda gördüğümüz için beklemeye gerek yok.
Anayasa Mahkemesi üyeleri Anayasa Mahkemesi kütüphanesinde bulunan Anayasa Yargısı İncelemeleri’nin 1. cildini alıp Osman Can’ın raporunu buradan okuyabilirler.
Bu arada ilginç olan bir durumu tekrar yazmakta yarar var.
Anayasa Mahkemesi’nde açılan iki kritik davanın ikisinde de raporu hazırlama görevi onca raportör arasından aynı raportöre, Osman Can’a veriliyor.
Ve bakın şu raslantıya ki, Osman Can bu konudaki fikirlerini daha önce yazıp yayınlamış.
Tesadüfün bu kadarı!

NOT: Değerli okurlar, Anayasa Mahkemesi raportörü Osman Can’ın yazdığı bütün makaleleri ve kitapları çıkarıp hepsini incelemekten helak oldum. Bu detaylara da ancak bu sayede ulaşabildim. İsterdim ki, muhalefet partileri tembellik edeceğine bu konuları onlar bulup çıkarsaydı.

NOT2: Şunu da söylemeden geçemeyeceğim. Raportör Osman Can’ı okudukça gerçekten çok önemli bir hukukçu olduğunu görüyorum. Kimi fikirlerine ve yaklaşımlarına katılmakla birlikte bu iki davada tarafsız bir raportörlük yapamayacağını düşünüyorum.


NE ZAMAN ADAM OLURUZ?

Malumu ilam için rapor yazdırmadığımız zaman

fatihaltayli@haberturk.com

buena vista
24-05-2008, 16:39
h.pulur@milliyet.com.tr


BU nasıl iktidar? Ya da iktidarın böylesi görüldü mü?
Askerden muhtıra yiyor, yargıdan muhtıra yiyor, üniversiteden...
Böylesine ‘’iktidar’’ değil, ‘’ademi iktidar’’ denilse yeridir, ‘’iktidar’’ olmak başka şey, ‘’muktedir’’ olmak başka şey..
* * *
YARGITAY Başkanlar Kurulu’nun bir cümlesi daha yenilir yutulur cinsten değil, iktidar adına Devlet Bakanı Cemil Çiçek yanıt veriyor:
‘’Bildirinin yalnız demokratik meşruiyeti yoktur, hukuki meşruiyeti de yoktur. Bu siyasi bildiridir ve hiçbir şekilde kabul edilemez, Anayasa ihlal edilmiştir.’’
* * *
EEEE, diyelim, dediğiniz virgülüne kadar doğru, meşruiyeti olmayan bu bildiriyi ne yapacaksınız? Kabul etmeyiz, diyorsunuz, etmeyin, tarihe bu bildiriyi yiyen iktidar olarak mı geçeceksiniz, kabul etmeyen olarak mı?
Ne diyor yüksek yargıçlar?
‘’Dilediği her şeyi yapabilme yetkisini halktan aldığı gibi, şaşırtıcı bir inançla yargıyı hedef göstermek, yabancıların katkılarıyla kapatma davasında (AKP için açılan) sonuç alma çabası var.’’
* * *
SAYIN Cemil Çiçek bunlar size yakışmıyor, siyasi geçmişinizi az çok bilenler için çok şaşırtıcı oluyor.
Zaten her şey o kadar şaşırtıcı ki!
Cemil Çiçek’in bir süre oturduğu Adalet Bakanlığı’ndaki koltuğunun yeni sahibi, Yargıtay Başkanlar Kurulu’nun bu önemli bildirisi için ‘’Dam üstünde saksağan, vur beline kazmayı’’ diyebiliyor.
Buna da şaşırmamak gerek...
Yargı reform taslağını, Türk yargıçlarına, savcılarına, Türk hukukçularına göstermeden, Avrupa’ya ‘’malumaten arz eden’’ aynı Mehmet Ali Şahin değil mi?
* * *
ŞİMDİ bazıları diyecekler ki “Bu yargıçlar güçlerini nereden alıyorlar?”
Öyle ya yüzde 47 oy alan bu iktidara bu yapılır mı?
Güçlerini nereden mi alıyorlar?
* * *
BİR olay anlatalım...
Yıl 1935, Urfa Milletvekili Ali Saip, Atatürk’e suikast iddiasıyla yargılanır. Adalet Bakanı Şükrü Saracoğlu’dur; her duruşmadan sonra Cumhuriyet Başsavcısı Baha Arıkan’la birlikte Çankaya’ya çıkar, davanın gidişini ve duruşmayı anlatır. Atatürk her sefer “Meslek görevin neyi emrediyorsa onu yaparsın!” der.
Bir gün Atatürk, Başsavcı Baha Arıkan’ı çağırır ve doğrudan sorar:
“Ali Saip davasının sonu ne olacak?”
Başsavcı, “Mahkemenin kararını beklemek gerek” der demez, Atatürk sinirlenir,:
“Mahkemenin kararı ne demek? Mahkemeni de kapatırım, hâkimleri de atarım, seni de atarım!”
Herkes gibi savcı da heyecanlanır, karşısında Atatürk vardır, ama bilir ki “Gazi”nin karşısında doğru konuşulacaktır, doğrusu ne ise o söylenecektir, ayağa kalkar:
“Mahkemeyi de kapatabilirsiniz, hâkimleri de, beni de atarsınız, ama adınız tarihe Mustafa Kemal olarak geçmez.”
Atatürk’ün gözleri yaşarmıştır:
“Çocuk, ben de senden bunu bekliyordum.”
Dava sonuçlanır, Ali Saip beraat eder.
İşte bugünkü yargıçlar, bugünkü savcılar güçlerini ‘’o günkü’’ yargıçlardan, savcılardan almaktadır.

buena vista
25-05-2008, 08:37
eberber@hurriyet.com.tr


ANKARA

DEMOKRASİYİ ahir zaman dini sayacak ve/veya "cici demokrasi" diye küçümseyecek yaşı çoktan geçtim.

Artık demokrasinin kötüler arasındaki en iyiyi seçmek anlamına geldiğini biliyorum. Çoğunuz gibi!

Galiba sorun şu ki; çoğunuzun oy verdiği parti ile liberal cephedeki yandaşları bu basit gerçeği unuttu. İktidar partisini marifetine iltifat kesmiyor, illa mutlak sadakat bekliyor...

Eski sosyalist, nevzuhur liberaller ise Türk Silahlı Kuvvetleri ile uzantısı olarak gördükleri yüksek yargı, üniversite, bürokrasi ve medya beşlisine (Mahşerin 5 atlısı veya Pentagon esprisi yapmayacağım) karşı AKP adına (arkasına sığınarak?) tetikçiliğe soyunuyor. Dolayısıyla ilk bakışta çoğulcu veya çoğunlukçu cephe görüntüsü veren bu Kutsal İttifak aslında bünyesinde marjinal eğilimler saklıyor/barındırıyor/besliyor. Sayalım mı?

* * *

Temsili demokraside seçmen sadakati aranmaz. Aldığınız oy gelecek seçime kadar emanettir. Seçmenin icraata (veya keyfine) göre partiler arasında karar değiştirme özgürlüğü demokrasinin teminatıdır. Oysa görüyoruz ki:

1) AKP, seçmenle parti üyesini karıştırıyor. Aldığı oyu pazara (seçim sabahı) kadar değil, mezara kadar aşk sanıyor. Bu yanılsamanın yaratabileceği tehlikeyi farklı bir örnekle izaha çalışayım. Bazı banka sahipleri de yakın zamana kadar müşterilerinin emanet paralarını (mevduat) sermaye sanma ve rahatça harcama yanlışına düşmüştü. Umarım AKP’nin de sonu, zamanında meşhur ve fakat şimdi düşkün müflis bankerlere benzemez, iş işten geçmeden farkı fark eder.

2) AKP, TC yurttaşını tebaa sayıyor. Öyle ki Meclis’te sadece iktidar partisi oylarıyla seçilen Cumhurbaşkanı’na fikri düzeyde kalan ve hakarete varmayan muhalefeti bile içine sindiremiyor. "Cumhurbaşkanı’nı tanımayan bu ülkeden çeksin gitsin" demeye getiren Başbakan, kendi eşinin Çankaya davetlerine katılmama gerekçesini kamuoyuyla paylaşma ihtiyacı duymuyor. Öyle ya, tebaaya bilgi değil emir verilir!

3) AKP her yerde darbeci arıyor. Cumhurbaşkanlığı seçimi ve türban dayatması nedeniyle kimyası bozulan toplumu teskine gerek duymayan AKP, tam aksine öküz altında buzağı, her dolu muhalif meydanda darbeci izi arıyor. (Halkın tamamı AKP’den memnun ve mesut olduğu varsayımına göre) Cumhuriyet mitingleri gibi kitlesel gösterilerin ancak emekli paşa ve Ergenekon çetesinin ortak eseri sıfatıyla lanetlenmesi gereğine inanıyor. Paranoyasını kanıtlamak için savcıları, polisi nafile seferber ediyor.

4) AKP, AB ile müzakere yerine kapitülasyonu seçiyor. Kapitülasyon, yabancı bir sözcük ve şartlı teslim anlamına gelir. AKP’nin özellikle kapatma davasından sonra AB’ye karşı izlediği tutumu ancak bu kavram izah eder. Yargı erkini dış baskıyla terbiye girişimi bu memleketin limanlarının, tersanelerinin tesliminden çok daha vahimdir. (Ayrıca dava sonucundan bağımsız olarak Türk kamuoyu ile AB arasındaki soğukluğun giderilmesi epey zaman alacağa benzer.)

5) AKP her yerde yandaşını arıyor, yaratıyor. Meclis’i zaten yok sayıyor, Çankaya’yı fethettiğine inanıyor. Hákim ve savcılarla iktidara geldiği günden beri kavga ediyor. Medyada sayısı azımsanmayacak yandaşlarıyla yetinmiyor. Kamu bankalarından krediyle yenisini yaratıyor. (Bu krediler ticari deniliyor, ama her nedense gazetede ciddi tiraj kaybı, TV’de reyting felaketi ne patronu ne de alacaklıları telaşlandırıyor. Yoksa tek okur/izleyici Başbakan kalsa bile yetecek mi?)

* * *

Yargıya ve kararına tüm saygımı koruyarak... Lafı hiç dolaştırmadan söylüyorum. Umarım AKP kapatılmaz.

Çünkü bu partiye oy verenlerin sistem dışına itildikleri duygusuna kapılmalarını asla istemem. Ayrıca bu ülke illa ki Milli Görüş çizgisinden bir parti tarafından yönetilmeye mahkûmsa hiç değilse AB ve küresel güçlerle barışık olan tercihimdir.

Ne var ki şu ağır soru zihnimi yormuyor değil... AKP bu badireyi de hatalarını kabullenmeden, ders almadan atlatırsa... Demokrasiyi nasıl yaşatacağız?

Demokrasiden yeterince nasibini alamadan demokrasi sayesinde iktidara konan AKP ile... Demokrasi sandıkları artık her neyse o uğurda başkasına söz hakkı/yaşam şansı tanımayan müttefiklerine rağmen... Demokrasiyi nasıl koruyacağız?

Üstelik pazar sabahı moralinizi bozmak istemem ama yarının bugünden çok daha zor olacağı kesin. Konjonktürel iktisadi başarıyı şahsi ve üstün beceri sanan AKP’nin burnunun ucunu görecek hali yok.

İşte bu ortamda yakın geleceğin inşası... Özgürlük ve ekmeğe sahip çıkma kavgası (AKP’li veya AKP’siz ya da türdeşi yeni partiyle) yine samimi ve fakat isimsiz demokratlara düşüyor.

Anlatamadıysam tekrar edeyim, size!

Enis Berberoglu

Master
25-05-2008, 10:55
Yılmaz Özdil
yozdil@hurriyet.com.tr



Nobel alır...


Doğada bulunmayan ve ışığın ters yönde kırılmasını sağlayan "meta malzeme"yi üreterek, cep telefonu, bilgisayar çipleri ve mikroskopların etkinliğinin artırılmasına katkı sağladığı için, Londra’daki Kraliyet Bilim Topluluğu’nda düzenlenen törenle Descartes Ödülü’nü alan tek Türk, saygın Fizik Profesörü Ekmel Özbay’ın danışmanlığında, TÜBİTAK tarafından desteklenen Nanoteknoloji Araştırma Merkezi’nde, Avrupa Birliği Çerçeve Programı kapsamında çalışmalarını sürdüren Bilkent Üniversitesi Elektrik Elektronik Mühendisliği Bölümü doktora öğrencisi Bayram Tütün’ün, organik kimya ve sentetik polimerler kullanarak ürettiği organik lazer teknolojisiyle, yara iyileştirme, böbrek taşı tedavisi, göz ve diş hekimliği teşhislerindeki yüksek çözünürlüklü projeksiyon ve hologram ekranlarına sahip görüntüleme cihazlarını, milyonlarca renk, yüksek kalite ve çok daha ucuza elde edilebilir hale getirip, dünya yeni nesil optoelektronik teknolojisinde çığır açtığı gün... Sağlık Bakanı, "keneye karşı pantolon paçalarını çorabın içine sokun, ishal olanlar da, ellerini sabunlasın" dedi.

*

Daha fazla devam edemeyeceğim

Master
28-05-2008, 09:30
28 Mayıs 2008

Yılmaz ÖZDİL
yozdil@hurriyet.com.tr

First Lady...


Halı.

Koltuk.

Avize.

Sehpa.

Vazo.

Biblo.

Tablo.

Gümüş.

Porselen.

*

Nedir bunlar?

"Hayrünnisa Gül’ün Dolmabahçe Sarayı’ndan istediği eşyalar" diyenler, yanıldı... Semra Sezer’e "hediye edilen" ve Semra Sezer’in evine götürmektense, Çankaya Köşkü’ne bıraktığı eşyalar...

1.243 parça.

*

Halı.

Koltuk.

Avize.

Sehpa.

Vazo.

Biblo.

Tablo.

Gümüş.

Porselen.

İşte bunlar, Hayrünnisa Gül’e "hediye edilmeyen" ama, Hayrünnisa Gül’ün Dolmabahçe Sarayı’ndan istediği eşyalar...

35 parça.

*

Aslına bakarsanız, Kaşıkçı Elması’nı istemediğine şükredin... Çünkü, prensip olarak, Topkapı Sarayı’ndaki Kaşıkçı Elması ile Dolmabahçe Sarayı’ndaki ibrik arasında bir fark yok... İkisi de müze eseri olduğuna göre, ikisi de satılamaz, dolayısıyla fiyatı yok, farkı da yok.

*

Bakın "fark" dedim, aklıma geldi.
*

46 trilyon lira nedir?

Ahmet Necdet Sezer’in 7 yıllık görev süresi boyunca harcamak yerine, tasarruf edip, Maliye Bakanlığı’na iade ettiği para.

*

30 trilyon lira nedir?

Abdullah Gül’ün, henüz 1 yılını bile doldurmadan, Çankaya Köşkü’nde tadilat için Maliye Bakanlığı’ndan aldığı para.

meraklı
28-05-2008, 09:34
Farkı farkettiğin anda, farkları farksızlaştıran farkların yarattığı, farkın farkına vardırılmış keyfini yaşayabilmek üzere.............

:ds:*

Master
29-05-2008, 05:37
Hasan Pulur Olaylar ve İnsanlar
h.pulur@milliyet.com.tr

‘’Allah ile Aldatmak’’

ŞİMDİ kalkıp desek ki: ‘’1950’lerden bu yana 40 bin cami binası, bu iş için trilyonca dolar harcama yaptık. Ama bunlar İslam medeniyet ve kültürüne uygun, güzel ve estetik vasıflı binalar olmadı. Bunların mihraplarına geçecek kaliteli imamlar, minberlerine çıkıp hutbe okuyacak kaliteli hatipler, Müslümanları uyaracak kaliteli vaizler yetiştirmeyi düşünmedik. 79 bin camiye hela, imam ve müezzin lojmanı yaptırdık. On binlerce camiye kalorifer yaptırdık, pahalı klima cihazları taktık. Camileri hoparlörlerle, ışıldaklarla, vantilatörlerle doldurduk. Evet, son elli yıl içinde bunlara trilyonlar harcadık.’’
Hop hop, sen kim oluyorsun da böyle diyorsun, demezler mi?
Derler, haklılar.
* * *
‘’BÜTÜN gücümüzü Kuran kursu, imam-hatip mektebi, ilahiyat fakültesi açmaya sarf ettik. Hesabı yapılsa, bunlara akıllara durgunluk verecek miktarlar harcadık. Daha bitmedi. Birtakım din baronları için her yıl milyarlarca dolar para topladık. Bu paraların yerli yerince, akıllarca harcanıp harcanmadığını hiç sorgulamadık, kontrol etmedik.’’
Haddini bil, sen nasıl böyle yazıyorsun, demezler mi?
Derler, haklıdırlar.
* * *
‘’RAMAZANLARDA birtakım din cemaatleri beş yıldızlı, lüks otellerde bin kişilik ihtişamlı, israflı, gösterişli, günahlı iftarlar veriyordu. O fücur yuvalarında verilen iftarlar dinimize uygun muydu?’’
Vallahi ne deseler hakları var. Herkesin yediğinden, içtiğinden bize ne?
* * *
‘’BİZ; bir sürü hizip, fırka, grup, cemaat ve tarikata ayrıldık ve birbirimizle çekişip tepişmeye başladık. Yığın ve sürü haline gelen on milyonlarca Müslüman şu anda vahim bir kırsal kesim ve varoş zihniyeti, marjinallik, parçalanmışlık içindedir.
Hazretim yanılmaz, bizim cemaatin ulu zatı yapmaz, hoca efendi yanlış yapmaz... dedik. Sorgulama yok, hesap sormak yok, kontrol yok. Bu şartlar altında ümmetin işleri elbette kötüye gider.’’
Çizmeyi aşmanın da bir ölçüsü olmalı! Biz ölçüyü filan kaçırmışız...
* * *
‘’BİZİ mahvedenler, militan din düşmanları değil, içimizdeki din sömürücüsü, din rantı yiyen işbirlikçi, hain alçaklardır...’’
Evet, böyle deseydik...
Bizi bu adam aklını kaçırmış, diye köşenin dışına koyarlar, ya da tedavi için Bakırköy Akıl Hastanesi’ne...
* * *
PEKİ, tırnak içindeki bu görüşler üstat Mehmet Şevki Eygi’ninse, din âlimi Prof. Dr. Yaşar Nuri Öztürk de ‘’Ben de bu satırların altına imzamı atarım. Keşke M. Şevki Eygi bunları on yıl, yirmi yıl önce söyleseydi, yazık oldu Türkiye’deki Müslümanlara!’’ diyorsa...
Kendi deyimleriyle ‘’Müslümanların zıt kardeşleri’’ aynı görüşleri paylaşıyorlarsa...
Bize de bunları yazmak, ‘’Prof. Dr. Yaşar Nuri Öztürk’ün son kitabı Allah ile Aldatmak’ı okuyun’’ demek düşer.
* * *
YAŞAR Nuri Öztürk, Müslümanların en büyük zaaflarından biri bu olmasaydı, ‘’Kuran, Allah ile aldatmayın’’ ihtarına gerek görür müydü? diyor.
Kitabı okuyunca kimlerin kimleri, Allah ile nasıl aldattıklarını anlayacaksınız.
______
(x) Yeni Boyut, 18. baskı.





Minik Anı : '' Bir kelam Müslümanı, bir fıkıh Müslümanı, bir tasavvuf Müslümanı ortaya çıktı. Kur'an Müslümanı nerde ? ''

Master
29-05-2008, 05:53
29 Mayıs 2008

Yılmaz ÖZDİL
yozdil@hurriyet.com.tr

Kulakları var duyarlar...


Gelir kayıtdışı.

Vergi kayıtdışı.

İstihdam kayıtdışı.

Seçmen kayıtdışı.

Telefon konuşmaları kayıtlı!

*

Devlet diye buna derim ben.

*

Ve, soru şudur aslında:

Dinledi mi... Dinledi.

Kaydetti mi... Kaydetti.

Niye gazeteye verdi?

*

Amaç, dinlemek değil çünkü.

Amaç, dinlediğini göstermek.

*

Demokrasi memokrasi ayaklarıyla "korku imparatorluğu" yaratıldı Türkiye’de... Fikir özgürlüğü dediler, oturma odanda konuşma özgürlüğü yok. İnsan haklarına saygı dediler, Ankara’da herkes arkasına bakarak yürüyor. Savcılar, yargıçlar, eşiyle çocuğuyla bile telefonda konuşamıyor. Komutanlar, sigara paketi veya çakmak şeklindeki jammer’larla dolaşıyor. İşadamları, kulak organının bulunduğu semtteki restoranlara gitmiyor. Siyah Doblo gören, masadan kalkıyor.

*

Özetle...

Kendi düşen ağlamaz.

"Din"i bu kadar "alet" etmelerine göz yumarsan, sonuçta ne olur?

Din’leme cihazı!

AnnE
31-05-2008, 07:37
yozdil@hurriyet.com.tr

Gafilcan...


Ali Babacan haklı.

Bu ülkede Müslümanlar sıkıntıda.

*

Mesela, türban takmıyorsan, seni Müslüman’dan saymıyorlar...

Daha nasıl sıkıntı olsun?

*

Yalan söylüyor musun? Hayır.

Rüşvet alıyor musun? Hayır.

Ahalinin kıçında don yokken, sen parmağına kuru soğan büyüklüğünde, 70 milyar liralık yüzük takıyor musun? Hayır.

Vatanı sattın mı? Hayır.

Bırak şimdi bunları...

- Türban var mı, türban?

- Yok.

- Olmadı ki...

*

Normal insan evladı gibi flört edersen, bu ülkenin Diyanet’i seni "zina" yapmakla suçluyor... Ama, "dindarım" ayaklarıyla, 9 yaşındaki kızı koynuna alırsan, çıt çıkarmıyor! Üç eşin, dört eşin varsa, normal... Tek eşin varsa, "kerhaneci" diyorlar... "Dini nikáh"ımızı "prezervatif" haline getirdiler... Takıyorsun, her türlü rezilliği yapabilme özgürlüğüne kavuşuyorsun!

*

"Ruhban sınıfı yok" diye gurur duyardık... İmam olmayana su yok! Takkeli, takunyalı cahil cühelanın "kanaat önderi" diye, eli ayağı öpülüyor. Camilere tezgáh açıp, "zihin makinesi icat ettik" diye para tokatlıyorlar. Devleti yönetenler, "Davul Tozu Minare Gölgesi Holding"lerin açılışlarını yapıyor. "Faiz haram"sa... Dünyanın en yüksek faizi nerede?

*

Ali Babacan haklı.

"Samimi" Müslümansan eğer, şu anda dünyada dinimiz adına daha büyük sıkıntının yaşandığı bir ülke yok.

buena vista
31-05-2008, 09:12
tturenc@hurriyet.com.tr

Ya birisi Babacan’a şu soruları sorsaydı


TÜRKİYE Dışişleri Bakanı Ali Babacan, Avrupa Parlamentosu Dış İlişkiler Komitesi’nde konuşurken büyük bir çam devirdi.

Bakın ne dedi:

"Türkiye’de sadece azınlıklar değil, Müslüman çoğunluk da dini özgürlüklerle ilgili sorun yaşıyor."

Komitedeki üyeler, ilk kez bir dışişleri bakanının ülkesini şikáyet ettiğine tanık oldu.

Üstelik bu bakan, yalnız şikayet etmekle kalmadı ülkesine düpedüz iftira attı.

Ya o salondaki Avrupalılardan biri kalkıp şöyle bir soru sorsaydı:

"Sayın Bakan, ben Türkiye’ye çok gittim. Sizin ülkenizde tam 80 bin cami var. Dini özgürlükler konusunda nasıl bir sorunla karşı karşıyasınız, açıklar mısınız?"

Ne yanıt verecekti Babacan?

Adam devam etseydi ve yeni sorular sorsaydı:

"Bu camilerde günde 5 vakit gümbür gümbür ezan okunmuyor mu?"

"İsteyen, bu camilere gidip namazını kılmıyor mu?"

"Bu camilerin bakımını devletiniz karşılamıyor mu? Cami personelinin maaşlarını devletiniz ödemiyor mu?"

"Ülkenizde hacca gitmek yasak mı?"

"Yüz binlerce çocuk, Kuran kurslarına gönderilmiyor mu?"

"İmam hatip liselerinde dini eğitim verilmiyor mu?"

Ya da bir başka üye kalkıp şu soruyu sorsaydı:

"Sayın bakan, ülkenizdeki okul sayısı 67 bin. Demek ki ülkenizde cami, okuldan daha fazla. Bu sizce normal mi?"

Bu sorulara ne yanıt verecekti Ali Bey?

Kürsüde yüzü kızarmayacak mıydı?

* * *

Hele birisi kalkıp şunu sorsaydı:

"Sayın Bakan, benim bildiğim, sizin eşiniz tamamen İslam tesettürüne göre giyiniyor. Müslümanların dini özgürlükleriyle ilgili sorunları olsa eşiniz böyle giyinebilir mi?"

"Başbakan’ınızın ve öteki bakan arkadaşlarınızın çoğunun da eşleri örtülü değil mi?"

"Partiniz üst düzey atamalarda eşleri türbanlı bürokratları seçmiyor mu?"

"Sizin partinize bağlı belediyeler, kendisine ait mekánlarda içkiyi yasaklamıyor mu?"

"Sayın Bakan, bu gerçeklerden sonra hálá ülkenizde Müslüman çoğunluğun dini özgürlükleri konusunda sorunları olduğunu söyleyebilir misiniz?"

Merak ediyorum, eğer Ali Bey bu sorulara muhatap olsaydı ne yanıt verecekti?

Orada partisine destek sağlasın diye ülkesindeki doğruları saptıran bir Dışişleri Bakanı olarak yerin dibine girmeyecek miydi?

Şimdi Nuri Bilge Ceylan’ın Türkiye için "Yalnız ve güzel ülkem" demekle ne kadar haklı olduğunu düşünün...

* * *

Ali Bey’e bir şeyi daha anımsatmak istiyorum:

"Bakan Bey, bugün dünyada Türkiye dışında demokrasiyi benimseyip yaşam biçimine dönüştürmüş bir tek Müslüman ülke yoktur."

Acaba bunun ne anlama geldiğini biliyor mu Ali Babacan?

Bunun değerinin farkında mı?

Ya bu ülkenin bunu Atatürk’e borçlu olduğunu...

Kendisinin de Atatürk sayesinde çıkıp o kürsüde konuşabildiğini hiç düşündü mü?

Sanmıyorum.

Eğer bunları bilseydi ya da bir parça düşünebilseydi, vicdanı bu şekilde konuşmasına izin vermezdi.

Avrupa Parlamentosu’nda konuşurken ülkesine böyle bir iftira atmayı aklının ucundan bile geçirmezdi.

Tufan Türenç

buena vista
01-06-2008, 08:23
Hasan Pulur

h.pulur@milliyet.com.tr


DIŞİŞLERİ Bakanı Ali Babacan’a haksızlık ediliyor. Adam sadece Dışişleri Bakanı değil ki, Türkiye ile Avrupa arasında ‘’başmüzakereci’’.
Yani Sayın Bakan’ın görevi, Türkiye’yi Avrupalıya kabul ettirmek için elinden geleni yapmak...
Bu da Avrupa’yla kavga ederek, kapışarak olmaz ki!
* * *
ADAMLARIN şikâyeti neyse, onlardan daha fazla şikâyetçi olacaksın...
Kimden şikâyet ediyorlar?
‘’Laik cumhuriyet’’ten âlâsı bulunur mu?
Zaten adamlar ‘’laik cumhuriyetçiler’’e isim takmışlar, ‘’faşist laikler’’ deyip duruyorlar, ‘’sömürge valileri’’ her gün teftişe geliyor.
Başmüzakerecinin görevi de onlara karşı çıkıp, ‘’Kendinize gelin’’ demek değil ya!
Onların ağzına uygun davranacaksın...
Belli ki adamlar, Türkiye’deki ‘’gayrimüslim azınlıklara yapılanlardan’’ şikâyetçi.
Ne yapılıyorsa, o da belli değil ya!
* * *
BİZİM başmüzakereci onlardan daha hızlı olacak ki adamları yatıştırsın:
‘’Siz ne diyorsunuz, sadece gayrimüslim azınlıklar mı? Müslüman çoğunluklar da dini özgürlükleriyle ilgili sorunlar yaşıyorlar’’ demiş...
* * *
VAY efendim, sen misin böyle diyen?
Soran sorana:
‘’Namaz kılmak mı yasak?’’
‘’Oruç tutmak mı yasak?’’
‘’Hacca gitmek mi yasak?’’
‘’Kuran okumak mı yasak?’’
* * *
DİYELİM Kİ, bunların hiçbiri yasak değil, sorun yok. Ya Ali Babacan’ın halasının başına gelenler ne olacak?
Şaşırdınız değil mi?
Diyeceksiniz ki, Ali Babacan’ın halasının burada ne işi var?
Öyle demeyin, öyle demeyin, Ali Babacan’ın halası Hatice Babacan’ın kırk yıl önce başı derde girmiştir ve o dert hâlâ sürüp gitmektedir...
Başörtüsü ve türban...
* * *
BU olayın, yani başörtüsü ve türbanla kız öğrencilerin üniversiteye girememelerinin başında Ali Babacan’ın halası vardır. 1968’de, Ankara’da, ilahiyat fakültesinde öğrenci olan Hatice Babacan, derslere başörtüsüyle girince olay başlamış, öğretmenlerin isteğini kabul etmeyip başını açmayan genç kız fakülteden atılmış, öğrenciler boykota başlamış, dekan istifa etmişti...
* * *
ŞİMDİ anladınız mı Dışişleri Bakanı’nın Avrupalılara ‘’Türkiye’de Müslümanların da dini özgürlük sorunu var!’’ demesinin esbabı mucibesini...
Halasının hakkını koruyor, halasına yapılanı unutmuyor!
* * *
BİR de soru...
Laiklik elden gidiyor mu?
Yoooo, maşallah sapasağlam ayakta...
Ne olmuş yani, uçakta bir kadın yolcu, ‘’Ben yanımda erkek istemem!’’ diye yer değiştirmişse...
Umreden dönen 18 kadın yolcu, ‘’Biz aramıza erkek istemeyiz!’’ diye uçaktan inmişlerse, eylemlerini haklı bulan THY yönetimi, kadınları topluca başka bir uçağa bindirip yan yana uçurmuşsa, Sultanahmet’te bir otel yabancılara içki verip Türklere vermiyorsa.
LAİKLİK ELDEN Mİ GİDİYOR?..
Gittiği zaman görürsünüz...
İyi seyirler.

dentist
03-06-2008, 08:36
Yalnız ve güzel ülkeye adanmıştır
YOOO, bu kadarını beklemiyorduk... ‘’Bu kadarını’’ değil, hiç beklemiyorduk. Cannes Film Festivali’nde ‘’Üç maymun’’ filmiyle ‘’En İyi Yönetmen’’ seçilen Nuri Bilge Ceylan, bizi bu kadar şaşırtmamalıydı.
28 / 05 / 2008 07:27

Hem Fransa’nın göbeğinde ödül kazanacaksın, sonra ‘’Bu ödülü tutkuyla sevdiğim yalnız ve güzel ülkeme adıyorum’’ diyeceksin...
Hayır Nuri Bilge Ceylan, bizi bu yaşta hıçkırarak ağlatmaya hakkın yok!
* * *
OYSA bizi ne güzel alıştırmışlardı...
Haçlılara yaranmak için, her ödül alan, neler söylemezdi ki! Nerede, Türklerin bir milyon Ermeniyi kestiği, 30 bin Kürdü katlettiği, nerede?
Nerede, Fransa gibi bir yerde ‘’Ermeni soykırımı’’ yapan ecdadı lanetlemek nerede?..
Ya 6/7 Eylül zulmü nerede?
Varlık vergisi faciası nerede?
Nerede, yeni yeni tezgâhlanan ‘’Pontus soykırımı’’ nerede?..
* * *
OLMADI, Nuri Bilge Ceylan olmadı...
‘’Bu ödülü, tutkuyla sevdiğim, yalnız ve güzel ülkeme adıyorum’’ ne demek?
Hele ‘’yalnız ve güzel ülkem’’ demenize ne kadar hasret olduğumuzu biliyor muydunuz?
Diyeceksiniz, bilmeden söyler miydim?
Ona ne şüphe!
O kadar tarifsiz duygular içindeyiz ki!
* * *
EVET, bu ülke ‘’Ödülümü, tutkuyla sevdiğim, yalnız ve güzel ülkeme adıyorum’’ diyen Nuri Bilge Ceylan’la gurur duyuyor.
Bu boş bir gurur değil, dopdolu bir gururdur.
Ödül kadar önemli olan ‘’Bu ödülü tutkuyla sevdiğim yalnız ve güzel ülkeme adıyorum’’ sözüdür.
* * *
BU sözü kimse unutmamalıdır, herkes bir yere yazmalıdır...
Tabii, Türkler soykırım yaptı, bir milyon Ermeniyi kesti, 30 bin Kürdü katletti, diyenlerin, bu sözden etkilenmeleri söz konusu değildir.
Onların, ‘’Söz konusu vatansa, gerisi teferruattır’’ sözünden etkilenip duygulanamayacakları gibi...

Yalnız ve güzel ülkeye adanmıştır
Arkadaşına gönder
Sitene ekle
Sayfayı yazdır

YOOO, bu kadarını beklemiyorduk... ‘’Bu kadarını’’ değil, hiç beklemiyorduk. Cannes Film Festivali’nde ‘’Üç maymun’’ filmiyle ‘’En İyi Yönetmen’’ seçilen Nuri Bilge Ceylan, bizi bu kadar şaşırtmamalıydı.
Hem Fransa’nın göbeğinde ödül kazanacaksın, sonra ‘’Bu ödülü tutkuyla sevdiğim yalnız ve güzel ülkeme adıyorum’’ diyeceksin...
Hayır Nuri Bilge Ceylan, bizi bu yaşta hıçkırarak ağlatmaya hakkın yok!
* * *
OYSA bizi ne güzel alıştırmışlardı...
Haçlılara yaranmak için, her ödül alan, neler söylemezdi ki! Nerede, Türklerin bir milyon Ermeniyi kestiği, 30 bin Kürdü katlettiği, nerede?
Nerede, Fransa gibi bir yerde ‘’Ermeni soykırımı’’ yapan ecdadı lanetlemek nerede?..
Ya 6/7 Eylül zulmü nerede?
Varlık vergisi faciası nerede?
Nerede, yeni yeni tezgâhlanan ‘’Pontus soykırımı’’ nerede?..
* * *
OLMADI, Nuri Bilge Ceylan olmadı...
‘’Bu ödülü, tutkuyla sevdiğim, yalnız ve güzel ülkeme adıyorum’’ ne demek?
Hele ‘’yalnız ve güzel ülkem’’ demenize ne kadar hasret olduğumuzu biliyor muydunuz?
Diyeceksiniz, bilmeden söyler miydim?
Ona ne şüphe!
O kadar tarifsiz duygular içindeyiz ki!
* * *
EVET, bu ülke ‘’Ödülümü, tutkuyla sevdiğim, yalnız ve güzel ülkeme adıyorum’’ diyen Nuri Bilge Ceylan’la gurur duyuyor.
Bu boş bir gurur değil, dopdolu bir gururdur.
Ödül kadar önemli olan ‘’Bu ödülü tutkuyla sevdiğim yalnız ve güzel ülkeme adıyorum’’ sözüdür.
* * *
BU sözü kimse unutmamalıdır, herkes bir yere yazmalıdır...
Tabii, Türkler soykırım yaptı, bir milyon Ermeniyi kesti, 30 bin Kürdü katletti, diyenlerin, bu sözden etkilenmeleri söz konusu değildir.
Onların, ‘’Söz konusu vatansa, gerisi teferruattır’’ sözünden etkilenip duygulanamayacakları gibi...

AnnE
03-06-2008, 09:07
Eski sol, yeni liberal aydınlar milliyetçiliği güçlendirdi


Bazıları her olayı “düşmanım” ve “dostum” bağlamında görüyor ve ister istemez “Düşmanımın düşmanı dostumdur!” ilkesine sığınıyor.

Basit bir mantığa göre durum şöyle: “Madem ki Türkiye darbelerle örselenmiş, insan hakları ihlalleriyle cehenneme çevrilmiş, işkencelerde ölenlerin bile hesabının sorulamadığı bir ülke, o zaman bu sistemi koruyanların karşısına çıkan herkes dostumdur.”

Rejimden çok acı çekmiş olan bazı aydınlar, son yıllarda bu mantığı kullanarak AKP’ye dört elle sarıldı.

Ve böyle yaparak ne elde ettiler biliyor musunuz?

Milliyetçiliği güçlendirerek anti demokratik eğilimleri daha da etkin hale getirdiler.

İlk bakışta bu sözlerimde bir çelişki var gibi görünüyor değil mi?

Demokrasinin genişlemesini isteyen aydınlar niçin totaliter eğilimleri güçlendirsin?

Ama inanın bana böyle oldu.

Çünkü Türkiye’de demokrasi talep eden, insan haklarından, emekten, dünyalılıktan yana tavır almış halk kitlelerinin, AKP korkusu ile milliyetçi reflekse kaymasına yol açtılar.

Düşünün ki bu aydınlar Susurluk skandalı döneminde, “Sürekli Aydınlık İçin Bir Dakika Karanlık” eylemi yapanlarla birlikteydi.

Hep beraber, çetelerden hesap sorulmasını talep ediyorlardı.

Ama Cumhuriyet mitinglerindeki “kitle” ile taban tabana zıt düştüler.

Aslında ışıkları söndürenlerle, Cumhuriyet mitinglerinde yürüyenler aynı kişilerdi.

Evet, bu mitingleri düzenleyenler ve kürsüleri ele geçirenler farklıydı, başka bir amaca hizmet ediyorlardı ama kitle aynıydı.

Liberal arkadaşlar bunu göremedi.

Türkiye’de demokrasi isteyen geniş kitlelerin, AKP ve özellikle lider kadronun uygulamaları karşısında dehşete düştüklerini ve “Denize düşen yılana sarılır” refleksi gösterdiklerini anlayamadılar.

Çünkü halktan ayrı yaşamaya başlamışlardı. Ömürleri, İstanbul’da kendi kafalarındaki insanlarla yenilen akşam yemekleri, yurt dışı toplantıları ve yazın çıkılan mavi yolculuklarla sürüyordu. Sürekli olarak “sen-ben-bizim oğlan” toplantıları yaptıkları için farklı görüşleri duymuyorlar, duydukları zaman da buna tahammül edemiyorlardı.

Onlara göre Türkiye siyah-beyazdı: Ya cunta ya demokrasi. Bu kadar basitti her şey.

Bu formülde AKP demokrasiyi temsil ediyordu, karşısındaki her güç ise cuntayı.

Toplumsal dönüşümlerin böyle basit formüllere bağlanamayacağını, işin çok daha karmaşık olduğunu, sezgilerin, korkuların, hayallerin bu işte oynadığı önemli rolü anlayamadılar.

Karmaşık toplumsal süreçlerin, eline bir tavla almış gibi “Bu hangi taş? Haaa! İkiymiş, üç daha ne eder? Beş” tarzında kesinliklerle anlaşılamayacağını, çok daha duyarlı ve olgun davranmak gerektiğini kavrayamadılar.

Son altı yıl içinde toplumun müthiş bir hızla dönüştürüldüğünü, “elit” diye küçümsedikleri, çoğu orta-alt gelir grubuna ait milyonlarca kişinin yaşam biçimini tehlikede gördüğü ve dehşetli korktuğu gerçeğini sezemediler.

Ama halkın önemli bir bölümü bunları gördü ve ister istemez karşı cepheye yöneldi.

Yani bir bakıma aydınların yaptığı gibi kategorik davrandı ama bunun için aydın suçlanır da halk suçlanamaz.


***


Sonuçta bugün Türkiye’de milliyetçilik ve totaliter rejim merakı altı yıl öncesine göre çok daha güçlü.

Demokrasi talebi ve rejim eleştirisi ise ne yazık ki yok denecek kadar az. Bizim gibi 12 Eylül’den, cuntalardan, çetelerden, devlet içindeki karanlık örgütlenmelerden hesap sorulmasını isteyen, yasaksız bir demokrasiyi özleyen, ömrünü bu amaca harcayanların ise hevesi kursağında kaldı.


***


Arkadaşlar; yazdıklarımı kızmadan, sövmeden, sakince düşünün ve demokrasi kalesine gol atıp atmamış olduğunuza karar verin.

İyi niyetinizden kuşku duymuyorum ama hatalı davrandınız: Düzene karşı muhalefeti soldan değil de din üzerinden yapmış olmanızın ağır faturasını ödemek üzereyiz.

Bu fatura AB korkusu, yabancı düşmanlığı ve “250 yıl geri gideceğimize 25 yıl geri gidelim” eğilimine yol açmış olmaktır.

Durumu hâlâ anlayamıyorsanız, eşlerinize sorun.

Çünkü onlar -en azından- hissediyor.

Ramo
04-06-2008, 19:50
Evet, iftira atıyor...

Türk milli takımı için "yabancı düşmanlığı üreten bir makine" diyor.

*

Aurelio, Konyalı mıdır?

*

Voleybol, Natalia Hanikoğlu, Rus.

Boks, Ramazan Palyani, Gürcü.

Basketbol, Ermal Kurtoğlu, Arnavut.

Yüzme, Serkan Atasay, Ukraynalı.

Atletizm, Elvan Abeylegesse, Etiyopyalı.

Masa tenisi, CemZeng, Çinli.

Güreş, RamazanŞahin, Rus.

Hentbol, Nergis Türkay, Azeri.

Okçuluk, Natalia Nasaridze, Gürcü.

Satranç, Ekatirana Atalık, Rus.

Hepsi milli...

*

Mirsad Türkcan?

Mirsad Yahoviç, Boşnak.

Demir Atasoy?

Dmytri Chersakov, Ukraynalı.

Ebru Kavaklıoğlu?

Yelena Kopytova, Rus.

Selim Bayrak?

Shimelis Legese, Etiyopyalı.

Melek Hu?

Hou Mei Ling, Çinli.

Hepsi milli...

*

Devşirme kavramı, spora yarar getirir, zarar getirir, o ayrı konu.

*

Pamuk efendi!

"Türk milli takımı, yabancı düşmanlığı üreten bir makine"yse... Bu çocuklar nasıl oluyor da, Türk milli takımında ay-yıldız taşıyor?

Yılmaz Özdil / Hürriyet

Ramo
05-06-2008, 21:54
Elli yıldır ülkenin koynuna yangın bombası gibi düşmüş sağ siyasetin faturası işte önümüzde: Maskaralık! İçişleri bakanı eşkiya takibinde. Eşkiyaların inlerine bakın: Demirel’in, Özal’ın, Mesut Yılmaz’ın, Çiller’in, aileleri, yakınları, gazeteleri, televizyonları, şirketleri yazarları, bakanları. Rezilliğin bini bir para, bu kepazeliğin ortasında, banka soygunları için en şirin açıklamayı yine Sabancı yapıverdi: “Gardaşım, hazine bizim, hazine hepimizin, dokunmayın hazinemize!”. Doğru. İç borç faizleriyle Koç ve Sabancı ailesine kilitlenmiş hazineyi, sonradan çıkma bankacıların-siyasilerin yürütmesi, yukarda birilerini rahatsız etti, “Hazine borçlarımızı ödeyemez duruma geliyor” paniğiyle ip çekildi. Nasılsa merkez sağa sürülecek gözü açılmamış bir şamar oğlanı bulundu.

Devletin acemiliği güçlerarası eşitliği sağlayamamak. Çağlar, Çörtük, Uzan, Sabancı arasındaki “güç” dağılımını rayına oturtamadı. Derebeylik düzeni kolay değil, güçler arası eşit sınırlar bir otuz yılımızı alır. Yazarları, eğitilmiş köpekler, 28 Şubat mı hazırlanıyor... “Hadi kont yakala irticacıları!”, 10 yıldan bu yana bankalar soyulup, tam takır olduktan sonra, “işte belgeler, hadi parçala onları kont!”

Sofra büyük, oyun zevkli. Özelleştirme pastası kimlerin aklını başından almadı. Hangi birini sayacaksın. Cavit Çağlar, ıslık sesini duyar duymaz yurtdışına tüydü. Demirel’in talimatıyla kaçtığı kesin. Demirel’le yurtdışında iki kafadar, operasyonu, hangi gazeteciler, hangi hakimler, hangi siyasilerle durdurabileceklerini-sınırlayabileceklerini gece gündüz düşündükleri kesin.

Çok geçmeden savcılar, Susurluk’ta olduğu gibi, “elimiz, kolumuz bağlı!” açıklamaları yapmaya başlar, ne hukuku, ne mahkemesi, bunlar mezarda da rahat bırakmaz insanı. Olsun, soygunların bize de faydası oldu, Sinan Çetin, Metin Akpınar, Egebank reklamlarıyla köşe oldu. Yılmaz Erdoğan, İnterbank reklamında “hormonlu Sergen” esprisiyle kazandığı paralarla işte Türk sinemasının önünü açıyor. Her akşam Hıncal Uluç, Çağlar’ın kurduğu televizyonda günün yorgunluğunu atıyorlar. Sallayıp, savurup, büyük gürültüyü hep birlikte örtüyoruz, işte! Hepsi zavallı köleler gibi satılmış bunların, tarihimizin en büyük soygunu televizyonda bir Siirt maçı kadar konuşulmadı.

Türkiye Gazetesi’nin yazarı, basının elli yıllık cellatı Altemur Kılıç’a ne demeli, Demirel’in şirketlerinden birinin yönetim kurulu başkanı çıktı. Bugünlerde “banka soygunu” üzerine tek bir yazı yazmıyor. Köşesindeki resme, mayışmış orgazm gözlerine iyi bakın, sanki bir keçi sürüsü kıçını yalıyor.

Böyle düşünmeyin, vatanımız, yurdumuz yıkılırken bu yetmişlik kurtların hiçbir komploya, tuzağa gelmeyen sivri görüşleri olmasaydı halimiz nicolurdu. Ah kambur felek, ne denli üçkağıtçı, fırıldak, yedibaşlı canavar olsalar da, onları bize bağışla. Allah korusun, karaçamurlara bata çıka yürüyen fesat yuvaları öyle ince kanallardan ülkemizi işgal ediyor ki, onların kızgın fikirlerinden yedi düvel korkup, bir tek çakıl tanemizi çalamıyorlar! Milli bankalarımız artık çakıl dolu.

Türkiye Gazetesi’nin başyazarı, merkez sağın tarihçi kurmayı Yılmaz Öztuna da, “banka soygunu” haberlerine hiç girmiyor. Zavallı büyükbaş milliyetçiler! İkibin yıllık şanlı tarihin bittiğine onların da artık imanları tam, ülkenin tek kurtuluş yolu olarak Avrupa Birliği’nin kucağına atılmak için çalakalem yazıyorlar. Allah kolaylık versin, Avrupa’nın insan hakları sıkıştırması karşısında, “birazcık demokrasiyi öğrenmekten zarar gelmez” türü vaazlar verip; Altemur Kılıç gibileri yatıştırmaya çalışıyor. Ne yapacaksın kardeş, katlanacaksın Avrupa’ya. Ey şanlı milliyetçi, bin yıllık pişmanlığın böyle mi olmalıydı. Artık hiçbir denizin, hiçbir dinin, hiçbir duanın kaldıramayacağı pislikten kurtulmanın tek yolu olarak, Avrupa Birliği’ne teslim olmak mı vardı kaderde!

Birbirine yapışık pislik köleleri! Size helal olsun. Topallaya topallaya, yüzyıldır, yine de yüzdürdünüz bu korsan gemiyi! Artık safranızı dökeceğiniz hayalinden, uydurma düşmanınız dahi kalmadı! Bütün değerlerini, bütün imkanlarını iliklerine kadar sömürüp, bitirdiğiniz bu ülkenin leşini birilerine kakalamak istiyorsunuz, o kuş beyninizle.

Banu Alkan gibi ossuruk mevzularda halkın görüşünü soranlar, banka soygunlarında, kırk televizyondan bir tanesi halkın görüşünü sormadı. Özellikle Gazeteci Yavuz Donat’ın tarzıdır bu, “halk ne düşünüyor diye çarşı pazar dolaştım, kamuoyunun nabzını tuttum” diye başlar. Ağzınızı bıçak açmıyor, halk ne düşünüyormuş Yavuz Bey, ben söyleyeyim: “bunların hepsini teker teker kazığa çekeceksin...!”

Ömrün Süleyman Demirel’i övmekle geçti. Kalemin iki ucu pamuklu çubuk gibi hergün Demirel’in buruniçi, kulakdibi kirlerini temizlemek için kullandın. Halk ne düşünüyormuş, diye bir yazı neden yazmıyorsun. O şekilsiz, kabus suratlarınızı yılan bile tenezzül edip sokmaz. Bir tek gün banka soygunlarını yazsana. Bu zehir kara geceyi kim tasarladı, eşin, dostun, koruduğun arkadaşlarınla, aynı sağcı cehennemde büyüdünüz. Vatan, millet, çakıl diye bir yalanla kandırdınız halkı. Yılışık gölgeleriniz birgün olsun “utanma” nedir bildi mi? Otuz yıldır sessiz maşalığını yaptığın Demirel’in ne düşünüyor, haydi asıl telefona! Hadi tut getir Çağlar’ı, kan ağlayan, soğuktan tir tir titreyen depremzede anneler için, doğuda intihar eden gencecik kızlar için ne diyormuş, öğrenelim.

Halk ne düşünüyor, söyleyeyim: “Ağbi bunları, Pötürgeli hamallara vereceksin!”..

1983 yılında Özal’ın arkasından yürüyüp, çantasını tutan çulsuz, beş parasız bir oğlan vardı, on yıl içinde bankalar aldı, sattı, Show Tv’yi kurdu, fırıldağı döndürüp, tezgahı erken kapadı, artık sıra ona hiç gelmeyecek, o artık saygın bir beyfendi, açtığı resim sergisinden ünlü ressamları kolundan tutup atıyor. Tabii ki Hülya Avşar’ın tarafını tutacak, sıfırdan banka alacak durumlara gelirken, Hülya Avşar’lar halkın önüne geçip, şovlarla, magazinlerle görüntüyü perdelediler! O burnunu sokmadığı yer kalmamış gibi, beyfendi şimdi de sanat tartışmalarına giriyor!

Borsanın en büyük spekülatörü Mehmet Kutman’ın adını kamuoyu bilmiyor, çünkü, kendini afişe edecek basın grubunun hisselerini birgünde paçavraya çevirecek kadar güçlü. Dünya tarihinde en hızlı zengin olan iki-üç kişiden biri. Ünlü borsacı Soros, gelsin de biraz ders alsın. Arkasında ANAP var, Turgut Yılmaz ve Yılmaz ailesiyle ortak, Mesut Yılmaz’ın kuzeni. Bu kaygan zeminde sıra ona hiç gelmeyecek. Oralarda dolar bayrağını daha da yükseklere çekecek. Kılık, aynı kılık. Aynı sağcı Özalcı dolar canavarlarıyla büyüdü. “ Kızdırmayın beni, borsayı bir günde çökertirim” tehdidine, sahip! Ancak, hergün gazetelerde, televizyonlarda entellektüel bir ciddiyetle borsa uzmanlığı yapıyorlar. Halkın bu entellektüel borsa yorumu hakkında görüşü: Yalancının .mına koyum. Borsa değil karanlıklar dolabı. Beş yıl gibi kısa sürede tüm dünyada serbest piyasanın motoru olmuş borsaya tüm halkın inancını sıfırladılar. Kutlarım, onbinlerce küçük yatırımcının üç-beş milyarını sabırla, usul usul ve Erzurum’un dağındakine kadar hepsinden alıverdiniz. Kımıl kımıl azaplar içinde onbinlerce perişan aile bıraktınız. Basın kontrollerinde olduğu için, banker faciası gibi, borsa faciasını kimse dillendiremedi. Yüzbinlerce küçük yatırımcının ölülerine çullanıp, hacizlerde çarmıha gerdiniz. Mezatlarda cin çarpmış yüzlerce avukatla ölüm ektiğiniz evleri bir de yağmaladınız! Halk ne düşünüyor, söyleyeyim: “Ağbi bunları Palulu esnafa düzdüreceksin.”

Saralı bir hasta gibi sıra bana gelecek korkusuyla etrafına salyalar saçıp duran Demirel’in yeğeni Ali Şener’e de sıra hiç gelmeyecek. Bu topraklarda tenceresini kaynatan kim varsa, gözünü dikip, boğazda düğümlenen her dilim ekmeğe gözyaşı düşürdüler. Ananız, babanız, amcanız, dedeniz, hırsızlıktan kelepçe takmayanı kalmadı. Doğu’da dağlar alev alev yanarken, gencecik onbinlerce Trabzonlu, Çankırılı, Diyarbakırlı, Tokatlı şehitler hergün kalkarken, sizler dolar saltanatı kurdunuz. Beş sene önce yazmıştım: Hırsızlar Cumhuriyeti. Şimdi tüm yazarlar söylüyor: Hırsızlar Cumhuriyeti! Yazarlar, kimin suratına bakıp yazıyorlar bu sloganı. Bu halk, bir tükrük kovasını başınızdan aşağı boca etse de, sizler, yanar-döner yine iktidara gelirsiniz!

Anap İstanbul Milletvekili Aydın Apaydın, eski Emlak Bankası Genel Müdürü, otuzun üstünde müşterisi intihar etti. Mesut Yılmaz başbakan olduğu gün, Uğur Dündar’ın programına çıkıp, “bankalar çetesi başı” olarak tüm Türkiye’ye ifşa etti. Sonra, nasıl pazarlık yapıldıysa, ANAP’tan milletvekili oldu. Banka soygunlarını denetleyecek denetleme kurulunun başına getiriliyormuş. Yeni Şafak’ın manşeti eğlendirici: Denetleyene Bak! Basında henüz tek bir yazar ismini ağzına alamadı. Bu adamı kuyruğundan tutup tutup yıllardır benden başka teşhir eden kalem yok. Demek ki saltanatı sağlam. Demek ki oralarda birilerine sıkı meydan okuyor. Görkemli bir ağırlığı olmalı. Ayaklarının dibine yalvaran çığlıklarla atlayarak intihar eden onlarca insanı ne çabuk unutuverdik! Bankalar Çetesinin Başı, bu dolarla şişmiş canavarlar bu mübarek günlerde Eminönü’nde belediye çadırında, itilip kakılan, sürünen, yalvararak dilenen halka ramazan daveti verme günlerinde kameraların önüne çıkma günleri gelip çattı! Ey mübarek ramazan, kimlerin pisliklerini yıkamak için kullanılıyorsun, artık!

***

Uğursuzluğun ve kokuşmuşluğun milli kraliçesi! Nazlı Ilıcak da, “banka soygunu” yazısı yazmayanlardan. Bir tane yazayım dedi, “sen önce, kocan Kemal Ilıcak, sen önce hırsız oğlun Mehmet Alı Ilıcak’tan haber var” dediler, neye uğradığını şaşırdı, kocamı, oğlumu hatırlatırlar diye soygun yazısı yazamıyor. Allah’a bin şükür, o günlerde genelkurmaydan “andıç” belgesi Allah’ın bir nimeti, önüne düştü, Ilıcak da tümüyle kendini andıça adadı. Aslında, belge Fazilet’in tüm ileri gelenlerine postalanmıştı. Faziletliler “bu belgenin bize gönderilmesinin arkasında ne gibi puştluk var” diye düşünemeden, Nazlı Ilıcak aslanlar gibi atıldı mahkemelerin kapısına. Zaten, Ilıcak, doktorasını genelkurmayla didişmek üzerine vermişti. Şu kadını, çişini tutamayan bir albay emeklisiyle evlendirseler de biz de kurtulsak. Bu milli bataklıkta hala manken gibi yürümesini becerebiliyor. Mehmet Barlas’la “soyguncuların, genelkurmayın” muhalefetini yaptıklarına, yalnızca ikisi inanıyor. Ülkemizin en soğuk gerçeği, muhalefetçi kalemlerimize bakın: Ilıcak, Barlas!

İslamcılara, sağcılara demokrasiyi öğreten işte bu mendebur kalem. Olsun, TGRT’ye de çağdaşlığı-modernliği Seda Sayanlar öğretiyor. Sağcılar, neden daha bir nazenin kadın bulamıyor. İslamcıların, sağcıların fındıkçı kadın hastalığı da beni hasta ediyor. Ilıcak, anaç göğsünü tüm başörtülü kızlara açmış. Kurban olduğum Allah, Fazilet’in başına, 28 Şubat’tan daha büyük bela vermiş, kurban olduğum Allah, Fazilet’in üstüne lanet zehirini bu kadınla boşaltıyor, görmüyorlar. Kadın da bir tasasız sormayın. Başörtülüleri koruyacağım ayağından Fazilet’e girdi, milletvekili oldu. Günahlarından, pisliklerinden arınmak için zaten camii, türbe kapısı arıyordu, insan duasını eder, çıkıp, döner, kadın, bir girdi,. pir girdi. Fazilet’te taban-tavan bırakmadı. Ilıcak Yeni Şafak’ta yazdıkça, Fazilet kitlesi, fesupanallah deyip, eridikçe eriyor.

Kamuoyunun nabzını tuttum, halk ne düşünüyor: “Bu kadından öğrenilecek demokrasinin .mına koyum!”

Ancak, milli vicdanımıza son anda bir faydası daha oldu, rezil rüsvay, kepaze olan eski dostu Rauf Tamer’in kirli çarşaflarını yıkamak için Yeni Şafak’ta tam sayfa röportaj yaptırttı. Ilıcak nankör değildir, elleriyle Tercüman gazetesinde büyüttüğü Rauf Tamer’in Kemal Ilıcak’a katkılarını unutmaz, onu, kurtlara, kuşlara yem etmez!

Rahat soluk alamayan bir yer: Vicdanımız. Havasızlık değil, derdi. Bugünlerde ne duysa, endişeleniyor, hiç ölmeyen annemizdir o! Bu duygumu çözersem, ülkemin ruhunu çözecekmişim gibi bir soruyla doluyum bugünlerde. Biz, kazınmış kelleli, yırtık lastik ayakkabılarıyla yoksul büyüdük. Neden bizim de yok, açlık, özlem duygularının yırtıcısı kamçısıyla. “Herkes çalıyor, biz neden çalmıyoruz” tartışmalarıyla uzayan geceler kafalarımızı duvarlara vura vura. Ahlaksızlığa, demire, betona karanlıklara, çıyanlara çok meyilliydik. Aksine, iyi yetmişmiş çocuklar, düzenli, pırıl pırıl, çalışkan, silgili, sorumlu, gerçek ve tertemiz bir vatan sevgisiyle, coşkulu bir ülke kalkınması şiirleriyle büyüdüler. Gıptayla izlerdik onları. Onların kalın, boyalı, mikili, ağzına kadar kitap, defter dolu çantalarını tutuşları, kıskanç, yan gözlerle izlerdik. Çalmak, yırtmak, parçalamak, yolmak, dağıtmak, soruları kafalarında hiç oluşmamış. Vicdanları kendileri tarafından birgün olsun hiç sorguya çekilmemiş, pürüzsüz bir terbiyeyle büyüdüler.

Kör, yoksul karanlıkta, içimizde zırlayan, büyüdükçe merdivenleri biraz daha tırmanan ahlaksızlık yüzünden ilk gençlik yıllarında “ahlaki vaazlara” karşı çok açıktık, açtık. 1974, 75, 76, 77 yıllarında Rauf Tamer’in yazıları, bizi, derinden sarsıyor, kaynar sular gibi başımızdan dökülüyordu. Henüz yapamadığımız “düşündüklerimizden” utanıyorduk. Düşündüklerimiz bizi, it, puşt, çakal, pezevenk, hırsız yapıverecek düşüncelerimizden korkuyorduk. Rauf Tamer gibi milli ahlak, milli vicdan kelimelerini onbinlerce kez sert balyozlarla beynimize kazıyan yazarlar, peygamber gibi büyüyordu gözümüzde. Karşımıza kim çıkıp, Allah, vatan, bayrak, yetim hakkı, dese, henüz hiçbir şey çalmadığımız halde, içimizdeki o suçluluktan delirmiş çocuk, geceler boyu suçluluktan ağlıyordu, kendisini istese de dizginleyemiyor, ahlak vaazlarına daha da yırtınırcasına koşuyordu. İçimizde, hergün çalmayı, soymayı planlayan, azılı, gangster, gözü dönmüş çocuk, pençeleriyle büyüyordu.

İşte o günlerde Rauf Tamer ismi, bizi, “milli terbiye” vaazları ve ideolojisiyle şekillendiriyordu. Rauf Tamer ismi, “merkez sağın” mührü, damgasıdır. Rauf Tamer ismi, sağcı kitleler için, gün gelmiş Demirel’den gün gelmiş Türkeş’ten daha büyük olmuştur. Bugün yüzde doksanı sağcı seçmen kitlelerin yetişmesinde, Rauf Tamer’in yavan, basit ve sık tekrarlardan oluşan milli devlet, milli birlik, milli ahlak vaazları çok işe yaramıştır.

Rauf Tamer’in çaldığını söylüyor, gazeteler, televizyonlar! Benim gibi kandırılmış milyonlarca insan bugün Rauf Tamer’in çaldığına inanmıyor. Krediler almış, fırıldak, üçkağıtçı isimlerle bir ömür keyif sürmüştür, ama, çaldığına, ben de inanamıyorum. Ama ben, etrafındaki bakanlar, gazeteciler, işadamlarının çaldığını, televizyonlar, gazeteler yazmadan da görmüştüm. Bu pislikleri, ne midem, ne beynim kaldırdı. Yirmi yıldır yaşadığım büyük hayal kırıklığıyla, işte sağcı, muhafazakar zihniyetin çürümüşlüğünü anlatıyorum.

Rauf Tamer’in bu kepaze, rezilrüsvay durumunu, doğru olsa da kaleme almak istemiyorum. Kendini savunan açıklamasında: “Benim evime giren çıkan belli olmaz, kim para aldı bilemem” diyor. Sağcılık tam da budur, “kimin eli kimin cebinde belli olmaz”.. Üstelik kırk yıldır, solculara yardım ve yataklık suçunu yazmışsın, ama, sağcı ahlakta, isteyen istediğinin hırsızlığına çanak tutabilir, bu bir suç olarak “yardım ve yataklığa” girmez.

“Benim, yatıştırıcı ve yapıştırıcı bir üslubum var, bu ülke benim üslubumu seviyor” diyor. Bu, düpedüz yalan!. Rauf Tamer’in 1978’in Ocak ayında yazdığı cümlelere gelelim: “Banka soyguncusu solcu gençler! Siz para bulmak için neden banka soyuyorsunuz. Etrafınızda birbirinden güzel kızlar var. Para kazanmak istiyorsanız onları satın. Bakın, ilk müşteriniz ben olurum!”...

22 yıl sonra bugün Rauf Tamer’e bu yazısını hatırlatmak istiyorum. Kimin karısını sattığını, kimin vatanı sattığını, kimin devleti, milleti soyduğunu, kimin, milyonlarca zihinsel özürlü, hasta, çıplak, sahipsiz, emekli, görme özürlü, bir milyonun üstünde yatağından kalkamayan, yatalak hastaların hakkını kimlere peşkeş çektiğini artık herkes gördü!

Bu felaketten beter kepazeliği hangi vicdan kaldırır, insanı vursalar daha iyi, Murat Demirel’den aldığın kredilerle ev aldığın yetişkin oğlun, bu satırları okuduğunda ne düşünecek! Karşısına geçip oğlunun, Muazzez Abacı’dan “Ne olur anla beni” şarkısını söylerken, yine, milyonlarca, bedavadan “milli ahlak, milli birlik, milli devlet” ve hepsi bu kadar olan fikir hayatından örnekler verirsin.

Merkez sağın çöpten dağları, bir Rauf Tamer’le yıkılıverecek kadar küçük değildir!







Sayın Ali Kırca! Tarihin bu en büyük soygununda siz neden bir siyaset meydanı yapmıyorsunuz. Patronunuz Dinç Bilgin’in bankası da soyuldu. Duyulmasın diye mi? Allah canınızı alsın, kimseler de sayenizde duymadı. Yoksa, Ali Kırca demokrasi hastasıdır, tartışmayı-tartıştırmayı, Türkiye’nin demokratikleşmesini pek sever, demiştik. Tam yirmibin kişi çağırmışsın Siyaset Meydanlarına, övünüp, şişinip duruyorsun, bir Dinç Bilgin gelmedi. Aşk olsun. Varsın, gelmesin. Canı sağolsun. Sizin gibi yakışıklı, ağzı laf yapan, iyi giyimli, demokrat bir insanı bağışladı Türkiye’ye daha ne istiyoruz. Utanmıyor musunuz diye sormuyorum, akşamları görüyorum suratınızı. Muhabirleriniz habere koşarken, külüstür arabalar içinde sigortasız ölüyor. patronunuzun oğlu ise, özel dizayn edilmiş büyük otobüsüne tek başına biniyor. Bıkıp usanmadan, her Allah’ın günü binlerce zırvadan haberi, vurgularla, fon müziğiyle süsleyip, sırf Dinç Bilgin görünmesin, yakalanmasın diye, nasıl da sessiz, sakin, sabırlı, başarıyorsun. Bu satırları okuyup vakit kaybetme. Bak, patronun seni, ev, bark, köşk sahibi yapıverdi. Herhalde bugünler için. Ananıza, avradınıza küfredilmesi, artık kimin umurunda. Sırf şöhret olmak, sırf ekranda şirin suratınızı göstermek için, her akşam hırsızları, soyguncuları koruyorsunuz. Halkımız da bu durumu hiç anlamıyor, bravo sizlere. Çirkin, terbiyesiz, kuş zekalı insanlar. Yüzünüze tükürmek sanki birşeyi değiştirecek! Dinç Bilgin’in bankayı boşalttığı günler, bu ülkenin bütün alevilerini karşınıza aldınız, yüzlerce alevi programı yaptınız, bu ülkenin tüm müslümanlarını karşınıza aldınız, yüzlerce irtica programı yaptınız. Bu ülkenin “değerleri”ni istediğiniz gibi, en adi, en şerefsiz, en cahil insanları geceler boyu tartıştırdınız. Ama bankalar boşaltılırken, şimdi...

Sayın Ali Kırca biliyor musunuz, benim yazılarım çok okunuyor, sizin çocuğunuz da okuyacak bu satırları. Çocuğunuzun patronunuz Dinç Bilgin’i korumak için sizin kadar gayretli olacağını sanmıyorum. İnanın çocuğunuz büyüyüp sizin boyunuza geldiğinde, sizin o kusmuğa bulaşmış takım elbiselerinizden bir tekini giymeyecek. Her akşam kavurarak, tekme tokat, acımasızca dövdüğünüz bu halkın, Hülya Avşar kadar hatırı da mı olmadı! Boyunuz, posunuz devrilsin. Pötürgeli hamallar sizi ne yapsın.

Boşaltılan bankalar ve Dinç Bilgin üzerine hiç yazı yazmayan bir diğer isim, Gülay Göktürk, “Türkiye çağ atladı.. Özal önümüzü açtı... Avrupa’ya koşuyoruz... Özelleşiyor, kurtuluyoruz... Hantal devlet, bir de KİT açıklarımız olmasa” başlıklarında yediyüzün üstünde yazı yazdı...

“Mutluyuz, çağdaşız, Avrupalıyız, liberalleşiyor, özelleşiyor, çağ atlıyoruz” yazılarının ana konusu. Tansu Çiller’i peygamberleştirdiği yazıları da cabası. Her akşam ekranda konuşuyor, her akşam büyük yazar pozlarında reklamı yapılıyor. İşte o günlerde, Gülay Hanım elinde liberalizmin bayrağıyla E-5’lerde koşarken, Susurluk henüz ortaya çıkmamış, E-5 yolu üzerinde yüzlerce faili meçhul, ülkede, ne basının, ne kimsenin haberi var. Gülay Hanım, liberal bayrağını ekranlarda uçururken, işte tam da o günlerde Hizbullah kıtır kıtır yüzlerce insanı doğruyordu ve bundan mutlu, çağdaş, kalkınan basınımızın hiç haberi yoktu. Yine o günlerde, meğer tüm bankalar da soyuluyormuş, şimdi haberimiz oluyor. Ne günlerdi, bizler, mutlu, çağdaş, liberal, Avrupa’ya koşarken Gülay hanımın yazılarıyla... Az daha Besim Tibuk’la mantık evliliği yapıyordu...

Mübalağa etmiyorum, KİT’lerin zararları üstüne en çok yazı yazan kalemdir Göktürk. Özelleştirme yanlısı en çok yazı yazan. Patronları bu sevimsizi bu yüzden seviyordu. Şimdi Gülay Hanım, dinleyin, hiçbir KİT’in açığı-zararı, yetmiş yıl boyu, şimdi patronunuzun boşalttığı özelleştirilmiş bankası kadar büyük olmadı. Neden bugünlerde “özelleştirme” yazısı yazmıyorsun. Neden özelleştirmeyle patronunuzun beleşten üstüne oturup soyduğu bankadan sözetmiyorsunuz. KİT’ler denince öfkeden kuduruyordunuz.

Bir de dönün bizim yazılarımıza bakın, hukuksuz, vahşi, dizginsiz liberalizme karşıyız dedik, ısrarla, işsizlik, eğitim, sağlık, eğitim sigortaları anayasal teminatlar olmadan yapılacak özelleştirmeler ülkeyi tamtakır eder, dedik. Siz ise, “devlet, çalışmayan, tembel insanlara bakamaz” diye bir de çok bilmiş liberalizm felsefesi yaptınız! Ekranlarda, gazetelerde fıldır fıldır dönüp durdunuz, sonunda, bir tek insan, patronunuz, tarihin en büyük soygununun kahramanı oluverdi, siz de, basında en çok evi barkı olan yazar, oldunuz. Diyeceksiniz ki, tüm kazancımın hesabını veririm. Tabii ki verirsiniz, sizin o yazılarınıza bol kepçe dolarla maaş veren Dinç Bilgin efendi versin hesabı. Nerden alıyormuş paraları, size kimin parasını veriyormuş, Palulular seni ne yapsın, seni Saddam’a göndermeli!

Utanmaksızın, insan içine çıkılmayacak bu zirzopluğun adına orda üç-beş arkadaş birleşip “demokrasi” koymuşsunuz. İki yıldır sizin mide kaldırmayan pislik yazılarınızla artık daşşak geçmemek için dergiden anti-medya sayfasını kaldırdık. Çünkü, sizinle dalga geçilen yazıları toplayıp patronunuzun önüne koşuyor, “bakın, en çok benimle uğraşıyorlar, o halde en çok ben okunuyorum” diye, yani, kirlendikçe, çirkinleştikçe, aptallaştıkça maaşınız büyüdü!

Biliyorum, siz de Hıncal Uluç gibi, siz de Süleyman Demirel gibi vicdanınız rahat. Akşamları mışıl mışıl uyuyor, yorganı üstünüze mutlulukla çekiyorsunuz. Tabii bu geçici bir rahatlık sizler için. Türk liberalizmi, Türk demokrasisi sizden uzun yıllar daha hizmet bekliyor!Hukuk önünde, anayasa önünde, insan içinde, kurum içinde, “eşitlik” sözcüğü neden bu denli ağrınıza gidiyor!

Tabii ki Türk soluna da birkaç lafım var.

Genç Milli Takım antrenörü Serpil Hamdi Tüzün, takım yabancı bir takıma yenildikten sonra, hepsini soyunma odasına çekip, önlerine geçmiş. Sırayla, eliyle işaret ederek: “Senin ananı .ikiyim... Senin de ananı .kiyim... Senin de ananı .ikiyim...”

Yedek kaleciye kadar gelmiş sıra: “Senin de ananı .ikiyim” Yedek kaleci, şaşkın: “Hocam bana niye küfrediyorsun, ben sahaya bile çıkmadım.” Hoca; “Olsun, sen de, bu kaleciyi kesmedin, o yüzden ananı ikiyim..”

Sen de Türk solu, elli yıldır, bu eşkiyalardan iktidarı alamadığın için, senin de...


Nihat Genç

Minik Yorum:Döne döne... Kırat,At,Bozkurt,Akkurt,

neron
06-06-2008, 08:12
http://www.hurriyet.com.tr/yazarlar/9110664.asp?yazarid=2&gid=61&sz=89246

6 Haziran 2008

Bekir COŞKUN
bcoskun@hurriyet.com.tr

Abdullah Gül’ün ’bulunmaz’ yanı...


CUMHURBAŞKANI Abdullah Gül’ün dava dosyası bulunamıyor.

Benim ceza fişimi devlet kaybetsin diye ne kadar umutlanmıştım da, avuç içi kadar káğıt asla kaybolmadı. Hep peşimden geldi küçük káğıt.

Alıp devlet adına ben kaybettiğim zaman "kurtuldum" dediğimde, küçük káğıdın aynısını yapıp göndermişti devlet.

Ama Cumhurbaşkanı’nın altı kilo ağırlığındaki dosyası kayboldu.

O dosya Erbakan’ın mahkûm olduğu "kayıp trilyon davası" dosyasıdır.

Abdullah Gül, "milletvekili dokunulmazlığı" kapsamından çıktığı için yasaya göre Cumhurbaşkanlığı’ndan önceki suçlarından sorgulanabilir.

Ama dosya kayıp.

*

Benim küçük ceza káğıdım hiçbir zaman kaybolmadan peşimden gelmişti.

O yıllarda tanınmamış sıradan bir ismi, zırt-pırt değişen adresimi nasıl da buluyordu devlet.

Yeni adrese portmantodan önce geliyordu benim küçük ceza káğıdım.

Ama Cumhurbaşkanı’nın dosyası yok oldu.

Ben biliyorum; Cumhurbaşkanı Abdullah Gül’ün kim olduğunu bilememe olasılığı da var devletin. Ya da...

Çankaya Köşkü’nün adresini bulamama...

*

Dosyayı muhalefet adına kovalayanlardan Atilla Kart, önerge vererek "Dosyanın nerede olduğunu" soruyor; Başsavcılık TBMM’de diyor... TBMM, Adalet Bakanlığı’na iade edildiğini söylüyor... Adalet Bakanlığı uzun zamandır düşünüyor:

"Bu dosya nerde?.."

Sonuçta Erbakan’ı hapis cezasına mahkûm eden "kayıp trilyon davası"nın Cumhurbaşkanı Abdullah Gül ile ilgili kısmı, 28 Ağustos 2007 tarihinden beri kayıp. Bulunamıyor...

Böylece Abdullah Gül’ün "bulunmaz" bir yanı da ortaya çıktı sayılır.

*

Biz sıradan insanlar; verilecek hesaplardan, zahmete değmez kuruşlardan, ceza makbuzlarından asla kurtulamayız.

Yakamıza yapışır küçük káğıtlar.

Ama söz konusu; iktidarın Cumhurbaşkanı olunca, koca dosyalar kayboluyor, görüyorsunuz...

Hem de; din adına...

İman adına...

buena vista
07-06-2008, 10:55
http://www.milliyet.com.tr/Default.aspx?aType=Yazarlar&Date=07.06.2008

Can Dündar Ada
...........
Ben kadınları, saçının telini gösterirse erkekleri tahrik edecek bir obje gibi gören zihniyete fersah fersah uzaktayım.
Bunu kadının köleleştirilmesi olarak görürüm.
Şunu da söylemek lazım:
10 küsur erkeğin Meclis’te toplanıp “Kadınlar başını nasıl bağlasın” diye saçma sapan bir yasa değişikliği yapması, 9’u erkek 11 kişilik bir kurulun da buna karşı çıkması, bütün bu süreçte söz konusu kadınlara hiç fikrinin sorulmaması da köleleştirmeye dahildir.
Atatürk mozolesine, Bodrum otellerine, üniversitelere, orduevlerine türbanlı kadınlar alınmazken, onlar türban taksın diye baskı yapan adamların elini kolunu sallayarak girmesi de vicdana sığmayacak bir ayrımcılık değil mi?
Ya bir yandan “Hadi kızlar okula” kampanyaları düzenleyip öte yandan üniversiteye gelmiş kızlara “Hadi evine” demenin manasızlığına ne demeli?

XXX
Hasan Pulur
.............
BÖYLE mi olmalıydı?
Hayır, olmamalıydı...
Olmamalıydı ama, siyasetçilerin de kendilerine bir soru sormaları gerekmez mi?
“Neden?“ diye...
Önce Milli Selamet, sonra Refah, daha sonra da Fazilet partisi niye kapatıldı?
Laiklik ilkesine karşı çıktıklarından...
* * *
AMA siz bunu bile bile...
2002 yılında, Meclis çoğunluğunu sağladıktan bu yana, Refah ve Fazilet Partisi yöneticilerinden daha yoğun bir şekilde, yüksekokullarda ve üniversitelerde türbanla eğitim yapılmasını savunursanız, Meclis çoğunluğuna dayanarak, başka partilerin desteğini de sağlayarak, Anayasa’ya koyacağınız maddelerle, Anayasa Mahkemesi’nin kararlarını uygulanamaz hale getirmeyi amaçlarsanız, Anayasa’nın değişmez ilkelerinden laiklik ilkesine aykırı bir düzenden söz ederseniz...
Üstüne üstlük bir de “velev ki” düsturunu piyasaya sürerseniz...
Ne mi olur?
İşte böyle olur.
Biz, “olmaması gerekir” desek de...
* * *
LAİKLİK giderse, ne olur?
Demokrasi giderse, geliyor ama, laiklik giderse bir daha gelmez.
Çünkü laiklik, bir yaşam biçimidir.
Aslında, ikisiyle birlikte yaşamanın tadına bir varabilsek..
X X X
Cetin Altan
.......
Hollanda’dan gelen bir yolcunun valizinden çıkan nişastalı kâğıtları, 2 milyon dolar değerinde kokain emdirilmiş kâğıtlar olarak verilen “kriminal laboratuvar” raporu...
Oysa uyuşturucuları koklayarak yakalama uzmanı olan polis köpeği Daisy; valizi de, valizden çıkan kâğıtları da kokladığında bir tepki vermemişti.
* * *
Sonunda “kriminal laboratuvar” ile ona dayanarak, uyuşturucu yakalamakla övünen bakan değil; polis köpeği Daisy haklı çıktı.
Çünkü yine aynı laboratuvardan gelen ikinci bir rapor, hata yapıldığını, valizdeki kâğıtlarda kokain bulunmadığını açıklıyordu.
* * *
Keşke bir de demokrasilerden hangisinin çağdaş, hangisinin göstermelik olduğunu saptamakta uzmanlaşmış bir köpek bulunsaydı da; bir de ona koklatılsaydı bizim demokrasi...
* * *
20-25 yıl daha sürüp gideceğe benzeyen sakıncalı kutuplaşmalara, belki o zaman bir çare de bulunabilirdi.
* * *
Uyuşturucu uzmanı olan bir köpek gibi; gerçeğiyle sahtesini ayırmakta demokrasi uzmanı olmuş bir köpeğin bulunmaması ne acı.

buena vista
10-06-2008, 17:03
Fatih Altaylı

10.06.2008 15:51

Dün gece Teke Tek programında yaşadığım şoklar, giderek
yaşlanan kalbime ağır gelmiş olacak ki, sabaha kadar uyuyamadım.
Maksadım üniversitede türban meselesini, üniversitede okuyan
kızlarla konuşmak, tartışmaktı.
Konuklarımdan ikisi türbanlı, ikisi ise başı açık kızlardı.
Başı açıkların biri kendini liberal, diğeri ise Kemalist olarak
tanımlıyordu.
Her dört kız da kendi görüşleriyle paralel derneklerde
çalışıyorlardı.
Ve emin olun ki, şimdiye kadar yaptığım hiç bir Teke Tek programı
beni bu kadar şok etmemişti.
1999'dan bu yana türban eylemcisi olan Nuray, inanç özgürlüğü
kapsamında türbanla eğitim hakkını savunurken, bunun eğitimle
sınırlı olmayacağını, kamuda çalışmak dahil her türlü hakkı
kapsaması gerektiğini söyledi.
Bu alıştığımız bir durumdu.
Türbanlı aktivistlerin tamamı bu söyleme sıkı sıkıya
sarılıyordu.
Yani AKP'nin Anayasa'da yaptığı ama iptal edilen değişiklik zaten
onları kesmeyecekti. Bu biliniyordu.
Ancak Nuray konuyu bambaşka taleplere taşıdı.
Nuray'a "İnanç gereği diye yasama tarafından oluşturulmuş hukuku
beğenmeme ve kendi inançlarınıza göre yargılanma talebinizin
ortaya çıkmayacağını ve yarın öbürgün Müslümanların kadı
mahkemesinde yargılanmasını istemeyeceğinizi kim garanti edebilir?"
diye sordum.
Çok samimi yanıt verdi.
"Kimse garanti edemez. Hatta isteriz de. Niye insan kendi inandığı
hukukla yönetilmesin"
Şok olmuştum.
"Bu çok hukukluluk anlamına gelir. Bir demokraside böyle bir şey
nasıl olacak?" diye sordum.
"Niye olmasın" dedi.
Daha sonra diğer türbanlı kız Kevser'e bir soru yönelttim.
"İran'daki baskı rejiminin İslam'a örnek olamayacağını
söylüyorsun ama facebook'daki sayfanda Humenyi resimleri varmış"
dedim.
"Evet var. Humeyni'yi çok severim" dedi
"İran'daki rejmi kuran o değil mi?" dedim.
"Onun kurduğu rejimi bozdular" dedi.
"Peki Humeyni'yi çok seviyorsun. Atatürk'ü de sever misin?" diye
sordum.
"Asker olarak çok başarılıymış" dedi.
Askerlik vurgusu dikkatimi çekti.
Tam bir Milli Görüş çizgisiydi.
Sonra dönüp aynı soruyu diğer türbanlı konuğum Nuray'a yönelttim.
Humeyni'yi o da çok seviyordu.
"Peki Atatürk'ü seviyor musun?" diye ona da sordum.
Önce biraz şaşırdı. Ne diyeceğini bilemedi.
Sonra "Acaba düşündüğümü söylersem suç olur mu?" dedi ve yine
büyük bir samimiyetle "Hayır Atatürk'ü hiç sevmem" dedi.
"Niye?" dedim.
"85 yıldır çektiğim çilelerin müsebbibi o da ondan" dedi.
"İyi de sevmediğin o adam Türkiye'yi İngiliz, Fransız, Yunan
işgalinden kurtardı. Onun sayesinde bağımsız bir ulus olduk. O
olmasa idi bugün burada yabancı bir ülkenin mandası altında
olabilirdik. Sömürge olurduk" dedim.
Ama Nuray kararlıydı.
"Kurtuluş savaşını Atatürk değil, inançlı Müslümanlar
başlattı. Maraş'ta bir kadının türbanına el uzatılmasıyla
kurtuluş savaşı başladı. Atatürk'le ilgisi yok" dedi.
"Atatürk bu savaşı organize etmeseydi, Maraş'ta veya başka bir
yerdeki bu gibi tepkiler ezilip yok edilirdi" dedi.
Ona da yanıtı vardı.
"Belki de daha iyi olurdu. Belki yabancı manda altında
inançlarımız daha iyi yaşayabilirdik. Daha özgür olabilirdik"
dedi.
Değerli okurlar.
İşte Türkiye Cumhuriyeti'nin karşı karşıya olduğu durum bu.
İstenen bu.
Bugün söylenmese de talep edilecek olan bu.
Anayasa Mahkemesi kararına karşı gösterilen tepkinin nedeni bu.
Türkiye Cumhuriyeti'nden alınmak istenen rövanş bu.
Bunun kılıfı özgürlük.
Bunun kılıfı demokrasi.
Bunun kılıfı liberalizm.
Yerse.
Yemezse zorla.
Öyle diyorlar.
NOT:Programda liberal görülerini ütopik bir dünyada dile gterin
konuğum, program sonunda türbanlı kızlarımızın telefonlarından
yaa tebrikleri kabul ederken çok mutlu görünüyordu.
NOT2: Bu programdan sonra Türkiye'yi bekleyen gelecekten gerçekten
çok korkmaya başladım. Başbakan'a kur yapan Hülya Avşar'ın bu
programı izlemiş olmasını çok isterdim.

Ne zaman adam oluruz?

Özgürlük istediğini söyleyenlerin gerçekte ne istediğini
anladığımız zaman

fatihaltayli@haberturk.com

buena vista
12-06-2008, 17:37
12 Haziran 2008

Yılmaz ÖZDİL

yozdil@hurriyet.com.tr


"Humeyni’yi seviyorum.

Atatürk’ü sevmiyorum.

Maraş’ta Fransız askerleri Nene Hatun’un başörtüsüne uzandı. Sütçü İmam ilk ateşi açtı, böylelikle Kurtuluş Savaşı başladı. O dönemin sosyolojik yapısını incelerseniz, cephedeki insanlar hep Müslüman... Atatürk olmasaydı, İngilizler olsaydı, haklarım daha geniş olacaktı."

*

Böyle dedi.

*

"Türbanlı böyle dedi" demiyorum; çünkü bütün türbanlılar böyle düşünmediği gibi, böyle düşünen türbansızlar da var.

Demem şu...

*

Nene Hatun, Maraşlı değil.

Erzurumlu.

Savaştığı düşman, Fransız değil.

Rus.

Rus başörtüsüne saldırmadı.

Aziziye Tabyası’na saldırdı.

Milli mücadelenin mangal yürekli evladıdır ama, milli mücadelenin ilk kurşununu Sütçü İmam sıkmadı.

Hasan Tahsin sıktı.

Maraş’ta değil, İzmir’de.

Takvime bak.. Hasan Tahsin’in tetiğe basmasıyla, Sütçü İmam’ın tetiğe basması arasında 6 ay var...

Sütçü İmam, Fransız vurmadı.

Ermeni vurdu.

Maraş’ta düşmana ilk müdahaleyi yapan da, aslında Sütçü İmam değil.

Çakmakçı Sait.

Silahı yoktu.

Yumruğuyla saldırdı.

Şehit oldu.

Maraş’ı önce kim işgal etti?

Arkadaşın İngilteresi!

Kim sesini çıkarmadı?

Arkadaşın padişah efendisi!

Kim kurtardı?

Arkadaşa daha geniş haklar tanıyacak olan İngilizlerin gemisiyle kaçan padişah efendinin idam etmek için arattığı Atatürk!

*

O dönemin sosyolojik yapısını incelerseniz, cephedeki insanların hep Müslüman olmadığını da görürsünüz...

Bizzat Ordinaryüs Profesör Mazhar Osman’ın ağlayarak okuduğu "şehit listesi"ne göre, bu toprakları İngilizler işgal etmesin diye savaşan, can veren İstanbullu hekimler arasında, 140 Türk, 32 Ermeni, 25 Rum, 18 Yahudi var.

Ve, dikkatinizi çekerim, hepsine birden "şehit" demişler... Çünkü şehitlik kavramı, "o dönemin sosyolojik yapısı"na göre, dinle alakalı değil, yurtseverlikle alakalı.

*

Uzatmayayım.

Tehlike ne İran’dır, ne İngiltere...

Kara cehalettir.

Ramo
15-06-2008, 17:37
Amerika Irak ' ı işgal ederken ne düşünüyordu:
Diktatör Saddam ' i devireceğiz, yerine demokrasiyi
kuracağız; halk bizi çiçeklerle bekliyor...
Ne oldu?.. Irak nerdeee?.. Demokrasi nerdeee?..

***
Amerika bir yandan Irak ' ı işgal ederken öte yandan
Türkiye için ne düşünüyordu? .
'Ilımlı İslam Devleti Modeli...'

Kafaya bak sen!..
Irak için demokrasi...
Atatürk ' un kurduğu laik Türkiye Cumhuriyeti için
İslam Devleti Modeli...

***
Amerika ' nın Irak ' a donuk projesi fos çıktı...
Peki, Türkiye ' ye donuk projesinden ne haber?..
Gelen giden haberlere, yorumlara, aklıevvellerin el
altından ve üstünden tezgâhlanan söylentilerine bakılırsa,
Amerika ' nın aklı başına gelmeye başlamış...
Diyorlarmış ki:
- Ilımlı İslam Devleti Modeli macerası hem
Türkiye ' ye uymadı, hem Amerika ' ya zarar verdi...

***
İslam kutsal bir dindir...
Ama, ister ılımlısı olsun, ister radikali, 'İslam
Devleti Modeli' nin gerçek adı nedir?..
Tek sözcük:
İrtica!..
Peki, irtica nedir?..

***
İran Cumhurbaşkanı Mahmud Ahmedinejad Tahran
sokaklarında kadın avına
çıkmıştı...

O kadının başörtüsünden taşan saçı, bu kadının
türbanından taşan perçemi tesettüre uygun muydu, değil miydi?..
İrtica budur!..

Ama, irtica elbette bu noktada da durmaz...
Ahmedinejad ayni günlerde eski ve yaşlı kadın
öğretmeninin elini öperken fotoğrafçının objektifine yakalanmasın mı!..
İran?daki Hizbullahçılarda tepki kıyamete dönüştü...

***
Mürteci ne diyordu:
- Müslüman İran halkı, şeriata aykırı bu tür
davranışları affedemez!..
İrticainin dibi yoktur!..
İslam Devleti ' nin ılımlısı, yumuşağı, serti olmaz!..
Allah adına ahkâm kesmek bir devletin düzeninde ağır
basmaya başladı mı, insan silinir gider...
İnsanin yerini kim alır?..
Mürteci!..

***
İşin en kotu yanı, yüce Allah, Hazreti Peygamber,
Kuranıkerim adına konuşan mürteci sürüsünün devlet düzeninde iktidarı
ele geçirdikten sonra, gün geçtikçe azmasıdır...

Bu takımdan biri, yolda yürüyen Bektaşi ' nin ensesine
okkalı bir tokat vurmuş...
Baba hızla donup bakınca açıklamış:
- Ne bakıyorsun Erenler, bu tokat Allah ' tandı. ...
Bektaşi:
- İmanım, demiş, elbette öyledir; ama Allah ' ın bu
işi hangi pezevengin eliyle yaptırdığına bakıyorum...

Ilımlı İslam Devleti mi?..
Amerika bu isi hangi pezevenk marifetiyle Türkiye ' de
tezgâhlamak istiyor?

İlhan Selçuk (6 Mayıs 2007, Cumhuriyet)

neron
17-06-2008, 08:49
http://www.hurriyet.com.tr/yazarlar/9198157.asp?yazarid=249&gid=61&sz=69825

Yazarlar


17 Haziran 2008

Yılmaz ÖZDİL
yozdil@hurriyet.com.tr

Takımın omurgası


Portekiz maçı, dakika 90.

"Fatih Terim’le olmuyor."

"Kötü takımız."

"Tarihi hezimeti şans önledi."

"Rezalet."

"Direkler bile daha iyi oynadı."

*

İsviçre maçı, dakika 32.

"Terim hata üstüne hata yapıyor."

"Kadro seçimi yanlış."

"Ruh yok."

İsviçre maçı, dakika 90.

"Fatih’in aslanları."

"Ders verdik, ders..."

"Bu takıma güvenmeyen utansın!"

*

Çek maçı, dakika 34.

"Terim’in kaprisleri bıktırdı."

"Sıklet farkı var."

"Kondisyonumuz yetmiyor."

Çek maçı, dakika 62.

"Terim analiz yapamıyor."

"Hayalle yaşamanın sonu."

"Boyumuzun ölçüsünü aldık."

Çek maçı, dakika 90.

"Destan."

"Tarih yazdık."

"Viyana’ya dayandık!"

"Terim oyunu çok iyi okudu."

"Bu gurur hepimizin."

"İnanmayan utansın."

*

22 Temmuz, dakika 1.

"Muhteşem hükümet."

"İstikrarın zaferi."

"Bu şarkı bitmez."

Ramo
20-06-2008, 10:33
Takunyaspor: İman gücüyle oynayıp, geçen sezonu şampiyon bitirdi. Rakipler duran toplara bile vuramadığı için liderliğini koruyordu. Tam kupayı kaldırmaya hazırlanırken, Yargıspor’dan Abdurrahman’ın uzatmada attığı rövaşata golüyle şoke oldular... Santrfor Takoz Recep çılgına döndü, hakemlere saldırdı. 100 bin maç saha kapatma cezası yemeleri bekleniyor. Kulüp kapatılırsa, Takkespor’a transfer olacaklar.

*

Liboşspor: Forma aşkı sıfır... Zaten forma renkleri de yok. Bonservisleri Sorosspor’da... Bu sezon Takunyaspor’da kiralık oynuyorlar. Daha önce Kıratgücü’nde ve Papatyagençlik’te ter dökmüşlerdi. Yabancı pasaport taşımalarına rağmen yabancı kontenjanından sayılmıyorlar; ancak, kendi kalelerine gol atmaktan adeta zevk aldıkları için milli takıma alınmıyorlar.

*

Hizipspor: Ver topu bunlara, 24 saat pas yapsınlar, kafasında sektiren mi ararsın, kendi kendine çalım atan mı... Gene de bitirici vuruşu yapamazlar. Herkes kendi ortasına kendisi vurmak istediği için, ceza sahasına girince birbirleriyle kavga ederler, küserler, kimi maçı terk eder, kimi topu alır gider. Yanlışlıkla gol bile atsalar, bu sefer hakeme itiraz ederler, "ofsayttı, görmedin" derler. Her maçtan sonra "yenildik ama ezilmedik" derler. Geçenlerde bir tanesi soyunma odasında "no"ya basacağına "yes"e bastı, taktiği bütün rakipler duydu. Telefonu UEFA’ya şikáyet ettiler, UEFA’yı FIFA’ya şikáyet ettiler, FIFA’yı da taraftara şikáyet ettiler. Taraftar kulübü yakmaya kalkınca, taraftarı da UEFA’ya şikáyet ettiler.

*

Kımızspor: Sert futbol oynayan bir takım; dan dun... Desteklemeyeni dövüyorlar. Teknik direktörü kapalı kutu... Sezon öncesi ip atlayarak formda olduğunu göstermiş, tribünleri doldurmuştu. Ancak, kendi takımına taktik vereceğine, "şöyle oynayın, böyle oynayın" diye, devamlı Takunyaspor’a taktik veriyor. Bu nedenle Takunyaspor’la şike yaptığından şüpheleniliyor. Bu şüpheyi dile getireni de dövüyorlar. Şampiyonluk için, Yargıspor-Takunyaspor ve Postalspor-PKK İTmanyurdu derbilerinin sonucunu bekliyor.

*

Garibanspor: Gelen takıyor, giden takıyor. Folluk oldu. Stadı satıldı. Kramponlarına bile haciz geldi. Tekmeye kafa uzattığı için, beyin sarsıntısı geçirdi, durumu kavrayamıyor. Bu akşam maçı var gene... Umutlu hálá... Avrupa Kupaları’na katılacağını sanıyor.


Yılmaz Özdil

buena vista
21-06-2008, 10:27
Can DündarAda


Çok kutuplaşmıştık. Ortak paydalarımızdan uzaklaşmıştık.
Kamplara ayrılmıştık.
Birlikte heyecanlanabilmeye, aynı anda, aynı şeye sevinebilmeye, birbirimize sarılabilmeye susamıştık.
Ayrıca başarıya açtık.
Başımız önde dolaşmaktan yılmıştık.
Sürekli aşağılandığımız Avrupa karşısında zafere muhtaçtık.
Euro 2008 bütün bu gereksinimlerimize karşılık oldu.
Futbolun psikiyatrik işlevini bihakkın ortaya koydu.
Müteşekkiriz.
* * *
Bunların ötesinde Türk Milli Takımı’nın beni asıl etkileyen özelliği, bizi temsil yeteneği oldu.
Bir takım, halkını bu kadar mı yansıtır?
Bir halk, takımını bu kadar mı andırır?
Sadece annelerin maç öncesi buluşup örgü örerken oğullarının niteliklerini yarıştırmasını kastetmiyorum.
Hızla dayılanıp aynı hızla çakılma, yenince aslan kesilip “Mucize bizim rutin işimiz” havası basma, yenilince faturayı basına çıkarma da çok tanıdık huylar değil mi?
Ya başarıyı takım oyununda değil sahanın uğurunda arama?..
İşi son dakikaya bırakma?..
Yumurta kapıya gelmeden çalışmama?..
Yatıp yatıp son anda atağa kalkma?..
Kavgaya “anaları” karıştırma?..
En sevinçli anda bile dayanamayıp muhaliflere laf sokuşturma?..
Sevinince de yıkılınca da küfre ve silaha sarılma?..
“Yabancılar hakkımızda ne demiş”e kafayı takma?..
Tanıdık gelmiyor mu size de?..
* * *
Bunların ötesinde, bence ülkemle, takımı arasındaki asıl can alıcı benzerlik, öngörülemezlik...
Her an her şeyin mümkün olduğu bir ülkenin takımı böyle sürprizli olur ancak...
Hırvat takımının Teknik Direktörü “İşimiz zor. Çünkü Türk takımının belli bir sistemi yok” diyordu maçtan önce...
Aynen öyle...
“Sistem”le değil “istem”le oynarız biz...
Fizik kondisyondan çok, devre arası motivasyona güveniriz.
Rakibe taktik marifetiyle değil, iman kuvvetiyle yükleniriz.
Sınava, doğru dürüst hazırlayamadığımız çocuğumuzun ardından okur üfleriz.
Bu yöntemle en güçsüz takıma yenilebileceğimiz gibi, en güçlü takımı da alt edebiliriz.
Kestirilemeyiz.
Sürüyerek darağacına götürdüklerimizi, bir golle yerden kaldırıp omuzlarda taşıyabiliriz.
Kederden sevince, coşkudan öfkeye anında geçebiliriz.
Kör inancımız, hızla derin bir inançsızlığa dönüşebilir.
“Dünyayı yeneriz” böbürlenmesinden bir dakika sonra “Zaten bizden bir halt olmaz”a evrilebiliriz.
Tahmin edilemeyiz.
* * *
Ve en önemlisi:
Seyirciler olarak biz ne dersek diyelim, destekleyelim ya da küfredelim, sonucu hep o 11 kişi belirler.
Tıpkı Anayasa Mahkemesi’nin 11 üyesi gibi...
Bir takım, ülkesini bu kadar mı yansıtır?
Bir ülke, takımını bu kadar mı iyi andırır?

MILLIYET

neron
24-06-2008, 07:25
http://www.hurriyet.com.tr/yazarlar/9255189.asp?yazarid=249&gid=61&sz=67730


24 Haziran 2008

Yılmaz ÖZDİL
yozdil@hurriyet.com.tr

Recep Terim...


Fatih Terim kadar başarı kazanıp, Fatih Terim kadar sevilmeyen bir başka teknik direktör yoktur herhalde dünyada...

Aynı şekilde, Tayyip Erdoğan kadar oy alıp, Tayyip Erdoğan kadar sevilmeyen bir başbakan da yoktur.

*

Kaderleri ortak.

*

Bana sorarsanız, bu garip durum, Türk halkının "futbol"u ve "siyaset"i çok biliyor olmasından kaynaklanıyor... Herkes teknik direktör, herkes siyaset adamı.

*

Gir bir manava, sana Almanya karşısında nasıl oynamamız gerektiğini anlatsın... Veya bin taksiye, illa ki, işsizlik, enflasyon konularında çözüm önerileri vardır... Askerliğini kantinde onbaşı olarak yapan, Irak’ı nasıl dümdüz edeceğimizi bilir... Hayatında Edirne’den öteye geçmemiş zabıta, Avrupa Birliği uzmanıdır.

*

Aslına bakarsanız, ahalinin kendini ’’otorite’’ hissetmesinin sebebidir, bizzat Fatih Terim ile Tayyip Erdoğan...

Ona bakar, bir de kendine bakar, pek bir fark göremediği için "o yapıyorsa, ben de yaparım" diye düşünür...

Mesela, Tayyip Erdoğan’dan başbakan oluyorsa, Hal Müdürü’nden niye olmasın?

Yıldırım Akbulut olmadı mı?

*

Ve, aslına bakarsanız, Fatih Terim’le Tayyip Erdoğan’ın bunca başarıya, bunca oya rağmen, bu kadar gergin, bu kadar tahammülsüz, bu kadar tedirgin olma sebebi de, budur... "Ben olduğuma göre, başkası niye olmasın" diye düşünür... Olabilir çünkü.

NOT:

Travmanı da al git.

dentist
25-06-2008, 10:12
593

Master
27-06-2008, 08:02
Oktay EKŞİ
oeksi@hurriyet.com.tr

Bunlar böyledir


BUGÜN okuyacağınız başka hiçbir haberin, Avrupa Konseyi Parlamenterler Meclisi (AKPM) tarafından dün kabul edilen "karar" metni kadar önemli olacağını sanmıyoruz.

Çünkü inanılmaz bir Avrupalı ikiyüzlülüğü söz konusu.

Sözde "demokrasi" savunuculuğu yapıyorlar.

Ama aslında bu ülkedeki demokrasinin mezarını kazıyorlar. "Bağımsız değil" diyemedikleri, işleyişinde, uygulayacağı yasalarda "hukuka aykırı" hiçbir şey bulamadıkları Anayasa Mahkemesi’ne inanılmaz bir saldırganlıkla baskı uyguluyorlar.

Ve bunu sözde "hukuk" adına talep ediyorlar.

Anlatalım:

"Avrupa Konseyi Parlamenterler Meclisi (AKPM) dünkü genel kurul görüşmelerinde Belçikalı parlamenter Luc Van den Brande tarafından hazırlanan, "Türkiye’de demokratik kurumların işleyişi" konulu raporu görüştü. Rapor tahmin edeceğiniz gibi Adalet ve Kalkınma Partisi (AKP) hakkında açılan "kapatma" istemli davaya müdahale amacıyla hazırlanmıştı.

Çünkü AKPM dünyası dahil Avrupalılar bugün Türkiye’yi yöneten AKP’den çok memnunlar. Eğer aksi söz konusu olsa, "Türkiye’de demokratik kurumların işleyişi" konulu bir raporda AKP’nin kendi iç işleyişinde "demokrasi"nin "d" harfinin bulunmadığını da ifade etmeleri gerekirdi.

Mesele dediğimiz gibi AKPM adına Anayasa Mahkemesi’ne baskı yapmak, bu mahkemeyi yıldırıp AKP’nin kapatılmasını vicdanen ve hukuken gerekli görseler bile buna engel olmak.

Nitekim başta Anayasa Mahkemesi olmak üzere hepimizi korkutacaklarını sanarak, "Türkiye için izleme süreci mekanizmasının, gerektiği takdirde ciddi bir biçimde tekrar gözden geçirilmesine" karar verdiler.

Demek istiyorlar ki, AKP’nin kapatılması halinde biz "Türkiye’deki demokrasinin işleyip işlemediğini denetleriz. Hatta gerekirse sizin Avrupa Konseyi’ne üyeliğinizin devam edip etmemesini tartışmaya açarız."

İnsanın hiç bekletmeden, "Açarsanız açın! Biz hukuktan ayrılmadıkça ve demokrasimizin temel direği olan laik sistemi ayakta tuttukça, sizin o kararlarınıza beş paralık değer vermeyiz. Çünkü yaptığımızın doğru olduğunu eninde sonunda görür, kapımıza gelirsiniz" diyesi geliyor.

Ama bu defa tehdidi orada bırakmamışlar. Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’nin hem Refah Partisi davasında hem de meşhur Leyla Şahin davasında aldığı kararları da hiçe sayan bir ibareyi karar tasarısına ekleyip kabul etmişler. Orada, "Avrupa Konseyi kendi üyeleri arasındaki laik devletleri güçlü şekilde destekler. Ancak dini temellere dayalı partilerin üye ülkelerde yaygın şekilde mevcut olduğunu dikkate alarak siyasi partilerden laik olmalarının istenemeyeceği görüşündedir. Bir dini parti ülkeyi yönetirken anayasaya aykırı kararlar alırsa o kararlar aleyhine dava açılması mümkündür ama o kararı çıkarttığı gerekçesiyle siyasi parti aleyhine dava açılamaz" demişler.

Türkiye bilindiği gibi 1950’den beri Avrupa Konseyi’ne üyedir.

Türk Anayasası’nın ve Türkiye’deki demokrasinin temel direğinin laiklik olduğunu ve o yıkılırsa Türkiye’de demokrasi bir yana çağdaş hiçbir değerin kalmayacağını bunlar yaklaşık 60 senedir bilmiyor muydu?

buena vista
01-07-2008, 19:36
Siyaset, AKP’ye yönelik kapatma davasına kilitlendi ama, ekonomiden gelen haberler toplum gündeminin şu zemine oturduğunu gösteriyor:

Kepenk kapatma davası...

Piyasadaki durgunluğa enflasyon, enflasyona elektrik zamları, bütün bunların üstüne AKP’nin kendisinden ve çevresinden başka bir şey düşünmeme, her olumsuzluğu da kapatma davasının üstüne yıkma densizliği eklenince gerçek dava “kepenk kapatma” oldu...

Ankara Ticaret Odası’nın rakamlarına göre, içinde bulunduğumuz durum, 2001’den daha ciddi. 2001’de yeni kurulan her 100 şirkete karşılık 35 şirket kapanmıştı. 2008’in ilk 5 ayında bu rakam 100’e karşı 54 oldu.

Türkiye Esnaf ve Sanatkârları Konfederasyonu (TESK) Başkanı Bendevi Palandöken kepenk kapanmalarının yanı sıra bir başka gerçeğe dokunuyor:

“Veresiye defteri kabardı... Raflar boşalıyor...”

Gidiş, uzun süredir sessizliğini koruyan, neredeyse Türkiye İstirahat Odaları Birliği’ne dönüşen Ziraat Odaları Birliği’nin üst yönetimini de hareketlendirmiş görünüyor.

Tablonun özeti şu:

Geleneksel olarak sesini fazla yükseltmeyen kesimler de gidişten yakınmaya başladı.

***

Bize göre son ayların en güzel demeci ekonomiden sorunlu Devlet Bakanı Mehmet Şimşek’in elektrik zammı değerlendirmesiydi. Bakan bey buyurdu ki:

“Elektriğe zammı vatandaşın tasarrufa yönelmesi için yaptık.”

Bu mantıkla sorunlar çözülüyorsa, o zaman gıda fiyatlarını yükseltin. Vatandaş açlığa alışsın, yemek yemeden çalışmayı öğrensin. Nasreddin Hoca örneği, tam açlığa alışınca... İşler yoluna girsin!

Bu gidişle evde ampul yakmak da lüks hale gelecek...

Elektriğe yılbaşında yüzde 20, yıl ortasında yüzde 21 zam yapıldı. Toplam yüzde 40’ın üstüne çıkıyor ama, bu hesap yanlış. Sanayide kullanılan elektriğe yapılan yüzde 22’lik zam kime yansıtılacak?

Herhalde hükümete değil!

Tabii ki tüketiciye... Bu durumda yurttaşın elektrik zammından etkilenme oranı yüzde 60’a kadar çıkacak...

Elektrik Mühendisleri Odası Genel Başkanı Musa Çeçen’in hesabına göre, 4 kişilik ailenin salt elektrik gideri 100 YTL’yi bulacak. Dün, asgari ücret açıklandı:

503 YTL...

Asgari ücretle geçinmeye çalışan bir ailenin bütçesinin yüzde 20’si elektriğe gidiyor. Bu durumda geçinebilene artık elektrik çarpsa fark etmez... Yüksek gerilim hattı bile mutfaktaki gerilime vız gelir!

***

AKP iktidarıyla birlikte neredeyse tümüyle unutulmaya yüz tutmuş bir tanım var:

Üretim ekonomisi!

Ee, tüketmenin tadı varken, üretmenin lafı mı olur?

Tüketim ekonomisinin yanına bir de satış ekonomisini ekledin mi, oldu bitti... AKP iktidarı döneminde Türkiye’nin toplam borcu 150 milyar dolardan 500 milyar dolara çıkarken, aynı zaman diliminde 200 milyar dolarlık satış yapıldı... Gerçek anlamda borcumuzun 700 milyar doları bulduğunu söylemek abartma olmaz.

6 yılda kolay yoldan satılabilecek bütün değerleri bitiren hükümet, gündemine toprak satışını almış görünüyor. GAP bölgesindeki altyapı yatırımları buradaki toprakları daha da cazip hale getirecek... Sonra gelsin petro-dolarlar.

Arap ülkeleri gelecekte gıda ürünlerinin petrol ürünlerinden daha değerli hale geleceğini görüyor, yatırımını ona göre yapıyor.

Ya biz?

Siyasette atış...

Ekonomide satış...

Mustafa Balbay-Cumhuriyet

Master
02-07-2008, 03:49
Güneri Civaoğlu
gunericivaoglu@milliyet.com.tr


48 yılda ilk


Eski Jandarma Komutanı ve Atatürkçü Düşünce Dermeği (ADD) Genel Başkanı Şener Eruygur ve eski I. Ordu ve Ege Ordu Komutanı Hurşit Tolon gözaltındalar.
48 yıldır ilk kez oluyor bu.
27 Mayıs 1960 İhtilali’nde dönemin Genelkurmay Başkanı Orgeneral merhum Rüştü Erdelhun’dan bu yana -siyasi nedenle- hiçbir orgeneral böyle bir durumla karşı karşıya kalmamıştır. Hele bir sivil yönetim sürecinde...
“Olacak şey değil” gibi görünüyordu.
Yazılı bir yasaya dayanmayan ama çok daha güçlü geçerliliği olan bir fiili “dokunulmazlık” kalkmış bulunuyor.
Onların askeri güvenlik içinde bulundukları lojmanlardan, polisler tarafından alınarak götürülmeleri de dikkat çekici.
Elbette yasalar önünde herkes eşit olmalıdır.
Gücünü yasalardan alan “dokunulmazlıkların” bile kaldırılması tartışılırken, hukuki dayanağı olmayan “dokunulmazlık” statüsü de sorgulanabilir. Öte yandan, ortada hâlâ iddianamesi bile olmayan Ergenekon dosyası için bir şey söylemek mümkün değil.
Ama... Bir buçuk yıldır haklarındaki suçlamaların ne olduğunu bile bilmeyen insanların hapishanelerde tutulmaları insan haklarıyla ve adaletin özüyle çelişiyor.

Sınır tecavüzü olmasın
Diğer düşündürücü “gözaltı” manzaralarına gelince...
Cumhuriyet’in Ankara Temsilcisi ve yazarı Mustafa Balbay, Tercüman Genel Yayın Yönetmeni Ufuk Büyükçelebi ile Ankara Ticaret Odası Başkanı Sinan Aygün de polis tarafından alındılar. İnanılır gibi değil.
Aygün’ün gazetecilere “Suçum Atatürk’ü, cumhuriyeti sevmek” diye seslenişi hafızalara altı çizilerek kaydedilmeli.
Daha epeyce isim var. Çoğu henüz açıklanmış değil.
1940’larda “milliyetçiler” avlanmıştı, tabutluk diye anılan ve bir insanın ancak ayakta durabileceği daracık beton hücrelerde haftalarca tutulmuşlardı.
Sonra... 1950’lerde “komünist avı” sahnelendi. Pek çok aydın toplandı, hapishanelere gönderildi.
Toplum psikolojisi oluşturuluyordu.
Önce anti-milliyetçilik... Sonra anti-komünist...
Şimdi de Ergenekon dalgası kabarmakta.
Anti-demokratlık ile Atatürkçülük aynı sepetteymiş gibi gösterilirse, bu “sınır tecavüzü” çok tehlikeli olur.
Sınır tecavüzüne dönüşmemeli.



ADRESE TESLİM MESAJ
Yargıtay Cumhuriyet Başsavcısı Abdurrahman Yalçınkaya, tam Anayasa Mahkemesi’nde konuşacağı gün 2 orgeneralin askeri lojmanlardaki evlerinin aranması, onların gözaltına alınmaları gündemi tamamen değiştirdi.
Bu 2 gözaltında, “mesaj izlenimi” alınabilir mi?
“Eğer asker baskısıyla Anayasa Mahkemesi karar alırsa, bunun yarınları da var. İleride sivil hayata geçecek başka orgenerallerin de bir sabah kapıları çalınabilir” gibi bir mesaj...
Yanılıyor olabilirim ama benim de omuzumda 4 yıldız olsa, bu 2 gözaltından sonra “Acaba?” diye düşünürdüm.
2 gazetecinin ve Ticaret Odası Başkanı’nın da gözaltına alınmalarına gelince...
“Bir kısım medya mensuplarına” ve iktidara karşı tavır alan/alabilecek sivil toplum örgütlerine “Ateşteki kestanelere uzanmayın, eliniz yanar” uyarısı mı?
İstanbul Cumhuriyet Başsavcısı’nın devre dışı bırakılmış olması da perdenin arkasında neler olabileceğinin soru işaretini çiziyor.
Ergenekon dosyasının bir an önce açıklanması gerekir.Siyasetin eski söylemiyle, “Hayalet taşlaması bitmeli, hukukun objektif gerçekleriyle adalet süreci başlamalıdır.”


İLETİŞİM SATRANCI
Gözaltılar, havai fişekler gibi patlamasaydı, Yargıtay Cumhuriyet Başsavcısı Yalçınkaya’nın Anayasa Mahkemesi’ndeki iddiaları manşetlerde yer alacaktı. TV ekranlarını kaplayacaktı.
Türkiye ve dünya gözaltıları konuşacak.
Dünya kamuoyu Anayasa Mahkemesi’nde AKP’ye kapatma davası görülürken, aslında bir darbe hazırlığının ortaya çıkarıldığı imajını algılayacak.
Hareketin başında 2 emekli orgeneralin bulunduğu haberi bomba gibi patlatılacak.
İletişim satrancında karşılıklı hamleler soluk soluğa sürüyor.
Bütün bunlardan sonra Kara Kuvvetleri Komutanı Org. İlker Başbuğ’un, Başbakanlık Konutu’ndaki yemekte Erdoğan’la konuştukları daha da merak edilir hale geldi.
Erdoğan acaba Org. Başbuğ’dan “2 orgeneral için yeşil ışık yakmasını” mı istedi?

buena vista
02-07-2008, 17:55
Koskoca E. Orgeneral..

Ordu Komutanlığı yapmış..

Kuvvet Komutanıymış..

Saygın mı saygın..

Yeri yurdu belli..

Devlet kavramını ömrü boyunca duyumsamış...

*

Ne oluyor?..

Çağırsan, davete hemen icabet edecek, savcılığa gelip ne sorsan yanıt verecek, düzgün, disiplinli bir yurttaşı gözaltına almak neden?..

Amaç ne?..

Ya Mustafa Balbay...

Cumhuriyet’in Ankara Temsilcisi...

Her gün işinin başında..

Evinde ve görevinde..

Çağırsan şıppadak gelecek, her tür soruya yanıt verecek, savcının işini kolaylaştıracak Balbay’ı sabahın köründe polisle gözaltına almak neden?..

*

Adalet perisi:

- Vallahi, diyor, ben de bu işi anlayamadım, bu işin içinde bir iş var, ama, olayı çözemedim...

*

Ergenekon dosyası işin başından beri ne olduğu belirsizlikle dallı budaklı, esrarlı...

İddianame bir yıldır ortada yok...

Ama, içerde tutuklular var...

Laf çok...

Dedikodu gırla..

Söylenenlere bakılırsa, bir yanda AKP’yi kapatma davası varmış..

Bir yanda da Ergenekon davası...

Ama, kapatma davasının eni, boyu, dosyası, içeriği, usulü, erkânı, hukuku, yasası, iddianamesi var...

Ergenekon davası ise bir meçhul...

Tutukluları var..

İddianame yok..

Ergenekon neyin nesi, kimin fesi kimse bilmiyor; aradan bir yıl geçmesine karşın tutuklulara yeni gözaltılar ekleniyor...

*

Ülkeye kocaman bir soru işareti egemen...

Herkeste kaygı, korku..

Endişe..

Kuşku..

Soruyorlar:

- Ne olacak?..

- Türkiye nereye gidiyor?..

ILHAN SELCUK (Cumhuriyet)

minik yorum: Bir bilen, " ..ama bu başlangıç..

Kötü..." demisti..Hemde çok önceden..

dohol
03-07-2008, 18:21
Yılmaz Özdil
yozdil@hurriyet.com.tr

Yazının kaynağına gitmek için tıklayınız...

Sinan Aygün


80 kere falan ekrana çıkardık, hem atv Haber�de çalıştığım dönemde, hem Star Haber�de... Kredi kartından mahvolanlar için bi tek o çaba harcıyordu çünkü.

*

"Çinan Aygün" diyorduk.

Eminim, en çok Çin büyükelçisi sevinmiştir, içeri girmesine... Yerli malı kullan kampanyası yapıyor, ithal malların "silahsız işgali"ne direniyordu.

*

Şovmen dediler...

Telefon ediyorduk, gariban çocuklarına eğitim bursu veriyor, fakir fukaraya beyaz eşya gönderiyor, gaziye, mağdura, kendi cebinden yardım eli uzatıyor, bunların karşılığında tek şart koşuyordu:

"Lütfen haber yapılmasın..."

*

Çiftçiyi dert ediniyordu.

Açın bakın interneti, onun hazırlattığı raporları Tarım Bakanlığı�nda bile bulamazsınız... Kafa yoruyordu.

*

AKP�ye "evet" dedi de, "hayır" mı dediler... Zafer Çağlayan gibi, milletvekili olabilir, bakan olabilirdi. Bildiğim için değil, tahminim, CHP�den, MHP�den de girebilirdi Meclis�e... Şu anda savcıya ifade değil, basına demeç veriyor olurdu.

*

Paraysa para, güçse güç... Ankara�nın en zengin adamlarından biri... İstese, gider New York�ta yaşar; Bodrum�a tatile gideceğine, sanayi sitesine gidiyordu.

*

Seversin, sevmezsin...

Yalakalık yapmadı hiç.

E hak etti!

*

Çünkü sistem diyor ki...

Sana ne birader, sana ne?

Elálemin derdi seni mi gerdi?

Ye, iç, bak güzel güzel ihaleler var, kap, ortak ol, kırış, bandır, yala, sana ne?

AnnE
04-07-2008, 06:36
Fatih Altaylı
Amiral Özden Örnek'in ilginç bağlantıları

04.07.2008 05:14

Ergenekon soruşturması, hepimizin artık öğrendiği üzere Oramiral Özden Örnek’in Nokta dergisinde yayınlanan günlüklerindeki iddialar temel alınarak yürütülüyor.
Özellikle işin “Generaller”le ilgili kısmında Oramiral Özden Örnek’in günlüklerinin rolü büyük.
Soruşturma kapsamlı bir şekilde yürütülüp, ilgi alanı sürekli genişlerken, günlüklerin sahibi Özden Örnek’in şimdiye kadar, en azından bilinği kadarıyla savcılığa çağrılmamış ve günlüklerle ilgili fadesine başvurulmamış olması, aralarında benim de bulunduğum pek çok kişi tarafından “İlginç” bulundu.
Bu gibi olaylarda tesadüflere çok da inanmadığım için, küçük çaplı bir soruturma yaptım.
Ve Oramiral Özden Örnek’le ilgili çok ilginç bazı bulgulara ulaştım.
Biliyorsunuz, Oramiral Özden Örnek’in kamuoyunca tanınan bir oğlu var.
Yönetmen-yapımcı Tolga Örnek.
Tolga Örnek bir dönem çektiği film-belgesellerle halkın önüne çıkmıştı.
Tolga Örnek’in çektiği en bilinen iki film-belgesel 2003 yılında gösterime giren Hititler ve 2005 yılında gösterime giren Gelibolu’ydu.
Oramiral Özden Örnek’in oğlu Tolga’nın çektiği Hititler filminin sponsorları arasında İMKB, Çalık Holding, İstanbul Büyükşehir Belediyesi, THY, İstikbal ve Nur İnşaat gibi kuruluşlar yer alıyordu.
Amiral’in oğlu Tolga Örnek’in diğer filmi Gelibolu’nun sponsorları arasında dikkat çekenler ise şöyleydi: Çalık Holding ve İstikbal.
Şimdi diyeceksiniz ki, “Ne var canım bunda. O filmlerin başka sponsorları da vardı.
Doğru.
Bu yüzden soruşturmamı biraz daha derinleştirdim.
Ve çok ilginç başka bir bulguya daha ulaştım.
Çalık Holding yani kamu bankalarının parasıyla Sabah ve ATV’yi alıp iktidarın emrine tahsis eden grup, 2004 yılının Mayıs ayında Çalgaz Doğalgaz Dağıtım Pazarlama Taşımacılık Sanayi ve Ticaret A.Ş. adında bir şirket kurmuştu.
Şirketin ortakları Çalık Enerji, Ahmet Çalık, yine Çalık’a ait Altındağ Yatırım, Aksel Goldenberg, Ruben Goldenberg ve Aşer Goldenberg yer alıyordu.
Büyük bölümü ve yönetimi Çalık Grubuna ait Çalgaz A.Ş., 20 Haziran 2005’te adını değiştirdi ve Naturelgaz Sanayi ve Ticaret A.Ş. ünvanını aldı.
Ve sıkı durun şirketin yönetim kurulu üyeliğine Çalık Enerji’yi temsilen Oramiral Özden Örnek’in diğer oğlu, Burak Örnek getirildi. İlginç bir buluşma değil mi?!
İlginçlik bu kadarla da sınırlı değil.
Aynı şirkette Başbakan’ın damadı Berat Albayrak’ın kardeşi, Sabah ve ATV’nin sahibi Turkuaz Medya’nın Grup Başkanı Serhat Albayrak da 1. derece imza yetkisiyle danışmanlık yapıyor.
Nokta Dergisi'nin eline nasıl geçtiği hala anlaşılamayan “Darbe günlükleri”nin yazarı Oramiral Özden Örnek’in oğulları, iktidar tarafından medya sahibi yapılan ve bu dönemde rafineri lisansı almayı başaran Çalık Grubu’nun şirketleriyle son derece içli dışlı.
Doğrusunu isterseniz ilginç bir “Tesadüf”
Tabii başka tesadüfler de var ama bence bunlar kadar önemli değil.
Mesela Başbakan Erdoğan’ın oğlu Burak Erdoğan Kasımpaşa Deniz Hastanesi’nden askerliğe elverişli değildir raporu aldığı sırada Oramiral Özden Örnek bu Hastane’nin bağlı olduğu Donanma Komutanı.
Ve yine Başbakan’ın oğlu, Tolga Örnek’in Kalendar Orduevi’nde yapılan düğününün davetlileri arasında(Bu bilgi o dönem basına da yansımıştı).
Değerli okurlar Türkiye’de çok garip şeyler oluyor.
Hem de çok garip


600

buena vista
06-07-2008, 09:00
Uzuuun gelen bir aradan sonra merhaba…

Yazıda peşrev olmaz, konuya girelim…
Tabii zorunlu durumlar hariç!

Uğur Mumcu’dan çok şey öğrendim… Sevdiğim sözlerinden biri şuydu:

Nereden gelirse gelsin, amacı ne olursa olsun, terörün her türlüsüne hayır!

Uğur Mumcu vahşi bir terör saldırısı sonucu öldürüldü…

Ahmet Taner Kışlalı’dan da çok şey öğrendim. O da kimi saldırılar karşısında şunu söylerdi:

“Balbaycığım, eğer gerçek olmayan bir saldırıyla karşı karşıya kalırsan hiç üzülme. O sana bulaşmaz.”

Ahmet Taner Kışlalı da Uğur Mumcu gibi terör saldırısı sonucu öldürüldü… Kışlalı öldürüldüğü güne dek oda komşumdu…

Ve ben bir terör örgütüne üye olma iddiasıyla gözaltındayım!

İki meslek büyüğüm terör saldırısı sonucu öldürülmüş, her ölüm yıldönümlerinde 24 Ocaklarda, 21 Ekimlerde köşemi onlara ayırmayı, teröre lanet okumayı görev sayıyorum…

Ve ben bir terör örgütüne üye olma iddiasıyla gözaltındayım!

Vuruldum…

Vuruldukça dirildim…

Ama yaralıyım…

Terör yaralısıyım…

Yazı aramızda biraz ağır geldi!

Ama olsun…

Hukuk büyüktür!

Yazı yazmayı özlemişim…

Yeniden merhaba, hepinize yürekten merhaba…

Size de merhaba Türkçenin güzel sözcükleri…

Sana da, Ankara’nın en kara gündemi…

İç barışımız, siyasal gerilimlerimiz, yeni arayışlarımız…

Hepinize merhaba…

Sözümüz bitmedi… Söyleyecek daha çok sözümüz var…

Hepinize merhaba sevgili okurlar…

Kucak dolusu, satırlar dolusu, sözcükler dolusu…

Gönül dolusu…

Merhaba!

MUSTAFA BALBAY

CUMHURIYET

Master
06-07-2008, 11:36
İlber Ortaylı
Kültür adamı III. Selim’i anıyoruz


Sultan III. Selim 24 Aralık 1761’de doğdu. 1774 Ocak’ında ilimlere ve sanatlara aşık olan babası III. Mustafa uzun süren bir harbin getirdiği yenilginin kahrından öldü. Rusya’nın Suvorof’tan sonra karşımıza çıkan Rumyansef gibi bir generali Küçük Kaynarca Antlaşması’na doğru giden gelişmeleri başlatmıştı. Doğrusu, 18’inci yüzyılda Rusya ve Avusturya’nın karşısında karada yer yer gerilemeler, zaman zaman da direniş ve mevzii zaferlerle imparatorluk tutunabiliyordu.
Osmanlı 1699 Karlofça Barışı’ndan beri askeri teknolojisini Avrupa standartlarında yenilemeye başlamıştı. Topçuluk düzeni, süvari kuvvetleri yenileniyordu. Askeri modernleşme tamamlanmış değildi, ama kısmi neticesi de görülüyordu. 1768’de Polonya’nın işlerine Rusya’nın karışmasından dolayı Osmanlı Rusya’ya harp ilan etmişti.
Bu savaşın en kötü olayı 1770 Temmuz’unda donanmamızın Çeşme Körfezi’nde Rus donanması tarafından ablukaya alınıp yakılması olur. Çeşme Faciası’nın tek önemli olayı Cezayirli Hasan Paşa’nın kendi komutasındaki gemileri kurtarması ve Limni Adası civarında Rus donanmasını püskürtüp boğazları müdafaaya almasıdır. Cezayirli Hasan Paşa bu olaydan sonra kaptanıderya tayin edildi ve donanmada da ilk reformlara başlandı.

Osmanlı klasiklerini okudu
III. Selim’in mahzun bir veliahtlık dönemi vardı. Yeniçeri Ocağı’nı kaldırmak için her şeyi planlamaya başladı ve galiba aydın bürokrasinin her şeyi gerçekleştirebileceğini düşündü. Nizam-ı Cedid takımının adı büyük kendileri kifayetsizdi ve galiba birkaç akıllı adamı da öbürküler saf dışı etti.
Sınıf tırmanan insanlar bazen mucizeler yaratır, bazen de adamakıllı çığrından çıkarlar. At sahibine göre kişner. III. Selim Han etrafını dizginleyen bir lider olamadı. Büyük Petro başta Prens Mençikof dahil bütün adamlarını sopadan geçirirdi. II. Mahmut Han ise o kadar zahmete ihtiyaç duymaz, cellada teslim ederdi. Reform devrine şiddet lazımdır.
Uzun veliahtlığı sırasında amcası I. Abdülhamid yumuşak karakterli, müstebit olmaktan uzak biriydi. Cariyesine yalvaran aşk mektupları yazan tek hükümdar odur. Böyle mutedil karakterli bir padişahtan ileride II. Mahmud gibi bir şedid acımasız oğlunun çıkması ilginçtir. III. Selim aydın bir veliahtlık dönemini yaşadı. Musikide memleketin en sevilen bestekarıydı ve bizzat kuzeni II. Mahmud’u da çok etkiledi. Ama II. Mahmud ne kadar göz dolduran bir hattatsa, III. Selim o derece de kötü yazısı olan bir hükümdardı.
Osmanlı klasik eserlerini okudu, politika ilmine merak sardı, politika ilmini öğrenmek için safdil bir gayretle Fransa Kralı XVI. Louis ile dahi mektuplaştı. Hükümdarın bilgisi dışındaki bu mektuplaşma o zaman ağır bir suçtu. Nitekim III. Selim’den 70 yıl önce böyle bir fiilde bulunan Rusya veliahdı Aleksi Petrovic, babası Büyük Petro’nun gözünün önünde işkenceyle öldürülmüştür. I. Abdülhamid ise iyi bir insandı, yeğenine kıymayı bile düşünmedi. Bu fiili bir ihtarla men etti.
III. Selim 7 Nisan 1789’da tahta geçti; Buzu bozgunundan sonra Rusya Tuna’nın kuzeyinde ilerlemeye başladı. General Suvarof, İsmail Kalesi’nin kuşatmasını inatla sürdürdü ve ani bir hücumla aldı. Padişah böyle bir ortamda tahta çıkmıştı ve kararını uyguladı; Nizam-ı Cedid teşkilatını kurdu, muhteşem bir eser olan Selimiye Kışlası’nı inşa ettirdi. Bu kışla bugün de Birinci Ordu merkezidir. Türkiye’de askerliğin ve askeri ihtiyaçların ne kadar önde geldiğini gösterir. Bu nedenle emekli ordu komutanlarını sivil polislere kolundan sürükletmek tarihi realite ve geleceğimizin inşasına tamamen ters, akıl dışı davranışlardır.
Halk, Nizam-ı Cedid askerinin talimi, mühimmatın alımı, yeni dökümhaneler ve silah imalathanelerinin kurulması için konan aşırı vergilere her zaman olduğu gibi tepki gösterdi. Ama fitneyi üreten kesimler daha da gürültücüydü. Nitekim dönemin popüler tarih yazarı Yayla İmamızade risalesinde bu gibi provokatörleri; “Nizam-ı Cedid’in karşısında laf söylemeyi kâr bilen bir alay taharetini bilmez”ler diye ifade eder.
Bir müddet sonra Rumeli Kavağı’nın muhafızı olan Laz uşakları başlarında zabitleri ile şehre yürüdüler. III. Selim tahttan indirildi, Kabakçı Mustafa ve hempaları amcası oğlu şehzade Mustafa’yı IV. Mustafa olarak tahtta çıkardılar. Osmanlı tarihinin en karışık bir yılı geçti. Kabakçı Mustafa ve hempaları arasında Aygır İmam diye bir tip de vardı. Sahanda üç okka pastırma üzerine 40 yumurta kırmış, yedikten sonra çatlayarak ölmüştü.
Kısa zamanda Hareket Ordusu’ndan 100 sene evvelki benzerlik tekrarlandı. Rusçuk ayanı yani o bölgeyi idare ve savunmadan sorumlu Alemdar Mustafa Paşa kendisine başlı diğer Rumeli ayanları ile başkente geldi. Rumeli III. Selim’i istiyordu. Saraya saldırdılar.

200 yıl önce katledildi
IV. Mustafa 28 Temmuz 1808 günü yani bundan 200 sene evvel sanatkar padişahı en adi bir biçimde katlettirdi. Şehzade Mahmud’u da takip etmeye başladılar ama onu Cevri Kalfa başta olmak üzere saray kadınları katillerin elinden kurtardı. Hanedanın son erkeğini kurtarmak için Cevri Kalfa kendini öne atmıştır, tabii ki unutulmadı. Şehirde Cevri Kalfa okulu, çeşmesi, camii var ve Valide Nakşidil Sultan’ın türbesinde, onun yanıbaşında gömülü.
Alemdar Mustafa Paşa yeniçerilerin ayaklanmasında Sadaret konağının barut deposunu uçurarak helak oldu. Dedikodulara göre II. Mahmud kimseye borçlu kalmak istemedi ve bu katliama göz yumdu ama ondan sonra aslan kesildi. Vaka-i Hayriye dediğimiz yeniçeri katliamı başlamıştı.
Bir asır önce Rusya’da Büyük Petro’nun tüfekçi askerini katletmesi gibi bir olay ama dahi tarihçi Cevdet Paşa’ya sorarsanız; “Büyük Petro’nun strelitzleri ortadan kaldırması Rusya’nın sırtından bir uru kazımak gibidir. Halbuki yeniçeri devleti aliyenin yüreğinde bir seratan, yani kanserdi; onun kazımasıyla çok şeyi değiştirmek gerekti.”
Bu hafta Topkapı Sarayı’nda Sultan III. Selim Han’ı, katledildiği temmuz ayının başında mütevazı bir bilimsel seminer ve bir konserle anacağız. Ne olursa olsun müşfik bir reformatördü ve 18’inci yüzyılın renkli bir Osmanlı kültür adamıydı.

buena vista
09-07-2008, 06:17
tturenc@hurriyet.com.tr

TUFAN Türenç


AKP, demokratlığa oynayarak Türkiye’yi bir polis devleti haline getirdi.

Bunu yavaş yavaş anlayanlar var ama bir kısım insanlar hálá anlamamakta direniyorlar.

Şimdi onlara yaşadığım bir olayı anlatmak istiyorum.

Önceki akşam bir dostumuzun evinde yemeğe davetliydik.

Doğal olarak gecenin tek konusu Ergenekon soruşturması, gözaltılar, tutuklamalar, serbest bırakılmalardı.

Bir ara geçmiş olsun diyemediğim Mustafa Balbay’ı aramak istedim.

Bendeki numaranın ait olduğu telefon emniyette tutuklu kaldığı için Mustafa’yı bulmalarını gazetenin santralından rica ettim.

Biraz sonra Mustafa karşımdaydı.

Serbest bırakılmasına çok sevindiğimi söyledim ve "Geçmiş olsun" dedim.

Mustafa ile konuşurken beni izleyen dostumla göz göze geldim.

Onun da selamları, sevgileri olduğunu söylemeyi geçirdim aklımdan ama sonra vazgeçtim.

Kendi kendime, "Telefon dinleniyordur. Durduk yerde adamın da başını belaya sokmayayım" dedim ve bir şey söylemedim.

* * *

Telefonu kapattıktan sonra dostumla tekrar göz göze geldik.

Bana aynen şunları söyledi:

"Sana bir şey itiraf etmek istiyorum. Ben Mustafa Balbay’ı çok severim. Gözaltına alındığında çok üzüldüm. Ama ’Benim de selamımı söyle, geçmiş olsun diyor, gözlerinden öpüyor’ de demeye çekindim. Telefon dinleniyordur diye korktum."

"Benim de selamını, sevgilerini söylemek aklıma geldi ama aynı korkuyla adını geçirmek istemedim" dedim.

Eve dönerken kafam bu korku işine ciddi şekilde takıldı.

Hem benim hem de dostumum aynı korkuyu duyması vahim bir ruh hali içine sürüklendiğimizin göstergesiydi.

Ben, gazeteci olduğum için Mustafa’yı aramaktan çekinmemiştim ama dostumun selamını, sevgisini iletmeye onun adına korkmuştum.

O da kendi adının bu konuşmada geçmesinden korkmuştu.

"Demek ki Türkiye tam bir polis devleti haline gelmiş ve onun korkusu yüreklerimize sinmiş" dedim kendi kendime.

Sonra aklıma şu soru takıldı:

"Türkiye böyle bir korku ile yaşayabilir mi? Bunun travmatik sonuçları toplumun ruh yapısını nasıl etkiler?"

İtiraf edeyim ki yanıtını bulamadım.

* * *

Bu korku sendromuna sürüklenmemize, örgütün finansörü diye içeri atılan ve ölüm döşeğine düşene kadar tahliye edilmeyen Kuddusi Okkır’ın dramı çok etkili oldu.

Zavallı Okkır, 1 Temmuz’da "Evinde ölsün" diye tahliye edildi ve 5 gün sonra da yaşama gözlerini kapadı.

Ergenekon’un finansörü olmakla suçlanan ve içeri tıkılan Okkır’ın ailesi cenazeyi kaldıracak para bulamadı.

Okkır’ın cenazesi meslektaşlarımızın ricası ile belediye tarafından kaldırıldı.

Bu olay insan olan herkesi allak bullak eder.

Birçok insani olaya müdahale eden Başbakan Erdoğan nedense Okkır skandalıyla hiç ilgilenmedi.

Bu da AKP Türkiyesi’ndeki bölünmüşlüğün acı bir sonucu olmalıydı.

Demek artık ülkemizde insani davranışlar, hiç de insani olmayan ölçütlere göre şekilleniyor.

Ne yazık ki getirildiğimiz vahim nokta bu.

buena vista
12-07-2008, 10:13
tturenc@hurriyet.com.tr


ATLAS Dergisi’nin Genel Yayın Yönetmeni Özcan Yüksek, İran’dan yeni döndü. İzlenimleri ilginç. Hep birlikte okuyalım:

"İki yıl önce gitmiştim İran’a, o zaman Ahmedinejad henüz başa geçmemişti. Bir de geçen ay gittim ve üç hafta kaldım.

İki yıl önceki İran, sosyal yaşam açısından daha serbestti.

O zaman kadınlar başörtüsünü yarım örtüyordu, ayak bilekleri de belirli oranlarda gözüküyordu.

Şimdi ise saçlar konusunda en küçük bir hoşgörü yok. Bilekler yüzde yüz örtülü. Bütün kadınlar siyah giyiyor.

Aslında İran’a bin yıllık konuları araştırmak için gittiğimden günlük hayatla ilgilenmek istemiyor, görmemeye, sormamaya çalışıyordum.

Ama yabancı olduğum anlaşıldığı için, pek çok İranlı yanıma yanaşıyor ve rejimden yakınıyordu.

Gördüğüm kadarıyla çok çaresizdiler.

* * *

Konuştuğum insanlar bana, halkın yüzde doksanının molla rejimine karşı olduğunu ileri sürüyorlardı.

Uçakta, çarşıda, otel lobisinde, çayhanede insanlar hep yanıma gelip yakınıyordu. Kimileri ısrarla beni evlerine davet ediyordu. Gitmek istemediğim için hep çeşitli bahaneler ileri sürdüm.

O kadar yoğun ısrarlarla karşı karşıya kaldım ki, bazılarını atlatamadım ve evlerine konuk oldum.

Hepsi molla rejiminden bıkıp usandıklarını anlattı.

İki yıl önce, insanlar, daha çok İslam dini ile rejim arasındaki ayrıma dikkat çekiyorlardı.

Şimdi ise durum çok daha değişik bir havaya bürünmüştü. Çünkü görüştüğüm kimseler arasında, İslam dinini suçlayan, ’Bizim peygamberimiz Zerdüşt’ diyen pek çok sıradan insan vardı.

Rejimin, halkı İslam’dan nefret eder hale getirdiğini söylüyorlardı.

* * *

İran anayasasında, kadınları kısıtlayan pek çok kural var. Bunlardan en önemlisi, kadınların cumhurbaşkanı ya da yargıç olamayacağı şeklindeki açık hüküm...

Fakat, kadınların şarkı söylemesinin yasak olduğunu bu gidişimde öğrendim.

Kasetten dahi kadın sesiyle şarkı söylemek yasaktı, yani Farsça deyimiyle, ’memnu!’

Tabii, içkinin, eğlencenin her türlüsünün de memnu olduğunu söylemeye gerek yok.

Özellikle akşam geç saatlerde, Tahran caddelerinde polisin, araçlardaki kadınların saçlarını, makyajlarını kontrol ettiğini, kurallara uymayanları tutukladığını, yine başkentin merkezinde bu tutukluların konulduğu tutukevinin önünün her zaman kalabalık olduğunu gözlerimle gördüm.

Polisin kadınlar üzerindeki baskısı korkunçtu.

Bunun kadınlar üzerinde nasıl bir korku yarattığına da tanık oldum.

Beni otomobilleriyle gezdiren İranlı arkadaşlarımın yanında kız arkadaşları vardı. Bu çevirmelerde onların nasıl korktuklarını gördüm.

Bir çevirme sırasında hem kadınların hem de bizim başımız ciddi şekilde belaya girebilirdi. Aslında bu gazetecilik açısından işime gelirdi ama araştırmam yarım kalır diye ben de korktum.

Neyse ki şansımıza bizim araba hiç çevrilmedi.

İran’a gittiğim her iki sefer de dini bakımdan önemli günlere rastlamıştı.

Birinde Kerbela törenleri vardı, birinde ise Hz. Muhammed’in kızı Zeynep’in ölüm yıldönümüydü.

Şunu da öğrendim; böyle ’yas’ tatillerinde Tahran boşalıyormuş.

Halk biraz nefes alabilmek için, o kábus dolu yaşamdan biraz olsun kurtulabilmek için Hazar kıyısı başta olmak üzere tatil yerlerine kaçıyormuş."

Tufan TÜRENÇ

buena vista
15-07-2008, 18:33
Fatih Altaylı


15.07.2008 11:42
Bir kaç gün önce önemli, yüksek rütbeli bir komutan ziyaretime geldi. Kendisi adına çok önemli bilgileri bana ulaştıracak bir başka yüksek rütbeli askerle görüşüp görüşemeyeceğimi sordu.
“Görüşürüm” dedim.
“Vereceği bilgiler önemlidir. Dikkate almanızı tavsiye ederim” dedi.
Daha sonra söz konusu kişiyle buluştuk.
O da hayli önemli bir isimdi.
İlginç olaylar anlattı. Anlatılanların bir bölümü Emekli Deniz Kuvvetleri Komutanı Özden Örnek’le ilgiliydi.
Naklediyorum.
“Özden Örnek Paşa, oramiralliğe yükseleceği zaman İlhami Erdil karşı çıkmıştı. Özden Örnek bunu unutmadı. Komutan olunca bunun acısını İlhami Erdil’i özel harcamaları nedeniyle hakim karşısına çıkartarak çıkardı. Her şey öyle başladı” dedi.
Alakayı anlamamıştım.
“Bu bir ilkti. İlk kez bir kuvvet komutanı hapse böyle girdi. Sihir bozuldu. Hem de bir büyük askeri yolsuzluktan falan değil, ailenin harcamalarından hapse girdi”
Devam etti.
“Özden Örnek’in çocukları ile ilgili yazdıklarınız var ya, çok önemli bir noktaya bilerek veya bilmeyerek bastınız. Gerçekten bazen çocuklar büyük sıkıntı yaratıyor” dedi. ve sözü Burak Örnek’e getirdi.
“Burak Örnek iş hayatına rahmetli Güven Erkaya sayesinde başladı. Erkaya, Burak Örnek’i Doğuş Grubunda işe sokmuştu. Galiba o zaman Doğuş’un olan Makro’ları yönetiyordu. Sonra Doğuş grubundan kovuldu. Sonra garip işlere girdi.”
“Nasıl garip işler” diye sordum.
“Ankara’da silah işi yapanlarla, askeri ihalelere girenlerle diyalog kurdu. Yalçın ailesiyle görüşüyordu. Sonra Ankara’da silah taciri Mehmet Durmaz’ın yanına girdi. Ortak oldukları söylendi ama kesinlik kazanmadı. Deniz Kuvvetleri Komutanlığı’nın GENESİS projesi için uğraşıyorlardı.”
“Nedir bu Genesis projesi”
“Gemi sevk ve idaresiyle ilgili bir proje”
“Sonra”
“Sonra Çalık Grubu Burak Örnek’e iş teklif etti. O sırada babası da Deniz Kuvvetleri Komutanı olmuştu”
“İş teklifi Çalık’tan mı geldi”
“Bildiğimiz kadarıyla öyle. Yine bildiğimiz kadarıyla çok önemli bir siyasetçinin tavsiyesiyle olmuş.”
“Bu anlattıklarınızın Özden Örnek’in günlükleriyle ne alakası var”
“Oraya geliyorum. Şu kadarını söyleyeyim. Özden Örnek hayatında bir gün bile günlük tutmadı”
“Allah Allah. O yayınlananlar nereden çıktı”
“Bakın aslında eski komutanımız Hilmi Özkök’ün sözleri çok önemli”
“Hangi sözleri?”
“Günlükler var da diyemem, yok da diyemem dedi ya. İşte anahtar orada”
“Ben yine anlamadım kusura bakmayın”
“Bakın günlük tutmak bir alışkanlıktır. Günlük tutanlar sürekli tutarlar. Bir süre tutup bırakmazlar. Özden Örnek Paşa’nın günlükleri diye yayınlananlar sadece belirli, kısa sayılabilecek bir dönemi kapsıyor. Çünkü bunlar günlük değil”
“Ne o zaman”
“Acele etmeyin anlatacağım”
“Çankaya Köşkü’nü bilir misiniz?”
“Bilirim.”
“Peki arka bahçesindeki komutan villalarını”
“Hayır. Hiç görmedim”
“Köşk'ün arkasında komutanların villa şeklinde, müstakil lojmanları vardır. Her şey orada başladı. Özden Örnek Paşa birgün komutanları lojmanına davet etti. İlk konuşmalar orada yapıldı”
“Darbe konuşmaları mı?”
“Darbe demeyelim. Bu hükümetten, AKP hükümetinden nasıl kurtulabiliriz konuşmaları”
“Darbe heveslileri de var gibi duruyor günlüklerde”
“Onlardan her zaman vardır. Her rütbede vardır. Kurumsal olarak TSK’nin tavrı önemlidir. Lafı dağıtmayalım. Her şey evde yapılan bu toplantıyla başlıyor. Sonra Gölbaşı toplantıları var.Oralarda çok şeyler konuşuldu.”
“Dönemin Genelkurmay Başkanı’nın bu toplantılardan haberi var mıydı?”
“Resmen yoktu. Mutlaka bazı şeyler kulağına gidiyordu ama bu konuların da bir şekilde açıldığı resmi toplantılar dışında, gayrıresmi hiç bir toplantıya Hilmi Özkök katılmadı. Çağrılmadı zaten. O sohbetlerde yer almadı. ”
“Günlüklere dönersek”
“Dediğim gibi ortada günlük falan yok. Ancak Özden Örnek bu toplantıları kaydetmiş.”
“Nasıl kaydetmiş!”
“Basbayağı kaydetmiş. Ses kaydı yapmış. Sonra bunları evinde bilgisayara aktarmış. Konuşmalar canlı canlı, herkesin sesinden bantlarda mevcut”
“Hangi amaçla”
“Bilmiyoruz. Tedbiren olabilir. Başka nedenle olabilir. Bunlar Özden Örnek’in bilgisayarındaydı. Özden Örnek, her toplantı sonrası bunları bilgisayarına aktarıyormuş. Bu kayıtların varlığı kadar önemli olan bunların nasıl ortalığa döküldüğüdür”
“Nasıl döküldü?”
“Ben size sorayım. Özden Örnek’in evine polis baskını yapıldı mı?”
“Hayır”
“Evine hırsız girdiği yolunda bir bilgi, bir rapor var mı?”
“Hayır”
“Peki Özden Örnek kendisini de sıkıntıya sokacak bu bilgileri sızdırır mı?”
“Hayır”
“İşte işin özü burada. Bir adamın bilgisayarına kim ulaşabilir? Elbette ki, en yakınları.”
“Yani”
“Yanisi şu. Özden Örnek’in bilgisayarındaki bu bilgiler, belki de biraz üzerinde oynanmış olarak AKP’ye yakın birilerine, Özden Örnek’e yakın birileri tarafından sızdırılmış olabilir.”
“Burak Örnek mi?”
“Burak Örnek’in ilişkilerini takibe almak lazım. Pazar günleri hangi NATO müteahidiyle buluşuyor. Kimlerle arkadaşlık ediyor. Kimlerle takılıyor. Kimlerle çalışıyor. Babası emekli olduktan sonra çalıştığı şirketten ayrılmak üzereydi. Sonra birdenbire darbe günlükleri ortaya çıktı.”
“Bu ne demek?”
“Ne demekse o demek. Ha bununla ilgili bir şey daha ekleyeyim. Burak Örnek’in nişanına bir bakmak lazım. Aile arasında bir nişandı. 25 kişi davetliydi ve aileden 25 kişi arasında bir de işadamı vardı. Herhalde bu nişanın kayıtları vardır. Bakın bakalım neler göreceksiniz”

minik yorum: ilginç..

AnnE
17-07-2008, 08:26
Ergenekon’un şifrelerini çözüyorum (Ohhh... Nihayet anlamaya başladım)
serdar.turgut@aksam.com.tr



Önceki gün Ergenekon iddianamesi açıklanınca derin bir nefes aldım ve çok rahatladım. Bir türlü beceremediğim şeyi yaptım açıklamadan sonra ve Ergenekon denilen şeyin gerçek şifrelerini çözdüm. İşte onlar:

1- İddianamenin yazılma sürecinde Kurtlar Vadisi geçmiş bölümlerinin tekrar tekrar izlenmiş olması ihtimali büyük. Bazı cümlelere dikkat ederseniz bunların çoğunun Kurtlar Vadisi’nin eski bölümlerinde yer almış olaylar olduğunu görürsünüz.

2- Eğer Agarta denilen örgüt gerçekten o kadar eskiyse, 600 yıllık filansa o zaman örgütün eski militanları arasında Yavuz Sultan Selim’in de yer alması ihtimali yüksek.

3- Bu güzel iddianameye rağmen davadan sonuç alınamazsa hiç üzülmeye gerek yok. Bunca emek katiyen boşa çıkmaz hiçbir alternatif kalmasa bile her şey bittikten sonra iddianameyi yüksek bedelden Dan Brown’a satabiliriz. Dan Brown zaten Da Vinci şifresinden bu yana konu sıkıntısı çekmekte, parlak bir yeni eser verememekte. Dolayısıyla bu teklifimizin üstüne atlayacaktır. Üstelik iddianameyi aynen yayınlasa direkt bestseller olur otomatikman. Ona zahmetsiz bestseller olmak imkanını açarız.

4- Sorgulamalar sırasında sıkça gündeme gelen örgütün bir numarası kim sorusunun cevabı da sonunda bulundu. Agarta örgütünün temelleri Tibet’te olduğundan örgütün de bir numarasının Dalai Lama olduğu da kesin. Bunu görmemek için önyargılı olmak gerekiyor.

5- Gerçi iddianamede bu konu açıkça yazılmamış ama örgüt içinde çok sıkı toplu seks âlemleri (orjiler) olduğuna da eminim çünkü 600 yıl önce Osmanlı’da harem ile ilgili dedikodular çok artmıştı. Eğer Ergenekoncular tarih bilincine sahiplerse, atalarını örnek alıyorlarsa çok eşli çılgın seks partileri düzenlemişlerdir mutlaka.

6- Ankara Meydan Savaşı da Ergenekon örgütü içindeki bir anlaşmazlıktan, bir fraksiyon kavgasından ibaret olabilir mi?

7- Fetret devri bir başlamış hiç hız kesmeden bugünlere kadar yaşanmış meğerse.

8- Atatürk, Ergenekon’dan haberdardı. Agarta’yı kuranlar, kayıp şehir Atlantis’ten göç edenler tarafından kurulmuş iddiaya göre. Atatürk de Atlantis meselesini çok merak ediyordu ve bağlantıları bulmak için Mayaları incelemesi için bir uzman gönderdi. Giden kişi öğrendiklerinden o kadar etkilendi ki soyadını Mayatepek olarak değiştirdi. Atatürk aslında Ergenekon’un kökenlerini inceletiyordu çaktırmadan. Bilmem anlatabiliyor muyum?

9- İddiaya göre dünyanın tüm geçmişi, en eski dinler ve kozmik öğretiler örgütün kökeninin bulunduğu yer altı şehrinde saklanıyormuş. Trafik kurallarını bile doğru dürüst öğrenemeyen, töre cinayeti diye bir âdeti olan Türklerden oluşan bir örgütün elinde bütün bu bilginin olması ürkütücü değil mi? Her zaman söylerim dünyanın sonunu Türkler getirecek. Bu da benim bu görüşümü doğrulayan yeni bir kanıttır

Ramo
19-07-2008, 10:40
DOKTORUNA "doktor", mühendisine "mühendis", polise "memur bey", müdüre "sayın müdür", öğretmene "hoca" der halkımız.

Ama asker gördü mü...

Tüm rütbelilere "komutanım" derler Anadolu’da.

Çünkü Türkler askerlerini severler.

*

Ama yobaz sevmez...

İslam ülkeleri arasında, Batı uygarlığına yakın tek devlet asker eliyle kurulduğu için... Ve yobazın karanlık-ilkel dünyası o devrim yasaları ile engellendiği için...

Şimdi dahi; devrim yasalarını silip yerine getirmek istedikleri "dinci devlet"e en büyük engeldir askerler.

Bu yüzden hedeflerinde askerler var.

Kravatlı mollalar, askerleri ürkütüp sindirebilirlerse, kendi özlemlerindeki rejimlerini kurabilecekler.

Yoksa, yok...

*

Ve bunu yapıyorlar şimdi...

Üç yöntemleri var:

Birincisi; iktidara yalakalık yapıp bir avanta peşinde olan ikiyüzlü "aydın"ları... Ya da dinciden demokrasi bekleyecek kadar aptal olan "demokrat"ları bulup bulup Allah’ın günü askerlere saldırtmak...

İkincisi; suça karışmış kimi eski-yeni, rütbeli-rütbesiz askerleri cımbızla seçip tüm askerleri karalamak...

Üçüncüsü; cumhuriyetin başına gelenleri görüp sessiz kalmayan yürekli askerlerden emekli olanları yargının karşısına çıkartarak tüm askerleri korkutmak...

(........)

İşte:

Bizler askerlerin darbe yapmasını ya da kendi yapılarında olmayan demokrasiyi ikide birde "rayına oturtmaya" kalkmasını istemeyiz.

Ama, Türk ordusu, her zaman varlığımızın ve bağımsızlığımızın güvencesidir.

O bizim ordumuz...

Bu linçler, bu hakaretler, bu saldırılar haksızlık.

Günah...

Türkiye geceleri derin uykudayken, uzaktaki dağlarda ulusuna o huzurlu uykuyu vermek için ölenlere haksızlık...

Ve siz o ordunun, ömrü boyunca terörle savaşmış generalini "terörist" diye, bir hırsızmış gibi içeri attınız...

Öyle mi?..
Hurriyet/Bekir Coşkun

Master
19-07-2008, 20:28
Eşek gibi anırma, insan gibi konuş!

Dengir Mir Mehmet Fırat’ı üç gündür izliyor ve dinliyoruz.

“Ataürk devrimleri toplumda travma yarattı” sözlerine gelen tepkilere karşılık vermeyi sürdürdü. Fırat, gazetecilerin soruları üzerine şöyle dedi:

“ Devrimler kötü demedim, ama bir gecede tekke ve zaviyeler kapanmadı mı? Şeyhülislamlık sona ermedi mi? Dünyanın her yerinde devrimler böyle yapılıyor. Türkiye’de de bir travmaydı. Bu konuda konuşanlar eğer bunların tamamını okuduysa ben Meclis’in ortasında eşek gibi anıracağım...Okumadan konuşuyoruz” (Taraf, 25.06.08,s.10)

Özellikle, AKP’ye taraf Kemalist cumhuriyete muhalif olanların kendisine taraf seçtiği Taraf gazetesinden alıntı yaptım.
Haklısınız Dengir Bey, okumadan konuşuyorsunuz. Bilgi olmadan fikir üretenlerle ne yazık ki aynı safta yer aldınız.

Eğer Türk devrim tarihini okumuş olsaydınız, şimdi “eşek gibi anırırım” demek zorunda kalmayacaktınız.

Müsaadenizle yanlışlarınızı ben düzelteyim.

Ben kim miyim?

Laik Kemalist cumhuriyetin 30 yıllık öğretmeniyim ve 10 yıldan fazladır da ünüversilerde “ Türk Devrim Tarihi” dersi de okutmaktayım! Yani söz söyleme hakkım var!

İçinize sindiremediğiniz Kemalist devrimler bir gecede olmadı. Hepsinin planı projesi vardı ve uzun yıllara dayana düşüncenin ürünüydü.

Bu nedenle sizin sandığınız gibi, halkın üzerinde travma yaratmadı.

Ancak, doğrusnuz bazılarında yarattı.

Kimlerde mi?

Halife padişahta ve onun çevresindeki İngiliz işbirlikçisi hainlerde.

Başka kimlerde?

Dini kazanç kapısı yapanlarda.

Başka kimlerde?

Laikliği içine sindiremeyenlerde.

Daha Erzurum Kongresi günlerinde (Temmuz 1919). Mazhar Müfit Kansu’ya “yaz çocuk” der. Ve not defterine savaştan sonra, cumhuriyeti kuracağız diye başlar, sırasıyla tüm devrimleri alt alta dizer.

Mazhar Müfit de ona inanmaz! Ama yıllar sonra “ kaçıncı maddedeyiz çocuk!” dendiğinde ayıkır. Mahcupbiyetten kıpkırmızı olur. Çünkü onda utanma duygusu vardır.

Başka bir öyküyü Sovyet Elçisi Aralov’dan dinleyin; belki, o zaman, kimlerin travma geçirdiğine siz de ayıkırsınız.

“Daha taarruzdan önce yanında bulunduğum sırada Mustafa Kemal Paşa: Kadınların kurtuluşu için bir savaş açacağını, ilk öğretimi geniş ölçüde yayacağını, millî ekonomiyi, sanayii, köy ekonomisini, kültürü geliştireceğini söylemişti...” (S.İ.Aralov, Bir Sovyet Diplomatının Türkiye Hatıraları, çev. Hasan Ali Ediz, s.225-226)

Yine Aralov’un anılarıyla sürdüryorum, asıl travmatik kısmı burası...

Gazi 2 Nisan 1922 tarihinde yanında Sovyet Elçisi Aralov ile birlikte Konya’dadır.

“O gece iki medreseyi ziyaret ettik. Kanlı, canlı hemen hepsi de genceceik mollalar medresenin avlusunda dizilmişlerdi. Bunların yanında, geniş cüppeli, beyaz sarıklı hocalar da yer almıştı. Hepsi de yerlere kadar eğilerek Mustafa Kemal Paşayı selamladılar. Bunların içinden biri, bunların başı ve en nüfuzlusu, Mustafa Kemal Paşa’dan, Medrese sayısını artırmasını rica etti. Bu zat, ayrıca, medrese öğrencilerinin askere alınmamalarını da istirham etti.

Hoca konuşurken Mustafa Kemal’in kendini tuttuğu belli oluyordu. Ama, medrese öğrencilerinin askere alınmamaları söz konusu olunca, artık kendini tutamadı ve yüksek sesle, sertçe:

‘ Ne o, dedi. Yoksa sizin için medrese, Yunanlıları mağlup etmekten, halkı zulümden kurtarmaktan daha mı değerlidir? Millet kan içinde yüzerken, halkın en iyi çocukları cephelerde döğüşür, yurt için canlarını feda ederken, siz burada genç, sapasağlam delikanlıları besiye çekmişsiniz!..’

Mustafa Kemal konuşurken gözleri daha korkunç bir hal alıyordu:

‘ Bu asalakların askere alınmaları için hemen yarın emir vereceğim!’

Hocalar sindiler, ama yüzleri öfkeden kıpkırmızı kesildi, yabancıların yanında hükûmet başkanı onları paylamıştı.

Mustafa Kemal Paşa bize dönerek:

‘Hadi gidelim, dedi, artık burada bizim için yapılacak bir şey kalmadı. Ve şöyle, isteksizce bir selam vererek oradan ayrıldı.’

Mustafa Kemal Paşa otomobilde uzun bir süre yatışmadı:

‘Savaş sona erince onlarla daha ciddi konuşacağım! Herşeyden önce onların malî dayanaklarından, vakıflardan, yoksun edeceğim. Yurt topraklarının büyük bir parçası, neredeyse üçte ikisi, belki daha çoğu vakıftır. Bu topraklar mollaların yaşam kaynaklarıdır. Bunların çoğu köylülerin elinden alınmış topraklardır. Buna son vereceğiz. Bir de utanmadan hükümetten yardım istiyorlar.’

Mustafa Kemal, Anadolu topraklarında, şimdi gördüğümüz dinç, sağlam delikanlıları askerden kaçıran 17 bin medrese bulunduğunu söyledi. Bu tam bir kolordu demekti. Medrese öğrencilerinin şimdiye kadar niçin askere alınmadıklarını sormam üzerine, Mustafa Kemal, bunların askere alınmaları için gerekli emrin verilmiş olduğunu söyledi. Bu devrimci adım, sunbaylar arasında büyük bir sevinç yaratmış ve bu olay, son günlerin en çok üzerinde durulan bir konusu haline gelmişti.” (S.İ.Aralov, Bir Sovyet Diplomatının Türkiye Hatıraları, çev. Hasan Ali Ediz, s.104-106)

Travma geçirenler, birinci meclisin muhalifleridir. İskilipli Atıf Hoca ile bugünkü laiklik düşmanlarıdır. Travma geçirenler, kadının çarşaftan, peçe arkasından kurtuluşunu içini sindiremeyenlerdir. Menemen’de Kubilay’ın başını kesen Nakşi şeyhi müridleridir. Başka kimdir? Mustafa Kemal’i idama mahkum eden Şeyhulislam’dır!

İnsanlık tarihinin en önemli komutan ve devlet kurucularından olan Mustafa Kemal’i, ötekilerden ayıran en önemli niteliği aslında devrimciliğidir. İhtilalden devrime evriliş, hem kararlılık hem de olağanüstü cesaret ister. Bu büyük dahî de bu iki nitelİğinİ birleştiğini görmekteyiz.

Türkiye Cumhuriyeti'ni öteki cumhuriyet örneklerinden ayıran temel özellik, “egemenliğin tanrıdan alınıp bireye verilmesi, kuldan vatandaş, ümmetten millet yaratılması; bunun da laik düşünce sistemi üzerine oturtulmasıdır.” Yani aklın egemen kılınmasıdır.

Sosyal yaşantıyı düzenleyen devrimler laiklik eksenine oturtulmuştur. Kılıç Ali’nin anılarında okursunuz; Gazi’nin, Meclis kürsüsünden bir milletvekilinin laikliğin tanımını isterken, alaycı üslupla sorduğu soruya verdiği yanıtı belleklerden çıkarmamak gerekiyor: “Adam olmak, demektir, hocam, adam olmak!”

Gazi Mustafa Kemal, kendisinden sonraki meclisler gibi, kararları halkın önünden kaçırarak, gece yarıları almadı. Dengir Fırat burada yanıldı!

Herkes bilgi sahibi olsun, hiç kimse eşek gibi anırmasın insan gibi konuşsun!

Ramo
08-08-2008, 10:34
DÜN masama yine o yaz ışığı vurduğunda hatırladım.

Yine sıcaktı.

Yine sancılı bir sabahtı.

Yine serçeler kavga etmişlerdi saçakta.

Bir yıl önce...

"O benim cumhurbaşkanım değil" sözünü bu masada, bu günlerde yazmıştım, canım sıkılıyordu, canım...

Anayasa Mahkemesi tam bir yıl sonra, günlerce oturup düşünüp-taşınarak, 1’e karşı 10 oyla aldığı kararla doğruladı beni.

Doğrudur:

O benim cumhurbaşkanım değil...

*

Siz gözlerinizi yere dikseniz de, başınızı kuma soksanız da, Anayasa Mahkemesi’nin verdiği kararı ve Türkiye’nin içine yuvarlandığı görülmemiş hukuk rezaletini anlamazlıktan gelseniz de...

Sırf çıkarlarınız için sessizleşseniz dahi...

Hakkında devletimizin en temel ilkesi "laikliğe karşı eylemlerin odağı olma" kararı bulunanlar, devletin tepesine oturup Türkiye’yi yönetemezler.

Ne cumhurbaşkanı olarak...

Ne başbakan...

Ne iktidar...

Bundan böyle aldıkları her kararda, yaptıkları her uygulamada, her adım attıklarında, Yüce Mahkeme’nin verdiği "laikliğe karşı eylemlerin odağı oldukları" kararı hemen önlerine konulur, göreceksiniz.

Bu benim cumhurbaşkanım değil.

Rektörleri de atayamaz.

O çenesi büyük arkadaşın, "Sezer de YÖK’ten gelen listeyi istediği gibi değiştiriyordu. Abdullah Gül de aynısını yapıyor, niye eleştiriyorsunuz? Bu sizin yaptığınız çifte standart" savı doğru değil.

Sezer, hakkında yüce mahkeme böyle bir karar verseydi, değil bir gün, bir dakika bile orada oturmazdı.

O nedenle hepimizin cumhurbaşkanıydı o...

Ama bu yönetimin boynunda Anayasa Mahkemesi’nin, "laiklik karşıtı eylemlerin odağı olma" kararı asılı.

*

Bir yıl sonra belki...

Yine sancılı bir sabah...

Yine bu masaya yaz güneşi vurduğunda, serçeler saçakta kavga ettiğinde, ben evde olur muyum bilemem...

Ama sessiz kalan herkesin boynunda o "suçlu" kararı asılı olacak...

Göreceksiniz...


Bekir Coşkun/ Hurriyet

Master
10-08-2008, 13:58
İlber Ortaylı

Latincenin ölüsü de canlısı kadar çekici

Latince 2 bin 700 yıl önce bugünkü İtalya yarımadasında sadece konuşulan değil, bir ölçüde kayıtlara geçen bir dildi. Aşağı yukarı miladın 5’inci asrından sonra ise Latincenin artık bir halkın günlük dili olarak konuşulduğunu söylemek çok zordur. Ama okumuş insanların ortak konuşma ve anlaşma dili bütün Avrupa milletlerinin edebiyat ve bilimde kullandıkları dildi.
Asıl önemlisi, uzun asırlar boyu devletin ve hukukun dili oldu. Arapça dışında hiçbir dil beşeriyetin hukuki düşüncesini Latince kadar ifade edemez, işin ilginci Arapçayı kullanan İslam hukukunda Latinlerin hukuk dili ile ilginç muhakeme yürütme ve terminoloji birlikleri vardır.
Latince doğduğu İtalya’da, kendiyle hiçbir alakası olmayan dillerle de bir arada yaşadı. Mesela Etrüsklerin dili Latincenin mensup olduğu Hint-Avrupa dilleriyle alakasızdı. Zamanla Roma’nın fethedip ilerlediği Apenin Dağları’nın kuzeyindeki Avrupa’da en geniş olarak konuşulan Keltlerin dili de böyleydi.
Az kalsın Roma’yı tarihten silecek derecede ilerleyen Hannibal’in Kartaca’sı ise Sami bir dil konuşuyordu. Kartacalılar Fenikeliydi ve bugünkü kardeşleri de Malta’da yaşıyor.
Roma MÖ 2’nci asırda Apeninler’in kuzeyine sızdı. Birinci asırda Atlantik kıyılarındaydı, müteakiben İngiltere’ye çıktı. Bütün bu dünyadaki Kelt ve onlarla alakasız dilleri konuşan Germen kabileler, Romalılar ve onların Latinceleri sayesinde uygar dünyaya ve beşer tarihine takdim edildiler.
Konuştukları dillerin yüklü miktarda Latince kelime ve deyim almaması kaçınılmazdı. Felsefi, ilmi ve hukuki faaliyetlere giriştikleri, şiir yazdıkları zamansa düpedüz Latince kullandılar. 1000 seneye yakın zaman birtakım garip deyimler ve uydurmalarla yazdıkları bu Latince, “Latina vulgata-avami Latince” adını taşır.
Ne var ki, Rönesans’ın parlak İtalya’sının ilk başarılarından biri; Petrarca gibi öncülerin klasik Roma dünyasının metinlerini, şair ve yazarlarını inceleyip eski dünyaya nüfuz etmeleri ve klasik Latinceyi yeniden inşa edip o alemle kaynaşmalarıdır.

Yunancaya boşuna direniş
Latince İtalya yarımadasında, güney kıyılarında ve Sicilya’daki Yunanca ile onlara direnen bugünkü Arnavutların uzak akrabaları Messapilerin diliyle komşuydu. Aniden büyüyen imparatorluk İtalya yarımadası ve Sicilya’da Latincenin yoğun olarak kullanılması; Kuzey Afrika’daki Leptis Manga’da (bugün Libya’da), İberik yarımadasında bugünkü Cordoba’da, Orta Avrupa ve Balkanlar’da kurulan bazı kolonilerde, yurdumuz Küçük Asya’nın Efes, Antakya gibi merkezlerinde bazı cemaat gruplarında Latincenin bir ölçüde yayılmasına ve kullanılmasına neden oldu.
Ama Roma’nın Helenizm devrini yenmesi doğrusu mümkün değildi, zaten öyle bir niyeti de yoktu. Akdeniz’in doğusunda Yunanca bütün gücüyle yaşadı.
6’ncı asırda Doğu Roma’nın büyük imparatoru Justiyanus -ki anadilinin Latince olduğu açıktır- Yunancaya karşı boşuna direndi. Roma hukukunun dili Latince olarak kaldı. Ama Yunanca Doğu Roma’nın diliydi. Her şeye rağmen Küçük Asya’da Yunanca da Aramca da Kobtça ve Ermenice gibi diller ve birtakım lehçelerle bir arada yaşamak zorundaydı.
Doğu dünyası Latinceyi tanımadı. Sadece normal Doğu Roma okumuşu için değil, bayağı bilgili Doğu Roma alimleri için de Latince mesela “İskit barbarlarının dili” idi. Onu bu uzun asırlarda yaşatan artık o dili konuşmayan ama yazan İtalya Orta ve Batı Avrupa, İspanya ve Britanya oldu. Hıristiyanlaşan barbar kavimler onu edebi, dini ve hukuki dil olarak alıyorlardı.
Ortaçağlar boyunca uyanan milli devlet ve toplumlara rağmen 18’inci yüzyıla kadar üniversitede dersler Latince yapılıyordu. Hatta Prag Üniversitesi’nde Almanca ve Çekçe derslerin yanında Latince de devam ediyordu.
Gelişen Protestanlığa ve milli edebiyatlara rağmen, Almanca konuşulan dünyada da bu özellik 18’inci yüzyıl Aydınlanma dönemine kadar sürdü. Bugün dahi Alman üniversitesinde Latince bir doktora tezi teslim etseniz hiçbirinin reddetme hakkı yoktur. Macaristan krallığı kendisiyle dil olarak hiçbir alakası olmayan Latinceyi sırf Almanca kullanmamak için 1848’e kadar bütün idarede ve yargıda kullandı.

Latincenin büyük etkisi
Latincenin üslup ve tabii sözlük hazinesi Avrupa’nın civarındaki bütün dilleri etkiledi. Aslında bugün Latin dili denilen grubun içinde mesela İtalyanca ve Fransızcanın cümle yapısı olarak Latinceyle yakın ilgisi yoktur. İtalyan öğrenciler çok kötü Latince cümle kurarlar. Ne gariptir, bu grupta Latinceye en yakın olanı Romence ve Portekizcedir.
Ama mesela Hint-Avrupa dilleriyle alakası dahi olmayan Türkçeyi ele alalım; Latince kelime hazneniz iyi ise cümleyi Türkçe düşündüğünüzde birçok İtalyan ve Fransızdan daha doğru Latince yazabilirsiniz. Bunu Hitler Almanya’sının zulmünden kaçıp Ankara Üniversitesi’ne sığınan Klasik Diller Kürsüsü’nün başkanı Georg Rohde söylemiştir.
Gerçekten de Latince bir imparatorluğun diliydi. Üniversal imparatorluğun kurumlarıyla birlikte cihanşümul dil de bütün insanlığa miras kaldı ve onu konuşan ana unsurun tarihi ölümüne rağmen bütün milletlerin ortak belleğinde ve bilincinde yaşıyor.
Bugünün dünyası hâlâ Romalıdır. Hukukçularımız Romalı hukukçular gibi düşünüyor. Ticaret o zamanın sistemi üzerine yürüyor ve Latin dilinin eğitimini ve kullanımını terk etmemiz mümkün olmasa da ondan uzaklaştığımız ölçüde tepkiler doğuyor.
Bundan 10 yıl evvelki bir UNESCO konferansında, UNESCO’nun iki çalışma dilini de -Arapça ve Fransızca- bilen binanın kapısındaki Tunusluların; “Burada sadece Latince konuşulsun” diyenlerle dayanışma içinde olduğunu görmüştüm. Amerika’da, yani uygar dünyaya ve Batı’nın kültürel temeline en uzak olan bu camiada, bilimsel toplantı dili olarak Latinceyi ısrarla kullanan gruplar vardır.
Latincenin ölüsü dirisi kadar çekicidir ve eski dünyanın her köşesinde, her ulusun hayatında o kültürün kalıntıları sadece görkemiyle değil, sıcak güzelliği ile de devam etmektedir...

Minik Not : Adabel Guerrero, Noelia Lorenzo Monge, Shakira,Salma Hayek
Jennifer Lopez vsvsvs gibi...

neron
12-08-2008, 07:53
http://www.hurriyet.com.tr/yazarlar/9638766.asp?yazarid=249&gid=61&sz=27905

12 Ağustos 2008

Yılmaz ÖZDİL
yozdil@hurriyet.com.tr

ABD, Rusya Çin ve biz...


Gürcistan’a askeri yardım vermek, Şota’ya forma vermeye benzemez... Rusya mangalında Amerikan maşasına kömür taşımak da, varoşa kömür taşımaya benzemez.

*

Türkiye’nin başındakiler, Türkiye’nin başını büyük belaya soktu.

Ama bunu yarın yazarız...

*

Şota demişken, hazır...

Spor yazalım bugün.

*

Pekin Olimpiyatı başladı.

5 tane maskotu var.

Beibei.

Jingjing.

Huanhuan.

Yingying.

Nini.

Sevimli çizgi kahramanlar...

Dünya çocuklarının ilgisini çekebilmek için üretildiler. Biri balık, biri panda, biri antilop, biri kırlangıç, biri de alev... Hem 5 kıtayı sembolize ediyorlar, hem olimpiyat ateşini, hem Çin’in en meşhur 4 hayvanını, hem de doğa sevgisi, oyun, dostluk, neşe, iyimserlik gibi kavramları.

*

Çocuklar kolay ezberlesin, akılda kalsın diye, aynı hecenin iki kez tekrar edilmesinden oluşuyor isimleri... Bu isimlerin hecelerini tek tek, yan yana dizdiğinde şu cümle çıkıyor:

"Bei Jing Huan Ying Ni..."

Yani?

"Pekin’e hoşgeldiniz..."

*

Çok hoş di mi?

*

Bilimde, teknolojide, eğitimde, sanatta, sporda, kalkınmada dünyaya tur bindiren Çin’in, çocuklarına sunduğu toplam sembol işte bu: "Yaratıcı zeká."

*

Bush oradaydı.

Putin oradaydı.

Aliyev oradaydı.

Bizimki Bitlis’teydi.

*

Geçti kara tahtanın önüne.

Aldı tebeşiri.

Çocuklarımızın geleceği için...

Milli eğitimin sembollerini yazdı:

Oku.

Düşün.

Uygula.

Neticelendir.

*

Baş harflerini yan yana diziyorsun:

ODUN!

buena vista
13-08-2008, 17:36
Türkler Gerçekten Aptal mı?..

Aziz Nesin giderayak ortaya bir laf atmıştı:

“- Türkler aptaldır...”

Anımsadığıma göre kıyamet kopmuş; sanırım bunun üzerine laf birazcık budanmıştı:

“- Türklerin yarısı aptaldır...”

Yarısı mı, tümü mü, yüzde 70’i mi, oturup bir karar verelim...

*

Rusya Gürcistan’a girdi...

Nasıl girdi?..

Amerika Irak’a nasıl girdiyse, öyle girdi...

Şimdi olay üzerine bin bir yorum yapılıyor, maşallah dış politikada çokbilmişlerimiz, diplomasi alanında mangalda kül bırakmayanlarımız, halkımızı inceden inceye tıraş etmekte birebirler...

Ama olayın gerçeğine dokunan yok gibi...

*

Dünkü gazetelerde iki başlık, ‘manşet’ ile ‘sürmanşet’ üzerine gazetelerin birinci sayfalarını kaplamışlardı...

Bunlardan biri PKK üzerineydi...

“Terör örgütünün tuzağına düşen askerimiz 9 şehit vermişti...”

Sonra?..

“Rus ordusu Gürcistan’a girmiş, ilerliyordu...”

Putin, Başkan Bush’a ne demişti:

- Dur bakalım!..

Bir dünya savaşı çıkar mıydı?..

Olur mu olurdu...

Çünkü Kuzey Irak’a yerleşmiş Amerika, Güney Kafkasya’ya da el atmıştı...

Hem de kimin marifetiyle?..

Türkiye’nin...

*

Lafı uzatmaya gerek yok...

Amerika hesabına Kafkasya’da iş tutmak, taşeronluk yapmak, siyaset yürütmek, askeri girişimler yapmak stratejisine geri zekâlılıkla kalkışmış olan bizimkilerin haline bak, yeme de yanında yat!..

Petrol coğrafyasında oyun oynamaya kalkışan ılımlı İslamcı ve de Amerikancı iktidarı başında tutan Türkler akıllı mıdır?..

Aptal mıdır?..

*

Terör örgütünün Erzincan’da tuzağına düşen ve 9 şehit veren Türk, Gürcistan’da Amerikan taşeronluğuna soyunuyor...

Ama, bir yanda bu sivri akıllılığa özenirken öte yanda terör örgütünü tedip için Kuzey Irak’a karadan giremiyor...

Amerika Türk’ü kulağından tutmuş, Gürcistan’da kullanıyor...

Kuzey Irak’taki terör örgütü üslerini de ne olursa olsun koruyor...

Türkiye Gürcistan’a silah milah satarken kendi ulusal davalarına Amerika hesabına ihanet ettiğinin farkında mıdır?..

*

Yazının sonuna geldik...

Şimdi karar verelim:

Akıllı mıyız?..

Aptal mıyız?..



Ilhan Selcuk Cumhurıyet

13.08.2008

Ramo
20-08-2008, 10:31
Bu CHP adam olmaz...

Hakikaten çağdışı bir parti.

*

Neymiş efendim, Şaban Dişli

katakulli yapmış da, milyon

doları indira gandi yapmış filan...

Boş işler bunlar, boş.

*

Kimi, kime şikáyet ediyorsun?

"Bi dümen çevireyim, senin arsanın değeri beş kat artsın, sen de beni gör" desem, 70 milyon nüfusun yüzde kaçı itiraz eder? Bak dikkat et, "Boğaz’ı talan ettiler" falan diye söylenip durur herkes... "İster misin Boğaz’daki o villalardan birini" diye sor, yavşak yavşak sırıtmaz mı, "kim istemez" diye? Hatta, bırak arsayı villayı... Avanta kömür, bulgur almayı içine sindiren adam, başkasının avanta almasına bozulur mu zannediyorsun?

*

Norveç mi burası?

Yarın öbür gün seçim gelir, nasıl olsa imara açılır diye, orman arazilerini yağmalayanlar, Japonlar mı? "Devletin malı deniz, yemeyen keriz" vecizesi, Almanlara mı aittir? "Bal tutan parmağını yalar" de... "He valla" diye, gevrek gevrek gülmezler mi? "Çalsın ama iş yapsın" İngiliz özdeyişi midir?

*

Bırakın boş işlerle uğraşmayı...

*

Recep, başkan.

Şaban, yardımcısı.

E Ramazan’a da günler kaldı.

Mübarek üç aylardayız...

Nifak sokmayın millete.

Yılmaz Özdil/hürriyet

AnnE
21-08-2008, 07:07
Siyasal anlamda taraf olmak, ''iyi ve güzeli'' subjektif karalamayı gerektirmemelidir.

ULKE TV'de Meksika Sınırı diye bir program var.

Üç tane gencecik çocuk, muhteşem bir kültür birikimini, zevkle dinlenen bir tarz ile aktarıyorlar. Hepsi derslerini mükemmel calışmış olarak geliyor ki zaten derslerini önceden de bildikleri çok belli ; dinleyeni, adeta kültürel bilgi bombardımanı ile utandırıyorlar.

Üçü de muhafazakar , -belki de daha geri- dedigimiz , kendi entellektuel çevrelerinde ne olup bittigine önyargılı yaklaştıgımız ortamlarda pişmişler.

İzleyin eminim huzurlu bir keyif alacaksınız.
'' Bunların'' içinde böyle adamlar da mı var diye keyfiniz kacacak.

Ramo
22-08-2008, 10:28
Olimpiyatlarda neden dereceye giremiyoruz?
Çünkü “Tenis, eskrim, su topu, senkronize yüzme, artistik jimnastik” gibi sporlar bizim bünyemize uymuyor.
Akif Kökçe diyor ki:
“İhale kovalamaca, kapkaç yapmaca, komisyon almaca, eş dost atamaca, adam karalamaca, faizsiz banka kurmaca, şortlu sporculara sürü halinde saldırmaca” gibi sporların olimpiyatları olsaydı bizi tutan mı olurdu?”

Melih Aşık

http://www.milliyet.com.tr/Yazar.aspx?aType=YazarDetay&ArticleID=981303&AuthorID=59&Date=22.08.2008&b=&a=Melih%20Aşık&ver=27

Ramo
23-08-2008, 15:38
İran Cumhurbaşkanı Ahmedinecad’ın geçen haftaki sancılı İstanbul ziyareti bana yeni kuşakta giderek yok olmaya yüz tutan eski bir orta sınıf âdetini hatırlattı:
“Misafir odası”nı...
Benim kuşağım için misafir odası, bir ev içi müzedir.
Evin en kıymetli yeri, paha biçilmezidir.
Gitmesek de görmesek de orda olan, yanı başımızdaki bir uzak ülke, küçücük evde muhtemel misafir için her daim hazır ve kilit altında tutulan bir yasak bölgedir.
İki oda bir salon evimizde, hepimizi tek odaya sıkıştırıp kendisi bomboş duran naftalin kokulu bir mabettir.
Gösterişli koltuk takımı, üzeri işlemeli beyaz örtüler altında, kendisine oturacak kıymetli basenleri bekler.
Nadiren açılan güneşliklerden gün yüzü göremeyen ağır perdeler, bol ampullü kristal taklidi avizeler, kolalı danteller üstünde birbirine sarılmış porselen biblolar, her daim yeni silinmiş gibi parlayan halılar, ince bilekli seyyar sehpalarla evin vitrinidir misafir odası...
Duvarda, özendiğimiz dünyaları resmeden röprodüksiyon tablolarla stüdyoda çekilmiş, siyah beyaz aile fotoğrafları asılıdır.
Köşedeki camlı dolapta ancak toz alınacağı zaman el değen gümüşlerle, yıllardır “değecek biri” için açılmayı bekleyen içki şişeleri durur.
Kütüphane varsa, raflarında genellikle kapağı kaldırılmamış cilt cilt ansiklopediler bulunur.
Oda, sobaya uzak olduğundan, gölgelikler güneşi durdurduğundan ve de içerde yaşam olmadığından genelde soğuktur.
Evi pislik götürse de misafir odası her dem temiz tutulur.
* * *
Çünkü “el âlem ne der” merakının, kendini olduğundan farklı gösterme kompleksinin mekânı misafir odası...
Evin değil, gösteriş ihtiyacının bir parçasıdır.
O yüzden evin gerçek sahiplerine yasak, misafir denilen anonim “görücü”ye ait bir diyardır.
Gerçek evimiz, kimliğimiz, misafir odasında değil, oturma odasındadır. Dolayısıyla, aslında misafir odasında, biraz biz de misafirizdir.
* * *
Ahmedinecad gelecek diye İstanbullulara şehrin kapanması, geçeceği yolların “kirden, pisten, kalabalık”tan arındırılması, bütün kargaşanın, onun göremeyeceği yerlere yığılması, tipik bir “misafir odası” yaklaşımıydı.
Bizim ne çektiğimizden ziyade, misafirin ne göreceği önemliydi. Böylece misafir, bütün kenti böyle sanacak, etrafa öyle anlatacaktı.
Ama beklenmedik bir şey oldu:
Hane halkı bu zulme isyan etti.
Misafir de hak verdi.
Hatta “Siz bize gelseniz, ben size böyle yapmam” dedi.
“Misafir odası”, tüm dekoruyla çöküverdi.
* * *
İyi de oldu.
Zaten nüfus büyüyüp evler küçüldükçe misafir azalmış, yeni kuşakta misafir odası zihniyeti de tarihe karışmıştı.
Bu son dersle, misafirin gözüne girmek için kendi halkına eziyet etmenin, bütün pisliği misafirin basacağı halının altına süpürmenin manasızlığı tamamen anlaşılmış oldu.
Biri gelip “Ben senden bunu istemedim ki” demeden evde, ülkede, nihayet içimizde, hep başkaları için beklettiğimiz misafir odalarını yıkmanın, kendimize bile yasakladığımız odalara gidip rahatça oturmanın, yıllardır açılacağı günü bekleyen içki şişelerinin kapağını kaldırmanın zamanıdır.
Unutmayın!
Bu dünyada hepimiz misafiriz.

Can Dündar

Master
24-08-2008, 21:49
Hayat ve demokrasi

Türklerle Fransızlar arasındaki demokrasi algılayışının büyük farkı daima dikkatimi çekmiştir. 50 yıl önce Mülkiye'de Profesör Hansen'den okuduğumuz sosyoloji derslerinde bu tür dikkatlerimizin ciddi bir meraka dönüştüğünü fark ettim.
Aynı yıllarda siyasi tarih derslerini Ahmet Şükrü Esmer'den dinliyorduk. Dünyanın hiçbir üniversitesinde ülkenin siyasi tarihinin bu kadar zalimane anlatıldığının örneği görülmemiştir. Böylece tarih ve sosyoloji bağlantısını iki ayrı kültürün seçkin ustalarında öğreniyor ama makul bir senteze ulaşamıyorduk.
İngiltere Kraliçesi İkinci Elizabeth 1952 tahta çıktığında bugünkü ABD Başkanı 5 yaşındaydı. Elizabeth'in saltanatı süresince ABD tam 11 tane başkan seçti...
Tahta çıktığında Başbakan Churchill idi. Bugüne kadar onlarca başbakan geldi geçti ama Elizabeth hala iktidarda... Benzer gelişme Fransız Cumhurbaşkanlığı'nda yaşandı. Dünya tarihinde iz bırakan Fransız Cumhurbaşkanları ile dünya siyasetinde taraf olduk. Şimdi de Sarkozy'nin AB politikası karşısında bocalatılıyoruz.
De Gaulle, Mitterand, Chirac, dünya politikasının gelenekselliği içinde temel ilkelerin geçerli politikalara dönüştürülemediğini söylüyordu. Her üçünün politika lisanı neredeyse kelimesine kadar aynıydı. Bu üslup tutarlı politika ısrarını yansıtıyordu. Metternich'in Bismark'ın, Clemenceau'nun, tarihe geçmiş Avrupa yönetim ilkelerinin ve kültür değerlerinin dengesi bugün bozuldu.
Profesör Hansen "Avrupa'da devlet başkanlarının yaşam dengesi önemlidir. Ülkenin hangi sosyal algıda olduğunu görebilirsiniz" derdi. Benzer sözleri Ahmet Şükrü tarih aylayışını yorumlarken kullanırdı.
Kıbrıs politikası nedeniyle bütün Avrupa'nın üzerimize geldiği yıllardı. Fransız Başbakanı Mendes France İstanbul Adliye Sarayı'nın açılış törenine gelmiş ve Menderes'in yanında basına açıklama yapmıştı. Mendes France, "Devletin başkanları özel yaşamlarının felaketiyle devrilirler. Burada adaletten daha önemli olarak demokrasi algısı önem taşır" diyordu.

+++

Şimdi düşünebiliyor musunuz, Fransa'nın First Lady'si, internet gazetecilerine bir basın toplantısı yaparak geçmiş çapkınlıklarını tek tek anlatıyor. Carla Bruni, Nicolas Sarkozy ile evlenmeden önce 15 kişi ile beraber olduğunu açıklamış. "Fransa'nın First Lady"si olmadan önce Eric Clapton, Mick Jagger ve Donald Trump gibi pahalı erkeklerle ilişkisi olmuş. Carla'nın özet cümlesi ayrı bir cesaret örmeği: "Birlikte olduğum erkek sayısı ne çok, ne de azdır: sadece normaldir" diyor... Ve Ekliyor: "Bizim hayat felsefemizi ve demokrasi algımızı kavrayamayanlar bunu anlayamazlar..." Yılmaz Karakoyunlu


Minik Not : Hımm bizim Macar Göçmeninin eşi bu.....

Ramo
28-08-2008, 23:43
1950’den bu yana Türkiye’yi tek parti yönetir.

Demirel; Menderes’in genel müdürüdür... Özal; Demirel’in müsteşarıdır... Erbakan; Özal’ın ilk genel başkanıdır... Tansu Çiller; Demirel’in, Mesut Yılmaz; Özal’ın bakanlarıdır... Tayyip Erdoğan; Türkeş’in MC ortağı Erbakan’ın belediye başkanıdır...

58 yıldır tek parti vardır başta...

Siz seçimlerde parti değişti sanırsınız, ama aynı partidir gelen... Amblemler değişir, binalar değişir, liderler değişir, söylemler değişir, yüzler değişir...

Ama tek parti hiç değişmez.

Diyelim ki seçim-meçim oldu, birbirlerine girdiler, kavga-dövüş arasında sandığa gittiniz... Siz sanırsınız ki farklı bir şey seçtiniz.

Oysa o tek partidir seçtiğiniz.

*

AKP ile MHP tek partidir...

Devlet Bahçeli’nin AKP’ye yaptığı çağrıları dinlerken bunları düşündüm:

AKP’ye, "Gelin birlikte yapalım yapamadıklarınızı, size engel olan Anayasa Mahkemesi’nin yetkilerini birlikte kısalım" diyordu dün.

İşte böyle AKP’nin her çukura düşüşünde MHP çekme ve kurtarma aracı tarafından çekilip yola koyulması tek parti oluşlarındandır.

AKP’nin çağdaşlık karşıtlığının "odağı" olduğunun yargı kararına bağlanmış olması, Devlet Bahçeli için önemli değildir...

Tersine; kızmaktadır yüce mahkemeye...

Bu ikisi tek partidir.

Türbandan dinin referans alınmasına... Muhafazakar eğitimden tarikatlara hoşgörüye kadar aynı yerdedir ikisi.

Misal; Keçiören’deki büfecinin dövülmesi meselesinde AKP ile MHP hemfikirdir...

Büfeciyi AKP’liler dövmeseydi zaten MHP’liler gelip döveceklerdi... Ki göreceksiniz üç güne kadar, orucunu yiyenleri MHP’liler dövecekler, ya da AKP’liler, fark etmez.

*

1950’den bu yana Türkiye’yi tek parti yönetir.

Bu yüzden yarım asırdan fazla zamandır; 14 milyon yoksulu ve aç insanı vardır Türkiye’nin... Tek partinin "din-iman" söylemlerinin arkasında mutluluğu çalınmıştır milletin... Bir milyon üniversiteli genci işsiz, kırgın, sefildir...

2008’de hálá iki torba nohuda, 500 kilo kömüre muhtaçtır insanlar...

Ve büfeci, içki sattığı için dayak yer bu çağda, tek partiden...

Bekir Coşkun/hürriyet

Master
07-09-2008, 12:57
İlker Başbuğ yeni görevine "hızlı" başladı... Ergenekon terör örgütü davasında sanık olan iki emekli orgenerali TSK adına Korgeneral Mendi'ye ziyaret ettirdi...



Türkiye'de bir kesimin Başbuğ'dan beklentileri büyük... Ergenekon da Şemdinli hadisesi haline getirtilsin isteniyor. Başbuğ yargıya müdahale etsin ve bu "fasa fiso" dava kapansın isteniyor... Fakat bunlar da yetmez, dahası da isteniyor...


Başbuğ'un görevi aldığı gün, emekli yargıç olan dayımın verdiği bir yemekteydim. Yemekte dayımın kendi döneminden birçok yargıç ve savcı arkadaşı da vardı... Özellikle de o ortamda olmak istedim. Bizimkiler başta biraz telaşlandı "Ya senin Taraf'ta yazdığını duymuşlarsa" diye, sonra yengemden istihbarat aldık ki henüz haberleri yok gibiymiş...


Taraf gazetesinin bu kesim için "heretic" bir sembol olduğunu daha evvel de yazdım. "Dinci basın"dan daha çok tepki duydukları gazete bizim Taraf... Temel olarak laik kökenli insan malzemesinin bu gazeteyi oluşturması tepkilerini ikiye katlıyor. Aslında Taraf'ı okudukları falan yok, o sebeple benim yazdığımı da bilmiyorlar. Sadece kendi okudukları gazetelerinden aldıkları bilgiyle "nasıl bir gazete olduğunu" biliyorlar... Özellikle kadınlar her romanını ellerinden düşürmeden okudukları, hayran oldukları Ahmet Altan'a çok tepkililer...


Neyse, istihbarat olumlu gelince "gönül rahatlığı"yla davete gittik. Yolda bana sürekli telkinlerde bulunuldu; "Aman oğlum siyasete girme, herhangi ters bir şey deme", "Hepsi seni çok severler, taraf-maraf karıştırma"... Ben de yol boyu hem güldüm hem de "Mahalle baskısı kavramının ete kemiğe bürünmüş hali başka nasıl olabilir acaba" diye içimden geçirdim...


O yemekte siyasal anlamda en çok kızılan ve olumsuzlanan kişi Tayyip Erdoğan değil Yaşar Büyükanıt idi... Beklentileri boşuna çıkan misafirler Büyükanıt'a demediğini bırakmadı. Hemen hepsi bu ruh haliyle Fikri Sağlar'ın Dolmabahçe iddiasına da aynen inanıyor. Hatta yemekte bir teyzemiz Cumhuriyet'ten Deniz Som'un Büyükanıt'a karşı büyük öfke kusan alegorik bir yazısını yüksek sesle okudu...


Cumhuriyet gazetesinin genel ruh hali de şu an o şekilde... Kendini Kemalist olarak nitelendiren kesimin geldiği nokta gerçekten ürkütücü. O derece radikalleştiler ki geçmiş iki genelkurmay başkanını da darbe yapmadıkları için nerdeyse nefretle anıyorlar... Son 10 yıldır sistematik olarak sürdürülen psikolojik operasyonlar belki TSK'nın bile istemediği ölçüde paranoya içinde ve darbe ile AKP devrilmedikçe tatmin olmayacak bir Kemalist sınıf yarattı...


Başbuğ'un gelişi o açıdan sanki "son umut" gibi karşılanıyor bu çevrelerde... Başbuğ da daha ilk icraatıyla beklentilere cevap vermeye girişti. Yalnız İlker Paşa unutmasın, Büyükanıt da böyle başlamıştı... 2007 ağustosuna kadar Yaşar Paşa da son derece "kahraman" bir şahsiyetti... Büyükanıt da göreve başlar başlamaz sert mesajlar verdi. Şemdinli'de hükümetin de işbirliğiyle "gereken" yapıldı. Özde-sözde muhabbetiyle hükümete gözdağı verdi. O da yetmedi 27 Nisan'da meşhur muhtırayı verdi. Mahkemenin 367 kararının çıkmasına vesile oldu... Aslında şu saydıklarım bile "muasır medeniyet" ülkelerinde yargılanma sebebidir... Bunlara rağmen seçim sonrası Büyükanıt'ın bir nebzecik "ılımlı" hale gelişi, paşayı "kahraman"dan nerdeyse "hain" mertebesine indirdi...


Yani İlker Başbuğ şunu bilmelidir... AKP'yi direkt devirmeye kalkışmak gibi bir çılgınlık yapmadıkça, bugünün Kemalist sınıfını tatmin etmek mümkün değildir... Bunu yapmaya kalkan bir Başbuğ'un da sonu hiç kuşku duymasın ki Yunan darbe lideri Yorgo Papadopulos gibi olur... Diğer yandan böyle bir girişimin varlığı bile ülkeyi aşılması güç bir krize sokar...


İlker Paşa mesaj verecekse tam aksine bu Kemalist tabana yönelik teskin edici mesajlar vermelidir. Her şeyden evvel bu kesimin çıldırmasında en büyük sebep olan psikolojik harp çalışmalarını durdurmakla işe başlayabilir...


Dolayısıyla İlker Paşa... Şemdinli'de Büyükanıt'ın yaptığını Ergenekon'da yapmaya kalkışmak da bu kesimi tatmin etmez... Daha da fazlası sizden talep edilecektir. Yani bu yolun sonu yok İlker Paşa, bu yol karanlık...


Bir de bütün bunlar bir yana, bu ülkenin gençleri yani bizler artık doğru düzgün bir devlette yaşayalım be İlker Paşa... Biz büyük bir ülkeyiz. Elbette dinamik, disiplinli ve güçlü bir ordumuz olacak. Ama tıpkı "muasır medeniyet" ülkeleri gibi devletimize ait bir ordumuz olsun; Orduya ait bir devletimiz değil be Paşa... Güçlü ve ileri ülkelerde devletin kendine ait bir ordusu olur. Ordunun kendine ait bir devleti olmaz... Orduya ait devletler yalnızca güçsüz, geri kalmış ve zavallı ülkelerde olan bir şeydir...


Ülkemiz bu zavallılığı hak ediyor mu sence İlker Paşa?

( Rasim Ozan Kütahyalı - Taraf )

http://www.zaman.com.tr/haber.do?haberno=735358

Minik Şaşkınlık : Vay bee Rasim de büyümüş Genkur Bşk olsun bari....

Master
07-10-2008, 00:47
Yılmaz ÖZDİL
yozdil@hurriyet.com.tr

Kararlılık mesajı çıktı ya daha ne istiyorsunuz?

Eğip bükmeden soralım...

*

Son 5-6 yılda...

PKK’lı mı tıktık içeri?

Subay-astsubay mı?

*

Eli silahlı teröristlere habire af çıkarırken; İstiklal Madalyası sahibi Jandarma Genel Komutanı’nı hapse atıp, beyin kanaması geçirene kadar içerde tutmadık mı?

PKK’ya yataklık yaptığı için hapiste yatan kadını, çıkarıp, Meclis’e sokarken, Cumhurbaşkanı’nın masasına davet ederken; 1’inci Ordu Komutanı’nı "terör örgütü kurmak"tan içeri tıkmadık mı?

Şehide "kelle" dediği için tazminat ödemeye mahkûm olan, "Askerlik yan gelip yatma yeri değildir canım kardeşim" diyen Başbakan’a, "Bravo, aynen devam" deyip, yüzde 47 oy vermedik mi?

PKK, hastalanmaması için serçe parmağının tansiyonu bile ölçülen Abdullah Öcalan’ın saçı kesildi diye, kalkışma provası yapıp, Diyarbakır’ı yakıp yıktığında, polisin-askerin elini tutup, "Cana geleceğine mala gelsin" diyen Diyarbakır Valisi’ne "aferin" deyip, Başbakanlık Müsteşarı yapmadık mı?

Kafamızda Amerikan çuvalıyla gezerken, koordinatör saçmalığı icat edip, "Amerika bizi çok seviyor, istihbarat verecek" demedik mi?

"Amerika istedi diye harekátı kısa kestik, içerde parça bıraktık, o kampları tutmamız gerekirdi" dediği için, neredeyse "vatan haini" ilan edilen Deniz Baykal, o kamplardan gelen teröristler önceki gün Aktütün’ü bastığında haklı çıkmadı mı?

Irak’taki hacivat "Kedi bile vermem" derken; yaralı PKK’lıların tedavi edildiği Kuzey Irak’taki hastaneyi bile kendi ellerimizle yapmadık mı?

Vatandaşa zam üstüne zam geçirirken, PKK’yı koynunda besleyen Barzani’ye, Talabani’ye yarı fiyatına elektrik vermiyor muyuz?

İstanbul’da, Ankara’da, İzmir’de kadınları çocukları havaya uçurduklarında; besleme medyadaki arkadaşlar utanmadan, "Ne malum PKK’nın yaptığı" demedi mi?

Şehit çocukları çıplak ayakla gezerken, tabut başındaki karnı burnunda tazeler Allah’ıyla baş başa kalmışken; fitreleri zekátları Mehmetçik Vakfı yerine, Almanya’da din-iman hortumcusu olduğu alenen tescillenen Deniz Feneri’ne vermiyor muyuz?

Gariban ailelerin çocukları şakır şakır şehit düşerken, subay-astsubay çocukları oradan oraya tayin edilip, lise mezunu olana kadar 28 tane şehir değiştiriyor; yaşadıkları travma nedeniyle üniversite kazanamıyor ve onlara hiçbir ayrıcalık tanınmıyorken; "Babamın parası var, benim de bokumda boncuk var, onun için yurtdışında okuyorum" diyenler askerlikten yırtmıyor mu?

Bir zamanlar bu memlekette askerlik yapmayana kız bile verilmezken, "Popomda sivilce çıktı, bak bu da raporu" diyenler, askerlikten sıyırmıyor mu?

*

Genelkurmay, 68 kere basılan 46 şehit verdiğimiz gecekondudan bozma dandik karakolu, parasızlık nedeniyle 100 metre ileriye taşıyamadığımızı açıklarken; Genelkurmay eski Başkanı’na, korgeneral refakatinde askeri uçakla taşıyarak, 1 trilyon liralık zırhlı Audi almadık mı?

*

Neymiş efendim, terör zirvesi toplanmış, kararlılık mesajı çıkmış...

Yerim ben sizin o kararlılık diyen dillerinizi, yerim.

Ramo
15-10-2008, 19:44
Bir “Kürt” dostum elektronik posta göndermiş ve benim “Barzani ile ilgili tezimi” eleştirdikten sonra şu cümle ile bitiriyor “Türkiye’nin Kuzey Irak’a müdahale hakkı” varsa, Barzani’nin de Türkiye’deki Kürtlere karışma hakkı olmalı...

Bu fikre saygı duyuyor ve “Türkiye’de kendini Kürt hisseden vatandaşlarımıza” başlarken şunu söylemek istiyorum Barzani denilen adamın “ne Kürt hareketiyle, ne de Kürt kimliğinin etnik-kültürel-ekonomik anlamda gelişimiyle hiç ama hiç alakası yok!” Tek bir derdi var kuklası olduğu devletlerden “mümkün olduğunca” fazla çıkar sağlamak ve Kürt halklarının duygularını sömürmek!

Ayrıca yine “Kürt” kökenli dostlarımda gelen mesajlarda bir detay daha öne çıkıyor.

Bu insanlar bütün saflıkları ve temiz duyguları ile Amerika’nın “Irak’ı Saddam’ın zulmünden kurtardığını” ve “bir türlü bir araya gelemeyen Kürt kökenli halkın, Kuzey Irak topraklarında” Barzani liderliğinde tarihi fırsatı yakalayabileceğini düşünüyorlar...

Fikirlerine katılmıyorum ama saygı duyuyorum. Aslında “bu kadar saf olmalarına” ve özellikle “askeri-endüstriyel” kompleksin “işgali” altındaki toprakların “demokrasi” getirmek için “postal altına alındığına” düşünmelerine üzülüyorum... Bu topraklarda petrol olmasaydı acaba ne olurdu?

Sevgili dostlar, sizler de “Irak’ı işgal edenlerin ve arkasındaki güçlerin” , orada “demokrasinin tesisi” amacıyla bulunduklarını düşünüyorsanız, aşağıdaki satırları özellikle “bahsedeceğim kitaptan yapacağım” , hatta daha önceki yazılarınmda da kullandığım alıntıları, lütfen dikkatli okuyun...

İşte çarpıcı detaylar “...2000 seçimlerinde “petrol-gaz” lobisi Bush-Cheney kampanyasına rakibinden tam 14 kat fazla para bağışladı. 2004 yılında bu oran 9 kat daha arttı. Bush Hükümeti’nin bir özelliği de tarihte ilk kez başkanın, başkan yardımcısının ve dışişleri bakanının eski enerji şirketi çalışanı olması. Aslında, daha önceki başkanlar arasında petrol ve gaz endüstrisinden gelen tek kişi yine Bush’un babasıydı. Bush’un dönemi petrol endüstrisi için rekor seviyede kazançlar sağladı. Birleşik Devletler’deki 29 petrol firması 2003 yılında 43 milyar dolar, 2004 yılında 68 milyar dolar kâr elde ettiler. 2005 yılında sadece en tepedeki 3 petrol şirketinin (Exxon-Mobil, Chevron ve ConocoPhilips) kazancı 64 milyar doları buldu ve bunun yarısı Teksas merkezli Exxon-Mobil’e gitti. Bu, dünya tarihinde herhangi bir şirketin tek bir yılda elde ettiği en yüksek kazançtı. Halliburton ve Chevron gibi şirketler Bush’un ajandasının kilitleriydi. Dünyanın en büyük mühendislik firması olan Bechtel Corporation, petrol ve gaz alanındaki geniş çalışmalarıyla, Bush’un ajandası üzerinde büyük etki sağladı. Ülkenin en büyük malzeme askeri üreticisi ve dünyanın en büyük silah ihracatçısı Lockheed Martin, Bush Hükümeti’nde bulunan eski yöneticileri ile önemli bir rol oynadı. Bush’un başkanlık yılları bu şirketler için son derece kârlı oldu. Özellikle de Irak işgalinde ve sonrasında. 2004 yılında, Chevron 125 yıllık tarihinin en büyük kazancını elde etti ve bir yılda tam 13.3 milyar dolar kazandı. 2004 yılında 14 milyar dolar kazanç elde etti. Bechtel’in kazancı 2002 yılında 11.6 milyar dolardan 2003 yılında 16.3 milyar dolara, 2004 yılında 17.4 milyar dolara çıktı. Halliburton’ın hisse senetleri, Mart 2003’ten Ocak 2006’ya kadar dörde katlanırken, Lockheed’in hisse senetleri son 5 yılda üçe katlandı.”

Sonuç 1: Yukarıda adı geçen şirketlerden piyasa değeri “yaratılan savaş sonucunda” tam olarak 500 milyar doları geçti. Irak’a demokrasi götürmek için “oraya” giden “küresel güçlerin” temsilcilerinin, “petrol dolu” bölgelere ayak basmalarından bugüne “gerek çıkan kaos” sonucu petrol fiyatının yükselmesi, gerekse ele geçen “petrol kaynakları” ile “askeri-endüstriyel” kompleks “yüz milyarlarca dolarlık” kazanç sağladı.

Sonuç 2: Kendini “Kürt” hisseden vatandaşlarımıza da bir çağrım var size sahip çıkacak biri varsa o da “büyük devletlerin Kürt bile olmayan oyuncağı Barzani değil, Türkiye Cumhuriyeti Devletidir... Hepimizin” Lazın, Kürdün, Pomakın, Çerkezin “kendini” ne hissederse hissetsin, bu ülkenin vatandaşı olan herkesin, “tek bir kurtuluşu” var bu devleti daha güçlü kılmak! Geçmişte “hatalar” yapılmış olabilir ama el ele vererek geleceğe daha güvenli bakabiliriz...

Son söz: Küresel sermayenin, kullandığı “askeri-endüstriyel” kompleksin ve onların Barzani gibi maşalarının tek bir derdi vardır, gerisi tamamen yalandır: Para... para... para...

Yiğit Bulut /VATAN

Master
17-10-2008, 06:04
Askerler ve de "Bizim" demokratlar!..

Genelkurmay Başkanı İlker Başbuğ'un herhangi bir şey açıklamayan ve iddialara da yanıt vermeyen konuşmasını "Demokrat" medyamız sert buldu.
Org. Başbuğ, o sert tonda konuşmak zorundaydı. Çünkü bir komutan olarak o davranış içinde olması gerekiyordu. Ordu, eleştiri boyutlarını kat kat aşan açık bir yıpratma faaliyetine muhatap olurken, gereğinde ölüme yollayacağı emrindekilere kumanda edebilmek için "Komutan" bu tavrı koymalıydı. Askeri ve askerliği çok iyi bildiğim için hiç yadırgamadım. Hatta açıkça ifade edeyim, beklediğimden yumuşak buldum aslında.
Komutanın eleştiriler ve iddialara yanıt olarak bir şey söylememesi de doğaldı.
"Konunun araştırılması için Kara Kuvvetleri Komutanı'na emir verdim. O da İkinci Ordu Komutanı'nı görevlendirdi" dedi. En üst düzeyde bir soruşturma sürerken açıklama yapması mümkün ve doğru olabilir miydi?.
Hedeflerine "Orduyu yıpratma"yı koyan birtakım demokrat arkadaşlarımız bu üslubu yeni bir saldırı konusu yaptılar. İçten olsalardı itiraz etmezdim..
Ama değiller..
Çünkü demokratlıkları sadece Ordu'ya karşı.. "Demokrat" ilan ettikleri, sırf bu yüzden (Güya) destekledikleri sivillerin ve iktidarın çok daha sert açıklamalarını satır aralarında bile eleştirmediler.
Örnek..
Bu ülkenin en saygın, en güvenilir, en saygın ve en vatansever gazetecileri arasında bulunduğunu kimsenin tartışmayacağı Uğur Dündar'a Milli Eğitim Bakanı "Terörist.. Sahtekâr.. Yalancı" dedi.. Hem de adının önünde "Milli" ve de "Eğitim" yazan bir adam, bir saygın meslektaşımıza böyle saldırdı.. Çıt çıkmadı benim demokrat yazarlarımdan.. "Sen ne diyorsun yahu" diyen olmadı.
Ertesi gün Başbakan, bakanını koruma adına Dündar'a saldırdı bu defa..
"Senaryo haberlerini verdiler, bakanın açıklamasını vermediler" diye.. Oysa Dündar harika bir gazetecilik yapmış, Aktütün İlkokulu'nun görüntüleri ve çocuklarının konuşmalarıyla, öfkeden gözü dönmüş bakanın saldırılarını paralel anlatımla kelime kelime yayınlamıştı.
Başbakan "Bu yıl okul hiç açılmadı" diyen öğrencilere rağmen "Aktütün ilkokulu sadece iki gün için kapatılmıştı. Çünkü bir ihbar almıştık" dedi..
Benim demokrat yazarlarım bunun da üzerine gitmediler..
"Ne ihbarı" demediler..
Başbakan ihbar üzerine ilkokulu korumaya almışsa, Aktütün Karakolu için neden bir şey yapmamıştı?. Bunu soran tek kalem çıkmadı..
İşte konunun en hassas noktası burası..
Aktütün, bir jandarma karakolu.. Burada şehit olanların birçoğu, eskiden uzatmalı onbaşı dediğimiz, jandarmada tezkere bırakan günümüz Uzman Çavuşları.. Jandarma kime bağlı?.. Hayır Genelkurmay'a değil.. İçişleri Bakanlığı'na.. Dolayısıyla Başbakan Erdoğan'a.. Savunduğu Milli Eğitim'in olduğu gibi.. Yani askere değil, sivillere..
Peki tüm bu olaylar boyunca, bugüne dek Aktütün'le İçişleri Bakanı'nın adının yan yana geldiğini duydunuz, gördünüz mü?.
Baskın olurken sorumlu bakan nerdeydi?. Baskından sonra ne dedi, ne yaptı bilen var mı?.. İçişleri Bakanı'nın adını kaçınız biliyor aranızda?.
Hava Kuvvetleri Komutanı'nın golf oynamasını "Ulusal" skandala çevirenler, Jandarma'dan, yani karakoldan asıl sorumlu İçişleri Bakanı'nı sorgulama zahmetine neden katlanmadılar?.
Bu ülke anayasası gereğince, barış döneminde Silahlı Kuvvetler Başkomutanlığı görevini uhdesinde tutan Cumhurbaşkanı Abdullah Gül, baskını haber alır almaz yaptığı konuşmada "Sözde teröristler" demedi mi?.
"Sözde" bir terörist örgütü militanları bir jandarma karakolu bastı diye Hava Kuvvetleri Komutanı niye tatilini kessin, biri bana söyler mi?.
Bir jandarma karakoluna baskın yapılması, Hava Kuvvetleri Komutanı'nın görev başına koşması, karargâhında harekâtı yönetmesini gerektirir mi?. Böyle yaparsanız asıl, baş komutan tarafından "Sözde" diye adı konan örgüte çok fazla itibar etmiş olmaz mısınız?.
Ben bütün eleştirileri saygı ile karşılıyorum.. Yeter ki, içten gelsinler.. Yeter ki belli bir amaca yönelik, tek taraflı olmasınlar..
Eğer demokratsan, gerçek demokratsan, herkese, her kişi ve kuruma ayni gözlükle bakmalısın.
Sadece Orduya saldırır, AKP iktidarına ve onun yöneticilerine "Gık" demezsen o zaman işte, kelimenin tam anlamıyla "Sözde" demokrat olursun!..

Ramo
19-10-2008, 12:16
Star Haber’deki odamın penceresinden, bomba imha ekiplerinin bizim otoparktaki şüpheli paketi havaya uçurduğu anı seyrediyordum ki, şak, son dakika bilgisi geldi; Birleşmiş Milletler "güvenlik" konseyi geçici üyeliğine seçilmişiz...

*

Uganda da seçilmiş.

*

Aslına bakarsanız, Afrika’dan bi tek Uganda aday olmuş, mecburen Uganda’yı seçmişler. Asya’dan Japonya ve İran aday olmuş; İran’ı bugün yarın vuracaklar, seçecek halleri yok. Latin Amerika’dan sadece Meksika aday olmuş, Meksika’yı seçmişler. Avrupa’dan da, biz, Avusturya ve İzlanda aday olmuş; e İzlanda battı zaten, internette açık artırmayla satıyorlar ülkeyi, Avusturya’yla bizi seçmişler.

Yılmaz Özdil /HÜRRİYET

Yani... Toplam 7 ülke vardı, biri battı, biri İran; 5 koltuk için geriye zaten 5 ülke kalmıştı! Mesela, Avusturya çıkıp "Ben aday değilim kardeşim, vazgeçtim" dese, Birleşmiş Milletler tarihinde görülmemiş bir skandal yaşanacaktı...

İlk kez, geçici üyeler eksik kalacaktı!

*

Veto yetkin var mı?

Yok.

Veto yetkisi, sadece 5 daimi ülkede; ABD, Rusya, Çin, Fransa ve İngiltere’de...

Bu arkadaşlar, dünyada "barışı" ve "güvenliği" koruyorlar; dünyanın en çok silah üreten ve satan ülkeleri!

*

Pekiiii...

Tırışkadan bir makam olduğu için, koskoca dünyada güç bela 5 adayın anca bulunabildiği oylamada, biz nasıl seçildik?

*

Antigua’ya, bize oy versin diye, 50 tane bilgisayar hediye etmişiz. Zimbabve’ye pazar yeri, Moritanya’ya ahır kurmuşuz. Filipinler’e, iki hemşire göndermişiz, Etiyopya’ya su kuyusu açmışız. Afganistan’a lağım şebekesi, Zambiya’ya tarım kooperatifi, Gambiya’ya dökümhane yapmışız. Palau’ya devlet başkanı binsin diye VIP otomobil, Sudan’a inekleri taşısınlar diye kamyon vermişiz. Doğu Timor’a aşı, Komor’a ilaç göndermişiz. Ben kendi payıma nerde olduğunu bilmiyorum, Tuvalu diye bir ülke var, bizimkiler "Neyiniz eksik" diye sormuş, bunlar "Bizim çocuklar futbol oynamayı çok seviyor ama, futbol topumuz yok" demiş, bizimkiler de, Tuvalu’ya en yakın ülkedeki büyükelçiliğimize talimat vermiş: "Çabuk gönderin, yanına pompa da koyun!"

*

Özetle...

Bizimkiler girdi, çıkmaz!

Bakın görün, kömür bulgur takviyesi başlasın, iki sene sonra Birleşmiş Milletler Genel Sekreteri olmazsak, ne olayım...

buena vista
21-10-2008, 18:55
Ama, Gerçek...

Polis, İşçi Partisi Genel Başkanı Doğu Perinçek’in evinde, artık pek meşhur Ergenekon soruşturması için arama yaparken ne bulmuş?..

12 Mart sıkıyönetiminin 1973’te düzenlediği benim hakkımdaki iddianamesini...

Aradan kaç yıl geçmiş?..

35 yıl...

*

12 Mart sıkıyönetiminin iddianamesinde ne yazıyor?..

Artık önemli değil çünkü bu davadan beraat ettim...

Ama Ergenekon iddianamesinin bana ilişkin bölümünde sözcüğü sözcüğüne şu satırlar var:

“Şüpheli İlhan Selçuk hakkında tanzim edilen iddianamenin şüpheli Doğu Perinçek’te ele geçirilmiş olması, aralarındaki organik bağın varlığı açısından önemli görülmüştür.”

İnanılır gibi değil, ama, gerçek...

1973’te açılan ve üzerinde nice yayınlar yapılıp nice kitaplara geçen dava iddianamesinin Doğu Perinçek’in evinde bulunması, ikimiz arasındaki “terörist örgüt” bağına delil sayılıyor...

*

Dahası var...

Ergenekon iddianamesinde Savcı Zekeriya Öz diyor ki:

“Şüpheli İlhan Selçuk, bahsi geçen iddianamenin tanzimine neden olan suçlamalardan dolayı gözaltına alındığında yazılı olarak hazırladığı savunmasının içine akrostişler yerleştirmiş olup, her tümcenin sondan ikinci sözcüğünün başharfleri yan yana getirildiğinde ‘işkence altındayım’ ibaresi ortaya çıkmıştır.

Buradan şüphelinin (İlhan Selçuk’un) ne kadar uyanık ve zeki olduğu anlaşılmıştır.

Ergenekon terör örgütü içindeki faaliyetlerinde de hiçbir zaman açık vermemeye çok dikkat ettiği, örgütün gizlilik ilkesine maksimum uyduğu anlaşılmıştır.”

Ergenekon’un iddianamesi vallahi billahi işte böyle...

Savcı Zekeriya Öz’e beni “uyanık” ve “zeki” bulduğu için teşekkür ederim ama, ne yazık ki ben kendisini yeterince uyanık ve zeki bulmuyorum...

Hiçbir hukukta, hiçbir yasada, hiçbir usulde bu mantıkla iddianame yazılamaz...

Aklımızı peynir ekmekle mi yedik biz?..

*

Bu köşeye sığmaz, ama, Ergenekon iddianamesinin bana ilişkin bölümlerini bir gün belki gazetede yayımlayabiliriz diye düşünüyorum...

Neden?..

Cümle âleme ibret olsun diye...

Okuyanlar icat edilen iddialara ve geçerli mantıksızlığa kahkahalarla güleceklerdir..

*

İddianameye göre bana ilişkin suçlamasında Savcı Zekeriya Öz diyor ki:

İlhan Selçuk çok zekidir..

Bu nedenle açık vermiyor..

Cep telefonu bile kullanmıyor..

Telefonda da dikkatli konuşuyor..

Tecrübeli ve profesyoneldir..

Sonra?..

İddianamede deniyor ki:

“Ergenekon terör örgütü yapılanmasında Ergenekon başkanlığı bünyesi içinde yer alan ‘Teori, Tasarım ve Planlama Dairesi Başkanlığı’ görevini yürütüyor.”

Delil?..

Yok..

Belge?

Yok..

Kanıtsız bir edebiyat ve havsalaya sığmayacak havaiyatla şişirilmiş bu iddianame Türk hukuk tarihinde yüz karasıdır ve bir eşi daha yoktur.

*

Son bir örnekle iddianamenin nasıl şişirildiğini sergileyerek yazıyı noktalayayım...

“Şüpheli İlhan Selçuk 1962 yılından beri Cumhuriyet gazetesinde fıkra yazmakta olup, kendisini solcu bir yazar olarak tanıtmakta, ilerleyen yaşı ve tecrübesiyle şu anda gazetecilik yapan birçok önemli şahsiyetin de ustası (üstadı) olarak görülmektedir. Zaten gazete çalışanları ve okurları tarafından kendisine ‘İlhan Abi’ denilmektedir. Gerek basın camiasında gerekse iş dünyasında sözü sazı dinlenir, ağırlığı olan bir kişilik olarak tanınmaktadır.”

İyi de, böyle birini hiçbir yazılı-yazısız delil olmadan iddianamede “terörist örgütçü başı” diye suçlamak akıl kârı mı a benim çıkmaza saplanmış savcım?..İnanılır Gibi Değil,

Ama, Gerçek...

Polis, İşçi Partisi Genel Başkanı Doğu Perinçek’in evinde, artık pek meşhur Ergenekon soruşturması için arama yaparken ne bulmuş?..

12 Mart sıkıyönetiminin 1973’te düzenlediği benim hakkımdaki iddianamesini...

Aradan kaç yıl geçmiş?..

35 yıl...

*

12 Mart sıkıyönetiminin iddianamesinde ne yazıyor?..

Artık önemli değil çünkü bu davadan beraat ettim...

Ama Ergenekon iddianamesinin bana ilişkin bölümünde sözcüğü sözcüğüne şu satırlar var:

“Şüpheli İlhan Selçuk hakkında tanzim edilen iddianamenin şüpheli Doğu Perinçek’te ele geçirilmiş olması, aralarındaki organik bağın varlığı açısından önemli görülmüştür.”

İnanılır gibi değil, ama, gerçek...

1973’te açılan ve üzerinde nice yayınlar yapılıp nice kitaplara geçen dava iddianamesinin Doğu Perinçek’in evinde bulunması, ikimiz arasındaki “terörist örgüt” bağına delil sayılıyor...

*

Dahası var...

Ergenekon iddianamesinde Savcı Zekeriya Öz diyor ki:

“Şüpheli İlhan Selçuk, bahsi geçen iddianamenin tanzimine neden olan suçlamalardan dolayı gözaltına alındığında yazılı olarak hazırladığı savunmasının içine akrostişler yerleştirmiş olup, her tümcenin sondan ikinci sözcüğünün başharfleri yan yana getirildiğinde ‘işkence altındayım’ ibaresi ortaya çıkmıştır.

Buradan şüphelinin (İlhan Selçuk’un) ne kadar uyanık ve zeki olduğu anlaşılmıştır.

Ergenekon terör örgütü içindeki faaliyetlerinde de hiçbir zaman açık vermemeye çok dikkat ettiği, örgütün gizlilik ilkesine maksimum uyduğu anlaşılmıştır.”

Ergenekon’un iddianamesi vallahi billahi işte böyle...

Savcı Zekeriya Öz’e beni “uyanık” ve “zeki” bulduğu için teşekkür ederim ama, ne yazık ki ben kendisini yeterince uyanık ve zeki bulmuyorum...

Hiçbir hukukta, hiçbir yasada, hiçbir usulde bu mantıkla iddianame yazılamaz...

Aklımızı peynir ekmekle mi yedik biz?..

*

Bu köşeye sığmaz, ama, Ergenekon iddianamesinin bana ilişkin bölümlerini bir gün belki gazetede yayımlayabiliriz diye düşünüyorum...

Neden?..

Cümle âleme ibret olsun diye...

Okuyanlar icat edilen iddialara ve geçerli mantıksızlığa kahkahalarla güleceklerdir..

*

İddianameye göre bana ilişkin suçlamasında Savcı Zekeriya Öz diyor ki:

İlhan Selçuk çok zekidir..

Bu nedenle açık vermiyor..

Cep telefonu bile kullanmıyor..

Telefonda da dikkatli konuşuyor..

Tecrübeli ve profesyoneldir..

Sonra?..

İddianamede deniyor ki:

“Ergenekon terör örgütü yapılanmasında Ergenekon başkanlığı bünyesi içinde yer alan ‘Teori, Tasarım ve Planlama Dairesi Başkanlığı’ görevini yürütüyor.”

Delil?..

Yok..

Belge?

Yok..

Kanıtsız bir edebiyat ve havsalaya sığmayacak havaiyatla şişirilmiş bu iddianame Türk hukuk tarihinde yüz karasıdır ve bir eşi daha yoktur.

*

Son bir örnekle iddianamenin nasıl şişirildiğini sergileyerek yazıyı noktalayayım...

“Şüpheli İlhan Selçuk 1962 yılından beri Cumhuriyet gazetesinde fıkra yazmakta olup, kendisini solcu bir yazar olarak tanıtmakta, ilerleyen yaşı ve tecrübesiyle şu anda gazetecilik yapan birçok önemli şahsiyetin de ustası (üstadı) olarak görülmektedir. Zaten gazete çalışanları ve okurları tarafından kendisine ‘İlhan Abi’ denilmektedir. Gerek basın camiasında gerekse iş dünyasında sözü sazı dinlenir, ağırlığı olan bir kişilik olarak tanınmaktadır.”

İyi de, böyle birini hiçbir yazılı-yazısız delil olmadan iddianamede “terörist örgütçü başı” diye suçlamak akıl kârı mı a benim çıkmaza saplanmış savcım?..

Ilhan Selçuk (Cumhuriyet)

Ramo
21-10-2008, 20:26
12 ekim 2008
Rahmi TURAN
rturan@hurriyet.com.tr

İnek, beygir ve eşek!


POLİTİKACILAR genellikle sadece kürsüye çıktıklarında vatan milleti düşünürler. Kürsüde onları tutamazsınız. Coşarlar da coşarlar!

Kürsüye çıktıkları vakit ülkeye hizmet ettiklerini sanırlar!

Bir kısırdöngüdür bu... Bağırırlar da bağırırlar... Bu atıp tutmaları onların çevresinde vatandaş gruplarının toplanmasına yol açar. Niteliklerine değil, bağırmalarına önem verilir.

* * *

Antik Yunan döneminde (MÖ 620-560 yılları arasında) Ege'de yaşayan ünlü masalcı Ezop'un iki bin altı yüz yıldır canlılığını yitirmeyen bir öyküsü var. Okurum Orçun Sağyaşar hatırlattı.

Hikáye bu ya... Bir inek, bir beygir, bir eşek, etrafa dağılıp insanların ne yaptıklarını öğrenmeye ve üç yıl sonra buluşmaya karar verirler... Her biri başka yöne gider.

Aradan üç uzun yıl geçtikten sonra buluşma yerine önce inek ve beygir gelir... İkisi de perişan bir halde, zayıflamış, dişleri dökülmüş, kamburları çıkmış, adeta çökmüştür.

Beygir merakla sorar: "Nedir bu halin inek kardeş?"

İnek acıklı bir şekilde içini çekerek anlatır:

"Sorma beygir kardeş... Bu insanlar çok merhametsiz... Beni durmadan birbirlerine sattılar. Alan sütümü sağdı. Bir inek daha bulup onu yanıma koyarak bizi çifte koştular, aç bıraktılar. Canımı zor kurtardım be kardeş."

Beygir de acı acı başını sallayarak anlatır:

"Ah, sorma... Benim de ağzıma bir demir parçası geçirdiler, ağzımı açamadım. Üzerime bindiler, ses çıkaramadım. Biri indi, öbürü bindi! Binmedikleri zamanlar zincire vurdular. Belim çöküp de onları taşıyamaz bir hale geldiğinde arkama kocaman bir araba bağladılar. Bu sefer birçoğunu yeniden taşımaya başladım. Ben onları taşıdıkça, daha hızlı gitmem için kırbaçladılar. Canımı zor kurtardım inek kardeş."

İnek ve beygir böyle konuşurken uzaktan eşek görünür. Hayli neşelidir. Islık çala çala, taşlara tekme ata ata, hoplaya zıplaya gelir. Mutludur. Üstelik şişmanlamıştır. Tüyleri pırıl pırıl parlamakta, gözlerinin içi gülmektedir. Üzerinde lacivert takımlar vardır.

İnek ile beygir şaşırmış bir şekilde, "Nedir bu halin? Neler oldu? Neden böyle zevkten dört köşesin?" diye sorarlar.

Eşek keyifli bir şekilde anlatır:

"Sizden ayrıldıktan sonra uzakta bir memlekete vardım. Birisi yukarı çıkmış bağırıyor, bağırdıkça insanlar onu alkışlıyordu. Ben de yüksekçe bir yere çıkıp bağırdım. Benim bağırmamı bilirsiniz, yeri göğü inletirim. Sesimi duyan benim yanıma koştu, duyan duymayana haber verdi, etrafım insanla doldu. Onlar geldikçe ben daha çok bağırdım. Haktan, hukuktan, refahtan, adaletten filan bahsettim..."

"Eee, sonra ne oldu?"

"Ne olacak beni başkan seçtiler!"

"Deme yahu.. Yani sen başkan mı oldun?"

"Evet... Bir şey yapmama gerek kalmadı. Ben bağırdıkça onlar 'Seninle gurur duyuyoruz' diye alkışladılar. Ben de yedim ve bağırdım, yedim ve bağırdım!"

"Pekiii, senin eşek olduğunu anlamadılar mı yahu?"

"Valla, yarısı anladı ama diğer yarısına anlatamadı!"

Ramo
01-11-2008, 12:40
DİYELİM ki Atatürk beyaz atının üzerinde çıkageldi, yanında İsmet Paşa, komutanları, yaverler...

Aşağıda Cumhuriyet Bayramı ve herkes "Mustafa"yı seyretmek için kuyruklarda.

Atatürk, İsmet Paşa’nın kulağına eğilerek:

"Şu arkada, elinde bazuka gibi boru olan, topçu neferi midir?.."

İsmet Paşa:

"Hayır Gazi Hazretleri, o Can Dündar, muharrir... Elindeki kamera aleti, hususiyeti sinema çeker..."

"Niye atlarımızın kıçını çekiyor?.."

"Buna ’insani boyut belgeseli’ diyorlar..."

Ata:

"İlke ve inkılaplar yönü ile de belgesel imal ederler mi bu fikriyatta olanlar?.."

"Sponsor lazım..."

"Sponsor bir nevi milli şuur gibi bir şey midir?.."

İsmet Paşa:

"Hayır Gazi Hazretleri, parayı veren... Parayı kim veriyorsa, şuur o cihette nüks etmektedir..."

Atatürk:

"Pekiiii... Aziz milletimiz sinemaya girip, aziz askerlerimizin cephelerde elde ettikleri muazzam zaferleri vefa hissiyatları içinde mi seyretmekte?.."

İsmet Paşa:

"İnsani yön belgeseli hesabıyla bakmaktadırlar, gece karanlıkta önderimiz ne yapmakta..."

Ata:

"O karanlık gecelerde uykusuz kalıp bir hür vatan yaratma sancılarımın acısını anlamışlar demek ki..."

İsmet Paşa fısıldayarak:

"Hayır, bir oturuşta büyük rakı içtiğiniz, gece karanlıktan korktuğunuz ima edilmekte..."

Atatürk hüzünle:

"Buna asıl aydınlıktan korkan hilafetçiler sevinecekler... Onlar hálá dergáhlarında oturuyorlar mı İsmet?..."

İsmet Paşa:

"Hayır Gazi Hazretleri, devletin tepesinde oturuyorlar..."

"Peki, Cumhuriyet Bayramı diye neyi kutlamaktadır bu millet..."

İsmet Paşa:

"Cumhuriyetten geri kalanını..."

Atatürk, atını çevirir:

"Gidelim Paşa..."
Bekir COŞKUN

Master
02-11-2008, 08:37
Yılmaz ÖZDİL
yozdil@hurriyet.com.tr

Rakı

Neymiş efendim...

Atatürk rakı içiyormuş.

Aslandı o, aslan...

Aslan sütü içecek tabii.

*

Hadi siz "dönülmez akşamın ufkundayız" diye ince ince başlayın, ben de size yıllar önce yazdığım yazıyı anlatayım...

*

İçki yasaklanabilir.

Bence mahzuru yok.

Ama rakı asla...

Çünkü takunyalılar öyle zanneder ama, aslında "içki" değildir rakı.

*

Yurt sevgisidir örneğin...

İki tek attın mı, "n’olacak bu memleketin hali?" diye endişelenmezsin aksi olsa!

Tıp bazen çaresizdir...

O ilaçtır.

Gurbete bile iyi gelir.

*

Kontörsüz muhabbettir.

Büst gibi oturan adamın bile çenesini açar, gülümsetir. Kahkahadır. Acısıyla tatlısıyla hatıraları kaydeden hard disk’tir.

*

Botoks’tur bir nevi.

En kaknemi bile bir başka görünür gözüne... Çirkin kadın yoktur, az rakı vardır. İçilir, güzelleşilir.

*

Herkesin gençlik hatası olabilir... Bira içersin.

Sonradan para kazanıp tenise başlayınca, şarap içmeyi matah zannedersin. Amerika’da TIR şoförlerinin içtiği viskinin dublesine Etiler’de TIR parası ödersin, ayrı...

Kürkçü dükkánıdır.

Döner dolaşır, gelirsin.

*

Orhan Gencebay’dır.

Entel barlarda, sosyete kulüplerinde dinlemeye utanırsın... Ama hepimiz biliriz ki, ezbere bilirsin... İstediğin kadar ağız burun kıvır, altın plağı hep o alır.

Tatlıses’tir.

Realite’dir.

*

Çocuktur, ağlarsın.

*

Hele beyaz "p"eynir ile "k"avun olursa sağında solunda... Örgüttür.

PRK...

Ama bölücü değil, birleştirici örgüt.

Türk’ü de içer, Kürt’ü de, Laz’ı da, Çerkez’i de. Sor bak, Ermeni’si de, Rum’u da, Yahudi’si de.

*

AB’cidir...

Çünkü Rum öyle bir meze yapar ki, helali hoş olsun, Kıbrıs’ı veresin gelir!

*

Madem gıcıksın rakıya...

Neden balık avlıyorsun o zaman kardeşim?

Şerbetle mi yiyeceksin lüferi?

Ne anlamı var deniz börülcesinin, rokanın, radikanın, cibezin...

İnek miyiz biz?

*

Yanlış şiir okuyorsun...

Hapse giriyorsun.

(Üstüne, yanlış şair okuyorsun...)

*

Oku bak...

Ne diyor dünya güzeli Orhan Veli:

Şiir yazıyorum

Şiir yazıp eskiler alıyorum

Eskiler verip musikiler alıyorum

Bir de rakı şişesinde balık olsam...


+++++++++ ========= +++++++

“Sabahları aç karnına tattığım rakıları hâlâ unutamıyorum”

BADE GÜRLEYEN

Rakı tadımcısı Huriser Ayyıldız: “Rakı damıtmada imbikten akan rakıyı izleyen kişi ürünü her saat başı kontrol etmek, koklamak ve tatmak durumunda. Mesela fabrikada şişelenen ürünleri test etmek amacıyla sabahları aç karnına tattığım rakıları hâlâ unutamıyorum. Kahvaltı etmeden insanın duyuları tamamen açık ve temiz oluyor”


Huriser Ayyıldız (56) bir rakı tadımcısı. Yani 30 yıldır rakı konusunda son sözü söyleyen, “Olmamış, anasonu çok az” ya da “Alkolü çok fazla” diyen bir işkadını. Yıldız Teknik Üniversitesi Kimya Mühendisliği Bölümü’nden mezun olup İstanbul Üniversitesi İşletme Bilimleri Enstitüsü Üretim Yöntemleri dalında yüksek lisans yaptıktan sonra kendini bir anda Tekel’de “rakıcıların” arasında buluvermiş. 26 yıl çalışmış Tekel’de. Şişeleme bölüm şefliği ile işletme şefliği dışında AR-GE ve yatırım departmanlarında da hep “ilk kadın” olarak görev yapmış. Tadımlarını dört yıldır Mey İçki‘de kalite kontrol şefi olarak sürdürüyor...
Mey İçki’nin Şişli’deki binasında Ayyıldız, özellikle bir “keyif içkisi” olarak gördüğü rakıya gönül verdiğini anlatıyor. “Kadınsın, ne anlarsın rakıdan?” diyen erkeklere yıllardır meydan okuyan Ayyıldız, karşısında pek çok erkeğin zaman zaman komplekse girdiğini de belirtiyor.

Bir rakı tadımcısı olarak ortalıkta “çakırkeyif” dolaştığınızı düşünenler var...
Hayır, böyle bir şey yok. Çok fazla örnek tattığınızda alkolden gelen bir yorgunluk hissedebilirsiniz. Çünkü burada sınırlarınızı zorluyorsunuz. Ama buna karşı önlem alıyoruz.

Bunlar nasıl önlemler?Mesela “Bir yudum” gibi ölçüler var. Özellikle yüksek alkollü içkilerde beş örnekten sonra mutlaka yarım saat ara verilir. Dil nötralize edilir. Rahatlamaya çalışılır. Tadımları ara vererek yapıyoruz. Böylece 20 örneğe de bakılabiliyor. Üretimdeki bütün çalışanlar tadım yapmak zorunda. Yani rakı damıtmada imbikten akan rakıyı izleyen kişi ürünü her saat başı kontrol etmek, koklamak ve tatmak durumunda. Mesela fabrikada şişelenen ürünleri test etmek amacıyla sabahları aç karnına tattığım rakıları hâlâ unutamıyorum. Kahvaltı etmeden insanın duyuları tamamen açık ve temiz oluyor.

Bu işe başlamadan önce rakıya meraklı mıydınız?
Hayır. Ailem de pek içmezdi. Ben üniversiteden sonra sadece fabrikada üretimin içine girmek ve kamu sektöründe çalışmak istiyordum. Tekel de sınav açınca buna girdim ve alındım. İstanbul İçki Fabrikası’nda laboratuarda çalışmaya başladım. Özellikle “içki üretimi” diye bir ısrarım yoktu. Ama bu işe başlayınca çok sevdim. Üzümden itibaren olayı izlemenin insanı heyecanlandırmaması mümkün değil.

“Ağzınıza ham bir alkol tadı geliyorsa o rakı dinlenmemiştir”

Bir rakıya ne zaman “iyi rakı” derseniz?
Tanımlanmış birtakım kategoriler, özellikler var. Mesela bir Tekirdağ rakısı mutlaka yumuşak olmalı, çok rahat içilmeli, ağzınızı doldurmalı ve bir tat bırakmalı. Anason ve alkol miktarı yeterli derecede olmalı. Bir rakının kalitesini belirleyen üç önemli unsur var: Hammaddeden gelen aromalar, anasondan gelen aromalar ve dinlendirme süresi.
Eğer ağzınıza ham bir alkol tadı geliyorsa o rakı dinlenmemiştir. Ayrıca üzümden gelen hammaddelerle anasonu dengelemeniz gerekiyor. Bu durumda tok, dolgun bir rakı çıkıyor ortaya. Bunlara bakarak bir değerlendirme yaptığınızda bir rakıya iyi ya da kötü diyebiliyorsunuz.

Rakı nasıl içilmeli? Su katarak mı sek mi?
Çok fazla sınırlamalardan yana değilim. Rakıya suyu istediğiniz gibi karıştırabilirsiniz. Ancak burada 1’e 3’ten fazla su koymamak lazım. Çünkü bu durumda rakı özelliğini kaybediyor. Yani 1 birim rakı, 3 birim su ölçüsünü aşmamalı.

Siz nasıl içiyorsunuz?
Ben genellikle rakıyı sulandırıyorum. Bazen 1’e 1, bazen 1’e 2 yapıyorum. Rakıyı aperitif olarak içmek istiyorsam 1’e 2 yapıyorum. Ama güçlü yiyecekler varsa dengeyi yakalamak açısından 1’e 1 içiyorum. Önemli olan içkiyle yemeğin birbirini bastırmaması. Sofrada sohbet çok uzayacaksa 1’e 3 yaparak üç-dört kadeh içiyorum.

“İçmeden önce mutlaka tereyağlı ekmek yemek gerek”

Bizim insanlar rakıyı aperitif olarak içmeye alışabilir mi sizce?
Alışabilir. Eskiden rakı zaten az yemekle içilirdi. Rakı çok ağır bir içki. 45-50 derece alkol içeriyor. Bunu sek içtiğinizde yediklerinize dikkat etmelisiniz. Çünkü alkolle yiyeceklerin etkileşiminden vücut zarar görebilir. Peynir gibi proteinli ve vitamin değeri yüksek ürünler tercih edilmeli. Ayrıca rakı içmeden önce mutlaka tereyağlı ekmek yenmeli.

Rakının balığı “bozduğunu” söyleyenler var...
Bence bozmaz, rakı balığa yakışır. Rakı balıkla da, sadece beyaz peynir ya da leblebiyle de içilir. Meze olarak da rakının yanına zeytinyağlıları öneriyorum. Zeytinyağlılar, alkolün vücutta yarattığı yıkımı aza indiriyor. Rakının yanında aslında mümkün olduğu kadar az yemek lazım. Sakatat türleri rakının tadını bozuyor mesela. Bunlar sarhoş olduktan sonra çorba olarak içilebilir.

Özellikle erkekler “Bu iş erkek işi, sen ne anlarsın rakıdan?” gibi tepkiler gösteriyor mu? Komplekse giriyorlar mı mesela?
Komplekse girdiklerini bazen hissediyorum. Gerçekten çok şaşıranlar oluyor. Rakı konusunda karar veren ve kalitesini denetleyen bir görevde olduğum için zaman zaman bana gıptayla baktıkları da oluyor. “Rakı kadına yakışmaz” diye bir şey yok. Doğru ortamda içip kendinizi kaybetmiyorsanız bu herkese yakışan bir içki.

“Rakı üzgünken kesinlikle içilmemeli”

“Aman çocuğum içme” diyen annelerden değilsiniz galiba.
Hayır. İçkinin ölçüsü önemli. Amaç zaten kendini kaybetmek olmamalı. Bu bir keyif işi. Bence içkiyi kesinlikle üzgünken değil, mutluyken içmeli.

Hani efkar dağıtmak için içilirdi?
Rakı ya da diğer içkiler sadece sorunlarınızı öteler. Ama hiçbir zaman çözmez.

Rakı eşittir ne sizin için?
Tek kelimeyle keyif. Bazı insanlar içince dertlenir, bazıları neşelenir. Bu tamamen size bağlı. Siz kendinizi nasıl hazırladıysanız rakı size ayna tutar sadece. Üzülmek, acı çekmek istiyorsanız bu işi çok güzel becerir; neşelenmek istiyorsanız da neşelendirir. Ayrıca içe kapanık, asosyal insanların da açılmalarını ve daha rahat iletişim kurmalarını sağlar.

Açılamayıp evlenme teklifi etmekte zorlanan erkekler içmeli o zaman...
Bu taktiği uygulayan erkeklerin olmadığını mı zannediyorsunuz yoksa?


Minik Not : Çok deniyorum ama teklif edemiyorum..çok sulu yapıyorum galiba ;)

Master
04-11-2008, 07:38
Yılmaz ÖZDİL
yozdil@hurriyet.com.tr

Mustafa’ya gittim...


Sarhoş.

Kafayı bulunca ağlayan...

Hoyrat.

Soğuk.

Kalpsiz.

Çevresine eziyet eden...

İtiraz edeni asan...

Arkadaşlarını satan...

Goygoycuların dolduruşuna gelen...

Milletten bihaber.

Hatta milleti küçümseyen...

Alay eden.

Hesabını kitabını bilmeyen...

Batı hayranı.

Sefa düşkünü.

O balo senin...

Bu balo benim, gezen.

Zampara.

Cephede bile karı-kız düşünen...

Savaşmadığı için sıkılan...

Ordu varken, çete kurmaya kalkan...

Devrimleri intikam için yapan...

Dinsiz.

Kendi heykellerini diktiren...

Megaloman.

Bencil.

Günde 3 paket sigara içen.

Usul usul intihar eden...

Psikolojik bunalımda...

Yalnız.

Çaresiz.

Basiretsiz.

Zavallı bir adam.

*

Mustafa’daki Mustafa bu.

*

Anafartalar 1 saniye.

İşgal 2 saniye.

Tası tarağı toplayıp kaçmak için, sığır sürüsünün çıkardığı toz bulutundan bile tırsan... Sığır sürüsüyle düşman ordusunu ayırt etmekten aciz biri... Başkomutanlık meydan muharebesi desen... Taktiğini falan başkasından araklamış zaten.

*

Hak edilmiş bence Oscar...

En azından Nobel.

Gozlemci
09-11-2008, 00:39
Türkiye’nin daha önceki yaşadığı krizlerde belirleyici rol oynayan döviz sorunu şimdi bir kez daha belirleyici olacak gibi görünüyor. Türkiye ekonomisinin 2003-2007 dönemindeki büyümesini büyük ölçüde dış kaynakla finanse ettiği, küresel likidite bolluğundan yararlanarak kolayca borçlandığı ve cari açığını finanse ettiği, bazı bankalarını ve diğer bazı kuruluşlarını, varlık fiyatlarındaki yükselişten yararlanarak çok iyi fiyatlara yabancılara sattığı biliniyor.
Şimdi ise küresel boyutta bir kredi krizi yaşanıyor, kimse kimseye kredi açmak istemiyor, şirket fiyatları yerlerde sürünüyor ve küresel sermaye en güvenli saydığı limanlara doğru kaçıyor.

Bu arada Türkiye’de banka satın almış olanlar dahil Avrupa’nın önde gelen bankalarının da küresel krizden darbe alarak yeni birleşmelere zorlandığı, sermaye enjeksiyonuna ya da devlet desteğine ihtiyaç duyduğu görülüyor. Türkiye’de faaliyet gösteren yerli ve yabancı bankaların bu ortamda kaynak sıkıntısı çekmeye başlaması doğal.

Garanti Bankası Genel Müdürü Ergun Özen, önümüzdeki aylarda 4 milyar dolar dolayında sendikasyon kredisini yenilemek zorunda olan bankalarımızın % 60 oranında bir yenileme sağlaması halinde bunun başarı sayılması gerektiğini söylüyor.

Bir Avrupa bankasının Türkiye’deki operasyonunda görev yapan bir eski bürokratımız Türkiye’ye yeni kaynak aktarılmasının gündemde olmadığını, mevcudu korumanın bile kolay olmayacağını ifade ediyor.
Dış kaynak bulma olanağı önemli ölçüde azalan bankalarımızın, günümüzün tedirgin ortamında olabildiğince likit kalmak istemeleri de doğal. Bunun sonucunda banka kredileri daralıyor ve reel sektörün kredi ihtiyacı karşılanamıyor.

İç ve dış talebin gerilediği ortamda kredi ihtiyacını da karşılayamayan reel sektör firmaları iyice zorlanmış oluyor. Öte yandan döviz arzının talebin altında kalmaya başlaması dövizin değerini yükseltiyor ve dış borçları nedeniyle kur riski taşıyan şirketler bir darbe daha yemiş oluyor.
Döviz bir kez daha zayıf halka. Bunun bilinciyle davranmak gerekiyor.

Bu kez de ‘Erdoğan krizi’ mi?
Türkiye’de 2001 krizini tetikleyen olaylar zincirini ve özelikle de zincirin son halkasını oluşturan “Anayasa kitapçığının fırlatılması” olayını anımsayanlar hayli fazla. 1994’te yaşanan ‘Çiller krizi’ni anımsamaya da yaşı müsait çoğu kimsenin. Türkiye ekonomisi için yeni bir dönemin başlangıcını simgeleyen “24 Ocak kararlarının” hangi ortamda alındığını ve Türkiye ekonomisinin 1980 krizine nasıl sürüklendiğini anımsayanları bulmak için ise orta yaş kuşağına başvurmak gerekiyor. Herkesin yaşına göre bir kriz belleği var ülkemizde.

Şimdi yedi yıllık bir aradan sonra Türkiye yeniden bir ekonomik krizin tehdidi altında ve bu kez gündeme gelen soru şu: Türkiye şimdi bir de ‘Erdoğan krizi’mi yaşayacak? Geçen hafta içinde farklı ortamlarda duyduklarım ve çeşitli kesimlerden kişilerle konuşarak edindiğim izlenimler, daha önce farklı başbakanların döneminde yaşanmış olan ekonomik ve mali krizleri hatırlattı bana ve ister istemez bu soruyu sormaya zorladı beni. Başbakan koltuğunda oturan birinin, bazen algılama sorunları nedeniyle, bazen bilgi ve deneyim eksikliği nedeniyle, çoğu kez de siyasi kaygılarla ve anlamsız inatlaşmalarla krizlere neden olabildiğini yaşayarak öğrenen biri olarak soruyorum bu soruyu.

Türkiye’nin krizi mi?
Geçen hafta içinde CNN Türk’de, Başbakan Yardımcısı Sayın Nazım Ekren’in sorularımızı yanıtladığı Taha Akyol’un “Eğrisi Doğrusu” programına katıldım. Sayın Ekren, Hükümet’in krizin ülkemizdeki etkilerini hafifletmek için yaptıklarını anlattı. İyi niyetine inanıyorum ama düşünülen önlemlerin inandırıcı olması için komple bir paket halinde en yetkili kişi, yani Sayın Başbakan tarafından açıklanması gerek galiba.
Bankalar Birliği’nin 50. yılı nedeniyle düzenlenen resepsiyonda finans dünyasının ve iş âleminin önde gelen isimleriyle sohbet ederken hemen herkesin kaygılı bir bekleyiş içinde olduğunu gördüm. Finans Kulüp tarafından İstanbul’da düzenlenen “Küresel Mali Kriz ve Türkiye” konulu toplantıda da, 1980’den bu yana ekonomi yönetiminin önemli noktalarında görev almış ve çeşitli krizlere tanık olmuş olan Zekeriya Temizel, Tevfik Altınok, Osman Birsen, Mahfi Eğilmez, Kemal Kabataş ve halen TMSF Başkanı olan Ahmet Ertürk gibi isimlerle, küresel krizin Türkiye’ye nasıl yansıyacağını ve bu krizden en az zararla çıkmak için neler yapılabileceğini tartıştık.
Daha önce yaşamış olduğumuz krizlerden farklı olarak, bu krizin bizim kendi yarattığımız bir kriz olmadığını, bu kez küresel kapitalizmin merkezinde patlayan krizin sonunda gelip bizi de vuracağını hemen herkes kabul ediyor. Yani bu krizin “Erdoğan krizi” diye anılmasını gerektirecek bir durum yok aslında ve gerekenler yapılsa belki de buna gerek kalmayacak ama Sayın Başbakan’ın krize yaklaşım tarzı ne yazık ki bu sonucu doğuracak galiba.

Erdoğan’ın takıntısı
Başbakan Erdoğan’ın , hükümetinin ekonomideki performansını çok önemsediği bir sır değil. “Ekonomide başarısız oldu” dedirtmek istemiyor kendine. Öte yandan Adalet ve Kalkınma Partisi’nin (AKP) ekonomide sağlamış göründüğü başarının, 2002-2007 döneminde küresel ekonomide yaşanmış olan yükseliş dalgasından yararlanılarak elde edilmiş bir başarı olduğu da ortada.
Şimdi gelinen noktada küresel dalganın Türkiye gibi ‘Yükselen Pazar’ ülkelerini de içine çeken bir girdaba dönüşmesi bizi de olumsuz etkileyecek kuşkusuz. Hiçbir komplekse kapılmadan bu gerçeği kabul edip yaklaşan fırtınadan en az hasarla kurtulmak için neler yapılması gerektiğine odaklanması gerekirken, Sayın Başbakan farklı bir havada görünüyor.
Bu krizi kullanarak hükümeti yıpratmak isteyen iç ve dış güçler olduğunu varsayarak onlara karşı mücadele veren bir komutan gibi davranıyor. Krizin etkilerini hafifletmek için başta iş âlemi olmak üzere tüm kesimlerle yakın bir dayanışma içinde olması gerekirken, hemen her kesime karşı kuşkucu, hatta yer yer suçlayıcı ve aşağılayıcı bir tavır içinde. Küresel tehdidin yarattığı risklere karşı şu ortamda IMF ile bir anlaşma yaparak kendisini güvenceye almak Türkiye için akıllı bir tercih gibi görünürken IMF ile anlaşmanın önemini ve gereğini değil sakıncalarını vurguluyor sürekli olarak.
Kritik ekonomik kararları verme yetkisini elinde tutan Sayın Başbakan bu yaklaşımını değiştirmezse Türkiye küresel krizden daha fazla etkilenecek ve yaşayacağımız kriz de “Erdoğan krizi” olarak anılacak.

Düşecek büyük domino Rusya mı?
Küresel finansal krizin çok ciddi bir reel sektör krizine dönüşmeye başladığı ve IMF’nin küresel büyüme tahminlerini yeniden aşağı çektiği ortamda kurbanlar listesine kimlerin ekleneceğini kestirmek çok zor.
Örneğin, bu yılın ilk yarısında, petrol fiyatlarının 150 dolara doğru gittiği ortamda döviz rezervleri 600 milyar dolara yaklaşan Rusya’nın kriz nedeniyle zor duruma düşebileceğini düşünmek pek kolay değildi. Ancak bu şimdi mümkün görünüyor. Borsasında büyük kayıplar yaşayan Rusya’nın döviz rezervi erirken dış borç rakamları da ne kadar büyük bir risk altında olduğunu gösteriyor.
10 Kasım tarihli Newsweek dergisinin haberine göre Rus şirketlerinin borcu 857 milyar doları, Rus bankalarının borcu da 637 milyar doları buluyor. Üstelik petrol fiyatı da 70 doların altında. 1998’den 10 yıl sonra Rusya’ya yeniden dikkatle bakmak gerekiyor.

Master
09-11-2008, 08:38
9 Kasım 2008

Yılmaz ÖZDİL
yozdil@hurriyet.com.tr

10 Kasım


Lastik gibi uzatmayı sevmem...


Ama, yanlarına da bırakamayız.

*

Hálá diyorlar ki:

"Atatürk diktatördü."

Vahdettin neydi peki?

Demokrat Parti Genel Başkanı mı?

*

"Egemenlik kayıtsız şartsız milletindir" diyen diktatörü, dünyanın neresinde gördünüz Allah’ın geri zekálıları?

*

Bak, dinle... 3-4 sene önce...

atv Haber’i yönetirken, Osmanlı soyundan değerli arkadaşım Neslişah Evliyazade’den rica ettim, kırmadı, aracı oldu, Osman Ertuğrul’u canlı yayına çıkardım... Kimdir o? Abdülhamid’in torunu... Saltanat devam etseydi, "Dördüncü Osman" veya "Birinci Ertuğrul" adıyla "padişah" olacaktı.

*

(Bundan sonrasını, şöyle hafif burnunuz tıkanmış gibi, gırtlaktan gelen buğulu bir ses tonuyla okursanız, romantik belgesel tadında olur, tavsiye ederim.)

*

Çıktı, geldi Osman Ertuğrul.

Yanında, zarif eşi, Zeynep Osman.

Oturdular.

Hoş geldin beşgittin filan, "Ne içersiniz" dedik, "Çay" dedi. Ayıptır söylemesi, bu kardeşinizin padişaha çay ısmarlamışlığı vardır yani... Hatta, sohbet uzayınca pek keyiflendi, bir çay daha istedi, "Haber merkezinin bütçesini İngiliz Hazinesi karşılamıyor, kusura bakma" diyemedik, "Padişaha demli bir çay daha getirin" dedik.

Neyse...

Sohbet bitti, haber saati geldi.

*

(Canlı yayına çıkardığımız insan, Abdülhamid’in torunu, haliyle, şehzade Burhanettin Efendi’nin oğlu... Annesi, şehzadeden ayrıldıktan sonra, Atatürk’ün ilk kabinesinde yer alan Maliyeci Cavit Bey’le evlenmiş... Cavit Bey kim? İzmir suikastına adı karıştığı için, idam edilen Cavit Bey... Üvey babası Atatürk’ü ortadan kaldırayım derken, asılmış yani... Üstelik, biraz önce de belirttiğim gibi, Osman Ertuğrul, saltanat devam etseydi bugünkü padişahımız efendimiz olacaktı.)

*

Ne dedi biliyor musunuz?

"Ailemiz için çok kötü oldu ama, Türkiye kazandı... Ben Türk olarak doğdum, Türk olarak öleceğim... Atatürk, Türk halkı için çok iyi bir liderdi. Mustafa Kemal Atatürk olmasaydı, İstanbul olmazdı."

*

Dikkat isterim...

Saltanat devam etseydi, Fatih Sultan Mehmed’in tahtında oturacak olan kişi, dedi ki, "Mustafa Kemal Atatürk olmasaydı, İstanbul olmazdı."

*

İşte böyle...

Esnaf gazeteci olmadığımız için, bunu yayınlamayalım, sponsor bulalım, belgesel yapalım, sonra da yanında çalıştığımız patrona satalım filan demedik...

Beleş yayınladık.

Yarın, 10 Kasım...

E bugün de nostalji yapalım dedik.

buena vista
10-11-2008, 07:46
10 Kasım 2008


tturenc@hurriyet.com.tr


BİZİM Saint Benoit (Sen Benua) Fransız Lisesi’nde 10 Kasım törenlerine büyük bir titizlikle hazırlanılırdı.

Bir 10 Kasım’da toplanmış, törenin başlamasını bekliyorduk. Atatürk’ün gençliğe hitabesini okuyacak arkadaşla yan yana duruyorduk.

Okul yatılı müdürü arkadaşı görür görmez bağırmaya başladı:

"Sen bu gömlekle mi büyük Atatürk’ü anacaksın? Bu gömlekle mi onun gençliğe hitabesini okuyacaksın?"

"Bu gömlekle mi?" diye yeri göğü inleten müdür "Çabuk git, en beyaz gömleğini giy, yoksa senin büyük Atatürk’ü bu kıyafetle anmana izin vermem" dedi.

Siyah-beyaz ekose gömlek giyen arkadaş hemen yatakhaneye koşarak beyaz gömleğini giyip geldi.

* * *

Yıl 1922... İzmir kurtulmuş, düşman Anadolu topraklarından denize dökülmüş ancak henüz cumhuriyet kurulmamıştı.

Gazi Mustafa Kemal İzmir’deydi. Uşakizadeler’in köşkünde kalıyor, o sakin ortamda Türkiye’nin geleceğini kafasında şekillendiriyordu.

Tiyatro oyuncusu Muvahhit Rafet Darülbedayi’den (o dönemdeki Şehir Tiyatrosu) ayrılmış, kurduğu trupla İzmir’e turneye gelmişti. Muvahhit, Bedia Hanım’la evliydi.

Trupta dönemin çok ünlü tiyatrocuları Behzat Butak, Mahmut Moralı, Raşit Rıza ve Şadi vardı.

Muvahhit ve arkadaşları Gazi Mustafa Kemal’i ziyarete gittiler ve ertesi gün Kordon Palas’ta yapılacak galayı onurlandırmasını rica ettiler.

Gazi "trubunuzda kimler var?" diye sordu.

İsimler sayıldı. Kadın oyuncu olarak Şehper ve Anahit adları söylendi. İkisi de Hıristiyandı. Çünkü o yıllarda Müslüman kadınların sahneye çıkması yasaktı.

Gazi’nin yüzü asıldı, "Niçin Türk hanımlara rol vermiyorsunuz?" diye sordu.

Herkes sustu.

Gazi, Bedia Hanım’ın da turpla gelmiş olduğunu öğrendikten sonra Muvahhit Bey’e dönerek "Niçin karınızı sahneye çıkarmıyorsunuz? Ben onu Ateşten Gömlek filminde izledim, çok başarılıydı" dedi.

Sonra "Boşrölü o oynarsa memnuniyetle galaya gelirim" diye ekledi.

Hemen otele dönüldü, hiç tiyatro deneyimi olmayan Bedia Hanım sabaha kadar başrole hazırlandı. Sonradan Bedia Muvahhit olarak ünlenecek olan Bedia Hanım çıktı oynadı ve büyük bir başarı kazandı.

Gazi, oyunu ve Bedia Hanım’ı büyük bir memnuniyetle izledi ve gururla alkışladı.

O gece Türk kadınlarının sahneye çıkma yasağı da kırılmış oldu.

* * *

Çankaya’da sofra kurulmuş, Atatürk’ün verdiği listeye göre çağrılanlar masada yerini almıştı.

Sohbet koyulaştığı bir sırada Atatürk birden konuklarına şunları söyledi:

"Bana ülkeyi içki masasından idare ediyor diye laf edenler olduğunu duyuyorum. Beyler, siz çok iyi biliyor ve görüyorsunuz ki bu sofra sadece içki içilen bir sofra değildir. Burada bütün memleket meseleleri yetkili kişi ve dostlarla masaya yatırılır, enine boyuna görüşülür ve tartışılır, yemek ortamı olduğu için de hepimiz rahatça konuşuruz, zaman mefhumu da pek olmaz. Bu masada ben memleket ve milletimin nabzını tutarım. Ülkemin, milletimin yükselmesi, refaha kavuşması için çareler ararım."

İçerdeki ve dışardaki belli kesimler boşuna çaba harcıyorlar. Atatürk’ü karalamaya çalıştıkça o daha da büyüyor.

Atatürk’ü ölümünün 70. yılında sevgi, saygı ve özlemle anıyoruz.

Tufan TÜRENÇ

Master
16-11-2008, 22:54
Utandım çocuk

Beni anlatan bir film yapmışsın . Kızgınım, utanç içindeyim. Sana değildir kızgınlığım. Filmdeki Mustafa’dan da utanmış değilim. Başaramamışım, bundandır utancım. Komutam altında, bu vatan için kanını akıtan Türk askerlerinden utandım.

"Özgürlük" demiştim, benim karakterimdir.. "Bilim" demiştim, tek yol göstericidir. Sen, "Karanlıktan korkardı" demişsin benim için. Korkardım evet. Bu ulusu boğmak isteyen karanlıklardan çok korktum. Ama insaf be çocuk, korkup da kaçmadım ya. Söküp atmadım mı o karanlığı bu ülkenin üzerinden?

Diktatör demişsin bir de. Hiç okumadın mı çocuk? Nerde benim nesilleri emanet ettiğim öğretmenler? Anlatmadılar mı sana? Başkomutan olarak cepheden cepheye koşarken, ve bütün kararları tek başıma alabilecekken neden bir meclis kurdum ben çocuk? Böyle diktatör olur mu? Ah be çocuğum. Neden, nasıl düşman ettiler seni bana? Baktım aşktan, sevgiden, aileden bahseden güzel şeyler yazmışsın bugüne kadar. Belli ki, Çalışkansın, zekisin. Kara cüppeleri ile milletin ümüğüne çökmüş olan yobazları çok iyi anlarım da çocuk, seni anlayamıyorum. Onlar zaten hiç sevmedi beni. Yüzyıllardır süren iktidarlarını çekip almıştım ellerinden. Sevmeyecekler beni elbette.. peki sen çocuk, sen neden kol kola girdin bu kara kalplilerle?

Dedim ya, sana değil kızgınlığım. Başaramamışım. Anlatamamışım demek ki özgürlüğün kıymetini, bağımsız bir ulusun, onurlu özgür bireyi olmanın ne büyük bir nimet olduğunu. Yazık olmuş, onca vatan evladının kanına, onca ananın göz yaşına.

Veremem ki şimdi hesabı, ne o gencecik bedenlere, ne de o gözü yaşlı analara.

"Bu muydu uğruna bizi ölüme gönderdiğin vatan?" derlerse,

"bu nesiller miydi, ölen evlatlarımızın kanıyla kurduğun ülkeyi emanet ettiğin?" diye sorarlarsa

ne derim ben onlara be çocuk?

Olmadı be çocuk... olmadı.

Taner Yenidoğan


Minik Not : Email gönderen dosta tşk ederim

Ramo
18-11-2008, 21:18
Kendimi hiç iyi hissetmiyorum.

Bir babayı işten “çıkardık” desem diyemiyorum, “attık” hiç diyemiyorum, “işine son verdik” de diyemiyorum.
Dilim hiçbirine varmıyor.

Hiçbir fiili daha az can yakıcı, daha az rencide edici bulmuyorum.

O yüzden bu yazıyı çok, çok zor yazıyorum.

Dünya krizden boğuluyor, insanlar işlerinden oluyor; ama biz “hamdolsun” herşey yolunda diyebiliyoruz ya... inanamıyorum.

Bizim işten çıkarmak zorunda kaldığımız adam bir baba.



Onun da derdi hepimizinki ile aynı; ekmek ve okul parası.



Eşinin kazandığı para ile mümkün değil geçinemezler.



Evleri de kendilerine ait değil.



Sözde şirketimiz kendisine 6 aylık süre tanıdı. İnsanca davranıp tazminatını fazla fazla hazır etti...



İnsaflı davrandı şirket değil mi?



Ne fark eder ki?



Gerçi ben akşamdan sabaha işsiz bırakılanların da hikayesini biliyorum.



5 kuruşsuz sokakta kalan yüksek lisanslı insanların trajedisini de...



Annemin de başına gelmişti zamanında. Kriz mriz de yoktu o zaman. Sırf yönetim değiştiği için, kendi adamlarını getirebilmek için, tek bir haklı neden yokken başarılı bir yönetici olan annemi yılbaşı akşamı apar topar işten çıkarmışlardı.



İki evladını tek başına okutabilmek için çok çalışan, hayatla tek başına savaşan annemizi 31 Aralık’ ta kapıya koymuşlardı keyifleri gereğince...



O yüzden içim almıyor, işsiz kalmak ne demektir biliyorum.



Zaten hiçbirimiz zevkten çalışmıyoruz ki!



Mirasyedi de değiliz.



Çalışmak zorundayız.



Bu profesyonellik canavarına katlanamıyorum.



Ekonomik dünya ile gönül dünyam arasında çok sıkışıyorum.



Çok bunalıyorum.



İşten çıkardığımız baba,



Biz ona artık işteki son günü olduğunu anlatırken, sessizce dinledi bizi.



O süre boyunca odada, patronumun ve adamın gözlerine vuran kalp atışlarının sesinden başka çıt çıkmadı.



Ben sadece yokolmak istedim durdum...



Kalbini kırmamaya çalışıp, konuyu olduğunca kısa tutup canını acıtmamaktı patronumun tek derdi. O da iki çocuk babası eninde sonunda. Yutkunarak konuştu adamla...



Konuşma bitince adamın:



“Üzülmeyin. Bunu da yaşamak varmış. Bunları kaldırabilecek kadar yaşım ve tecrübem var. Elbet bunu da atlatırım...” deyip de kapıdan gözleri dolu; ama başı dimdik çıkışı, beni de patronumu da iyice perişan etti.



İkimiz de sessizce kalakaldık uzunca bir süre.



Konuşamadık.



Bir baba...



İşsiz kaldı işte!



Peki gece evde ne oldu sizce?



Evinin kapısından girdiğinde,



Çocukları “Hoşgeldin!” demek için karşısına dikildiklerinde ne oldu?



Eşinin gözlerine sessizce “Bitti-k” mesajını verdiğinde neler koptu o babanın yüreğinde?



Gidişat hiç iyi değilken,



Ben ne “hamdolsun” diyebiliyorum, ne de insaf ettik.



Hayatta herkesin başına herşey gelebilecekken...



Korkuyorum işte...

Yonca TOKBAŞ/Hürriyet

neron
19-11-2008, 07:22
.

Lizzy
21-11-2008, 16:40
Yüzde 47’nin tarifi

Bana göre...

"Yüzde 47" dediğimiz büyük oy miktarı...

Şu türden bir "sihirli" karışımın eseridir:

Bir ölçek "Kasımpaşalılık / delikanlılık" alınır...

İki ölçek "geçmişte iş başında olanların olayı ellerine yüzlerine bulaştırması" ilave edilir...

Bu ikisi hafifçe çalkalanır...

Ardından...

Üç ölçek "mağduriyet acısı" eklenir...

Ortaya çıkan karışım "AB sosu" ile kısık ateşte 3 yıl pişirilir...

Üstüne bolca "türban / çarşaf tozu" serpiştirilerek...

Servise hazır hale getirilir...

"Kömür yardımı" ise...

Bu enfes yemeğin iştah açıcısıdır...

Yemeğin müziği ise şudur: "Duble yollarla donattık ana yurdu dört baştan."

Ne diyelim? Afiyet olsun...

Ramo
07-12-2008, 21:15
İçinde bulunduğumuz dünya krizi 2007 Haziran sonunda Amerikan yatırım bankası Bear Stearns’e ait bir mortgage fonunun batmasıyla patlak vereli birbuçuk yıl oldu. Bu birbuçuk yıl içinde ekonomik ufku tarihte 1980’lerin, teoride Friedman’ın ötesine geçmeyenlerin (ki bu kategori Batı’da ekonomi hayatında söz sahibi olanların çok büyük çoğunluğunu, bizde ise tamamını kapsamaktadır) hayal bile edemeyecekleri birçok olay meydana geldi. Krizin derinliğini anlamak için yalnızca finans dünyasında olanlara bakmak yeterli. Aşağı yukarı yüz yıldır faaliyette bulunan, 1980’lerden itibaren dünyadaki ele gelir her ülkeye uzanarak çok büyük çaplı finans operasyonları yürüten, Amerikan tarzı finansı Türkiye gibi birçok ülkeye taşıyan Amerika’nın beş büyük yatırım bankasından üçü (Merrill Lynch, Bear Stearns, Lehman Brothers) battı, ikisi ise (Goldman Sachs, Morgan Stanley) resmen mevduat bankası oldu, fiilen can çekişmekte. Bu iflaslarla bir Anglo-Sakson icadı olan ve son 20-25 yılda bütün dünyaya damgasını vuran yatırım bankacılığı kavramı tarihe karıştı. Başka inanması güç bir olay dev Amerikan bankası Citibank’ın önceki hafta batış sinyalleri vererek kendisini Amerikan Hazinesinin kucağına atmasıydı. 1980’lerden itibaren Türkiye dahil dünyanın birçok ülkesinde ABD’nin gücünü Amerikan büyükelçiliklerinden daha büyük bir gururla temsil eden, üzerinde güneşin hiç batmadığı bu finans imparatorluğunun hurdaya çıkmış bir yük gemisi gibi parçalanarak işe yarar kısımlarının satılması kaçınılmaz görünüyor. Daha bir yıl önce kimselerin inamayacağı bu gelişmeler bir devrin sona erdiğinin apaçık işaretleri değil mi?

Haydi bir de reel ekonominin önemli bir göstergesi olarak dünya ticaretine göz atalım. Dünya genelindeki navlun ücretlerinin genel düzeyini gösteren Baltic Dry endeksi Mayıs ayında 11,700’lerdeydi, bugün 700’de. Yanlış okumadınız, son altı ayda deniz nakliyatında ücretler 16’da bire geriledi. Böylece Tuzla tersanelerinde bir türlü önü alınamayan işçi ölümleri sorunu da kökten çözülmüş oldu. Öte yandan dünya deniz nakliyat hacminde bu kadar keskin bir düşüş II. Dünya Savaşından bu yana görülmemişti. Ne var ki şu ana dek gördüğümüz daralma, 2009’da göreceğimizin yanında solda sıfır kalacak.

Bu kadar olağanüstü gelişmeler karşısında hem Batı’da, hem de birçok gelişen ülkede, bu arada normal şartlarda suya sabuna dokunmayan IMF, OECD gibi kuruluşlarda bile krizin nereye kadar gidebileceği, borçlu ülkeleri yüzdürmek için gereken ve şu anda ortada olmayan kaynağın nereden bulunacağı, doların rezerv para olarak nereye kadar gidebileceği, sermaye hareketlerine kısıtlama getirilmesi ihtimali, hatta yeni bir Bretton Woods anlaşmasının olabilirliği gibi konular tartışılıyor. Türkiye ise sanki başka bir gezegendeymiş gibi bütün bu tartışmalardan habersiz görünüyor. Bir yanda koltuk kaygısıyla “Kriz bize teğet geçecek, Türkiye’de resesyon olmaz, en az hasarla atlatacağız” diye mezarlıkta ıslık çalan hükümet... Karşısında ise sabah akşam hükümete “IMF’yle anlaş! IMF’yle anlaş!” diye bağıran TÜSİAD ve dünyadaki krizle ilgili tartışmaları Türk halkından gizlemeyi görev edinmiş, gırtlağına kadar döviz borcuna battığı için gece uykuları kaçan TÜSİAD medyası. Bu kadar geniş kapsamlı bir karartma ve çarpıtma kampanyası karşısında ortalama Türk vatandaşı kendisini bekleyen vahim gelecek hakkında boğazlanacağını bilmeden kasabın elini yalayan kurbanlık koyunun cehaleti ve gafleti içinde. Gerçekten hazin bir tablo.

Şimdi sizinle TÜSİAD’ın ve TÜSİADcı medyanın hayal âleminden gerçekler dünyasına doğru kısa bir gezintiye çıkalım. Bunların kurtatrıcı gördükleri IMF’nin bir ay öncesine değin elindeki toplam kaynak USD 210 mia.dı. Geçen ay IMF’den âcil yardım isteyen beş altı ülkeye dağıtılan paralardan sonra IMF’nin elinde USD 150 mia kaldı. Peki “kurtarılmayı bekleyen” ülkelerin durumu ne? Meselâ Türkiye’nin?

Türkiye’nin toplam dış borcu USD 284 mia. Bunun USD 191 mia.ı özel sektöre ait. ( Bu krizi 2001 krizine benzeterek hesap yapmaya kalkanlar var. Onlar için şu rakamı vereyim: 2001 krizine girerken Türkiye’de özel sektörün dış borcu yalnızca USD 57 mia.dı, yani şimdikinin üçte biri kadardı.) Türkiye’nin USD 284 mia.lık dış borç stokunun USD 52 mia.ı da kısa vadeli, yani bir yıldan önce vadesi geliyor. Bu kısa vadeli borcun USD 48 mia.ı da özel sektöre ait. Ayrıca devletin uzun vadeli dış borçlarından USD 10 mia.lık bölümünün seneye vadei geliyor.

Türkiye’de bir de IMF’nin Türkiye’ye dayattığı örtülü kur çapasının sonucu olan cari açık belâsı var. Şu anda yıllık USD 47 mia.da seyreden cari açık dünya ve Türkiye ekonomisindeki küçülmeye paralel olarak azalacak ama, döviz kuru buralarda kaldıkça kapanması mümkün değil. Kurlar yeterince yükselmediği takdirde cari açık seneye düşse düşse USD 25 mia.a düşer. Bu noktada bazı aşırı iyimser varsayımlarda bulunalım: Meselâ gelecek yıl kısa vadeli borçlarımızın yarısını yenileyebilsek, ayrıca uzun vadeli görünen bazı borçlanmalarda (seküritizasyonlar gibi) hiç sorun olmasa, Türkiye’den hiç sıcak para çıkışı da olmasa... Bu şartlar altında bile Türkiye’nin kurları buralarda tutabilmek için 2009 içinde USD 60 mia civarında bir paraya ihtiyacı var. IMF’nin Türkiye’ye verebileceği para ise taş çatlasın USD 20-25 mia.dır, bunu da muhtemelen iki yıl içinde verir. Tabii bu 2009’un hesabı; bunun 2010’u, 2011’i de var. Kimse bu krizin üç beş ayda atlatılacağını sanmasın.

Bir de “kurtarılmayı bekleyen” ülkelerin geneliyle ilgili bir rakam vereyim: Gelişmekte olan ülkelerin yalnızca kısa vadeli dış borçlarının toplamı USD 1.2 tr. Demek ki IMF’nin bunları, daha doğrusu başta Amerika olmak üzere Batı dünyasının buralardaki paracıklarının tamamını, hatta büyük bölümünü kurtarması mümkün değil. Dolayısıyla Türkiye’de de bu krizin 2001’deki gibi IMF’nin kucağına koşmakla atlatılabileceğini sanan veya uman TÜSİAD çevresi yanlış hesap yapmakta, Yunus Emre’nin ifadesiyle söyleyecek olursak abes yere yelmektedir.

Son beş altı yılda benim gibi Türkiye’den bakarak ve arkasına Friedman şarlatanı yerine Ricardo’dan Keynes’e, Pasinetti’ye uzanan iktisat devlerini alarak konuşanlara değil de, Amerika’ya veya buradaki mutemetlerine kulak vererek gırtlağına kadar dış borca girenler, bilançolarına üç, dört, beş milyar dolarlık döviz borcu yükleyenler bu hatalarının bedelini yok olarak ödeyecekler. Bu saatten sonra onları kimse kurtaramaz. Bu durum karşısında hükümet bu gibi çevrelere kulak vererek boş yere IMF’yi Türkiye’nin başına musallat ederse çok yazık olur. Çünkü IMF’den gelecek para zaten krizin etkilerine kalkan olamayacak, ayrıca 2001’de olduğu gibi IMF verdiği paranın evvelemirde Türkiye’den çıkacak olan yabancı yatırımcıya ödenmesini sağlayacaktır. Böylece Türkiye’ye yanlış hesapla yatırım yapmış olan Amerikan fonlarının zararı Türkiye Cumhuriyetinin dış borcuna dönüşmüş olacak, hepimizin sırtına yüklenecektir. Buna da soygundan başka bir ad verilemez.

İkinci olarak, IMF Türkiye’ye yardım etme kisvesiyle bu soygunu sahneye koyarken muhakkak kamu harcamalarının azaltılmasını, vergilerin arttırılmasını isteyecek, bunun sonucu da Türkiye’deki ekonomik daralmanın ve işsizliğin katmerlenmesi olacaktır. Gerçi 15 Kasımda ABD’de gerçekleştirilen, Türkiye’nin de katıldığı G-20 zirvesinde katılımcı ülkelerin gelecek yıl kamu harcamalarını millî gelirin % 2’si kadar arttırarak küresel durgunlukla mücadele etmeleri kararı alındı. Fakat sakın buna aldanmayın. Eğer Türkiye IMF’nin kucağına düşecek olursa, göreceksiniz ki Türkiye’ye bunun tam tersi dayatılacak, bütçe harcamalarının azaltılması istenecek; çünkü Türk ekonomisini mümkün olan her fırsatta boğmak, küçültmek ve çıkmaza sürüklemek, böylece Türkiye’nin önünü kesmek Batı’nın ve Amerika’nın Türkiye hakkındaki yazılı olmayan kanunlarından biridir. Türkiye’de işbaşında hangi hükümet olursa olsun bu kanun değişmez.

Türkiye IMF ile anlaşsa da, anlaşmasa da küresel krizin Türkiye’ye ödeteceği bedelin çok ağır olacağına şüphe yok. Öte yandan eğer sizin bilançonuzda altından kalkılmayacak bir borç yükü yoksa, rekabet gücünüz ve manevra yeteneğiniz varsa bu krizden yok olmadan çıkma şansınız var. Ancak bu kriz 2001 krizi gibi kısa sürede atlatılacak cinsten değil; krizin seyri boyunca dünya çapında çok büyük değişikliklerin olacağını, dünyanın ekonomik çehresinin kökten değişeceğini göreceksiniz. Dolayısıyla bu kriz sürecinde bugün doğru olan yarın, yarın doğru olan öbür gün doğru olmayacak. Döviz-TL tercihi, çeşitli döviz seçenekleri arasındaki tercihler, nakit kalmanın veya menkul ve gayrimenkul yatırımına yönelmenin ya da üretime yatırım yapmanın zamanlaması... Bütün bu sorular kriz maratonu boyunca hep karşınıza çıkacak, fakat krizin her aşamasında cevapları farklı olacak. Bu sorulara doğru tercihlerle cevap verirseniz krizden büyüyerek çıkmanız da mümkün. Haftalık Ekonomik Yorum Türkiye’de bu soruların farkına varabilen ve bunların cevaplarını araştıran tek kaynaktır.
6 Aralık 2008

KAYNAK
www.selimsomcag.org

hazan
15-12-2008, 16:12
Sn. Ramo bu ilettiginiz anlatinin daha ince detaylisini Sn. Master sunmustu bir ozel bankanin Izmir toplantisinda. Ustelik 4 sene once. Hatta ben bazilarinin olabilirligi konusunda supheliydim. Gelinen bu noktayi daha o zamanlar gorebilen Sn Master'i kutlamak lazim sanirim ekonomiyle ilgili bu ileri goruslulugu nedeniyle.

Gozlemci
19-12-2008, 18:23
Referans Gazetesinden:

Türk bankaları, kasım ve aralık aylarında vadesi dolan sendikasyon kredilerinin değişik oranlarda yenilemeye devam ediyor. Türk Ekonomi Bankası 240 milyon euroyu 245 milyon dolar, Garanti Bankası 700 milyon doları 575 milyon dolar olarak yenilerken, Yapı Kredi Bankası ise vadesi dolar 700 milyon doları yenilemeyerek kapatmıştı. Finansbank ise dün vadesi gelen 900 milyon dolar tutarındaki sendikasyon kredisini, 12 ülkeden 20 bankanın katılımıyla 470 milyon dolar olarak yeniledi. Finansbank'tan dün yapılan açıklamaya göre, ihracatın finansmanında kullanılmak üzere sağlanan kredinin Finansbank'ın kendi koordine ettiği ilk sendikasyon kredisi olma özelliğini taşıdığı kaydedildi. Sendikasyon kredisi, kreditör bankaların tercihine göre 226 milyon euro ve 182.5 milyon dolar olmak üzere iki dilimde alınırken, kredinin maliyeti toplam libor artı yüzde 2 oldu. Kredinin vadesi ise 1 yıl olarak belirlendi.

Yorum:
Kredilerin yenileme orani dustu, maliyeti artti.

buena vista
20-12-2008, 08:57
'Ben Demedim mi?'
Demeye Bayılırım

Önce güncel bir fıkra ile baslayalim;

Cin fikirli, bir lümpen liberal, yolda gezinirken, yerde bir eski yağ lambası bulmuş, eğilmiş, antika parçayı eline almış, üzerindeki tozları temizlemek için ovuşturmaya başlamış, derken içinden yabancı bir cin çıkmış ve bizimkine sormuş:

- Dile benden ne dilersen?

- Özür dilerim, demiş bizim lümpen liberal.

Bu kadar!

***

Gelelim esas konumuza:

Sevgili Okurlarım,

Köşe yazarlarında en çok rastladığım tümcelerden biri şöyle başlar:

“Ben size söylemedim mi, demeyi hiç sevmem, ama...”

Ve sonra, bu “ama”nın ardından, yazı sahibi olacakları önceden haber verdiğini anlatmaya başlar, yani amiyane tabiriyle “kardeşim sana dememiş miydim”i anlatmaya koyulur.

Benim de başıma, söylemesi ayıptır ama çokça gelir bu olay. Zaman zaman gazeteleri okur ya da televizyona bakarken keyifle kahkaha patlatır ve kendi kendime mırıldanırım:

- Ben dememiş miydim?...

Doğrusu pek severim böylesine haklı çıkmayı, ama ne yazık ki, bunu yazılarda pek yapamam. Yapamamamın nedeni, herkesin “böbürleniyor” diyecek olmasından çekinmem değildir de, böyle söyleyince sanki karşımdakinin aptallığını yüzüne vuruyormuşum gibi bir duyguya kapılmamdır. Bu da bana biraz ayıp gibi gelir. Başka bir deyişle severim sevmesine bu duygumu açıklamayı, ama karşımdakine ayıp olur diye çekinirim, yani kısacası “hissimi takrire manidir hicabım”.

***

Son zamanlarda gerek AB cenahından, gerekse bizim AB uzmanları cephesinden büyük düş kırıklığını dile getiren mesajlar iletiliyor kamuoyuna, hepsi de Tayyip Erdoğan önderliğindeki AKP’nin AB’ye üyelik yolundaki politikasında tavsama olduğundan, AKP’nin AB politikasını savsakladığından söz ediyorlar.

Şaşkınlıkları ve düş kırıklıkları karşısında, gerçekten kahkahalar arasında boğulurken,

- Yahu ben size bütün bunları söylememiş miydim? demekten kendimi alamıyorum.

Gerçekten de, Tayyip Erdoğan’ın, görünürde, Türkiye’ye müzakere sürecinin kapısını açan, ama aslında, aynı anda AB kapısını kapayan 17 Aralık 2004 metnini Brüksel’de imzaladığından beri hep aynı noktayı ısrarla altını çizerek, kamuoyunun ve uzman geçinen şaşkınların gözüne sokmaya çalıştık:

- Tayyip Bey’in AB’ye üyelik diye bir kaygısı yok, olsaydı, Türkiye’ye kapıyı kapatan o metni imzalamaz, üyelik yolunu kapayan o koşullar yerine, diğer üyelere uygulanan prosedürü talep ederdi.

Peki, Tayyip Bey’in amacı neydi?

Tayyip Bey’in amacı, üyelikle sonuçlanması şart olmayan bir müzakere süreci almak, bu vesileyle Türkiye’yi AB’ye sokacak lider izlenimi yaratırken, bir yandan da, laik demokratik (yarı demokratik diye de okuyabilirsiniz) rejimi dinci ve demokrasinin yüzde yüz karşıtı bir İslam Cumhuriyeti’ne dönüştürme yolunda dengeleri değiştirirken, AB’nin de bu konuda desteğini sağlamaktı.

***

Yoksa, Türkiye’ye dinci rejimi yerleştirmek isteyen Tayyip Bey, amacının AB üyeliğiyle bağdaşmayıp, çeliştiğini bilmiyor muydu? Elbette ki, biliyordu.

Yoksa cin AB’nin yöneticileri, Tayyip Bey’in asla vazgeçmeyeceği dinci yönetimini aralarına almayacaklarını bilmiyorlar mıydı? Elbette ki biliyorlardı.

Zaten onların da amacı, Türkiye’yi kendi içlerine almadan, ama müzakere sürecinden yararlanarak, istediklerini Ankara’ya kabul ettirmek, (mesela Kıbrıs) bir yandan da, üyelik dışında tutarken Türkiye’yi özel bir statü ile AB çıkarlarına hizmet edecek bir biçimde, birliğe bağlı ve bağımlı hale getirmekti. Alan razı satan razı bir oyun oynanıyor ve kimi uzmanlar da, kemali safiyetle buna inanıyorlardı.

Dört yıldır anlatmaya çalıştığımız gerçek, şimdi kimi AB yöneticileri ile kimi uzmanlarımızın açıklamaları ile bir kez daha kanıtlandı, şimdi saflar şaşkın.

Ben ise keyiften uçuyor ve çok özür dilerim, ama kahkahayla gülerek, soruyorum:

- Yahu bunları ben size daha önce bin kere söylememiş miydim?

asirmen@cumhuriyet.com.tr

20 Aralık 2008 - Cumhuriyet

neron
24-12-2008, 09:35
http://www.hurriyet.com.tr/yazarlar/10633072.asp?yazarid=249&gid=61

24 Aralık 2008

Yılmaz ÖZDİL
yozdil@hurriyet.com.tr

Gozlemci
10-01-2009, 23:15
Önce, bir romancımızın son kitabının 50 bin adet basıldığı yazıldı.
Arkasından kısa sürede 100 binlik bir satışın gerçekleştiği açıklandı.
Derken, çıktığı günden beri ikinci cumhuriyetçi çizgisini korumaya özen gösteren Aktüel dergisi, romancıyı Türkiye'nin "bir numaralı aydını" ilan etti.
Bu romancımızın adı Orhan Pamuk'tu! Ben bu "büyük" (!) yazarımızın bir romanını okumayı denemiştim.
Başladığım şeyi bitirme konusundaki tüm inatçılığıma karşın, bitirememiştim.
Ama "Kara Kitap" basında öylesine övüldü ki, ikinci bir deneye girişmekten kendimi alamadım. Ve o çabamda da, daha yarıya gelmeden havlu atmak durumunda kaldım.
Tahsin Yücel ve Emin Özdemir gibi, çok saydığım isimlerin bu yazarla ilgili oldukça ağır eleştirilerini anımsadım.Ama beğenenlerin de "beğenme hakkı"na saygı duydum.Ta ki... Bir okurum "Kara Kitap"ta gizlenmiş bir bölüme dikkatimi çekinceye kadar...
"Çocukluğunda kız kardeşi ile tarlada karga kovalayan sapık bir padişah" gibi bir anlatım vardı bu bölümde!
Prof. Çetin Yetkin yönetiminde, "Müdafaa-i Hukuk" adlı çok değerli aylık bir dergi çıkıyor. İlginç bir rastlantı olarak, derginin Aralık 1998 sayısında, Prof. Fahir İz'in bir incelemesi yayımlandı:

"O. Pamuk'taki Atatürk Anlayışı..."
Meğer benim artık okumayı denemediğim kitaplarında daha neler varmış!
İşte birkaç örnek: "Sonra kasaba alanına dolanır. Atatürk heykellerine sıçan güvercinleri ayıplar..."
"Atatürk kendini içkiye vermiş meyhane kalabalığına, cumhuriyeti emanet etmiş olmanın güveniyle gülümsüyordu..."
"Atatürk'ün leblebi zevkinin ülkemiz için ne büyük felaket olduğunu..."
"Sonra bir cumhuriyet, Atatürk, damga pulu havasına girdiğimizi hatırlıyoruz..."
Sayın İz, 275 sayfalık bir kitapta, tam sekiz yerde ve "hiç gerekmediği halde" Atatürk'e sataşıldığını saptamış.
Söyle diyor: "Bunlar kitaptan çıkarılsa hiçbir şey değişmez. Yalnız yazarın kimi ruhsal gereksinimleri tatmin edilmemiş olur!"
Kim bilir, belki de Orhan Pamuk'un "en birinci aydın" ilan edilmesinde, bu incelemenin de büyük katkısı olmuştur!
Ben, inandıklarını açıkça savunanlara hep saygı duymuşumdur. O düşüncelere karsı olsam bile!
Ama o yürekliliği gösteremeyip de bunu sinsice yapmaya çalışanlara, oraya buraya "bityeniği" sokuşturanlara, hep tiksinerek bakmışımdır.
Bunu hep zayıf bir kişiliğin, zavallı bir ruh halinin yansıması olarak görmüşümdür.
Oyun maskesiz oynanmalıdır! Çirkinlikleri gizleyen maskelerin indirilmesini de tüm "gerçek aydınlar" görev saymalıdır!
Ve de Pamuk adlı yazarı, isteyen okumalı, isteyen sevmelidir...
Ama ne olduğunu, kim olduğunu bilerek! Maskenin arkasındaki gerçek yüzü görerek!..

A. Taner KIŞLALI

----------------------------------------------------------------------
Orhan Pamuk'un bazi kitaplarini okumus ve sevmis birisi olarak ve de meshur sozunden sonra kitaplarina bes kurus vermeyecegimi ancak bedava biryerlerden bulursam okuyacagimi beyan etmis biri olarak sunlari yazmak istiyorum.
1. Orhan Pamuk'un yazar olarak elestirilmesi meshur sozunden once Tahsin Yucel gibi edebiyat elestirmenleri tarafindan yapilmistir.

2. Orhan Pamuk cok iyi bir pazarlamacidir. Pazarlama yaparken ulkesini kotulemekten cekinmez. Buna kisisel olarak sahidim. Sans eseri, ABD'de ufak bir kentte kendisi ile karsilasmistik. Sehrin en buyuk kitapci dukkaninda yeni kitabini tanitiyordu. Konusmasi da yerel bir radyo istasyonundan yayinlaniyordu. Durup dururken Turkiye'deki insan haklari ihlallerinden falan bahsetmisti. Kitabini pazarlamasi bence en buyuk hakkidir ama uc bes kitap fazla satmak ugruna, durduk yerde ulkesinin adini kotuye cikartmasinin bence aciklanabilir yani yoktur. (Insan haklari olsa bile bunu ABD'de kucuk bir sehirde belirtmenin Turkiye icin ya da insan haklari ihlallerinin onlenmesi icin herhangi bir yarari, bence, yoktur.)

3. "Beni, soykirim yapan bir ulkenin bireyi olarak tanimlayamazlar" cikarimi, bence eksik bilgi ve gozlemlere dayalidir. Kendi gozlemlerim, ABD'de yasamis bircok kisi ile konusmalarim, ABD'deki TV kanallarinda yayinlananlar uzerine soyleyebilirim ki batililar, Turkiye'yi en cok sozde Ermeni soykirimi ile tanimaktadirlar ve bunun dogru oldugunu kabul etmektedirler. Orhan Pamuk'un Nobel almasindan sonra, dunya basininin onde gelen gazete ve internet sitelerinin haberlerinde Orhan Pamuk'un meshur sozude verilmistir. Batililarin hafizalarinda, Turkiye, bir kez daha soykirimci ulke olarak yer etmistir. O haberler sonrasinda, batililarla tartismis ve gerektiginde halen tartisan birisi olarak bunlari soyleyebilirim. Daha da kotusu, bu gelismelerin Turkiye'den tazminat istemeye dogru gittigine goren birisi olarak bunlari soyleyebilirim. (ABD'de sigorta sirketlerinin Ermeni derneklerine milyonlarca odemeyi kabul etmesi hayra alamet degil.)

4. Bircogumuzun, Turkiye'de cok sevdigi ve saydigi Ermeni arkadaslari vardir. Orhan Pamuk'un yalan yanlis sozlerini elestirmek irkcilik degildir.

5. Amacim, yalnizca, kisisel gozlemlerim ve deneyimlerimle olayin vahametini bilmeyenlerle paylasmak. Orhan Pamuk uzerine uzun sure yazi yazacagimi sanmiyorum.

6. Bence, sevgili AnnE ve sevgili Emin kitap yazsalar, kivrak kalemleri (klavyeleri ?) ile Turkiye'de cok satanlar listesine girerler.

Sevgi ve saygilarimla.....

Ramo
18-01-2009, 09:07
Mansur bin Zayid El Nahyan.
Şeyh.

Bizim İETT garajını alıp, sonradan araziye uyan Dubaili’nin damadı.

Manchester City’nin sahibi.

Aile servetleri 50 milyar dolarcık.

*

"Arkadaş, bende bok gibi para var, kimi alayım?" demiş...

"Kaka"yı al demişler!

150 milyon Euro veriyor.

*

Böyle bunlar...

En zengin 100 İsrailli’yi seç.

Yanına en zengin 100 Arap’ı yaz.

Araplar, İsraillileri satın alır.

*

Ama, işin orasında değilim...

*

Önceki gün Star Haber’de, bir Filistinli’yle evli olan ve Gazze’de mahsur kalan dört çocuk annesi Türk, Kevser Hanım’la telefon bağlantısı yaptık.

"Kalp hastası bebeğim ölmek üzere, sütümüz bitti, mama yok, elektrik yok, pencereden dışarı bakamıyoruz, sokaklar ceset dolu, Türkiye’deki ailem arıyor, Kudüs’teki konsolosluk arıyor, çıkın oradan diyorlar, çıkalım da nasıl çıkalım, nereden çıkalım" dedi.

*

Hayır...

"Müslümanlık mevzuunda mangalda kül bırakmayan Arap, bir futbolcuya 150 milyon Euro vereceğine, niye oradaki bebelere süt göndermiyor" demeyeceğim.

İşin orasında da değilim...

*

2 bin Türk var Gazze’de.

2 bin Türk.

Biri Kevser’in bebeği.

TC vatandaşı.

*

Ağlıyorsun, tribünlere oynuyorsun ama, TBMM’yi toplayıp İsrail’i "resmen kınama"ya maçan yetmiyor...

Tel Aviv’deki büyükelçimizi geri çağırmaya da korkuyorsun, cıs...

Anladık.

Çıkarsana kardeşim oradan vatandaşlarımızı... Yaralı Filistinlileri getirip hastanede poz vermeyi biliyorsun da, kendi vatandaşlarımızı niye getirmiyorsun? Perşembenin gelişi çarşambadan belli değil miydi? İşgal başlamadan önce yılbaşı gecesi şov yapıp Arabistan’a filan gideceğine, çekip alsaydın ya vatandaşlarımızı... Üstelik, çok geç değil henüz, yağamasan bile, gürlesene... "Bir Türk’ün kılına zarar gelirse, ilişkimi keserim" desene...
Yılmaz Özdil/Hürriyet

Master
22-01-2009, 15:52
Korku İmparatorluğu!..

Bu notlarım çok ama çok ciddi..
Herhangi bir şey iddia etmeden, sadece düşünmenizi istiyorum. Bazen düşünmeye başlamak, her şeyin başlangıcı olur çünkü..
Bu yüzden Ergenekon Çeşitlemeleri başlığından ayırdım, ayrı koydum ki, herkes okusun, herkes düşünsün..

Türkiye Cumhuriyeti Onursal Başsavcısı Sabih Kanadoğlu'nu teknik dinlemeye alan yargı kararı internette var. Açıp bakabilirsiniz.
Yargı, Ergenekon için "Terör Örgütü" demiyor. Ya ne diyor?.
"Emniyet Genel Müdürlüğünün nitelemesine göre Terör Örgütü Ergenekon.."
Yani..
Ergenekon'u "Terör Örgütü" ilan eden Yargı değil.. Emniyet Genel Müdürlüğü..
Kim yapmış bu nitelemeyi peki..

"Emniyet Genel Müdürlüğü İstihbarat Daire Başkanı Ramazan Akyürek.." Peki Ergenekon'a "Terör Örgütü" diyen Ramazan Akyürek kim?.

Trabzon Emniyet Müdürü iken içinde çocukların da olduğu McDonalds'ı bombalayan Yasin Hayal'in suçunun terörle ilgili olmadığına karar veren ve onu bu suçla mahkemeye sevketmeyen Polis Şefi..

Ramazan Akyürek o zaman görevini yapsa ve Yasin Hayal ve çetesinin peşine ciddi ciddi düşseydi bugün Hrant Dink belki de hayatta olacaktı.

Çocukların üzerine bomba atan gerçek adamın terörle ilgisi yok, ama daha ne olduğunu kimsenin bilmediği, adı bile rastgele konmuş hayali Ergenekon, terör örgütü, Akyürek'e göre..
Dahası.. Ramazan Akyürek'in Trabzon fiyaskosuna rağmen Emniyette yükselmesi, hem de bu müthiş istihbarat skandalına imza atan adamın alay eder gibi "Genel Müdürlük İstihbarat Daire Başkanlığına getirilmesi" açık olan karısının ani bir kararla kapanması ve çarşafa bürünmesiyle başlıyor, bir tesadüf..

Dahası..

Su Yayınlarından çıkan Fethullah'ın Copları diye bir kitap var. Yazarı Zübeyir Kındıra.. Eski polis, yeni gazeteci.. Orada da adı geçiyor Akyürek'in..
Bu kitabı buldurun.. Okuyun.. Daha sonra da Emniyet Genel Müdürlüğüne sorun..

Bugün bu ülkede görevli Emniyet Müdürü sayısı kaçtır?. Bunların kaçı Polis Akademisi mezunudur, kaçı Din Kökenli okullardan gelmiştir?.

Minik Yorum : hmmmm

Ramo
23-01-2009, 19:22
'Ekonomik Tetikçi'den çarpıcı açıklamalar

Levent ULUÇER, (DHA)--------------------------------------------------------------------------------

ABD'Lİ yazar John Perkins, `Bir Ekonomik Tetikçinin İtirafları' adlı kitabını yayınlatmakta güçlük çektiğini anlattı.

Yazar Perkins, 1 ve 2 bölüm olarak yayınladığı kitabını, ABD'de 24 yayınevinin yayımlamaya korktuğu, her seferinde tehditlerle vazgeçirildiğini söyledi. Ülkemizde de 2005 yılında yayınlanan kitapta çıkar çevrelerinin özellikle geri kalmış ülkeleri nasıl soyduklarına dair çarpıcı açıklamalara yer verilmişti. 1980'lere kadar üçüncü dünya ülkelerinde yaşanan kalkınma hırsının uluslararası para çeteleri tarafından nasıl kullanıldığını örneklerini anlatılmıştı. Perkins bir dönem bu uluslararası ağda üst düzey ekonomist olarak çalışmış ve vicdanına yenik düşerek istifa edip bu kitabı kaleme almıştı.

Venezuela'nın sivri dilli ABD karşıtı Başkanı Hugo Chavez de bu kitaptan söz ederek, bu kişilerin kendisiyle de ilişkiye geçtiğini söylemişti. Chavez, ülke üzerinde gözetleme uçuşları yapılmasını ve ABD danışmanlarının varlığını kabul etmesi halinde kimi fonların kullanımına açılacağının kendisine teklif edildiğini açıklamıştı. Bu teklifleri reddetmesine rağmen ekonomik tetikçilerin vazgeçmediğini, zayıf devlet memurları, parlamento üyeleri, hatta kendi çevresindeki ordu mensuplarına baskı yapmaya çalıştığını dile getirmişti.

John Perkins, video görüntülerinde şunları söylüyor:

"Biz ekonomik tetikçiler, küresel imparatorluğun yaratılmasında gerçekten sorumlu olanlarız ve birçok farklı şekilde çalışırız. Belki de en sık kullanılanı, öncelikle şirketlerimize uygun kaynakları olan ülkeleri bulur ve gözümüzü üstlerine dikeriz, petrol gibi. Ardından Dünya Bankası veya onun kardeşi başka organizasyondan o ülkeye büyük kredi ayarlarız. Fakat para asla gerçekte o ülkeye girmez. O ülke yerine o ülkede projeler yapan kendi şirketlerimize gider. Enerji santralleri, sanayi alanları, limanlar... Bizim şirketlere ilaveten, o ülkedeki birkaç zengin insanın kar sağlayacağı şeyler. Bunlar toplumun çoğunluğuna yaramaz. Yine de o insanlar, yani bütün bu ülke borcun altına sokulur. Bu borç ödemeyecekleri kadar büyüktür ve bu da planın bir parçasıdır, geri ödeyemezler. Ardından biz ekonomik tetikçiler gidip onlara deriz: 'Dinleyin, bize bir sürü borcunuz var. Borcu ödeyemiyorsunuz. O zaman petrolünüzü petrol şirketlerimiz için oldukça ucuza satın. Ülkenizde askeri üs kurmamıza izin verin veya askerlerimizi desteklemek için dünyanın bir yerine asker gönderin -Irak gibi- veya bir dahaki BM seçimlerinde bize oy verin.' Elektrik şirketlerini özelleştiririz. Sularını ve kanalizasyon sistemlerini özelleştiririz ve ABD şirketleri veya diğer çok uluslu şirketlere satarız. Bu mantar gibi biten bir şey ve çok tipik. IMF ve Dünya Bankası bu şekilde çalışır. Ülkeyi borca sokarlar ve bu öyle büyük bir borçtur ki ödenemez. Koşullara bağlı veya iyi yönetim talep edersiniz. Alında bu onların kaynaklarını satmalarını sağlar. Buna sosyal hizmetleri, teknik şirketleri, bazen eğitim sistemleri de dahildir. Adli sistemlerini, sigorta sistemlerini yabancı şirketlere satarız. Bu ikili-üçlü-dörtlü bir darbedir."

Vatan

Minik Yorum: Bizde biliyoruz böyle olduğunu.Benim büyüklerim de size ortak.

dentist
30-01-2009, 09:42
639

dentist
02-02-2009, 09:49
640

buena vista
02-02-2009, 19:31
İlhan Selçuk


RTE sonunda Atatürk'ü andı...

Ama nasıl?..

Başbakan dedi ki:

“- 18 Mart 1915. Dünya Türkiye’nin karşısında. Çanakkale’de bizi yok etmek için saldırıda... Türkiye’ye saldıranların gücü belliydi. Bütün bu olanlar karşısında Atatürk, Mehmetçiğe bir şey söylüyor. ‘Ben size ölmeyi emrediyorum’ diyor. Bir taraftan bu mücadelelerin içinden gelen bir milletin torunu olacaksın, bir taraftan da şu ne der, bu ne der diye düşüneceksin. Onurumuzla kimseyi oynatmayacağız...”

Helal vallahi...

*

RTE ‘Atatürk’ diyor...

Ancak unutmasın ki Atatürk her durumda, düşmanıyla bile konuşurken öfkesine teslim olup RTE’nin durumuna düşmemiştir...

Gazi, olağanüstü serinkanlı bir devlet adamıydı; yenilgiye uğrattığı Yunan komutanına karşı bile nazikti...

Öfke, devlet adamına yakışmaz...

*

Recep Tayyip Arap dünyasının uç noktalarında el üstünde tutuluyor, Gazze’de RTE için miting yapılıyor...

Mitingde slogan ne?

“- Erdoğan ve Abdülhamit...”

Erdoğan Türkiye’de Atatürk diyor...

Arap Gazze’de Abdülhamit diyor...

Haydi hayırlısı...

*

RTE’yi iktidara oturtan ABD’nin Bush’u, Yahudi lobisiyle birlikte bu işi tezgâhlamıştı...

RTE de bu siyasetin pek meşhur BOP’unun “eşbaşkanı” olduğunu bizzat ilan etmişti...

Ne dersiniz?..

Recep Tayyip içerde iktidarını pekiştirdikten sonra İsrail ve de Amerika’ya kafa tutarak Ortadoğu’da yeni bir role soyunabilir mi?..

Görelim...

*

Bu işin gerçek formülü öfkeli RTE’nin Davos depreminden sonra dile getirdiği şu sözlerinde..

Erdoğan dedi ki:

“- Bizim dışişleri anlayışımız, diklenmeden dik durmak üzerine kurulu...”

RTE Davos’ta ne yaptı?..

Diklendi...

Bakalım, şimdi dik durabilecek mi?..

Dik durabilirse helal...

Ama, iş Davos’taki öfke gösterisiyle kalırsa Erdoğan karnaval kahramanı gibi foslayacaktır...

*

RTE, Amerikan ordusunu Anadolu üzerinden Irak’a geçirmek üzerine pazarlıkla iktidarlaştı, 1 milyonu aşkın Iraklı öldürülürken sesini çıkarmadı, Kuzey Irak’ta Türk askerinin başına çuval geçirilirken pıstı, Davos’ta terör örgütü Hamas’ı savunurken Peres’e diklenerek kahramanlaştı...

Ucuz bir öykü değil mi?..

*

Yine de RTE’yi tarihsel kapsamda damgalayacak gerçek yargı bundan sonraki tutumuyla belirginleşecek...

Şimdilik diyeceğimiz şu: RTE Atatürk’ü anmaya henüz layık değildir; Gazi Mustafa Kemal’e yakışması için, Erdoğan’ın “diklenmeden dik durması” ve gerçekten bağımsız bir Türkiye’nin savunmasına talip olması gerek...

2 Şubat 2009 - Cumhuriyet

Master
18-02-2009, 06:09
Eser-semer...


Dünya büyüme rekoru kırdık.

Büyümede Çin’i geçtik.


OECD ve Birleşmiş Milletler’in ortak raporuna göre, Türk tarımı, büyüme rekorları kıracak, ABD ve Çin’le yarışacak, Hindistan’ı geçecek.

İhracatta rekor kırdık.

Özel sektör yatırım rekoru kırdı.

Otomotiv Avrupa rekoru kırdı.

Mağazacılık Avrupa rekoru kırdı.

Havacılık Avrupa’yı ikiye katladı.

Türkiye’nin yıldızı parlıyor.

Yabancı sermaye rekoru kırıldı.

IMF, Türkiye’yi örnek gösterdi.

Dünya bize hayran...

Japonya Ankara Büyükelçisi’nin de katıldığı toplantıda konuşan Japonya Sanayi Odası Başkanı, "Türkiye’nin gerçekleştirdiği büyümeyi biz Japonlar hayal bile edemeyiz, size müthiş hayranlık duyuyoruz" dedi.

Ekonomik istikrar perçinlendi.

Milli gelirde Cumhuriyet rekoru kırıldı...

Milli gelir artışında dünya rekoru kırıldı.

Hiç bu kadar zengin olmamıştık.

İşsizlik azaldı.

*

Hatırladınız bu başlıkları di mi?

*

Başbakan dün doğru söyledi...

Eşek ölür, kalır eseri!



NOT:

Hani Başbakan, "Ziya Paşa’nın güzel bir lafı var, eşek ölür kalır eseri" deyip de, sonra "Pardon, pardon, eşek ölür kalır semeri, insan ölür kalır eseri" diye düzeltti ya... Aslında düzelttiği filan yok. O laf, Ziya Paşa’nın değil. Mehmet Akif Ersoy’un!

neron
19-02-2009, 07:57
19 Şubat 2009

Yılmaz ÖZDİL
yozdil@hurriyet.com.tr


http://www.hurriyet.com.tr/yazarlar/11034156.asp?yazarid=249&gid=61

Master
20-02-2009, 03:29
Hey Koca Gazanfer!..

"Tiyatro'ya adanmış bir hayat" deniyorsa, işte budur.. Dünyada hiçbir hayat, tiyatroya bu kadar karşılıksız adanmamıştır.
Gazanfer Özcan borçla öldü bilir misiniz?.. Hem de devlete.. Yani ölsen de kurtulamazsın.. Vârisleri için en akıllı şey, mirası reddetmek olacaktır. Maddi olanı tabii.. Manevisini ömürler, hatta kuşaklar boyu taşıyacaklar..
Çünkü İstanbul'un bir yerine, Gazanfer Özcan'ın heykelini dikecekler mutlak.. Şişli mi, Beşiktaş mı?. Yoksa yeni yapılan Muhsin Ertuğrul Tiyatrosu'nun önü mü, bilemem. Ama dikecekler..
Tiyatro için yaşadı, tiyatro için öldü..
Bilir misiniz, Avrupa Yakası'nda tiyatrosunun perdesini açık tutabilmek için oynardı, tüm sağlıksızlığına rağmen..
Tiyatronun geliri ne ki ülkemizde.. Hele de çalışanların paralarını verebilmek öncelik olunca, vergiler gecikti, gecikince katlandı ve Gazanfer'in ödeme gücünün çok üstüne çıktı. Uğraş, didin takside bağlattı. Avrupa Yakası işte bu taksitleri ödüyor, tiyatrosuna haciz gelmesini önlüyordu.
Biz dostları iki elimizle bir uçkurumuzu toplayamadık ve Gazanfer'in, bu tiyatro anıtının borçlarını tümden kapatacak, ona rahat nefes aldıracak bir organizasyonu yapamadık.
Yaşadığı yoğun stres, aşırı yorgunluk ve kafasını yastığa koyunca uyumasını önleyen çözümsüz düşünceler mi yaklaştırdı ölümü ona hızla acaba..
Ama gitti..
Dostumdu, arkadaşımdı.. Önce tanıdım.. Bayıldım.. Tiryakisi oldum.. Ahmet'le (Kışlalı), Gazanfer'e gelirdik Ankara'dan.. İzlemeye.. Sonra tanıştık. Daha çok sevdim..
Oyunu izlerdim. Müthiş bir keyifle.. Ama asıl keyfim bitince başlardı. Kulise geçerdim hemen.. Odasında nefes nefese aynanın önünde otururdu, kendi yaptığı makyajını temizleyerek.. Sohbete dalardık.. Gazanfer'le hele de tiyatro sohbetine doyulmazdı.. Kan ter içinde olurdu.. Dinlenmesi gerekirdi, görürdüm..
Ama ne o beni bırakırdı, ne benim aklımdan gitmek gelirdi.. Öylesine sevişirdik..
Yani bir dost daha gitti..
Daha..
Son zamanlarda giden gidene.. Orhan Duru gitti.. Öncü'den beri arkadaşım.. Bir başka tiyatro adamı.. "Durdurun Dünyayı İnecek Var"ı çevirmemiş,yeniden yazmıştı adeta..
Dün oyuncu Mehmet Ulay'a rastladım.. "Önder'i kaybettik" dedi.. Onun ağabeyi, benim komutanım, ama aslında hem de ne yürekten dostum..
Muhabere Okulunda teğmenlik yaparken bölük komutanımdı. Muhteşem adamdı.. Herkes nasıl severdi. Biz teğmenler adeta tapardık. Öyle bir yürekti. Erken ayrıldı Ordu'dan.. TRT'ye girdi.. Ankara Televizyonuna Müdürlük yaptı. Ben o sırada İstanbul'a taşınmıştım..
Neriman Altındağ gitti.. Onunla hiç tanışmadık, ama aile dostumuzdu adeta..
Bandırma'da hele de kış gecelerinde sobanın başında toplandığımızda, hele radyoda türküler varsa, Anadolu'nun sesi türküler..
Bedri Rahmi'nin,
"Şairim
Zifiri karanlıkta gelse şiirin hası
Ayak seslerinden tanırım
Ne zaman bir köy türküsü duysam
Şairliğimden utanırım" dediği türküler..
"Ah bu türküler, köy türküleri
Ne düzeni belli, ne yazanı
Altlarında imza yok ama
İçlerinde yürek var
Cennet misali sevişen
Cehennemler gibi dövüşen
Bir çocuk gibi gülüp
Mağaralar gibi inleyen
Nasıl unutur nasıl
Ömründe bir kez olsun
Halk türküsü dinleyen..."
diye anlattığı türküler.. Bugünkü kadınsı sesle söylenen ne idüğü belirsiz arabesk rezillikler değil.. Anadolusu, Trakyası, Kafkasyası ile bu halkın öz türküleri başladı mı coşardık..
Neriman söylüyorsa hele..
Arkasından ağlayanların en genci benim yaşımdadır. Benden sonraki kuşaklar bu türküleri dinlemeyi unuttu çünkü..
Neriman da gitti.. Türkülerle birlikte..


http://www.sabah.com.tr/uluc.html

buena vista
09-03-2009, 07:37
Becerebilen, hakkını veren, taşı gediğine koymasını bilen, kelimelerle oynayabilir. Politikacılar, gazete yazarları, toplum önderleri, bilim adamları, halk filozofları, şairler, mizah üretenler “kelimeleri” eğerler, bükerler, değiştirirler.

Lafı oturturlar.

Hakkını verene helal olsun.

Ben de yaparım; hortumdan “hortumlama”, dişliden “arsa dişleme” çalıktan, “devlet bankasını çalıklama” çıkartırım. Halk beğenirse tutar. Kullanmaya başlar.

Bir din büyüğü sayılan ve polise, orduya, milli eğitime, sağlığa, yargıya, basına, siyasi partilere, derin devlete, nurculuğa ve Amerika Birleşik Devletleri’ne, Orta Asya’ya, Afrika’ya sızmış hatırı sayılır okumuş, iyi eğitimli, paralı ve zengin bir cemaat yaratabilmeyi başarmış Fethullah Gülen Hocaefendi de geçen hafta “kelimeden kavram türetme” girişiminde bulundu. GATA’dan “Gata’kulli” mizahi anlatımını çıkardı. Ve bu şahane buluşunu da Amerika’da Pensilvanya’da her gün 30-40 ziyaretçisinin geldiği orman içinde lüks villasında “inzivaya çekilmiş” haldeyken(!) Türkiye’den davet edip yedirip içirdiği gazetecilere açıkladı.

Hocam!

Helal olsun!

Lafı iyi bulmuşsun!


***


GATA’dan “Gata’kulli” türetilirse Fethullah’tan da “Feto’kulli” üretilebilir ve “Fetokulli” kelimesi tutar. Güzel dilimiz zenginleşir.

Gatakulli!

Fetokulli!

Seç seç kullan.

Fethullah Hocaefendi’nin bütün hayatı incelendiğinde sürekli olarak “Feto”dan “kulli”ye paralel geçişlerle dolu olduğu görülür. Kendisi Edirne’de sıradan bir müezzinken İzmir Bornova’ya vaiz olarak atanıp “paralel geçiş” yaptırılınca “Fetokullileşme” de ana rahmine düştü. Bilen bilir; o yıllarda İslamcı hareket parsellenmiş; okumuşları kucaklayan “Milli Mücadeleciler,” esnafları kucaklayan “Erbakan’ın Refah hareketi,” “ya sev ya terk etçilerin” vurucu gücü ülkücüler üç koldan giderken ve çok güçlü bir “nurculuk hareketi” de dipten derinden “milli cephe hükümetleri kurabilecek” halk destekleri de bulurlarken bunları bölüp gücünü azaltacak bir nefesi keskin hocaya ihtiyaç büyümüştü.

Fetokulli kaçınılmazdı.

***

Fetokulli desteklendi.

Gözetildi, teşvik edildi.

Gerektiğinde paralel geçişler her zaman yapıldı. Türkiye’de kalırsa bugün Ergenekon’dan tutuklanıp sorgu altına alınan ve içeri atılan generallere yapılanlar; kafaları bastırılıp polis otosuna sokmalar, sabahın şafağında evinden almalar, iddianame hazırlamadan bir yıl hapiste tutmalar, gizli olan hazırlık soruşturmasını gazetecilere sızdırıp itibar zedelemeler ve belden aşağı vurmalar Fethullah Hoca’ya da yapılabileceği için ABD’ye paralel geçişine izin verildi. Bazen yoğun bakımda serum şişesiyle yaşamaya çalışıyor diye haberler de uçurularak ve Hocaefendi’den de “vatan hasreti çekiyorum” demeçleri alınarak “Fetokullinin şahı” yapıldı.

Hocaefendi ölüyor dendi.

Hoca turp gibi çıktı.

Amerika’dan iç siyaset demeçleri yağdırıyor, “beraat ettim ama Türkiye’ye dönersem iktidarı sıkıntıya sokarım” diyerek Başbakan Tayyip Erdoğan’a mavi boncuklar gönderiyor. Villalarda ağırladıklarıyla 40 konuklu sohbetler yapıyor. Kendisini ziyarete götürülen gazetecilere de “Hoca inzivaya çekilmişti... Zikir halindeydi” diye yazdırılıyor.

Villada 40 konuklu inziva!

Siyaset sohbetli zikir!

Başbakan’a mavi boncuk.

ABD’ye yüksek hoşgörü.

Emekli generallere çamur!

Tam Fetokulli!

Hocaefendi, bana kızma!

Sen hak ettin.

ndogru@gazetevatan.com

Master
10-03-2009, 06:12
http://www.korsanhaber.com/haber/43759/Sansrn_bylesi_grlmedi

Minik Söylem : Hepimiz Darwin iz;)

neron
11-03-2009, 07:52
http://www.hurriyet.com.tr/yazarlar/11181952.asp?yazarid=249&gid=61

Yılmaz Özdil

Master
13-03-2009, 06:00
Yılmaz Özdil
yozdil@hurriyet.com.tr



Darbe yoksa kriz de yoktur


Demirel sordu...

"28 Şubat’ın neresi darbe?"


*

Sonra da...

Kendi sordu.

Kendi cevapladı.

*

"29 Şubat’ta

hükümet var mı?

Var.

29 Şubat’ta

parlamento var mı?

Var.

29 Şubat’ta

anayasa var mı?

Var.

29 Şubat’ta

herkes yerinde mi?

Yerinde.

E bunun neresi darbe?"

*

250 tane filan makale yazıldı bunun üzerine... Kimi "darbe" dedi, kimi "Demirel haklı" dedi... Açık oturumlar falan yapıldı, koca koca adamlar büyük büyük laflarla tartıştı.

*

Halbuki...

1997 Şubatı’nda 29 yok!

O şubat 28 çekti.

*

Zor iştir hafızasızlık...

Türkiye’yi hep böyle yediler.

*

Dün mesela, Başbakan sordu...

"Batan bankamız var mı?"

Sonra da kendi cevapladı...

"Yok!

E bunun neresi kriz?"

*

Halbuki soru şudur...

Bizim bankamız var mı?

*

Yunan bankamız var.

İsrail bankamız var.

Suudi bankamız var.

Kuveyt bankamız var.

Belçika bankamız var.

Hollanda bankamız var.

İngiliz bankamız var.

Kazak bankamız var.

Lüksemburg bankamız var.

Fransız bankamız var.

İkisine Amerikalı ortak.

Birine İtalyan ortak.

*

Kim sattı bunları?

Ziraat, Halk, Vakıflar’ı

Alman’a ve İspanyol’a

satmaya çalışanlar!

*

Elde avuçta bi tek, Mustafa Kemal’in kurduğu İş Bankası kaldı... Yoksa Başbakan, kriz olmadığına milleti inandırmak için "CHP’nin ortak olduğu" bankayı mı şahit gösteriyor?

Master
14-03-2009, 19:31
Önce neler söylemişti Bülent Arınç , onu hatırlayalım:

"Türkiye'nin bölünmez bütünlüğünü kimler dinamitlemiş, siyasi suikastların arkasında ne varmış, Türkiye'yi karıştıran güçler neyi hesaplamış ve AK Parti iktidarı bütün bunlara karşı nasıl dimdik ayakta kalmış bunu görüyoruz. Emekli orgenerallerin ses kayıtları var. Aman Allah'ım neler konuşmuşlar, neler söylemişler. Allah'a çok şükrediyorum ki Türkiye bunların zamanında bir savaşa falan girmemiş yoksa bunların savaşacak halleri yok. Askerlikten başka her şeyi yapmışlar. Çünkü siyasetle uğraşmışlar, darbelerle uğraşmışlar; memlekette kendi kafalarına göre uygun buldukları işleri yapmak için maalesef yasa dışı güçlerle bile iş yapmaktan çekinmemişler…"

Bunu düşünen, söyleyen sadece Bülent Arınç değil…

Ülkede yaşayan çok kişi böyle düşünüyor, böyle söylüyor…

Bu düşünceler kimilerinin hoşuna gitmeyebilir…

Bülent Arınç eski TBMM Başkanı'dır, daha dikkatli ve seçiçi konuşsa iyi olur denebilir.

Ama doğru ve hakkaniyetli olmaz bu.

Böyle durumlarda yapılması gereken susmak değildir, tersine konuşmaya yol açan durumu ortadan kaldırmak, özellikle bunun için konuşmaktır.

Nitekim Arınç'ın yukarıdaki sözleri sarfetmesi bir sorun yaratmadı, gazetelerde manşet de olmadı, doğal, hatta sıradan sözlerdi bunlar…

Ama bu sözlere karşı Genelkurmay Başkanlığı brifinginden gelen yanıt tersi bir durum yarattı.

Şöyle diyordu Genelkurmay Başkanlığı İletişim Daire Başkanı Tuğgeneral Metin Gürak:

"Eğer gerçekten bu sözler söylenmiş ise söz konusu kişinin Türk Silahlı Kuvvetleri ve Türk Silahlı Kuvvetleri personeline ilişkin düşünce ve görüşleri çok iyi bilinmektedir…"

Devam ediyordu:

"Aslında bu tip kişilerin ön yargılı, saptırıcı düşünce ve ifadeleri üzerinde fazla durulmasına da gerek yok. Çünkü bu tip konuşmalar hiçbir zaman doğruları değiştirmez. Ancak bu konuşmalarda önemli bir husus var, o da Hukuk Fakültesi mezunu bir kişinin yargı kararı olmadan hiçbir kimseyi suçlamaya, dolaylı olarak da bir kurumu hedef almaya hakkı ve yetkisi olmadığını hala anlayamamış olmasıdır."

Genelkurmay Başkanlığı'nın içinde bulunduğu sıkıntı anlaşılabilir.

Ama dozu kaçan, rasyonel olmayan çıkışlar yapıyor Genelkurmay…

TBMM eski başkanına yönelen, "bu tip kişiler", "bu kişinin TSK'ya ilişkin düşüncelerini çok iyi bilmekteyiz" ifadeleri, bu kurumun siyasete bakışı hakkında toplumun verdiği siyasi ve vicdani hükmü doğruluyor…

Tutuklu ve sanık general ve subayları TSK'yla, kurumla özdeşletirecek cümleler kuruyor, Genelkurmay Başkanlığı sözcüsü…

Generallerle ilgili iddianamede yer alan suçlamalar için, dolaylı olarak "ön yargılı, saptırıcı düşünce ve ifadeleri" hükmünü veriyor…

Ergenekon davası, sözcüsünün savunduğu generalleri mahkum ederse, ne diyecek ordu?

Hem darbe teşebbüsleri olacak, ordunun silahları sağda solda depolanacak, kimi eylemlerde kullanılacak, hemde insanlar susacak…

Bu olabilir mi, demokratik bir düzende?

Kemikler bulunuyor kuyularda, silah tarlaları ortaya çıkıyor, emekli generaller, kuvvet komutanları, muazzaf subaylar yargılanıyor, haklarında tutuklanmayı gerektirecek kadar ciddi deliller ortaya çıkıyor…

Bunlar oyun değil…

Genelkurmay'ın yapması gereken, bunlara bir açıklama getirmesidir…

Özden Örnek'in günlüklerini örtbas etmek yerine araştırması, 2003-2004 yıllarında neler olduğunu sorgulaması, "karargah evleri"yle ilgili Genelkurmay Başkanı'nın bir basın toplantısı yapmasıdır…

Budur askerden beklenen…


Ali Bayramoğlu


http://www.samanyoluhaber.com/yazar-141709.html

+++++++++
Kimsenin emir eri değilim


Genelkurmay İletişim Daire Başkanı Tuğgeneral Metin Gürak, sözlerine eski TBMM Başkanı Bülent Arınç’tan jet hızıyla yanıt geldi.

Arınç, "Ben kimsenin emir eri değilim" dedi. Arınç şunları söyledi: "Ben de ajanslardan okudum; Sayın Paşa şunu söylüyor. Benim düşüncelerim biliniyormuş, ben hukuku bilmiyormuşum ve ben orduyu yıpratıyormuşum. Sayın Paşa yanlış bir açıklama yaptı. Bu sözler benim muhatabım olamaz. Ben bana sorulan birçok soruya muhatap olmama rağmen cevap vermedim.

Ben de asker çocuğuyum

Haksız suçlamayı kesinlikle kabul etmiyorum. Ben nerede ne konuşulmasını bilen biriyim. Ben bir asker çocuğuyum. Ben asla TSK’yı yıpratmam. Orduyu sevmek kimsenin tekelinde değildir. Bu açıklamanın hukukla ne ilgisi var anlamadım. Ben hukuk okudum ve avukatlık yaptım. Ben hukuku günlük çıkarlar için satmam, ben birilerine benzemem. Ben 27 Mayıs’ı protesto ederek Meclis’e girmiş ve şimdi darbe şakşakçılığı yapan birileri de değilim. Ben kimsenin emir eri değilim. Dolayısıyla bana kimse hukuku öğretmeye çalışmasın."

http://www.hurriyet.com.tr/gundem/11207255.asp?gid=233&srid=4079&oid=4&l=1

+++++++++

Bülent Arınç: "İstiklal Marşı'nı her yerde okumakla milli hassasiyetimiz artmaz"

14.03.2009 19:28
Türkiye Büyük Millet Meclisi (TBMM) eski Başkanı Bülent Arınç, toplumun geçmişten kalan korkularla yaşadığını ifade ederek, sivillerin yaptığı toplantılarda bile İstiklal Marşı okunup saygı duruşu yapılmasını buna örnek gösterdi. Arınç, "Biz de milli gelir ne kadarsa demokrasi o kadardır. Tekerleme söylemiyorum, bir gerçek olarak söylüyorum. Türkiye'nin milli geliri 20-25 bin doları bulduğu zaman Türkiye birtakım sıkıntılardan birtakım acabalardan kurtulacaktır." dedi.

Arınç, Platform Adana'nın düzenlediği "Demokratikleşme ve Ekonomi" konulu toplantıda toplumun geçmişten kalan korkularla yaşadığını ifade ederek, sivillerin yaptığı toplantılarda bile İstiklal Marşı okunup saygı duruşu yapılmasını buna örnek gösterdi. Batı'da sivil toplantılarda marş okunması ve saygı duruşunda bulunulmasının görülmediğini anlatan Arınç, eşiyle birlikte Ankara Huzurevi'ne yaptığı ziyareti anlattı.

"Bu toplantı başlarken ne yaptık. Saygı duruşu yaptık, İstiklal Marşı okuduk. Bu bir resmi tören değil. Bir bayram coşkusu içinde kutlanan tören de değil. Bir açılış vesaire de değil. Yani böyle bir toplantıda saygı duruşu ve İstiklal Marşı olmayabilir. Batı'da böyle. Ama biz bunu yapmak zorunda hissediyoruz kendimizi. Birileri acaba ne der diye korkuyoruz, endişe ediyoruz. Yalan değil ben kendim yaşadım da o yüzden. Bakınız ne oldu. Meclis başkanıyken eşimi aldım Ankara'da Huzurevi ziyaretine gittim. Yaşlıca kadınlar, çaptan düşmüşler 70-80 yaşlarında. Hatta bize bakıyorlar tanıyamıyorlar. Kimi zihinsel özürlü, kimi spastik, kimi bilmem ne. Allah kimseye vermesin. Onlar da toplumun bir parçası. Ellerini öptük, hayır dualarını aldık. Toplantıyı başlatanlar bizi saygı duruşu ve İstiklal Marşı'na davet etti, çok üzüldüm. Neden kendim adına değil. O özürlüler ne olduğunu bilmiyorlar. Birisi onları tutuyor kaldırmaya çalışıyor. Birisi işaretle kalk diyor. Ne yaptığını farkında değil ki onlar. Kalkacak durumda da değiller üstelik. Bir huzurevinde insani bir toplantıda böyle bir törene gerek yok bildiğim kadarıyla. 80'lerden kalan bir alışkanlığı sürdürüyoruz."

Her toplantıda sunucunun kürsüye çıkararak, toplantı programını arz ettiğini hatırlatan Arınç, sözlerini şöyle sürdürdü: "Bir saygı duruşu İstiklal Marşı, beş plaket verilmesi. Arz ederim. Sivil bir toplantı, askeri bir toplantı olsa anlarım. Arz ederim komutanım dersiniz baş üstüne dersiniz. Nerelerden kaldı bu iş, 12 Eylüller'den kaldı. Ve her kürsüye çıkan bununla başlama ihtiyacını duydu. Bu bir vehim, bu bir korku. Hala acaba birileri ne der. Ya medyadan korkuyoruz, ya içimizdeki birilerinden korkuyoruz, ya başkalarından korkuyoruz."

Kendisinin İstiklal Marşı aşığı olduğunu anlatan Arınç her yerde dinlemek ve okunmasını istediğini ifade ederek şöyle devam etti: "Milli maçlar yapıyoruz. Ukrayna-Türkiye milli maçı İstiklal Marşı çalıyor, çalması da lazım. Türkiye Milli Takımı maça çıkmış. İyi ama Manisaspor ile bir başka takımda da İstiklal Marşı çalıyor. Fenerbahçe - Hacettepe ile maç yaparken Milli Marş çalıyor. Ben marşa aşık bir insanım, İstiklal Marşı'nın ruhuna aşık bir insanım. Her yerde dinlemek isterim. İyi de kardeşim Fenerbahçe'de birçok yabancı futbolcu var. Marş çalarken her biri bir yere bakıyor, ne yapacağını bilmiyor. Milli maçların dışında bizim maçlarımızda marş okunması kendiliğinden olan bir şey spontane, bir kurala bağlı değil. Böyle bir kural da yok."

Milli düşüncelerin ve hassasiyetlerin gelişigüzel her yerde saygı duruşu yapmakla, Milli marş okumakla artmayacağını belirten Arınç, "Bunlar bize şu ve bu şekilde içimize sinmiş olan acabalardan bir tanesidir. Tam demokratikleşmediğimizin göstergesidir. Bunlardan ne kadar kurtulabilirsek o kadar özgür bir toplum olacağız. O kadar yapmacıklıktan kurtulacağız. Ama geldiğimizi nokta 25 sene evveline göre fevkalade güzel bir nokta. Her gün daha da demokratikleşmek her gün daha da özgürlükleri artırmak Türkiye'de artık hepimizi mutlu ediyor." şeklinde konuştu.

http://www.haberturk.com/haber.asp?id=134456&cat=160&dt=2009/03/14

Gozlemci
18-03-2009, 04:07
Yazidan once uc notla baslayayim.

1. Iki uc guzel lafa kananlarin akillari yavas yavas yerine gelmeye basladi.
2. Isten atilan kisi sandikta bedelini odetir. 30 Mart sabahinda "Ustumuzden buldozer gecti" lafinin bir yenisini bekliyorum. (% 40 alti)
3. Ben hergun Yilmaz Ozdil okuyorum, yazilarini buraya koyanlara tesekkur ediyorum.

************************************************** ******

Yeni öteki Türkiye-Serdar Turgut

Bir zamanlar 'öteki Türkiye' diye bir kavram ortaya atıp, ona ait insanların tanımını yapıp, sahip çıkma mücadelesi vermiştim.
Şimdi bakıyorum da 'öteki Türkiye' tanımını güncel koşullara uygun olarak yeniden yapma ve 'Yeni öteki Türkiye'yi oluşturan insanların haklarına sahip çıkma mücadelesi vermek gerekiyor.
İlk önce bu yeni ötekileştirenlerin ortak niteliklerinin bir tanımını yapıp, tanım konusunda net olmamız lazım.

İşte ülkenin 'Yeni öteki Türkiye'sini oluşturan insanların ortak yanları:

1-Bilgili, birikimli ve eğitimliler.

2-Kimlik politikalarına fazla önem vermiyorlar. Çünkü kendi kimliklerini meslekleriyle oluşturmuş durumdalar. Mesleklerine saygıları var. Meslekli insanlara genelde saygılılar.

3- Hayatta en fazla önem verdikleri konu bir sınıfın geleceği veya bir siyasi fikrin gelecekteki hakimiyeti filan değil. Daha çok ailelerinin ve çocuklarının geleceği ile alakadarlar. Onlar için ilk olarak aileleri geliyor. Dolayısıyla önceliği siyasetine, mezhebine, ideolojisine veren insanları ne anlayabiliyorlar ne de onlarla anlaşabiliyorlar.

4- Bu grup kendi yaşamlarında toplam kaliteye çok önem veriyor. Toplam kalite arayışının paralı olmakla alakalısı bulunmadığını biliyorlar. Hayatından kalite arayışını çıkarmış insanların, buldukları mazeretleri kabul etmiyorlar. Bir insanın kendisine dikkat etmesinin başta insanın kendisine ve ailesine saygıyla alakalı olduğunu biliyorlar. Bunların çoğu zengin insanlar da değiller. Mesleklerini iyi yapıp ona uygun para kazanıyorlar.

5- İnanç konusunda yoğun düşünüyorlar. Kendisine dindar diyenlerin inancı tekellerine alma girişiminden son derece rahatsızlar. İnancın sadece kendisine dindar diyenlere bırakılamayacak kadar önemli olduğunun da farkındalar.

6- Bu ülkede paylaştığımız hayatın geleceği konusunda hiçbir görüşün somut bir şey söylememesinden çok rahatsızlar. Bu kesimde gelecek korkusu çok yaygın.

7- Özel yaşamlara da karışılacağı bir Türkiye'ye gidildiği korkusu da var bu kesimde.

8- Bu kesimin kadınları neredeyse panik içinde. Dindar olduğunu söyleyenler ilk önce kadınlara baskı yaptığından, bu kesimin kadınları özellikle çok rahatsız.

9- Bu kesimde birçok önyargının aksine dindarlık da hayli yaygın. Ancak bu kesim kendi dindarlığını öyle etrafa göstererek yaşamaktan utanıyor. O şekilde dindarlığını göstermeye çalışan insanlardan da rahatsız oluyor. AKP'nin dindarlığı kullanış biçiminin Türkiye'yi hızla bir din diktatörlüğüne götürebileceğinden ürküyorlar.

10- Bu kesim Atatürk'ü anlamaya çalışıyor ve onu seviyor. Bu memlekette Atatürk'ü sevenlerin ve bunu ifade edenlerin neredeyse bir çete üyesiymiş gibi algılanmaya başlanmasından çok rahatsızlar.

11- Çoğunluk en azından bir yabancı dil konuşuyor ve Batı yaşam biçimini biliyor. Türkiye'nin sıradan bir Ortadoğu ülkesine dönüştürülmesi ihtimali onları korkutuyor.

12- Cemaatler ile ilgili söylentiler, özellikle Fethullah Gülen hakkında konuşulanlar onları ürkütüyor. Gülen cemaatinin özellikle okullara el atmış olması başta 'öteki Türkiye'nin kadınlarını ürkütüyor. 'Çocuğumun geleceği ne olacak, ne yapacağız?' korkusu yaygın.

13- Sanıldığı gibi bu insanlar elit filan değiller. Paylaşılan hayatın her sınıfından insanların zevkleri ve tercihlerini onlar da paylaşabiliyor. Sadece bu insanlar beyinlerini kompartımanlara ayırıp hayatın farklı boyutlarından bir şeyler alabiliyorlar. Tek boyutlu değil, çok daha karmaşıklar.

14- Türkiye'deki toplam kalite düşüşü ve estetikten yoksunluğun yaygınlaşmasından rahatsızlar. Hayatından toplam kalite arayışını ve estetik kaygıları çıkaran insanların siyaseten el üstünde tutulmaya başlanmasının anlamını çözemiyorlar. Bu durum onları gelecek için daha da kaygılandırıyor. Türkiye'de bir 'Üçüncü dünya diktatörlüğüne mi gidiliyor?' sorusu kafalarda.
Evet bazı temel ortak özelliklerini saymaya çalıştığım bu insanlar aslında Türkiye'nin dünyada dik bir biçimde durmasını ağlayacak, meslekli, bilgili, birikimli ve kaliteli, medeni insanlar.
Eski 'öteki Türkiye'yi oluşturan insanlar, kendilerine ait partinin de iktidara gelmesiyle 'artık sıra bize geldi' diyerek, öfkelerini, kinlerini hiç saklamaya gerek duymadan Türkiye'nin omuriliğini oluşturabilecek insanların belini bükmeye başladılar.
Bu sessiz, makul insanlardan artık öç alınıyor ve daha da alınacak gibi görülüyor. O gruba ait işadamına da bu yapılıyor, gazetecisine de, üniversite hocasına da, öğretmenine de... Her meslek grubundan insanın üzerinde büyük bir psikolojik baskı var.
Bu Şerif Mardin Bey'in bahsettiği mahalle baskısından çok daha ağır bir baskı. Çünkü işin içine polis devleti uygulamaları da sokulmaya başlandı. İnsanlar belirli bir şekilde davranmadıkları, konuşmadıkları, düşünmedikleri için ve hatta belirli bir şekilde görünmedikler için bile sadece dışlanmaktan değil artık cezalandırmaktan da korkar hale geldiler.
Açıkça söyleyeyim; kendimi ait gördüğüm bu grubun insanlarından çok daha fazla ben korkuyorum. Çünkü meslek gereği başımızdaki iktidarın ne kadar kindar ne kadar acımasız olabileceğini biliyorum. Geçmişte bunun öneklerini çoğu defa gördüm. Planlı, koordineli ve yalan söyleyerek çalışıyorlar. Ve kendileri hakkında yalan söylüyorlar...
'Söylemiyoruz' diyenlere de, genel seçim akşamı partisinin balkonundan konuşan başbakana bir bakın, bugün konuşana bir bakın. 'O gece yalan söylemiş olduğu bariz değil mi?' diye sormak gerekiyor.
İkiyüzlü liberaller dışında iktidara 'yeni öteki Türkiye' insanları arasında da destek vermek isteyenler vardı ama korkunç gerçek ortaya net olarak çıkmaya başladığından, iktidarın ajandasının tamamen başka olduğu anlaşıldığından, o potansiyel destek şimdi yerini gelecek korkusuna ve paniğe bırakmış durumda.
Bu yazıyı, o zamanlar yazmakta olduğum Hürriyet gazetesi tamamen farklı siyasi oluşumlara destek verdiği halde AKP'ye açık destek vermiş ve iktidara gelmelerinin doğru olacağını yazmış olan bir insan olarak yazıyorum.
Çok uzun süre pişman olmadım o desteğimden. Tam kendimden kuşkuya düşüyordum ki seçim gecesi konuşması gibi bir gelişme oldu, yine destek verdim. Şimdi acı bir şekilde anladım ki; tüm o konuşmalar benim gibi insanları manipüle etmek için planlı olarak yapılmış.
Aldatıldık, yanıldık ve evet; pişmanım... Bütün bunları bırakın, şimdi daha da önemlisi bizim gibi insanların bu ülkede geleceği tehlikede.
Tehlikeyi açıkça söyleyeyim; totaliter-otoriter hatta faşizan bir yönetim kuruluyor ülkede. Daha da kötüsü bu sistem içi öfkeyle dolu olan sıradan insanın, gündelik faşizmini de yoğun bir şekilde içerecek.
Bizim ise tek umudumuz; azınlık hakkımızın korunmasını talep etmek ve bizim dışımızdaki her türlü azınlığın haklarına sahip çıkmış görünen dünyanın bizim azınlık haklarımıza da sahip çıkmasını ummaktan ibarettir.
Acı çok acı bir şey bu olanlar ama ne yapayım, birisinin de acı gerçeği mümkün olduğunca açık olarak söylemesi gerekiyordu...

buena vista
24-03-2009, 07:50
can.dundar@e-kolay.net


Önemsediğim bir seçim araştırması var. 10 yıl önce Verso yapmıştı. Soru gayet basitti:
“Seçim günü sandık başına gittiğinizde uzun bir kuyruk görürseniz bekler misiniz?”
En çok “Beklerim” diyenler, HADEP’liler (yüzde 96) ve MHP’lilerdi (yüzde 90)...
En az “Beklerim” diyenlerse DYP’liler (yüzde 75) ve ANAP’lılar (yüzde 70)...
O seçimde MHP sürpriz bir çıkışla 2. parti oldu.
ANAP ve DYP barajın hemen üstünde asılı kaldı.
* * *
Son yerel seçim, 2004 Mart’ında yapılmıştı.
Havalar güzeldi.
Laik kesimde şu endişe dile getiriliyordu:
“Seçim sabahı, ‘onlar’ erkenden kalkıp sandık başında kuyruk olur. ‘Bizimkiler’ yatar uyur. Kuyruğu görünce de oy kullanmaktan vazgeçip pikniğe giderler.”
1999’da yüzde 87 olan katılım oranı, o seçim yüzde 74’e düştü.
Ve sandıktan yüzde 40’la AKP çıktı.
* * *
“Ekabir (ya da oynak) seçmen” ile “fanatik (ya da kemik) seçmen” arasındaki fark, pazar günkü mitinglerde de görüldü. Taraftar meydanda “yağmur sınavı”na girdi. Küçük bir serpintide hangi parti seçmeninin “Beraber ıslandık yağan yağmurda” şarkısıyla alanda kalıp hangilerinin “Benden bu kadar” diye kaçıştığı, ekranlara yansıdı.
Pazar günkü AKP mitinginde Tarhan Erdem’le birlikteydik. Her seçimin “bilge adam”ı Tarhan Bey, Yüksek Seçim Kurulu’nun son anda icat ettiği, nüfus kâğıdında kimlik numarası bulunması zorunluluğuyla ilgili ilginç bir tespit yaptı.
Dedi ki:
“Nüfus kâğıdı yenilemek için kuyruğa giren insanlara dikkat et. Çoğu, bu miting alanını dolduran insanlar...”
Yani AKP seçmeni...
Bu gözlemden de aynı sonuç çıkıyor:
Sosyal ya da liberal demokrat seçmen pek sıkıntıya gelmiyor.
* * *
Kuyruğa, sıkıntıya en dayanıklı seçmene sahip partilerin, siyasal yelpazenin iki ucuna savrulmuş olmasının, fanatik seçmenin radikal partilerde yoğunlaşmasının bir anlamı yok mu?
Seçmeni yağmurdan kaçan partinin, aynı zamanda iktidar fırsatını sürekli kaçıran parti olması tesadüf mü?
Neden muhafazakârların sandık hassasiyeti arttı?
Tarhan Erdem, bunu demokrasi ihtiyacıyla açıklıyor: “Bazıları rejimi korumak için darbeye güvenirken,
muhafazakâr kesim, demokrasiyle kazandığını elde tutmanın tek yolunun seçim olduğunu biliyor. Onu korumak için sandığa sarılıyor.”
Belki şu da söylenebilir:
Bazı partiler, tabanına (maddi yardım dışında) ihtiyaç duyduğu bir başka şey daha veriyor:
Bir kimlik...
“Türklük”... “Kürtlük”... “Müslümanlık”...vs.
Bazen elde bir bayrak, bazen boyunda bir poşu, bazen başta bir örtüyle sembolize edilen bu kimlik, onları yalnızlık hissinden uzaklaştırıyor, bir camiaya ait oldukları duygusunu tattırıyor. Tutunacak bir dal, daimi bir koruma sağlıyor.
Oyu verip kimliği alıyorsunuz.
* * *
Bu seçime “Şimdi de laikler ötekileştirildi” saptamasıyla giriyoruz. Dolayısıyla şimdi onların (da) “kimlik kuyruğu”nda olmaları beklenir.
Yağmursuz hava, kuyruksuz sandık, askeri darbe beklemenin zamanı değil...
Kimlik kartı için bu kadarcık sıkıntıya katlanmayanlar, yarın kimlik bunalımına girince kimseyi suçlamamalı...


minik not: CHP`ye , Baykal`a sövüp saymaya devam edelim...Edelim de..
Ancak, demokrasimiz ve dinimiz de elden gidiyor, onu da unutmayalim..

Master
31-03-2009, 06:01
http://www.sabah.com.tr/uluc.html 31 03 2009

AnnE
31-03-2009, 06:20
Ne mesaj verdi?
Her seçim sonrası olduğu gibi halktan yine yağmur gibi mektuplar, sms’ler, mailler, telefonlar gelmekte... Biz bu seçimde ne mesaj verdik? Oylarımızla kime ne demek istedik? Ne demek istemedik, soruları sorulmakta... Seçmen sarrafı Fahrettin Fidan, bu sorularla tek tek ilgilenmekte, topluca şu derin analizi yapmakta:
Seçmenin bir bölümü, “Ben yolunmayı zevk edindim. Doymak yok, yolunmaya devam” mesajı vermiştir.
Bir başka bölümü, “Tamam, beni yolun da bu işi adam gibi yapın. Canımı çok yakmadan, beni fazla bağırtmadan...” demiştir.
Diğer bir bölümü, “Bal tutan tabii ki parmağını yalar. Ama bize de tamamen avuç yalatmayın” uyarısı göndermiştir.
Tuncelili vatandaşlar “Siz çok yoruldunuz elektrik ve suyu da başkaları getirsin” demiştir.
Trakya, İzmir, Kadıköy, Beşiktaş, Bakırköy, Kadıköy, Çankaya seçmenleri, “dinci faşistlere, laiklik ve Atatürk düşmanlarına geçit yok, oy yok, hatta su da yok. Gerekirse arsenikli su içeriz, yine de aydınlığı seçeriz” kararlılığını vurgulamıştır.
Antalyalı seçmen Prof. Mustafa Akaydın’ı rektör atamayan YÖK ve Cumhurbaşkanı’na kırmızı kart göstermiştir.
Türkiye Deniz Baykal’a, “Onursal Genel Başkanlığa ne dersin?” sorusunu yöneltmiştir.
Kemal Kılıçdaroğlu’na, “Tamam, sen çok dürüst adamsın ama bu kadar dürüstlük beni bozar. Ya bana biraz zaman tanı ya sen biraz bozul” haberi göndermiştir.
Ş. Urfa “Havalar ısınıyor, cekete gerek yok” demiştir.
Ordu halkı “Büyük düşün” öğüdüne uymuş, DSP’ye oy vermiştir.
Manisa malum kişiye “Şeyini şey ettiğimin şeyi” demiştir...
Eskişehirli seçmen kendisine, “Elimdeki paranın tozu bile sizi ihya eder, oyunu ona göre kullan” diyen, Maliye Bakanı Kemal Unakıtan’a, “Cleveland’a kadar yolun var, hızlı trene atla ve kaybol” raporu vermiştir.
Deprem Dede Işıkara son depreme; “artçı değil öncü”, demiştir...
Göbeğini kaşıyan adam Bekir Coşkun’a “değişiyorum” mesajı göndermiştir.
Bahara doğru ülkemizin dağlarına az da olsa umut yağmıştır...

Melih Aşık Açık Pencere
m.asik@milliyet.com.tr Düşünme zamanı
31 Mart Salı 2009

Ramo
31-03-2009, 19:45
Tavuk trenin altında kalmış,Koşarak yanına gelen Horoza.
"Çok yıldır,üzerimden geçersin.Şöyle bir belimi kırmadın"
demiş

dentist
02-04-2009, 09:23
Barzani ile görüşen Talabani: PKK'ya silah bırak, Irak'ı terk et demedim



IRAK Cumhurbaşkanı ve Kürdistan Yurtseverler Birliği (KYB) Genel Sekreteri Celal Talabani, Kuzey Irak'taki Selahaddin kentine giderek, Avrupa'da 1 ay temaslarda bulunan Bölgesel Kürt yönetiminin Başkanı ve Irak Kürdistan Demokrat Partisi (IKDP) lideri Mesut Barzani ile görüştü. Görüşmenin önemli bölümünü Türkiye oluştururken, Talabani, terör örgütü PKK'ya silah bırakması ve Irak'ı terk etmesi çağrısı yapmadığını savundu.

Bölgedeki Kürt televizyonlarının haberlerine göre, iki liderin görüşmesinden sonra IKDP ile KYB Polit Büro Üyeleri toplandı. Toplantı sonrası ise her iki lider ortak bir basın toplantısı düzenledi. `Kurdistan TV'nin haberine göre Talabani, kendisine aften verilen "PKK'ya çağrıda bulunarak, silah bırakmasını ya da Irak'ı terk etmesini istedi" yönündeki haberlerin hatırlatılması üzerine, böyle bir şey söylemediğini ileri sürdü. Talabani, bunun Türkiye'nin önerisi olduğunu ve sadece buna değindiğini savunurken, Türkiye'deki sorunun siyasal yollarla çözüme kavuşması gerektiğini söyledi.



Görüşme sırasında Cumhurbaşkanı Abdullah Gül'ün Irak ziyareti ve Cumhurbaşkanı Talabani ile görüşmesi, Barzani'nin Avrupa temasları hakkında bilgi verdiği bildirildi. İki liderin ayrıca aralarındaki stratejik işbirliği anlaşması, Bağdat ile Kürt yönetimleri arasındaki ilişkiler, önümüzdeki aylarda yapılması planlanan Kuzey Irak'taki genel seçimleri ve bölgedeki gelişmelerin ele alınarak değerlendirildiği açıklandı.

Barzani, bir soru üzerine Türkiye'de yapılan yerel seçimler ve seçimde DTP'nin elde ettiği sonuca değinirken, "Seçimden dolayı tüm Türkiye halkını kutluyorum. Seçimde elde ettikleri başarıdan dolayı özellikle de Türkiye'deki Kürt halkını kutluyorum. Umarım bu seçimin sonuçları Türkiye'nin içindeki sorunların demokratik bir şekilde, diyalog yoluyla çözüme kavuşturulmasına vesile olur" dedi. Bu arada görüşme sırasında, Talabani'nin lideri olduğu Kürdistan Yurtsever Birliği'ndeki önemli bazı isimlerin istifası ile gündeme gelen yönetim çatlağının da gündeme geldiği bildirildi.


Not: Kısa bir yorum yapacaktım ama kalın olarak işaretlediğim yerleri tekrar okuduktan sonra vazgeçtim. Söylenebilecek herşeyi söylemişler zaten......

Anlamadığım konu tarihin hangi döneminde bu kadar umursamaz ve aptal yerine konan bir millet olduk acaba... Kimin sözüne güvenip kimin güvenilmeyeceği onlarca olayda sabitken bu vurdumduymazlık neden? Bilmediğimiz birşeylermi var acaba ?

Umarım öyledir.

Master
08-04-2009, 03:28
Yılmaz Özdil
yozdil@hurriyet.com.tr




Böyle başa böyle Barack!


Avustralya Kıtası’nı keşfeden James Cook’un tayfaları, karaya adım atar atmaz Aborijin yerlileriyle karşılaşır...

Yerliler, İngilizce bilmiyor.


Tayfalar, Aborijince.

El kol hareketiyle anlaşmaya çalışırlar.

O sırada tayfalar bakar ki...

Acayip bir yaratık var.

Hoplayıp zıplıyor.

İşaret edip, sorarlar:

"Bunun adı ne?"

Yerliler cevap verir:

"Kanguru."

Aradan yıllar geçer...

Karşılıklı lisanlar öğrenilir ve vaziyet anlaşılır ki, "kanguru" aslında, Aborijin dilinde "bilmiyorum" demek!

*

Soykırım, bizim kangurumuzdur.

*

Nesilden nesile aktarılan

"yanlış bilgi"nin sıfatı.

*

Memlekette namaz kılmak yasakmış gibi, sanki cami yokmuş gibi, okullara mescit açarlar... Ama, müfredata koymazlar, "çocuklar öğrensin, büyüdüklerinde, girdikleri ortamlarda iddiaları çürütsünler, kendilerini savunsunlar" diye "1915 gerçeği"ni öğretmezler.

*

Çocuklarımızın da, bir Amerikalı’yla bir Fransız’la bir Belçikalı’yla yüz yüze geldiklerinde boyunları bükük kalır, "Acaba yaptık mı biz bu işi?" diye, için için şüpheye kapılırlar.

*

Evet, hiç kimse "devlet" gibi düşünmek zorunda değildir. Ama herkes "milletin yanı"nda olmak zorundadır.

Çünkü, "bebek katili" diye ilelebet lanetlenecek olan, "devlet" değil, biziz...

Çocuklarımız, torunlarımız.

*

"Soykırım" iddiasını şu anda 17 ülke tanıyor... Bunların 10’u AKP iktidarı döneminde tanıdı. "Arabulucu" yaptığımız İsviçre, sözde soykırımı AKP iktidarı döneminde tanıdı... Soruyorum, "Türkler kıtır kıtır soykırım yaptı" diyen İsviçre, neyin arabulucusu olacak?

*

Bakın, Barack çıktı dedi ki:

"Ermenistan sınırını aç.

Soykırımı TBMM’de tartış."

*

Sonra ne oldu?

*

AKP milletvekilleri kuyruğa girdi, adam çok güzel bi şey söylemiş gibi, bir tebrik, bir alkış, bir tezahürat... Başbakan da pek beğenmiş olmalı ki, sarıldı öptü.

*

Ne diim birader...

Böyle başa, böyle Barack!

buena vista
16-04-2009, 15:14
ndogru@gazetevatan.com

10 günlük tatil rüzgâr gibi geçti. Dönüp geldiğim gün bizim gazete VATAN’ın manşeti “Deniz Feneri’nde kaplumbağa hızı” diye çıkmıştı.

Çelik zırhlı duvar!

Tunç kaplı örtü!

Betondan kale oldu!

Zahid Akman’ı koruyor.

Zahid Akman, AKP’nin kurucuları Cumhurbaşkanı Abdullah Gül, Başbakan Tayyip Erdoğan, Adalet Bakanı Mehmet Ali Şahin, eski Meclis Başkanı Bülent Arınç’ın dostu, arkadaşı, fikirdaşı, partidaşı olan bir eski gazeteci... Tayyip Erdoğan Başbakan olunca, bu eski dost, arkadaş, fikirdaşını Radyo Televizyon Üst Kurulu’nun (RTÜK) başına getirdi. Zahid Akman’ın adı Almanya’da Türk işçilerinden “yoksula-sahipsize-felakete uğramışa yardım olsun” diye toplanmış 41 milyon Euro’nun 18 milyonunu Türkiye’ye çeşitli yollarla aktarıp buharlaştırdığı iddia edilen “Deniz Feneri e. V dava dosyası”nda geçti.

Zahid Akman dışarda.

Miting yapanlar içerde.

İkisi halen görevde, üçü eski olmak üzere 5 üniversite rektörünü ve çok sayıda üniversite hocasını “Ergenekon”la ilişkili sayarak içeri aldılar. Bu rektörler, Cumhuriyet mitinglerine katılmışlar ve şimdi “Darbe ortamı yaratmaya yardımcı olmak” iddiasıyla gözaltına alınıyorlar.

Evleri aranıyor.

Adalet çok hızlı.

Çok tedbirli.

Çok temkinli.

Bu rektörler, bu hocalar, yoksul üniversite öğrencilerine burs veren dernekler kurmuş olan ve hepsinin toplumda bir itibarı olan 43 kişi, kaçarlar, delileri yok ederler, belgeleri karartırlar diye adalet önlem olarak mitinglerde “ne darbe ne şeriat” yazılı pankartlar taşımış bu rektörleri, profesörleri, öğretim elemanı hocaları ve diğerlerini içeri alıyor.

Zahid Akman ise dışarda.

Zahid Akman gerçekten suçlu mudur? Kendisi “Ben temizim, Deniz Feneri soygunuyla bağlantım yok” diye özetleyebileceğim savunmalar yaptı ve Frankfurt’ta dava görülürken “Almanya’ya gideceğim, Dom Kilisesi’nin önünde fotoğraf çektireceğim, geri döneceğim, suçsuz olduğumu herkes görecek” diye meydan okudu.

Gidemedi.

Tahminime göre giderse Alman adaleti onu da “içeri atacak” diye korktu. Sonuçta yalan söyledi, sözünde durmadı. Zahid potansiyel yalancı durumuna düştü.

Delil yok edebilir.

Belge karartabilir.

Kanıt saklayabilir.

Adaleti şaşırtabilir.

Alman hâkim Müller, “Türkiye’ye aktarılan Deniz Feneri e. V yardım paralarının nasıl kullanılacağına karar verenler arasında zaman zaman Zahid Akman da var” demesine ve bu iddiayı dosyaya koymuş olmasına rağmen Zahid Akman’ı içeri almıyorlar. Alman adaletinin “deniz feneri soyguncusu” olarak 3 Türk’ü mahkûm edip bunların “Türkiye uzantıları da var” dediği dosya kaplumbağa hızıyla 170 günde gelebiliyor. Türkçeye tercümesi de lodos yemiş meduza (deniz anası) hızıyla yapılıyor. Dosya Türkiye’ye geleli bugün 50 gün doldu. Uzmanların 15 günde biter dediği tercüme hâlâ bitmedi.

Rektörleri içeri aldılar.

5 rektör.

Zahid Akman ise dışarda.

Vicdanı olanın.

Vicdanı kanar.

Minik not: Mevlana, günümüz Türkiye``sinde yasasaydi hali nice olurdu acaba? Bilgin, düsünür, fikir adami, sair, mutasavvif Ergenekon Davasi`nda gözaltina alinip tutuklanarak cezaevine konulurdu.. Mesnevi`sinden, eserlerinden cimbizla seçilmis düsünceler, siirlerinden kimi dizeler basina ne isler açardi kim bilir ?

AnnE
17-04-2009, 08:04
Serdar Turgut'u Altanlar konusunda ikna ettim

Bir süredir Serdar Turgut'la gerek karşılıklı yazışmalarımızda, gerekse de sohbetlerimizde üzerinde anlaşamadığımız bir konu var. Konu demektense, bir tavırla ilgili bir mesele demek daha doğru. O benim kimi insanlarla ilgili yazılarımda 'insani' boyutu ihmal ettiğim görüşünde. Ben ise onun yaşı ilerledikçe haddinden fazla hoşgörülü olduğunu, bir yazarın itibarını dürüstlük ve acımasızlık üzerine kurması gerektiğini söylüyorum. Eğer her harekette insani bir boyut ararsak eleştirdiğimiz kişinin ihtiyacı duyduğu meşruiyet araçlarını da önlerine sürmüş oluruz.
Bana kalırsa hiçbir şekilde içinden çıkılmayacak bir tartışma, ikimizin de haklı tarafları olduğuna inanıyorum.
Ama eğer bu bir maçsa, dün sabah uyandığımda aramızdaki bu müsabakada benim 1-0 önde olduğumu gördüm. Hadi bu kaba bir tabir oldu; bir şekilde Serdar Turgut'u ikna ettiğimi fark ettim.
'Çetin Altan çocuklarını hiç iyi yetiştirememiş' diyordu dünkü yazısında Serdar Turgut; bir süredir herhangi bir terbiyeden ve nezaketten nasibini almamış kaba yorumlar yapan Mehmet Altan'dan bahsediyordu. Altan, bir süredir irrite edici bir ekran karakterine dönüştü. Neredeyse bir meczup üslubu kullanıyor; asıyor, kesiyor, atıyor, tutuyor. Herhangi bir etik filtreleme ya da saygı da yok.
Ayrıca, herhangi bir 'insani' tarafı da yok Altan'ın üslubunun. Doğrusu, bu ailenin bu tavrına karşılık bir insani yaklaşık da göstermek de mümkün değil.
Serdar Turgut'la Altanlar konusunda yakın çizgiye gelmemize sevindim: Evet, bu meselenin özünde babasının çocuklarını yetiştirememiş olmasının verdiği bir sakatlık var. Bu çok ortada.
Hadi bugün insani açıdan yaklaşayım meseleye.
Hepimiz, birilerinin çocukları olarak, öyle ya da böyle sakat yetiştik. Ama pek çoğumuzun anne-babaları sıradan insanlardı. Benim ailem de mümkün olduğu kadar düz, normal, sıradan insanlardan oluşuyordu mesela. Egolarıyla beni şekillendirmeye, benden bir heykel yaratmaya çalışmadılar. Zannedersem, sakatlıklarımın pek çoğu kendi eserim.
Oysa Ahmet ve Mehmet Altan kardeşlerin babaları tarafından sakatlanmış çocuklar olduğunu görmek mümkün. Aynı durum, Çetin Altan ve kendi babasının ilşkisi açısından da geçerli.
Mesela, çok zor durumda kaldığında babasından yardım istiyor Çetin Altan ve aldığı yanıt 'Hangi taş sertse gitsin başını ona vursun.' Bu acımasız aile ilişkilerine empati kurmam mümkün değil, ama eminim Altanlar'la ilgili pek çok şeyi de bu küçücük cümle açıklar.
Çetin Altan, çocuklarını nefret dolu yetiştirmiş. Kim bilir, belki de kendi geçmişine, ailesine duyduğu nefret ve intikam hissinin yansıması olarak. 70'li yıllarda, genç insanları nefretle dolduruyordu. Sonra pek çok genç öldü, o 'kanaat önderi', o ideolojik lider ise viskisini yudumladı.
Mehmet Altan'ın durumu daha da vahim: Babası ya da ağabeyi kadar yetenekli olamayacağını anladığı gün dramı başladı diye tahmin ediyorum. Sanırım, ailede adam yerine konma sürecini akademik eğitimiyle tamamladı. Böylece okul hayatı pek başarılı olmayan Ahmet Altan'a karşı kullanabileceği bir koz vardı elinde.
Ahmet Altan'ın da durumu benzer. Yazık ki o da kelimeleri ne kadar iyi kullanırsa kullansın hiçbir zaman babası kadar usta bir yazar olmayacağını bilmenin ezikliğiyle yaşıyor, yaşamak zorunda. 'Bir kadının memesine vatanı satarım' gibi marjinal olma iddiasındaki cümleleri, maalesef babasının 'Köylere tenis kortları açılsın' cümlelerinin gölgesinde kalacak kadar zorlama duruyor.
Kim bilir, belki benim de babam Çetin Altan olsaydı ben de benzer bir eziklik duyardım. Bu eziklikten dolayı da dünyaya nefret saçar, etrafıma öfke ve intikamla bakardım.
Nezaket ve terbiye konusunda da söyleyeceğim bir çift söz var: Hepimizin bildiği, tanıdığı, muhabirliğe yeni adım atan pek çok gazetecinin karşılaşınca ufak bir sarsıntı geçirdiği Çetin Altan terbiyede konusunda da, nezakette de sınıfta kalır. Dünyanın en küstah, terbiyesiz, şımarık, arsız ve saygısız adamlarından biridir bildiğimiz Çetin Altan. Belki onu Çetin Altan yapan da biraz bu snobizmdir, ona yakıştığı bile söylenebilir. Neyse ki yazarları karakterleriyle değil, yazarlıkla değerlendirmek gerektiğini bilmem onun kaleminden zevk almamı engellemedi.
Ama yazık ki babalarına öykünen çocuklarda bütün bu özellikler 'kopyalanmış' olduğu için eğreti duruyor, sırıtıyor ve göze batıyor. Mehmet Altan'ın televizyon kanallarındaki terbiyesiz tutumu da budur; temel aile terbiyesinden nasibini almamışlık besbelli. Ve bu eğretilik Mehmet Altan'ın ciddiye alınmasının önündeki en büyük engel. Ne acı!
Serdar Turgut umarım mutlu olmuştur. Altan ailesine yönelik en insani yaklaşımımı sergiledim. Maalesef bunlar dededen damada birbirlerinden bağımsız değerlendirilemeyecek kadar patolojik bir bütündür.
Altan ailesinin artık kendi iç meselelerini çözmesinin vakti gelmiştir. Bir ailenin nefreti Türkiye'ye, Türkiye'nin entelektüel hayatına zarar veriyor, terör yaratıyor.
Bu teröre karşı daha ne kadar insani olunabilir Serdar Turgut?

Hocaefendi'nin gazetecisi bu yazının hesabını versin
ArtIk alıştık, her Ergenekon gözaltı süreci öncesi kimi gazete köşelerinde hedefler sıralanıyor ve soruşturma o isimlere göre bir yol izliyor. Fehmi Koru, İlhan Selçuk'u yazdığı gün gözaltına alındı. Erhan Göksel'le Mustafa Özbek ise Sabah'taki yemek yazarı onlardan bahsettiğinde...
Bütün hafta Türkiye, Çağdaş Yaşamı Destekleme Derneği ve Türkan Saylan'a yönelik zulümü konuştu, tartıştı.
Peki daha Ocak ayında Fethullah Gülen Cemaati'nin maaşlı adamı Ekrem Dumanlı bu örgütü hedef göstermemiş miydi? ÇYDD'nin PKK'yla ilintili olduğunu yazmamış mıydı?
Bakın, bu sistematik bir yıpratılma kampanyasıdır. Önce Cemaat'in askerleri uğraşır, sonra Ergenekon devreye girer.
Ekrem Dumanlı'nın da, bu son dalganın mimarlarının da hedefinde ÇYDD'nin olması tesadüf değildir, bilakis örgütlü ve planlıdır.
Çünkü ÇYDD Türkiye'de milli eğitimin laik ve modern olmasından yana. Cemaat'in ise dünya çapında açtığı okullarla kendi eğitim modeli var. Bu alternatif Cemaat modelinin destekçileri, kendi sistemlerini korumak için karşıt görüşteki herkesi hedef gösterirler.
Kim bilir, bunların yazılarının satır aralarında daha kimler hangi amaçlar uğruna hedef tahtasına oturtuldu?

Fehmi Koru bu konuyu yazacak mı?
Tam da onun kalemine göre bir konu; 'Taha Kıvanç' mahlasıyla ne güzel okurduk Remzi Gür'ün satın aldığı yalıyı, yani Halis Toprak'ın evinin detaylarını...
Ama Fehmi Koru bu konuyu yazamaz... Yalı mevzuuna giremez.
Çünkü yüzü kızarır.
Çünkü onun da yalısı var. Ve kaçak!
Beykoz Belediyesi'nin bir önceki başkanını öven, ne tesadüf ki Beykoz'da kaçak yalı yaptıran Fehmi Koru...
Belgesi yüzüne vurulmasına, defalarca sorulmasına rağmen, her polemiğe balıklama atlayan ama yalıyla ilgili tek satır kaleme almayan da Fehmi Koru...
Nasıl yazsın şimdi gündemdeki yalıyı!

http://www.aksam.com.tr/2009/04/17/yazar/12410/oray_egin/serdar_turgut_u_altanlar_konusunda_ikna_ettim.html

Ramo
17-04-2009, 13:12
Türkan Saylan darbecinin kralıdır !
Çağdaş Yaşamı Destekleme Derneği Başkanı Prof. Dr. Türkan Saylan’ın evinde “Ergenekon araması”nın yapıldığını öğrenince şaşırmadım.
Tam “Neden şaşırmadığıma şaşırmış bir şekilde” televizyonları izlerken, sağolsun Mehmet Altan imdadıma yetişti. CNN Türk’e gelişmeleri değerlendirirken, “Darbeciler elbette yargılanmalıdır” dedi.
Tabii ya, olay bu, DARBECİ bunların hepsi ! Hele Prof. Dr. Türkan Saylan’ın darbeciliği yıllar öncesine dayanıyor. Yaptığı darbeler, saymakla bitecek gibi değil üstelik.

İlk darbesini LEPRA hastalığına karşı yaptı bu çılgın kadın! Toplum tarafından dışlanan, doktorların bile ellerini sıkmaktan korktuğu cüzzam hastalarını bağrına bastı. Tıptaki bütün gelişmeleri ülkemize getirerek, binlerce cüzzamlıya hayat verdi. 25 yıl boyunca ülkenin gezilmedik bir karış toprağını bırakmadı ve gittiği her yerde cüzzamlı aradı. Sonunda cüzzama karşı inanılmaz bir DARBE YAPTI !

Cinsel yolla bulaşan BEHÇET hastalığını da unutmadı. Onlarca poliklinik kurdu; BEHÇET’e DARBE YAPTI! Bu hastalıklarla mücadele etmek için dolaştığı Anadolu’da bir büyük hastalık daha keşfetti: Aileler kız çocuklarını okutmuyorlardı. Hemen kendisi gibi “darbeci” birkaç arkadaşıyla birlikte bir dernek kurdu ve “Anadolu’da Bir Kızım Var, Öğretmen Olacak” kampanyası başlattı...

Kızlarını okutmak istemeyen babalara DARBE YAPTI!

“Kardelenler Kampanyası”nı başlattı, tutuculuğa DARBE YAPTI!

“Bilgi Toplumu Kızları”yla, cahilliğe DARBE YAPTI!

“Her Kızımız Bir Yıldız” diyerek, kaderciliğe DARBE YAPTI!

“Geleceği Taşıyan Kızlar” la, geçmişe DARBE YAPTI!

“Bir Işık da Siz Yakın”la, karanlığa DARBE YAPTI!

“Geleceğin Doktorları”na destek verdi, tüm hastalıklara DARBE YAPTI!

Yardımseverlerden topladığı paralarla onlarca okul, yurt yaptırdı; Milli Eğitim Bakanlığı’na DARBE YAPTI!
Yetişkinler için okuma yazma, meslek edindirme kursları düzenleyerek, işsizliğe DARBE YAPTI!

Anadolu’daki okulları müzik aletleriyle donattı, sessizliğe DARBE YAPTI!

Bugüne kadar 70 bine yakın çocuğa burs vererek, yoksulluğa DARBE YAPTI!

Yakalandığı “amansız hastalığa” aldırmadı, doktor arkadaşlarının birkaç ay ömür biçmelerine inat yaşama sarıldı; kansere DARBE YAPTI!

O hasta haliyle ülkede olup bitenlere sessiz kalmadı; Atatürk devrimlerine ihanet edenlere DARBE YAPTI!
Hastalıktan konuşamayacak haldeyken bile meydan meydan dolaşıp tehlikeye dikkat çekti; “laiklik karşıtı eylemlerin odağı” partiye DARBE YAPTI!

Tüm bunları yaparken çağdaşlıktan, çok seslilikten, demokrasiden ödün vermedi.
Gittiği her yerde, “Ne şeriat, ne darbe” diye haykırdı; DARBECİLERE DARBE YAPTI!

İşte bu yüzden gönül rahatlığıyla haykırıyorum ki; darbecinin kralıdır Türkan Saylan!

Onun evini aratan, derneğinin hesaplarına el koyduran, 70 bine yakın öğrencisinin burslarını ödenemez hale getirenler de, onları ayakta alkışlayan Mehmet Altan gibi “demokrasi kahramanları” da haklı, hastalığına aldırmayın, gözünün yaşına bakmayın. Kaldırılmış olan idam cezasını, sırf onun için yeniden getirin... Yoksa bugüne kadar devirdiği karanlıkların, savaştığı hastalıkların hatırı kalır...

Haydi; “Ergenekon Tatili”ne çıkan Sayın Başbakan... Dön Ankara’ya, topla Meclis’i de bitiriverin şu işi!
AsIn Bu Darbeci Kadını !

Mustafa Mutlu/VATAN

LAZIO
17-04-2009, 13:56
Ergenekon’un son dalgası daha birçok dalga yarattı, yaratmaya devam edeceğe de benzer. Gözaltına alınan, sorgulananların “rütbesi” yükseldikçe, heyecan da artıyor. Bu sefer, rektörlük de yapmış kişiler sözkonusu olunca, yankılar da o derece güçlü geldi.

Peşin peşin söyleyeyim: Türkân Saylan’ın evinde arama yapılması olgusunu anlayamadım ve bundan tedirginlik duydum. Bu Türkân hanımın bilinen rahatsızlından ötürü duyduğum, biraz “duygusal”lığa da yorulabilecek bir tedirginlik değil. Türkân Saylan sayılan, ama daha çok sevilen bir insandır ve sevilmeyi hak eden bir insandır. Bundan öte, “şeriata da darbeye de karşıyım” demiştir. Bu nedenlerle bu ev aramasını doğrusu hoş karşılamadım.

Ancak, bu işler olurken, ortalıkta hatırısayılır bir “Ergenekon dostları” topluluğu olduğunu ve akla mantığa uysa da, uymasa da, her türlü olayı bir propaganda aracı haline getirmekte ustalaştıklarını unutmamak gerek. Türkân hanımın evi arandı ama kendisi gözaltına alınmadı. Türkân hanım darbeye karşı olduğunu söyledi ve kendisini biraz olsun tanıyan biri olarak benim bundan hiç şüphem yok, ama bütün bu cunta/darbe ajitasyonu içinde bayağı önemli ve bayağı merkezî bir rol oynayan bir örgütün başkanı olduğunu da unutmamak gerek. “Ülküdaşlarım” diye nitelediği, darbeyle içli dışlı olmuş kişiler hakkında kanıt olabilecek şeyleri, diyelim onun bilgisayarında da aramaları, büsbütün akla aykırı bir ihtimal değil.

Ergenekon’a son derece önem verdiğimi, çünkü Türkiye’nin en büyük, en ciddi sorunlarının burada düğümlendiğini düşündüğümü kimbilir kaç kere yazmışımdır. Yukarıda, “Ergenekon dostları” dediğim topluluğa da değindim. Bu koşullarda, neredeyse “sırat köprüsü”nden geçmeyi andıran bu koşullarda, sorgulamayı, araştırmayı yapanların çok titiz davranmaları, hukukun dışına çıkış sayılabilecek adımlar atmaktan dikkatle kaçınmaları gerekiyor. Türkiye’nin tarihinin hiçbir döneminde bunun bir benzeri olmadı. Dolayısıyla, burada yapılacak herhangi bir yanlışlık, bütün davanın harcanıp gitmesine yol açabilir. İlgili herkesin bu bilinçle ve bu özenle davranmasının çok gerekli olduğuna inanıyorum. Bu çok daha “reel-politik” diyebileceğim açıdan baktığım zaman da Türkân Saylan’a karşı bu davranışı anlaşılır bulmakta zorlanıyorum.

Bu dalgada gözaltına alınan ve sorgulananlar arasında epeyce ÇYDD üyesi olduğunu basından izliyoruz; ama onlardan önce göze çarpanlar akademik kişiler, rektörler, profesörler. Bu ünvanlar, onları taşıyan somut bireylerden bağımsız olarak, toplumda saygıdeğer olarak kabul edilen ünvanlar. Böyle olunca, “Ergenekon dostları” topluluğunun bu gözaltıları daha etkili bir hükümet-karşıtı ajitasyona malzeme yapmak isteyeceği de açıktır. Bundan önceki aşamalarda da, sözgelişi Sabih Kanadoğlu gibi kişiler sözkonusu olduğunda, ajitasyonun benzerlerini görmüştük. “Hiç böyle insanlar, böyle işler yapar mı?” mantığına dayalı bir propaganda yapılıyor.

Herhangi bir bireye referans yapmaksızın, sadece soyut düzeyde konuşmak üzere, evet, yapar. Karşı karşıya olduğumuz durumun asıl vahim yanı tam da bu zaten. Medyada çeşitli ayrıntılarını izlediğimiz darbe girişimleri, ardında tam kurumsal destek olmadığı için epey gayrıciddi biçimde yürümüş ve zaten gerçekleşememiş de. Bunun için, önceki örneklere pek fazla benzemiyor. Ama onlarla aynı başarı düzeyinde yürüse, yani gerçekleşseydi, kollarını açarak onu (yani, “Darbe”yi) kucaklayacak olanlar, “böyle işleri” yakıştıramadığımız bu “kodamanlık” mertebesini dolduran kişiler olacaktı. 12 Eylül’de beş generalin önünden el sıkarak, tebrik sunarak geçen ve dizilen yüksek mahkeme üyeleri ya da kutlama telgrafları çeken üniversite rektörleri gibi.

Yıllardır, “darbe” diyoruz, “derin devlet” diyoruz, “devlet içinde devlet” diyoruz; bu işler “kodamansız” yürür mü? Parlamento içinde, yargı içinde, yüksek bürokrasi içinde, medya içinde, akademi içinde, sendikalar içinde yandaşları olmadan yürür mü? On yılda bir darbe geçiren bir toplumda, darbeciler, bütün bu yapılarda gayrıresmî şebekelerini, örgülerini kurmamış olabilirler mi?

Ve zaten facia da burada. Bu zihniyet, bu “seçkin”lerde, memleketin bu “güzide sima”larında cisimleşiyor, somutlaşıyor. Sorun bu.

Murat Belge

AnnE
17-04-2009, 15:42
Hayatta beygir gözlüğünü hiç yakıştıramayacagım adamların başında gelirdi Murat Belge.

buena vista
19-04-2009, 09:14
Kasamdaki aşk mektupları

Ertuğrul ÖZKÖK

BU fotoğrafa iyi bakın. Hayatının belki de son günlerini yaşayan bu kadının yüzündeki ifadeyi, bakmakla yetinmeyin, inceleyin.

Kemoterapiden dökülmüş saçlarını göstermemek için başına örttüğü eşarba, boynuna taktığı o kırmızı fulara, "time out" (mola) işareti yapan eline bakın.

Çünkü bu fotoğraf, ülkemizde bir dönemin sembolü olacaktır.

Portekiz'de silahın ucuna takılan karanfil neyse onun gibi bir şey.

Tiananmen Meydanı'nda tankın önünde duran genç neyse onun bu versiyonu.

Çünkü bu olayda, içinde vicdan denen şeyin zerresi kalmış her insana dokunan bir şey var.

Kimine, bütün hayatını toplumsal yardımlaşmaya vermiş bir kadına yapılan muamele dokundu.

Kimine, hayatı için mücadele eden bir kadına, kan verilirken yapılan muamele dokundu.

Kimine, hayatını Cumhuriyet nesilleri yetiştirmek için harcamış bir zamane "Çalıkuşu Feride"sine yapılan hoyratlık dokundu.

Bana ise o sözler:

"İnşallah aşk mektuplarımı da almamışlardır" şakası.

http://www.hurriyet.com.tr/yazarlar

XXxXX

O yazı da kalır Ertuğrul!..

Bir yazar olarak, çok az yazıya imrendim hayatımda.. Çok az yazıya "Keşke ben yazsaydım" dedim.. Ertuğrul Özkök'ün 15 Nisan Hürriyet'teki "Bu fotoğraf kalır" başlığı ile birinci sayfanın tepesinden anons edilen yazısı bunlardan biri..
O yazı da kalır Ertuğrul, o yazı da kalır.. Hem içeriği, hem anlamı, hem de üslubu ile kalır geleceğin siyasal, toplumsal ve edebiyat yazıları arasında kalır.. Yani duygularla gerçek bu kadar mı özümsenir, o gün olayları sabahtan akşama benim gibi canlı yayında izleyen milyonların duygularına bu kadar mı güzel tercüman olunur..
Türkan Saylan olayı, bardağın taşmasından önceki son damla gibi geldi bana..
Ne demek mi istiyorum..
Ergenekon olduğu iddia edilen fena halde sulandırılmış ve her yeni dalga ile biraz daha su oranı arttırılan ve gerçek sebebi nerdeyse unutulur olan davada toplananlar genelde ikiye ayrılıyor..
Bir darbeciler.. 1 numaradan başlayarak (Ama 1 numara kim hâlâ belli değil, ortada yok) hükümeti devirmek, yönetime el koymak ve rejimi değiştirmek isteyenler. Bunlar genelde asker. Hemen hepsi emekli.
İki.. Darbeciler için zemin hazırlayıcılar. Bunlar siviller.. Sivil toplum örgütü liderleri, üniversite yöneticileri, toplumu etkileme gücü olan liderler ve gazeteciler..
Olaya bakınca esas iş ikinci guruptakiler.. Orduların başında iken darbe yapamayan emeklilerin güç kazanması, ancak 12 Eylül öncesi günlerine dönülmesi ve halkın sokaklara dökülmesiyle mümkün.. Her gece ekranlarda, Filipinler'de, Tayland'da, Endonezya, Malezya'da izlediğimiz halk, kolluk kuvvetleri çatışmalarının özellikle büyük şehir caddelerinde günlük olay haline gelmesi..
Şimdi şeytanın avukatlığını yapalım ve bir komplo teorisi kuralım..
Eğer bir darbe hazırlığı içinde, gerçekten başarı şansı olan bir gurup varsa, bu guruba en iyi hizmet edenler, yani ikinci gurupta gerçekten etkili olanlar henüz toplanmadı..
Darbecilerin ekmeğine yağ süren ve onları durmadan sevinçten oynatan şey, Ergenekon adı verilen sözüm ona örgütün giderek daha da sululaşan davasının yeni dalgaları..
Şüpheli darbecilere en iyi hizmet edenler, halkı, sivil toplum örgütlerini, üniversiteleri sokağa dökecek olanlar, Ergenekon adı verilen, artık ne olduğu gerçekten çok çok arka planda kalan ve Türkiye'yi, insanlarının "Kim niye toplandı" sorusundan çok "Şimdi sıra kimde"yi tartıştığı bir korku ve dehşet ülkesi haline getirenler..
Yani Ergenekon adı verilen iddianın savcıları..
Yarın mesela bir üst düzey Savcı, Zekeriya Öz'ün evini "Ergenekoncu" diye basabilir. Özel bilgisayarının bütün hard disklerine el koyabilir ve tutuklatabilir..
Türkan Saylan'ın evinin önünde o sabah polisten yarım saat sonra toplananlar ve bütün gün ekranlarda görüşlerini dile getiren bu ülkenin aydınları, bu ülkenin en sevilen insanları bardağın taşmak üzere olduğunu biraz anlayışlı gözlere soktular.
Türkan Saylan, bir yandan Atatürk ve onun Cumhuriyetinin düşmanları, bir yandan da ölümle yaptığı savaşla biliniyor. Çağdaş eğitime katkılarından ve okuttuğu binlerce kız öğrenci yüzünden de taparcasına seviliyor..
Allah göstermesin.. Allah gecinden versin.. Bir şeyi düşünmesini isterim, Sevgili Dostum, arkadaşım Adalet Bakanı M. Ali Şahin'in..
O aramalar yapılırken, yani o baskın sırasında üzüntü, heyecan, öfke ve kriz yüzünden Saylan'ı kaybetseydik, bugün Türkiye nerdeydi?..
Sokaklara dökülmüş yüz binleri; yarın cenazesinde toplanacak milyonları kiminle, nasıl kontrol edecektiniz?..
Sevgili Şahin anayasal konuşuyor.. "Yargı erkine müdahalem mümkün değil.."
Kitapta öyle yazdığından değil, samimi inancının o olduğunu biliyorum.
Ama yasalarda yapılan değişikliklerle özellikle alt düzeydeki yargıç ve savcı atamalarını yapan kurulda siyasal iktidarın gücü arttı. Özellikle alt kademede yargı bağımsızlığından artık eskisi gibi söz etmek mümkün değil..
Böyle olduğu için siz "Anayasamızın en şaşmaz maddesi 'Suçluluğu kanıtlanana kadar herkes suçsuzdur' Bunu bilelim" derken, partinizin Genel Başkan Vekili Nihat Ergün sıcağı sıcağına ekranlara çıkıp "Mahkeme karar verene kadar kimseye suçlu veya suçsuz diyemeyiz" diyerek, sizin tam aksiniz konuşuyor.
Ne demek "Mahkeme karar verene kadar kimseye suçsuz diyemeyiz" Sayın Şahin.. Anayasa ihlali değil mi?.
Milli Eğitim Bakanınız Hüseyin Çelik güya demokrat görünüyor ama o da alenen suçluyor.. Sanki davanın savcısı.. "Onlar 'Baba beni okula gönder' dedikleri, ya da genç kızlar okusun diye burs verdikleri, çok iyi organ nakli yaptıkları için soruşturulmuyorlar. Bu eğitimcilerin arasında aleni darbe çağrısı yapan bu işin başında olanları, bir numarayı arayarak 'Emrinizdeyim' diyen insanlar var.."
Bir numara kim, bilen yok. Sayın Çelik nerden biliyor. Devletin sırları arasında olması gereken bu bilgiler, bakan bile olsa, ulaşmaması gereken bir kişiye nasıl sızıyor ve sızdırılıyor, bunlar sizi Adalet Bakanı olarak ilgilendirmiyor mu?.
Bu sözler yargıya müdahale, bu sözler yargıyı etkileme, bu sözler yargısız hüküm, yargısız infaz değil mi, hem de bir bakan tarafından, Sevgili Şahin..
O zaman bir kısım medyanın, Atatürk ve onun Cumhuriyetinin düşmanı bir kısım köşe yazarının fırsat bu fırsat deyip, hem de ne ipe sapa gelmez insanların, ya da paçayı kurtarma çabası içinde on taraflı oynayan ve de korkudan ve utançtan bu ülkeye gelemeyen, kaldıkları yerde Türkiye düşmanları tarafından beslenen iğrençlerin, hem de ne işkenceler içinde salladıkları üzerine, Allahın günü yeni suçlular ilan etmeleri, yeni yargısız infaza girişmeleri, bu ülkenin Adalet Bakanı olarak sizi niçin rahatsız etmez?.
Böyle durumlarda bile eli kolu bağlı oturacaksanız, o zaman söyler misiniz, bu ülkede bir Adalet Bakanına niçin ihtiyaç var?. Adalet Bakanı ne yapar?.
Bu soruları belki Başbakana sormam lazımdı aslında.. Ama o daha işin başında "Ben bu davanın savcısıyım" diyerek yerini ve tarafını belli etti. Türkan Saylan olayında bu satırları yazdığım ana kadar tek kelime söyleme gereği duymadı. Ona diyecek lafım yok..
Ama sizi yakından tanıyorum. Dostum ve arkadaşımsınız.. Düşüncelerinizi de bildiğimi sanıyorum..
O zaman sizden, daha etkin olmanızı bekliyorum.. Eyyam ve günü kurtaran sözler değil!..

http://www.sabah.com.tr/uluc.html

minik not: ikisi de hafta içinde yazilmis köse yazilarindan..okunmali diye düsündüm..

LAZIO
19-04-2009, 14:45
Turkan Saylan'in evine baskin yapilmasi hos degildi....Goruntu cirkindi,uzucu idi.....Ancak olayin birazda duygu somurusune donusturuldugu,tamamen bu noktaya odaklandigi ve gercekten konusulmasi gerekenlerin konusulmadigi kanaatindeyim.....Katilirsiniz katilmazsiniz ancak asagidaki yaziyi bu tip duygusal tepkileri karikaturize etmesi acisindan buraya tasimaya deger buldum....LAZIO

Camiden mi getirdiler?
Her türlü rezilliği yapıp da yakayı ele verince masum ayağına yatanlara, halk dilinde sorulan bir soru vardır: "Seni camiden mi getirdiler?"
Basında Ergenekon'un gizli ya da açık destekçiliğini yapanlara, "arkadaşları" hakkında bu soruyu sorunuz.
Gözaltı kararını veren, mahkeme... Arama kararını veren, mahkeme... Asıl önemlisi, tutuklama kararını veren, gene mahkeme... Türkiye Cumhuriyeti'nin ağır ceza mahkemesi...
Ama bir kısım basın bunu "savcı rüyasında görmüş, ya da polis bir sabah kalkmış, çayını içmiş, gıcık kaptıklarımıza operasyon yapalım demiş" gibi yansıtıyor!
Basın çakallarının bütün numaraları, kovuşturmaya uğrayanların başlarına bu işlerin "Atatürkçü oldukları için geldiği" yanılgısını kafalara yerleştirmek...
Örgüt konusunda da yaptıkları, "henüz mahkeme karar vermedi, demek ki Ergenekon yoktur" şeklinde bir demagoji...
Kimileri böyle ince namussuzluklara yöneliyor, daha az zeki olanları da iyice zırvalıyorlar:
"Koskoca paşa darbe yapar mı?"
Hayır, darbeleri kasap çırakları ve berber kalfaları yaparlar, çünkü zulalarında tankları ve uçakları vardır! Nefer olarak yaptıkları askerlikten terhis olurken "ileride lazım olur" diye bir kenara atmışlardır...
"Yüksek tansiyonlu, şekerli adam darbe yapar mı?"
Hayır, önce tam teşekküllü devlet hastanesinden "sağlık durumu darbe yapmaya uygundur" şeklinde sağlam raporu alınır!
"Üniversite hocası darbecilerle birlik olur mu?"
Hayır, ortamektep şahadetnamesi ya da lise muadili meslek okulu diploması yeterlidir!
"Yaşlı başlı adam tutuklanır mı?"
Hayır, ancak on sekizinde taş gibi delikanlılar içeri atılabilirler!
"Kadın darbeci olur mu?"
Hayır, prostat, testis ve penis, darbe için gerekli ve yeterli araç ve gereçlerdir! Zaten, başarılı darbeciler için kullanılan "testisli adam" lafı da oradan gelir!
"Basın mensubu darbeyi destekler mi?"
Hayır, özellikle ayakkabı boyacılığı, dolmuş değnekçiliği, tüpgaz bayiliği gibi daha tutarlı bir meslek sahibi olmak esastır!
Mahkemeye de sataşacaklar, açık konuşamıyorlar... Çünkü suç...
Lafı dolandırıyorlar: Yargı, hükümetin baskısı altında! Son yıllarda unutulmuş gibi görünen büyük Alman yazarı Heinrich Böll'ün bir romanının adıdır: "Âdemoğlu, neredeydin?"
Biz "kuvvetler ayrılığı" ilkesini savunurken sen neredeydin, Ergenekon yavrusu?
Ya Kenan Evren'i yalamakta, ya da avantadan gezintilerde yemeklerde tabii...


--------------------------------------------------------------------------

LAZIO
19-04-2009, 15:11
Bu arada Sn Saylan'in evine yapilan baskinin ve uzucu goruntulerin olumlu bir etkiside olmus.....Kiz cocuklari okutma kampanyasina buyuk bir bagis patlamasi yasanmis.....Belki vesile ile insanlar karanlik bulduklari dusuncelerden kurtulmanin tek yolunun darbe olmadigina,verilecek demokratik,cagdas ve etkili tepkiler olduguna uyanmaya baslarlar.....LAZIO

--------------------------------------------------------------------------

neron
19-04-2009, 20:38
http://www.hurriyet.com.tr/yazarlar/11463658.asp?yazarid=249&gid=61

neron
19-04-2009, 20:52
http://www.hurriyet.com.tr/yazarlar/11463649.asp?yazarid=218&gid=61

Gozlemci
20-04-2009, 03:51
"Her türlü rezilliği yapıp da yakayı ele verince masum ayağına yatanlara..." cumlesi ile baslayan yaziya hakkiyla yanit vermeye verecegim de olusturulan korku imparatorlugu "gercekten konusulmasi gerekenleri" konusturmuyor. Ben sadece sunu sorayim. Her turlu rezillik sinifina, TMSF'den bizim vergilerimizden yukluce bir transfer ucreti alip sahibi degisecek gazeteye gecmek, suclulugu kanitlanmamis insanlara suclu hukmu vermek ve herkesi aptal sanmak giriyor mu? Bu tipe inanacak kadar saf olan varsa buyursun inansin.

Savunmalari okumadan pesin hukumlu olmayin. Bilgi sahibi olmadan fikir sahibi olmamaya gayret edin. Buraya 17 Nisan gunu yapilan bir savunmadan alinti veriyorum. Alintinin tamami, Isci partisi websitesinden.

-----------------------------------------------------------------------
Doğu Perinçek’in avukatı Mehmet Cengiz, yaptığı açıklamada özetle şunları söyledi:
Dönemin MİT Müsteşarı Şenkal Atasagun’un, bu davanın temel dayanağı iddialarla ilgili olarak “saçma sapan” dediğini biliyoruz.
Müvekkillere yönelik iddiaların başkaca bir dayanağının bulunmadığını da daha önce açıklamıştık.
Bu durumu paylaştığımız bir meslektaşınız; “Ama, Doğu Perinçek ve arkadaşları hakkında başkaca iddialar da var” dedi. Yasal siyasi parti faaliyetleri dışında hangi iddia var diye sorduğumda gülerek; “İddianameyi okudum, örneğin sanıklardan İbrahim Benli’nin çiftlik evinde gizli örgütsel toplantılar yapmışlar” cevabını verdi.
Gerçekten de, İddianameyi okuduğumuzda, bu toplantı için; “Örgütün üst düzey üye ve yöneticilerince tertip edilen örgütsel içerikli olduğu anlaşılan toplantı” deniliyor (Bkz. İddianame, s. 1382-1383). Bu iddia, İddianamenin başka yerlerin de 8-10 kez ısrarla tekrar ediliyor.
Bunu söyleyen bir “Cumhuriyet Savcısı” olduğundan, bu ve benzeri iddialarla müvekkiller bir yılı aşkın süredir tutuklu bulunduğundan, konuyu ciddiye aldım ve araştırdım. Sözü edilen “gizli örgüt toplantısı”nın görüntülü ve sesli CD’sine ulaştım.
Şimdi bu CD’yi hep beraber huzurda izleyelim…
Şimdi soruyorum: Bu “örgütsel gizli toplantı”da Doğu Perinçek, kalanları da bu hafta tertiplenen “12. Dalga”da tutuklanan bilim adamlarımız Prof. Dr. Kemal Alemdaroğlu, Prof. Dr. Emin Gürses ile Prof. Dr. Ahmet Ercan…gibi diğer aydınlarımız, Marmara Üniversitesi Müzik Bölümünden Keman Sanatçısı Prof. Dr. Cemalettin Göbelez, Devlet Opera sanatçıları Altan Günbay, Müveddet Günbay, Gül Göbelez… gibi sanatçılarımız eşleriyle birlikte yiyip-içerek, çalıp-söyleyerek hangi “örgütsel kararları” almışlar?
Gördünüz! İddiaların önemli dayanaklarından bir olan bu iddia da diğerleri gibi “saçma sapan”dır. Görüntülü ve sesli kanıtını sunuyorum.
İddianamede suça kanıt gösterilen diğer toplantılara bakalım:
1. Bilecik Toplantısı: Savcılar, İddianamedeki maddi hataların
düzeltilmesine ilişkin 31.03.2009 tarihli yazılı açıklamalarında böyle bir toplantı yapılmadığını kabul ettiler.
2. Taksim Toplantısı: Bu toplantı 40 yıldır yapılıyor. Cumhurbaşkanları,
Başbakanlar katılıyor. Doğu Perinçek’in bir kez katılması ve basının da izlediği bir konuşma yapması neden suç olsun?
3. Yurtdışı Toplantıları: Doğu Perinçek’in bazı sanıklarla yurtdışında toplantı yaptığı iddiasının doğru olmadığı açık kanıtlarla saptandı. MİT bildirdi: Böyle bir buluşma yok. Emniyet Genel Müdürlüğü’nden bu toplantıya katıldığı iddia edilen kişilerin yurda giriş-çıkış tarihleri getirtildi. Bunların denk düşmediği anlaşıldı.
4. Ankara Kent Otel'de Yemek: Ankara’da aralarında yargıçlar, generaller, profesörlerin de bulunduğu 70 kişinin katıldığı bu yemek suç oluşturamayacağı gibi; bu yemekte Doğu Perinçek yok, Nusret Senem yok. Diğer müvekkiller katılmamış. İşçi Partisi’nden Genel Başkan Yardımcısı Mehmet Bedri Gültekin katılmış. O da sanık değil.
5. Patalya Oteli’nde Yapılan Toplantı: Bu toplantıya 80 kişi katılmış. Basın var! 25 kadar koruma polisi var! Dosyadaki kanıtlarla sabit: Doğu Perinçek burada yaptığı konuşmada partili mücadeleyi savunmuş. Üçüncü şahıslar arasındaki telefon konuşmalarıyla da sabit: “Doğu Perinçek geldi, İşçi Partisi’ne katılın dedi” diyorlar.
Sayın Doğu Perinçek ve İşçi Partisi’nin önderleri, bu tutumlarını her zeminde sürdürmüşlerdir. Partide örgütlenmeyi, İşçi Partisi’nde örgütlenmeyi savunmuşlardır.
Ve İşçi Partisi yasaldır. Dosya tümüyle Yargıtay C. Başsavcılığı’na gönderildi. Bir yıl oldu, yasaya aykırılık görülmedi. Yargıtay C. Başsavcılığı’nın Siyasi Partiler Kanunu’na göre bir işlem yapmaya lüzum görmemesi, ceza soruşturmasındaki “takipsizlik kararı”na tekabül eder.
İddianamede yer alan tüm toplantıları özetledim. Ortaya çıkan sonuç; “toplantısı olmayan bir örgüt”tür. Soruyorum: Toplantısı olmayan örgüt olur mu?
Biraz önce CD’sini izlediğimiz yemek, soruşturma aşamasında kendisine sorulduğunda Sayın Doğu Perinçek; haklı olarak tepki göstermiş, bunun dostlar arasında eğlendikleri bir yemekli toplantı olduğunu söylemiş ve “Abdülhamit döneminde miyiz? Dostlarımızla toplanıp, yemek yiyip, şarkılar söyleyemeyecek miyiz?” diye sormuştu. Buna rağmen, aynı masala İddianamede ısrarla ve tekrar tekrar yer verilmesi, ancak “saçma sapan”lıkta ısrar olarak değerlendirilebilir.
Şenkal Atasagun’un, yıllar sonra; “İddialar saçma sapandı, ama raporlara bağlanıp şemalaştırılan bu iddiaları yetkililere bildirmeseydim ‘bana da Ergenekoncu’ derlerdi” diye pişmanlığını belirtmesinden ders çıkarmak gerekir.
Bunun için, müvekkiller İşçi Partisi Genel Başkanı Doğu Perinçek, İşçi Partisi Genel Sekreteri Nusret Senem ve İşçi Partisi’nin diğer yöneticileri M. Adnan Akfırat, Hikmet Çiçek ve Hayati Özcan’ın tahliyelerine karar verilmesini talep ediyorum.

LAZIO
20-04-2009, 13:26
Yaziyi yukariya tasima nedenimi acikladim....Olaylara yapilan duygusal yaklasimin karikaturize edilisini hos buldum.....Insanlarin "Bu mevkiide,bu yasta,bu saglik durumundakiler boyle seyler yapmaz" yaklasimlari mantiksiz....Italya'da yapilan operasyonda yuzlerce mevkii sahibi,sanatci,burokrat'in bu islere karistigi goruluyor.....Zaten bu tip insanlarin katilmadigi bir yapilanmanin ne basari sansi olabilirki?.....

Engin Ardic'in karakter ve durustlugu konusunda bir iddiamda yok....Kaldiki durustluk soz konusu olsa,Turkiye'de elli tarakta bezi olan patronlar icin calisan hangi gazetecinin yazisini gonul rahatligi ile buraya kopyaliyabilirsiniz?..LAZIO

--------------------------------------------------------------------------

Gozlemci
20-04-2009, 14:50
Sucsuzluk karinesi: Hiç kimsenin, mahkeme kararıyla suç işlediği kesinleşip mahkum olmadıkça suçlu olarak kabul edilememesi durumu.

Asagidaki, bir kismini alintiladigim yazi, AIHM yargicligi yapan Riza Turmen'den. Gozaltilara alma kismi ozellikle onemli.

Riza Turmen
http://www.milliyet.com.tr/Yazar.aspx?aType=Yazarlar&Date=20.04.2009&ver=38
..........

Arama izni açık olmalıAİHM arama konusunda çok sıkı standartlar öngörüyor. Bir kere, yargıcın verdiği arama izni açık olmalı. Arama sonunda el konulabilecek belgeler ya da eşyalar açıkça belirtilmeli. Aramaya yol açan makul kuşkunun dayandığı somut olay ve bilgiler açıkça yazılmalı. Nihayet arama ve el koyma elde edilmek istenen sonuçla orantılı olmalı. Örneğin, suç kanıtı niteliği taşımayan eşyalara el konulmamalı.
Aranan kişiye yöneltilen bir suç yoksa, arama ve el koymayı yapan ilgili makamlar daha fazla dikkatli davranmak zorunda. Yargıcın verdiği izinde aramanın neden gerekli olduğu, makul kuşkunun hangi somut olaylardan kaynaklandığı daha ayrıntılı anlatılmalı. AİHM’nin ölçütleri ulusal yargı bakımından bağlayıcı nitelikte. Anayasa’nın 90. maddesi bunu öngörüyor.

Suçsuzluk karinesi...
Buna karşılık, 13. Ağır Ceza Mahkemesi’nin verdiği izinde ne görüyoruz? Bir kere, “Soruşturmalarda aşağıda belirtilen fiillerin işlendiği de anlaşılmıştır” gibi, yürüyen bir davayla ilgili olarak suçsuzluk karinesiyle bağdaşmayan bir ifade kullanılmakta. İddianamelerdeki iddialar sıralandıktan sonra, “Ergenekon silahlı terör örgütüne ait olduğu düşünülen delillerin elde edilmesi amacıyla, arama yapılmasına, bulunacak delillere el konulmasına ihtiyaç duyulmuştur” diye sona eriyor.
Oysa, “düşünce” yeterli değil. Düşüncenin dayandığı somut olay ve bilgilerin gösterilmesi gerekiyor. Sonra izin “delillerin elde edilmesi” amacıyla verilmiş. Oysa, aramayı yapanlar ne bulurlarsa çuvallara doldurup götürüyorlar. Kanıt niteliği taşıyıp taşımadığına bakmaksızın. Örneğin, Atatürk’ün Nutku, Suna Kan’ın konser biletleri hangi suçun kanıtları?

Ulusal yasaya uygunluk
Gözaltına almalarda, CMK iki koşul öngörüyor: Birincisi, soruşturma yönünden zorunlu olması. Başka bir deyişle, özgürlüğü sınırlamadan aynı amaç gerçekleştirilebilir mi? İkincisi, kişinin suç işlediğini düşündürebilecek belirtilerin varlığı. AİHM, önce gözaltı ya da tutuklamanın ulusal yasaya uygun olup olmadığını inceliyor. Sonra, ulusal yasanın ve uygulamanın AİHM ölçütlerine uygunluğuna bakıyor.
Gözaltında gerek CMK, gerek AİHM belirli yoğunlukta bir kuşku ve bunun somut verilere dayanmasını arıyor. AİHM “makul kuşku” ölçütünü kullanıyor. Kuşkunun inandırıcı olmasını, bu amaçla savcının elinde suç işlendiği konusunda objektif bir gözlemciyi ikna etmeye yeterli bilgi ve olaylar olmasını istiyor.
Sorguya çekmek amacıyla gözaltına almak ne ulusal yasa ne de AİHM ölçütlerine uygun.
Hangi makul kuşku?
12. dalga gözaltılarında, yukarıdaki koşulların gerçekleştiğini söylemek güç gözüküyor. Örneğin, Tijen Mergen’in ya da Ferhat Şenatalar’ın üç gün gözaltında tutulması hangi makul kuşkuya, hangi somut olaylara dayanıyor?
Hukuk devletine en büyük tehdit, bireysel hak ve özgürlüklerin keyfi davranışlar sonucu çiğnenmesi ve buna karşı toplumun tepki göstermemesi. “Her faninin başına gelir” anlayışının topluma egemen olması. Buna izin vermemeliyiz.

LAZIO
20-04-2009, 19:57
Turkiye son elli senedir demokratik bir hukuk devleti idide benmi kacirdim?.........

Faili mechul cinayetler islenirkende,insanlar iskence gorurken,fikirlerinden dolayi yillarini icerde gecirirkende,halkin oyu ile gelmis politikacilar yaka paca alassagi edilirkende demokratik bir hukuk devleti degildi,……..Tijen Hanimla Ferhat Bey’in paldir kuldur iceri alindigi,Sn Saylan’in evine baskin yapilan bu gunde degil..…….

Benim itirazim,Turkiye’deki islemiyen sistemi sorusturmak yerine siyasi cekismeyi on plana cikarmak……Bu islemiyen sistemden bir kurtarici beklemek…..Iktidar degisikliklerinin mucize yaratacigina inanmak..….En anlamadigim noktada demokratik hukuk devletini tesis etmek icin darbeden medet ummak…..

Ne kadar kotu olursa olsun,bu veya bir baska iktidar eger darbe ile gidecekse kalsin daha iyi…….Demokrasiyi bizim jenerasyonumuz yasayamadi (Yasi 40 ustu olanlardan bahsediyorum),eger acilen gerekenler yapilmazssa cocuklarimizda yasiyamiyacaklar hele bir darbe daha olursa torunlarimizin bile yasamasi tehlikeye girecektir…….

Bundan boyle darbe yapmaya tevessul edenlerin iki kere dusunmeleri acisindan.....Darbe icin faaliyet gosterenler varsa onlarin cezalandirilmasi kadar gecmis darbecilerede yargi yolunun acilmasinin gercek demokrasi icin sart oldugunu dusunuyorum…....

Yillarca kafamiza kazinmis “Turkiye demokrasiye hazir degil,ozel sartlara haiz”masalini artik bir tarafa birakmamiz gerek…. Sorulacak soru su…..Biz gercek bir demokratik Turkiye istiyormuyuz?.....Talep ediyormuyuz?.....En begenmedigimiz,en karsi oldugumuz fikrin bile serbestce dile getirilebilmesi icin elimizden geleni yapabilmeye hazirmiyiz?......LAZIO

--------------------------------------------------------------------------

AnnE
21-04-2009, 06:58
Lazio dostumuz, hepimizin yaşadığı tenakuzlardan bahsetmiş.Haklıdır.
(E tabii Türkiye'de birine haklı dedikten sonra fakat diye devam etmek şarttır.)

Fakat ; problem şurada ki, 50 yıldır ve hiçbir zaman olmamış demokrasiyi, iktidarın seçimler yolu ile diger bir hırsız güruhuna transfer edilmesi olarak yaşadığımızı da inkar edemem ben şahsen.

Devrimi 1950 lerde fasılaya uğramış ve bir daha belini doğrultamamış Türkiye Cumhuriyeti'nin yarım kalmış devrimini en azından kültürel açıdan tamamlama ihtimali tamamen ortadan kalkmıştır. Devrimlerden oylamalarla vezgeçilmez. ( Aha da darbeci oldum !!! ) Ve de devrim çatladı mı bir daha onarılmaz. ( Aha da yılgın oldum..!!! )

Güncel meseleye yani Ergenekon tantanalarına gelirsek ; burada sapla saman, otla bok birbirine bilerek ve isteyerek karıştırılmış durumda.
Aynı dava içinde ;

* Orduda etkili görevde iken darbe yapmaya niyetlenmiş adamlar ( org'lar )
* Orduda etkili coğrafyalarda iken mafya ile lüpleme işlerini memleket davası kılıgına sokmuş adamlar ( Veli Küçük , Sedat Peker )
* Devleti Tansu Ciller gibi iktidarsız muhterisler yönetirken onları kullanarak köşe dönmeyi devlet hizmeti maskesine saklayan hırsız katiller ( Susurluk )
* PKK dan kurtulmayı kıyıma bağlamış zavallılar ( 17500 faili mechulcu Jıtem, ozel tim )
* Kırılmış devrimi asker zoru ile devam ettirebilecegini sanan düzkafalı idealistler ( Bizkaçkişiyizciler )
* Mevcut iktidardan kurtulmak için ince cıkış yolları aramaktan usanmayan konjonkturel muhalifler ( Haberal )
* Her yol mubahçı Sabık muhalifler ( İP)
*zart
*zurt

birleştirilerek içinden çıkılmaz bir yola girilmiştir. Bunun objektif neticesi '' MUHALEFET ETMEK TEHLİKELİ VE YASAKTIR'' olarak zuhur etmektedir ki ben buna kısaca faşizm, daha yumuşak deyişle Polis Devleti diyorum ve buna itiraz ediyorum. İtiraz ediyorum, zira çıkardığım bu netice bizi süratle F tipi bir ülke haline getiriyor. Memlekette 230.000 ( ikiyüzotuzbin) polis oldugunu duyunca, bu adamları secen ve egitenlerin kimler oldugunu bilince esas devrimin yani F tipi devrimin kacınılmazlığı karşısında tırsıyorum. Ve itiraz ediyorum.

Demokratlık, 12 Eylul intikamı gibi ossuruktan saf bahaneler sadece F tipi devrimin hızlanmasına hizmet ediyor diye itiraz ediyorum.

YArgı bagımsızlıgı diye kutsanmış bir bahanenin arkasında herşeyin mubah görülmesine ve buna birsürü safdilin kapılmış olmasına itiraz ediyorum.

Bu davanın arkasına, memlekette herbiri hergün daha da kötüye giden herşeyin saklanmasına itiraz ediyorum.

Hiçbirini sevmedigim birsürü adamın Silivri'ye tıkılmasının, onlardan daha az sevdigim diger adamların çıkarlarına hizmet etmesine itiraz ediyorum.

Çare demokrasi sloganını ben de atmak istiyorum, ama bir yanım da diyor ki ;kim için demokrasi ? demokrasiyi yaşayabilmenin asgari sosyal seviyesi diye bir kavram var mı ( aha da elitçi oldum ) ?

Bana herseyci diyebilirsiniz, mahzuru yok. Çünkü o safiyane '' elimizden geleni yapmak '' lafının içini dolduramıyorum.

Ve de kimseden ve hiçbirşeyden medet ummuyorum.

Master
21-04-2009, 07:28
Bir Okul Öğretisini tekrarlıyorum '' Biz İnsanlar doğanın bir parçasıyız, eğer öyleyse Doğada Demokrasi var mı ?? ''

Bu öğretinin bana ulaştırdığı vatandaşlık mesajı çok önceleri de yazdığım gibi İlkeli ve Laik Cumhuriyet e yaşamak..Demokrasi doğada varsa bizede gelir...

Demokrasi istemlerinin büyük çoğunluğu Birşeyleri örtüp asıl istemi gizlemek adına kullanılan bir terimdir...

Demokrasi anıtı ABD gibi vsvs Demokrasi İsteminde bulunan veya o söylemde yaşadığını sunan devletlerin Afrika, Güney Amerika vsvs sunumlarını iyi bakmak gerekmektedir...Fransanın Çad ilişkisine.. diye uzayıp gider...

LAZIO
21-04-2009, 12:44
Cumhuriyetcilik ve demokratlik birbirinin alternatifi midir?......Hem Cumhuriyetci hemde Demokrat olunamaz mi?....Amerika'da,aslinda birbirinden hicbir farki olmayan iki partinin gostermelik kayikci kavgasindan,kendimize bolunmek icin yeni bir konu cikarttik sanki....

Ilkeli laik bir Cumhuriyet istemenin ozledigimiz Turkiye icin yeterli onsartlar oldugunu sanmiyorum....Saddam'in Irak'i geliyor aklima....Cumhuriyetmi?....Cumhuriyet Laikmi?.....Laik Ilkeli mi.....Kendi kafasina gore dunyanin super gucune yok olmak pahasina kafa tutacak kadar ilkeli......Ote yandan Cumhuriyet olmayan demokrasiler Hollanda,Norvec,Ispanya,Danimarka.......(Umarim buradan monarsi istegi icinde oldugum gibi bir sonuc cikarmazssiniz....Yalnizca demokrasinin onemini vurgulamak icin uc bir ornek verdim.)

Elimizden geleni yapmak konusuna gelince.....Kasim ayinin Ukrayna sogugunda gunlerce sokaklarda sabahlayan insanlarla.......Sn Saylan'in "Yuzbin kiz cocugu okutabilsek Turkiye'ye gericilik bir daha ugramaz"soylemleri arasindaki genis yelpazeden icini dolduracak bir cok malzeme bulunabilir gorusundeyim...

Demokrasiyi terim olarak cok havada buluyorsaniz,cesitli amaclarla kullanildigini dusunuyorsaniz,terminolojiyi bir kenara birakalim.....Aydinlik diyelim onuda begenmediyseniz portakal diyelim.......Ama cesitli bahanelerle aramaktan,savasmaktan vazgecmiyelim........Kendimiz icin yilgin olabiliriz ancak cocuklarimiz icin yilgin olmaya hakkimiz yok.....LAZIO

--------------------------------------------------------------------------

Master
21-04-2009, 22:42
İlkeli ve Laik Cumhuriyet için çok çevreye bakmışsınız... Benim için sunan Anıt Kabir de....

İlke açılımı için Adı bile yetiyor....


Köy Enstitüleri,Açık olsaydı ilericilik gerilermiydi ??..

Doğada olmayan, bir istemden ötesi değildir...

+++++

Harvard Üniversitesinde öğretim görevlisi olan Prof Dr Gönül Tekin

http://video.google.com/videosearch?q=g%C3%B6n%C3%BCl+tekin&emb=0&aq=f#

AnnE
22-04-2009, 06:44
'' Kasım ayında Ukrania soğuğunda günlerce sokaklarda sabahlayan '' insanları okuyunca aklıma Alina takıldı. Dur bi arayım kızcağızı. Kış boyunca evine gaz gelmeyen yetmişlik mamuşkanın sağlığı ne vaziyetteymiş. Okuldan direkt olarak patates toplamaya giden, tarla dönüşü çaktırmadan cebine tıkabildikleri ile akşam yemeği sağlayan 14 yaşındaki oğluna buradan gönderdiği ayakkabılar eline geçmiş mi ? Çalıştığı atölyeden 2 lt makina yağı çaldığı için bir yıldır hapiste olan kardeşi kaç yıl ceza almış ? Ukraina'nın hemen hemen her kasabasında kurulan '' falanca yerin kızları.com '' internet siteleri üzerinden dünyanın dörtbir yerindeki sürekli maaşlı emekli kart zamparalara pazarlanma umudu ile yaşayan o güzelim kızların kaç tanesi altına yatarak bokunu temizleyeceği dedesinden yaşlı koca bulma şansına ermiş ?

neron
22-04-2009, 07:19
http://www.hurriyet.com.tr/yazarlar/11485192.asp?yazarid=249&gid=61

LAZIO
22-04-2009, 13:15
Sn Anne,

Yukaridaki mesajinizdan,eger Laz kafamla yalnis anlamadiysam, su neticeyi cikardim........"Evet insanlar demokrasi icin yaptiklari eylemin sonucunu aldilar ama bunun diyetini ac kalarak oduyorlar"...

Bunu Turkiye'ye uyarlarsak....Buradan "Eger Turk halki demokrasi talep ederse,bunun icin eylem yaparsa birileride bizim gazimizi kesip,bizi ac birakabilir,kizlarimiz sokaga duser,perisan oluruz"sonucunu mu cikarmamiz gerekiyor?.....

Sakin yalnis algilamayin sadece anlamaya calisiyorum....Alina ile konusursaniz kendisine en iyi dileklerimi iletin lutfen....LAZIO

--------------------------------------------------------------------------

AnnE
22-04-2009, 14:56
Muhterem Lazio ;
Yukarda yazdıklarımın yanlış ya da eksik anlaşılabileceğini sezmiştim. Bugün vaktim maalesef yok. Bu hoş tartışmayı, medyacıları daha fazla incitmeden arkabahce ye taşıyarak devam ettirmek istiyorum. Ama birkaç gün müsaade; uzun zamandan sonra memlekete gelip buzlu rakı içeceğim.

Ama, dayanamadım ; Alina'nın memleketinde yapılan oranj demokrasi mücadelesinin ilk somut sonucu, kazanılan bu mücadeleden sonra rüşvet tarifesinin iki misli artması olmuştur.
Bahsetmek istedigim, vatandaşa demokrasi diye neyin yedirildigine dikkat edilmesidir. Mesela, 2. Dünya savaşı sırasındaki kıtlık döneminin bütün karaborsadan köçeyi dönen dümbüklerin DP nin en önde gelen savaşcıları olması ve DP nin bu memlekette demokrasiyi getiren şey olarak anılması gibi.

Zaten Alina'ya da sordum '' Hö ??? '' diye uzun uzun suratıma baktı. ( Fena da olmadı hani )

tamam tamam devamı sonra...

alihoca
22-04-2009, 23:07
Turkiye son elli senedir demokratik bir hukuk devleti idide benmi kacirdim?.........

Faili mechul cinayetler islenirkende,insanlar iskence gorurken,fikirlerinden dolayi yillarini icerde gecirirkende,halkin oyu ile gelmis politikacilar yaka paca alassagi edilirkende demokratik bir hukuk devleti degildi,……..Tijen Hanimla Ferhat Bey’in paldir kuldur iceri alindigi,Sn Saylan’in evine baskin yapilan bu gunde degil..…….

Benim itirazim,Turkiye’deki islemiyen sistemi sorusturmak yerine siyasi cekismeyi on plana cikarmak……Bu islemiyen sistemden bir kurtarici beklemek…..Iktidar degisikliklerinin mucize yaratacigina inanmak..….En anlamadigim noktada demokratik hukuk devletini tesis etmek icin darbeden medet ummak…..

Ne kadar kotu olursa olsun,bu veya bir baska iktidar eger darbe ile gidecekse kalsin daha iyi…….Demokrasiyi bizim jenerasyonumuz yasayamadi (Yasi 40 ustu olanlardan bahsediyorum),eger acilen gerekenler yapilmazssa cocuklarimizda yasiyamiyacaklar hele bir darbe daha olursa torunlarimizin bile yasamasi tehlikeye girecektir…….

Bundan boyle darbe yapmaya tevessul edenlerin iki kere dusunmeleri acisindan.....Darbe icin faaliyet gosterenler varsa onlarin cezalandirilmasi kadar gecmis darbecilerede yargi yolunun acilmasinin gercek demokrasi icin sart oldugunu dusunuyorum…....

Yillarca kafamiza kazinmis “Turkiye demokrasiye hazir degil,ozel sartlara haiz”masalini artik bir tarafa birakmamiz gerek…. Sorulacak soru su…..Biz gercek bir demokratik Turkiye istiyormuyuz?.....Talep ediyormuyuz?.....En begenmedigimiz,en karsi oldugumuz fikrin bile serbestce dile getirilebilmesi icin elimizden geleni yapabilmeye hazirmiyiz?......LAZIO

Sevgili LAZIO;

Öncelikle hooş geldin. Kendi özgün fikirlerini yazarak katılımın ile de sefalar getirmişsin.


Özlem dolu selamlarımla

LAZIO
23-04-2009, 13:28
Hos bulduk Sevgili Alihocam,

Gordugum kadari ile nezaket ve inceliginden hic birsey kaybetmemissin....Boyle guzel bir ortamda eski dostlarla birlikte olmak gercekten cok hos bir duygu...Sana ve tum sevdiklerine en icten iyi dileklerimi gonderiyorum....LAZIO

--------------------------------------------------------------------------

neron
26-04-2009, 20:16
Endişe verici nüfuza sahip bir ’cemaat’in hikáyesi


Türkiye’de hep bir "cemaat" konuşulup tartışılıyor. Kimi eğitim çalışmalarını alkışlıyor, kimi açılan okulların gizli ajandasından bahsediyor.

26 Nisan 2009

Soner YALÇIN
sonery@hurriyet.com.tr




Endişe verici nüfuza sahip bir ’cemaat’in hikáyesi


Türkiye’de hep bir "cemaat" konuşulup tartışılıyor. Kimi eğitim çalışmalarını alkışlıyor, kimi açılan okulların gizli ajandasından bahsediyor.


>
Bugün ne kadar bir güce hükmettiği bilinmiyor.

TV ve radyo sayısının 700 olduğu tahmin ediliyor.

Bu "cemaatin" endişe verici bu nüfuzu hep tartışma konusu. Kimilerine göre milyar dolara hükmeden Opus Dei, aslında sadece "kutsal mafya"!

Peki iş ve siyaset dünyasında karmaşık ilişkiler yürüten Opus Dei neydi?..

’Allah’ın Eseri’

Adı, Josemaria Escriva de Balaguer’di.

Madrid’de sıradan bir Katolik papazdı. İnzivaya çekildiği kilisede "Tanrı’dan gelen vahiy" sonucu 2 Ekim 1928’de "Opus Dei" (Allah’ın Eseri) adlı gizli "cemaatini" kurdu.

Amacı; Vatikan ve kiliseler dışında Papa’ya destek olacak iyi eğitim görmüş elit bir grup oluşturmaktı.

Opus Dei’ye göre Papa’nın kimliği, kilisenin ve Papalık kurumunun üstündeydi!

Papa; Tanrı-Krallığı’nın kutsal önderi "olağanüstü" bir kişiydi.

Opus Dei’nin ruhaniliği kendine özgündü. "Çilecilik"; acı çekme yüceltiliyordu. Müritler kırbaçla göğüslerine, sırtlarına vuruyordu. Çünkü onlara göre acılar ruhu Allah’a yaklaştırıyordu!

Müritler okullarda yetiştirildi

Papaz Balaguer "müritlerini" genelde Katolikliğe sıkı sıkıya bağlı varlıklı, iyi eğitim görmüş zenginlerden oluşturmaya gayret etti. (Cemaate bağlı işadamları genellikle turizm ve inşaat sektöründeydi.)

Mesleğinde başarılı doktor, mühendis, gazeteci, yazar vs. hepsini "cemaatine" kazanmaya çalıştı. Başarılı da oldu.

Tamamen gizli olan "cemaate" üç tipte katılım olanağı vardı.

En kalabalık olan "kadro dışı" olanlardı. Bunlar günlük hayatını "cemaat" idealine bağlı olarak yaşayan evli ya da bekár müritler idi.

"Kadrolular" ise kendini tamamen "cemaate" adamış seçkin, önderlik edecek erkekler ve kadınlardı.

Bir de "yardımcılar" vardı; "cemaate" üye olmayıp etkinliklere katılan ve özellikle de bağış yapan kişilerdi bunlar.

"Kadrolu" kişi Opus Dei’ye kabul edilmek için tanıklar önünde yemin etmek zorundaydı. Sadakatle bağlı kalmak, gizliliğe harfiyen uymak ve havarilere özgü bir yaşam sürmek şarttı. Aile yaşantısı onaylanmayan müritler ailelerinden uzakta özel evlerde barındırıldı.

Eğitim yoluyla seçkin-önder elemanlar yetiştirmeyi hedeflediler. Okullar açtılar ardı ardına. Yetmedi taşradaki başarılı çocuklar için yurtlar hizmete soktular. Yurtdışı burs olanaklarını iyi kullandılar.

Yetişen müritleri devletin kilit yerlerine yerleştirdiler.

Ve hep devlet desteği gördüler.

Çünkü, düşman ortaktı...

Ağca’nın Papa’ya suikastı

Opus Dei kurucusu Papaz Balaguer antikomünistti.

"Cemaat" için komünistlerle mücadele esastı. Bu sebeple İspanya İç Savaşı’nda Cumhuriyetçilere karşı savaşan Faşist Franko’nun yanında saf tuttular.

İlişki karşılıklıydı; Franco iyi yetişmiş "cemaatin" insan kaynaklarından hep yararlandı. "Cemaat" ise diktatör Franco’nun gölgesinde büyüdü.

Opus Dei, iş dünyası ve politikadaki gücünü her geçen yıl artırdı.

Bir yanda sürekli "partiler üstü" gözüktüler, diğer yanda ellerini politikadan hiç çekmediler.

İlk dönem İspanya ile sınırlı mütevazı gizli "cemaat" zamanla mürit sayısını, siyasi ve iktisadi nüfuzunu artırınca ülke dışına da "hizmete" başladı. Çünkü soğuk savaş dönemi başlamıştı.

Yıl 1947. Opus Dei kurucusu Papaz Balaguer, Roma-Vatikan’a çağrıldı.

"Papa Hazretleri’nin Yüksek Papazı" unvanı verildi.

Opus Dei böylece dünyadaki kiliseler bünyesinde ayrıcalıklı bir yer edindi; tanındı. Özellikle 1982’den sonra Papa II. Jean Paul’ün kanatları altına girerek Vatikan’ın en etkili dinsel örgütü oldu.

(Ara not: Mehmet Ali Ağca’nın Papa II. Jean Paul’e 13 Mayıs 1981’de suikast yaptığını anımsatırım. Ergenekon soruşturması nedeniyle İtalya’daki Gladio’yu dillerinden düşürmeyenlerin Vatikan-Opus Dei ilişkisini göz ardı etmemelerini öneririm.)

’Hoşgörü’ ve ’diyalog’

Opus Dei’nin anahtar iki sözcüğü vardı: "Hoşgörü" ve "diyalog"!

Bu iki kavramı kullanarak dünyanın çeşitli ülkelerindeki insanlarla yakınlaştılar, konferanslar-seminerler düzenlediler, okullar açtılar, TV-gazete satın aldılar. Adları duyulmamış aydınları ünlü yaptılar.

Sahibi oldukları 12 film şirketini psikolojik savaşın emrine verdiler.

"Hoşgörü", "diyalog" sözcüklerini ağzından düşürmeyen Opus Dei, diğer yandan soğuk savaşın en güçlü antikomünist örgütlerinden biri oldu.

Özellikle İspanyolca konuşulan Latin Amerika’daki ülkelerde sosyal hareketleri destekleyen kiliseler ile sol hareketlerin kurduğu ittifakı bastırmak için aktif olarak kullanıldı. Örneğin, Şili diktatörü Pinochet gibi eli kanlı askerlerle sıkı işbirliği içinde oldu. Arjantin, Paraguay ve Uruguay’da otoriter rejimleri destekledi. Nikaragua’da diktatör Somoza’yı, Peru’da Fujimori’yi finanse etti. Yani CIA ile Opus Dei hep içli dışlı idi.

"Cemaat" Avrupa’daki politik kirli işlerin de içindeydi.

Fransa’da sosyalist Mitterrand karşısına Cumhurbaşkanı adayı olarak çıkarılan Maliye Bakanı Valery Giscard d’Estaing’i desteklediler.

Zaten baba Edmond Giscard d’Estaing, Opus Dei’nin sahibi olduğu Banco Popular Espanol’un başkanıydı!

(Ara not: Gladio’nun Türkiye’deki dinci ayağı hep gözlerden kaçırılmak istenmektedir. Komünizmle Mücadele Derneklerini, İlim Yayma Cemiyetlerini hangi hocaefendiler kurdu? CIA, Türkiye’de hangi hocaefendilere kefildir?)

Tanrı’nın Ahtapotu

Opus Dei’nin kurucusu Papaz Balaguer, ülkesi İspanya’ya bir daha dönmedi.

Hayatının sonuna kadar Vatikan’da yaşadı.

1975’te öldükten sonra önce 1990’da "üstat" ilan edildi. Ardından 2002’de azizlik mertebesine çıkarıldı! 300 yıl beklemesi gerekirken 15 yılda bu unvanı alıvermişti!

Tüm bunlara rağmen kamuoyundaki imajını hiç iyileştiremedi. Milyar dolarlık serveti nedeniyle "kutsal mafya" olarak değerlendirildi.

İngiliz araştırmacı Michael Walsh, "cemaate", Opus Dei (Tanrı’nın Eseri) değil Actopus Dei (Tanrı’nın Ahtapotu) adını verdi.

İsviçreli toplum bilimci, siyaset adamı Jean Ziegler ise Opus Dei’yi terörizm kadar mücadele edilmesi gereken aşırı sağcı bir hareket olarak gördüğünü yazdı.

Bu arada şunu yazmalıyım:

"Avrupa’da Gladio’lar bir bir açığa çıktı; bir tek Türkiye’deki bilinmiyor" diye yeri göğü birbirine katan liberaller, İspanya’daki Gladio-Opus Dei ilişkisinin neden açığa çıkarılmadığını biliyorlar mı?

Bilmiyorlar. Bilmedikleri çok...

Opus Dei, Vatikan’ın en önemli "Hıristiyanlık Dışı Dinler ve İnançsızlar" kurumunu elinde bulunduruyor. Bu "diyalog arayıcısı" hoşgörülü kurum, Müslüman ülkelerdeki bazı "cemaatler" ile sıkı bir işbirliği içinde.

Peki kimdir bu "cemaatler"? Ortak paydaları nedir?

Yeni Dünya Düzeni’nin "İslam ayağı" olan "Ilımlı İslam Projeleri" nerelerde, nasıl kotarıldı?

Neymiş, "cemaatler yalnızlaşan insanın terapi merkezi" imiş!

Keşke mesele bu kadar basit olsa.

Opus Dei ve benzeri "cemaatler" aslında gerçeği yüzümüze çarpıyor.

Tabii görmek isterseniz.

Siyasetin merkezinde bir dergáh:

YENİKAPI MEVLEVİHANESİ

TARİKATLAR, cemaatler "politika üstü" veya "partiler üstü" müdür? Sanıyorum bu konuda pek okuma, araştırma yapılmadığı için medyada ilginç görüşler dile getiriliyor, yazılıyor.

Halbuki temeline baktığınızda bile tarikat-cemaat olgusu siyaset sonucu ortaya çıkmıştır.

Çok gerilere gitmeyelim...

Tarihimizde çok bilinen bir olaydan örnek verelim.

Sultan Abdülaziz 1876’da darbeyle tahttan indirildi.

Bu darbenin "başrolünde" kim vardı: Midhat Paşa.

Sivil Midhat Paşa’nın en büyük destekçisi Askeri Mektepler Komutanı Süleyman Askeri Paşa idi.

Tarihimizde askeri öğrencilerin kalkıştığı ilk darbeydi bu.

Bunlar biliniyor.

Ancak bu darbede Yenikapı Mevlevihanesi’nin rolü hep göz ardı edildi.

Özetleyelim:

Sultan II. Mahmud ve Sultan Abdülmecid

Halbuki temeline baktığınızda bile tarikat-cemaat olgusu siyaset sonucu ortaya çıkmıştır.

Çok gerilere gitmeyelim...

Tarihimizde çok bilinen bir olaydan örnek verelim.

Sultan Abdülaziz 1876’da darbeyle tahttan indirildi.

Bu darbenin "başrolünde" kim vardı: Midhat Paşa.

Sivil Midhat Paşa’nın en büyük destekçisi Askeri Mektepler Komutanı Süleyman Askeri Paşa idi.

Tarihimizde askeri öğrencilerin kalkıştığı ilk darbeydi bu.

Bunlar biliniyor.

Ancak bu darbede Yenikapı Mevlevihanesi’nin rolü hep göz ardı edildi.

Özetleyelim:

Sultan II. Mahmud ve Sultan Abdülmecid bu dergáhın müdavimlerindendi.

Keçecizade Fuad Paşa, Ali Paşa gibi sadrazamlar, Mehmed Sadeddin Efendi, Ahmed Muhtar gibi şeyhülislamlar, nazırlar, valiler, álimler ve eşleri ve kızları bu dergáha intisap etmişlerdi. Bu dönemde Yenikapı Mevlevihanesi’nin şeyhliğini Osman Salaheddin Dede yapıyordu.

Ancak Sultan Abdülaziz döneminde dergáhın saray nezdindeki gücü azaldı. Padişah, dergáhı ziyaret bile etmedi.

Ayrıca...

Sultan Abdülaziz, gerek dış politikada gerekse ekonomide Sadrazam Mahmud Nedim Paşa’nın inisiyatifiyle Rusya’ya yakın bir siyaset takip etmeye başladı.

Bu durum Osmanlı Devleti üzerinde büyük etkisi olan İngilizleri kızdırdı.

Ve sonunda İngilizlerin desteğiyle darbe gerçekleşti.

Darbe organizasyonunun merkezi Yenikapı Mevlevihanesi dergáhı mıydı?

Toplantılar dergáhta mı yapıldı?

İddiayı dile getirenler, Osman Salaheddin Dede ile Midhat Paşa’nın darbe sürecinde sık sık bir araya geldiğine dikkat çekiyor.

Ayrıca, darbe sonrası gelişmeleri de örnek gösteriyorlar:

Darbeciler, Sultan V. Murad’ı "akıl sağlığı" bozulması nedeniyle tahttan indirdi. Yerine Sultan II. Abdülhamid padişah yapıldı.

II. Abdülhamid tahta çıktığı gün verdiği davette Osman Salaheddin Dede de baş konuklar arasındaydı.

Ancak, II. Abdülhamid tahtını güçlendirdikten sonra Midhat Paşa’yı sürüp öldürttü.

Osman Salaheddin Dede’nin başına gelenler, "darbede Yenikapı Mevlevihanesi’nin rolü olduğunun" kanıtı gibiydi.

II. Abdülhamid iktidarı boyunca Yenikapı Mevlevihanesi’ni hep gözetim altında tutturdu. Osman Salaheddin’in 1000 kuruşluk maaşını kesti.

Benzeri zorluklar nedeniyle Osman Salaheddin Dede, yerini oğlu Mehmed Celaleddin Efendi’ye bıraktı.

Yukarıda yazdığım gibi örnekleri çoğaltabiliriz.

Bunlar bize tarikatlar, cemaatlerin hep siyasetin içinde olduğunu gösterir.

Fırsat bulabilirsem, bir gün size İttihat ve Terakki Cemiyeti içindeki Bektaşiler ile Melamiler’in çatışmasını da yazarım. Liberallerin "kıblesi" Hürriyet ve İtilaf Fırkası’nın arkasındaki "cemaat" desteğini de görmüş olursunuz!

Nakşibendi Gümüşhanevi Dergáhı’nın Milli Nizam Partisi’ni kurduğunu hemen herkes biliyor.

Yani "cemaatleri" siyaset üstü / partiler üstü görmek çocukçadır.

Hep "gizli ajandaları" vardır.

Manevi Cihazlanma Cemiyeti

ÖMER Fevzi Mardin, bahriye teğmenliği sırasında İttihatçılara katıldı.

Trablusgarp Savaşı’nda gönüllü olarak yer aldı.

Harbiye Mektebi’nde öğretmenlik yaparken komutanı Rauf Orbay’ın aracılığıyla Nakşibendi şeyhi (Üzeyir Garih’in mezarını ziyaret ettiği) Küçük Hüseyin Efendi ile tanıştı.

Ve ondan icazet alıp askerliği bıraktı, "halifesi" oldu.

Zamanla kendi dergáhını kurdu. "Şeyh" oldu.

1942’de "İlahiyat Kültür Derneği"ni kurdu. Amacı "dinlerarası diyalog" idi.

Şeyh Ömer Fevzi Mardin’e dinlerarası diyalog konusunda en büyük desteği Rahip Dr. Frank Buchman verdi.

Rahip Buchman ABD’de 1929 yılında "Manevi Cihazlanma Cemiyeti"ni kurmuştu.

Şeyh Ömer Fevzi Mardin ile Rahip Buchman’ı yan yana getiren, bir gazeteciydi: Ahmet Emin Yalman!

Detaya girmeyelim...

Şeyh Ömer Fevzi Mardin 1949 yılında Rahip Buchman’ın davetiyle İsviçre’ye gitti. Bir şatoda dünyanın çeşitli yerlerinden gelen din adamlarıyla bir hafta süren toplantılar yaptı. Yaptığı konuşmayı "İslamiyet ve Ehl-i Kitap Ailesi" kitabına aldı: "Müslümanlık devrinin bugün faal görevlerini bu varlıklı, imkánlı millet olan Amerikalılar üzerine almış bulunuyor. Çünkü Allah onları bu işe seçmiş, hazırlamış ve harekete geçirmiştir."

İsviçre’deki toplantının nedeni "diyalog" idi ama sonuç farklı çıktı:

Solculara karşı yılmaz bir mücadele verilmelidir!

Şeyh Ömer Fevzi Mardin, İsviçre’den döner dönmez ne yaptı dersiniz; Mehmetçiğin Kore’ye gönderilmesini savunan kitap yazdı. "Kore Savaşı’na Katılmamızda Dini ve Siyasi Zaruret."

Başta müritleri olmak üzere herkese ve basına, ABD Başkanı Franklin Roosevelt’in Şeyh Küçük Hüseyin Efendi dervişanından Münir Ertegün vasıtasıyla gizlice Müslüman olduğunu söyledi!

Uzatmayayım...

Görüldüğü gibi "cemaatlerin" dış bağlantıları olabiliyor ve bunlar etkisiyle ülkenin siyasetini belirlemede hayli aktif görevler üstleniyor, "soğuk savaşın piyonu" haline geliveriyorlardı.

Demem o ki:

Dünyadaki siyasal gelişmeleri analiz etmeden "cemaat" olgusunu tek mistik boyutuyla kavrayamayız.

Master
05-05-2009, 21:42
Ahmet Hakan
ahmethakan@hurriyet.com.tr




Takdim


Gazete yazarlığına başladığım günden beri Bülent Arınç hakkında yazıp durdum. Bazen en sertinden eleştiriler yönelttim kendisine, bazen de avuçlarım patlar-casına alkışladım. Bu benim çelişkim miydi? Tabii ki hayır!


Ben sadece Bülent Arınç’ın gelgitlerine, gelgitlerle karşılık verdim. Ama kişisel yazı arşivimde gelgitli olmayan, hatta gelgit olayının özünü açıklamaya çalışan bir yazı da bulunmakta. “Yeni Başlayanlar İçin Bülent Arınç” başlıklı bu yazımda Bülent Arınç’ın kişiliğini açıklamaya ve anlamaya çalışmıştım. Madem dikkatler, “Başbakan Yardımcısı” sıfatıyla kabineye girdiği için yeniden Bülent Arınç’ın üzerine çevrildi; o halde “Bir başka açıdan Bülent Arınç” kapsamında değerlendirilmesi gereken o yazıyı arşivimden çıkarmanın vakti gelmiş demektir. Aşağıdaki yazı, o yazının “ilaveli, gözden geçirilmiş, genişletilmiş” yeniden basımıdır... Arz ediyorum...


Türk siyasetinin Sami Hazinses’i


Bülent Arınç denince aklınıza ilk ne geliyor?
“İrtica” mı? “Mürteci” mi? “Milli Görüş” mü? “Sivri
dil” mi?
Eğer aklınıza ilk bunlar geliyorsa fena halde çuvallıyorsunuz demektir...
Sıkı bir “Bülent Arınç konusuna giriş” dersi mi almak istiyorsunuz?
O halde ilk işiniz bu sözcükleri unutmak olsun.
Çünkü Bülent Arınç, bu sözcüklerle açıklanabilecek biri değil...
Onu anlamak için öncelikle “içli adam”, “huzursuz ruh”, “gelgitlerle dolu bir yaşam” gibi nitelemelere ihtiyacınız var.
* * *
Bülent Arınç, eskiden “Manisalı içli bir avukat” idi.
O kadar içliydi ki...
Ancak, “Girdiği bütün davaları kaybederek sakinleşecek” bir hali vardı.
Bu özelliği AKP’nin muktedir günlerinde de devam etti...
Sakinleşemedi bir türlü...
Mesela, Türkiye Cumhuriyeti protokolünün “iki numarası”nda bulunduğunda sakinleşememişti...
İddia ediyorum: Başbakan Yardımcısı olduğu, MGK toplantılarına katılacağı halde...
Yine huzur bulmayacak.
Çünkü o bir “zafer adamı” değil.
İstikrar dönemlerinde canı sıkılır onun. Uzlaşmanın ön plana çıktığı anlarda bunalıverir...
O, hayatta en çok mazlum konumuna düşmeyi sever.
Yaptığı tüm çıkışların en temel amacı şudur:
“Aman! Yetişin komşular, zulme uğradım” diye feryat etme imkânını elde edebilmek.
Çıkışını yapar, olağan tepkiyi alır, mazlum konumuna düşer ve bir parça rahatlar.
Ta ki yeni bir “Zalimin zulmü varsa mazlumun Allah’ı var” duygusunu yaşamasına zemin hazırlayacak çıkışa kadar.
* * *
O Türk siyasetinin Sami Hazinses’idir.
Aşırı tevazusuyla terör estiren adamlardandır.
Gözyaşlarını silah olarak kullanmaktan kaçınmaz.
Şahane hitabetinin tek kusuru, tekdüzelik ve durgunluktur.
Tekin bir adam değildir:
O müthiş nezaket ve kibarlığı, her an hiç olmayacak bir kabalığa dönüşme potansiyeli taşır.
Dişil duygusallıktan delikanlı bir erkeksiliğe savrulur durur.
Bir strateji adamı değil de bir gelgitler adamıdır Bülent Arınç.
Bütün istediği, şöyle dört başı mamur bir zulümdür.
Mississippi Eyaleti’nin o bezgin ve sıkıcı ortamında hoyrat beyazların elinde sıkışıp kalmış bir “zenci” olmak ister.
Ya da...
Güney Afrika’da Britanya İmparatorluğu’na kafa tutan genç Gandi!
Fakat... Ne yazık ki...
Meclis Başkanlığı’na ya da Başbakan Yardımcılığı’na kadar yükselebildiği bir ülkede yaşamaktadır.
Talih gibi görünen talihsizliği burada gizlidir.
* * *
Olumlu özellikleri yok mu?
Tabii ki var...
“Dobra olma”nın esamisinin okunmadığı şu kahpe ve kaypak günlerde, “dobra olma”nın bayrağını yükseğe, en yükseğe dikmesi, insanlığa karşı duyduğumuz güveni tazeler.
Âlemin müteahhit olduğu, herkeslerin üç kuruş fazla kazanmak için bin takla attığı şu günlerde, onun banka kredisiyle otomobil alması da destansı bir kahramanlık gibi gelir bize...
Ama aldanmayalım:
Tamahkârlığa prim vermeyen bu açık sözlü adam, aynı zamanda huzursuz bir adamdır...
Daha da fenası, bundan zevk almaktadır...
Huzursuz ruhunu ancak bir parça huzursuzlukla rahatlatabilen biri için fazla iyimser olmaya gerek yok...
“Ben demiştim” demenin zevkine varmak için işte buraya yazıyorum:
Önümüzdeki dönemde çok arıza çıkaracak, çoook...

Minik Merak : Yok canım sanmam da, zaman içinde görelim bakalım....

neron
06-05-2009, 06:56
http://haber.gazetevatan.com/haberdetay.asp?detay=Turkun_aski_baska&tarih=06.05.2009&Newsid=236843&Categoryid=4&wid=122

Mine Kırıkkanat

Türk’ün aşkı başka
Çocuklukta öğrenilen unutulmuyor mu nedir, Rus deyince benim aklıma hemen uyduruk figürlerle yapmaya çalıştığımız Kazaska dansı ve “Rus geliyor aşka, Rus’un aşkı başka...” nakaratı gelir.

Ama Ruslar, tutkulu aşklarıyla olduğu kadar, votka bağımlılıklarıyla da bilinirler.

Nisan ayı başında dünya ajanslarına geçilen Moskova kaynaklı bir haber, Rus’un aşkı başkaysa, sarhoşluğunun bambaşka olduğunu kanıtladı:

Aleksey Roskov adlı 22 yaşındaki Rus genci, eşi Yekaterina ile birlikte yaşadıkları apartman dairesinde önce üç litre votkayı lıkır lıkır içer. Sonra pencereyi açar ve genç karısının yuvalarından uğrayan gözleri önünde boşluğa atlar. Hem de beşinci kattan!

Yekaterina çığlık çığlığa pencereye koşar, aşağı bakar, panik halindedir, kocasını göremez, ama telefona sarılır ve polisi, bir ambülansla birlikte imdada çağırır.

Ancak telefonu daha yeni kapatmıştır ki, dairenin kapısı açılıp içeri az önce pencereden atlayan kocası girmesin mi!..

Alexey 15 metre uçtuktan sonra düştüğü yerden kalkmış, apartmanın kapısından girmiş, sakin sakin beş kat merdiveni tırmanmış ve karşısındadır. Üstelik bir iki ezik çizik dışında gayet sağlıklı görünmektedir.

Yekaterina, eşinin yaralarını sarmaya hazırlanırken, inanılmaz olur, Aleksey yeniden pencereyi açar ve kendisini yine boşluğa bırakır!

Tam bu sırada yetişen polis imdat birimi tarafından yerden kaldırılan genç adam, zilzurna sarhoşluk dışında ikinci uçuşunu da önemsiz yara berelerle atlatmıştır!

Hastanede ayılınca, yaşadıklarını şöyle anlatır: “İlk atladığımda kendimde değildim, ne yaptığımı bilmiyordum. Ama merdivenleri tırmanıp eve girdiğimde, karım öyle çok bağırıyordu ki duymamak için evi terk etmek istedim ve en yakın çıkış, pencereydi...”



***


Haberi okuduğumda, “acaba,” diye düşündüm, “Bir Rus değil de bir Türk vatandaşımız, üç şişe votka değil de üç şişe rakı içse, kendisini beşinci kattan hem de iki kez atar, üstelik hayatta kalır mıydı?”

Düşük olasılık: Çünkü bunca rakıya bana mısın demeyecek Türk’ün cebinde üç şişelik para bulunmaz.

Aynı gün içinde üç şişe rakı parası çıkaracak Türk de ya içkiye dudak değdirmez ya da viski içer, şampanya içer, şarap içer, ama rakı içmez!

Diyelim ki hem içkiye günah demeyen Türk’ü bulduk, hem rakı içenini, hem de üç büyüklük “serveti” kredi kartını inletmeden çıkartıp tezgâha koyanını...

İşte o zaman sayın seyirciler, üç şişe rakıyı aynı gün devirdikten sonra ayakta kalmakla yetinmeyip pencereden iki kez atlayanına rastlamak gerekir ki, bencileyin imkânsız.

Ama hayat sürprizlerle doludur, olur mu olur, böyle bir Türk’ü (ya da Türkiyeli’yi) varsayarsak...

Üç şişe rakının parasını denkleştirip, gövdeye bana mısın demeden indiren Türkiye vatandaşı erkek, kendinden geçtiğinde kendini değil yanında kim varsa onu pencereden atar, biiir... Eğer yanındaki karısı ise ve üstelik dırdır ediyorsa, önce kötek ardından aşağı attığı kadıncağız, asla beş kat merdiveni yeniden tırmanacak halde olmaz, ikiii...

Bu ‘insani’ farklılıktan yola çıkarak toplumsal saptamalar yapmak, artık sizin elinizde. Nereye çekerseniz oraya gidebilecek kadar geniş bir yelpazede iş, kültür zenginliği kıyaslamasına kadar gider, Rus edebiyatı neden öyledir de Türk edebiyatı böyledire dayanır.

Bir de tabii iki toplumda, etnik kökeni farklı erkeklerin bile hiç fark etmeyen “kadın”a bakışını sorgulamak gerekir.

Ne gariptir ki savaşta aynı merhamet, aynı gaddarlık, aynı cesaret ölçülerini tutturan, dolayısıyla karakter olarak çok benzeyen Türkiye erkekleriyle Rusya erkekleri, barış zamanı gerek devlet baskısı, gerekse toplumsal şiddette bile aşık atarlarken birbirleriyle, aşk ve cinsellik konusunda taban tabana zıttırlar.

Örneğin şiddetin kol gezdiği, canilerin Türkiye’dekinden bile katbekat fazla ve gözü kara olduğu Rusya’da, ister Kazak kökenli olsun ister Çeçen ya da Mujik, “aşka gelen Rus”ların, “kız alıp vermek” anlaşmazlığı yüzünden 44 kişiyi öldürdüğü duyulmamıştır.

Acaba neden?

Master
06-05-2009, 10:45
Oktay Ekşi
oeksi@hurriyet.com.tr




Şükür helvası


EĞİTİM biliyorsunuz insanın davranış biçimlerini değiştiren sürecin adıdır. O nedenle tüm ulus bireylerinin “eğitim”inden sorumlu bir Bakan’ın da, başkalarına örnek teşkil edecek düzeyde uygar, zarif ve dikkatli bir kişi olmasını beklemek herkesin hakkıdır.


Peki 6 sene "eğitim bakanı" olan zatın hali nedir?

Ne olduğunu dünkü gazetelerde okudunuz:

Yeni Milli Eğitim Bakanı’na görev devrederken, "Yapısal reform, değişim, dönüşüm adına ne varsa MEB’de yapılmıştır. (...) Milli Eğitim Bakanlığı otomatik pilota bağlanmıştır" diyor.

Bunun anlamı, "Sen eğitimden anlamazsın ama önemli değil. Önüne gelen evrakı imzala, yeter" değil mi?

Bu ülkede Cumhuriyet ilan edileli 86 yıl oldu. Bu 86 yıl boyunca "bakanlık" koltuğuna belki 5, belki 10 bin kişi oturdu.

Siz hiçbirinin, halefine karşı böyle bir kabalık yaptığını anımsıyor musunuz?

Bu, son 6 sene boyunca çocuklarımızı "adam etsin" diye eline teslim ettiğimiz kişi!

Varın, böyle birine emanet ettiğimiz çocukların büyüyünce neye benzeyeceğini siz hesap edin.

Tanınmış Prof. Dr. Mehmet Haberal "Ergenekon" soruşturması kapsamında gözaltına alınınca, eski Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel’in onu uğurlamak amacıyla Esenboğa Havalimanı’na gitmesini "Demirel’in siyasi hayatının lekesi" diye tanımlaması -sonra onu da tevil etti- bir başka örnektir.

Kaldı ki muhteremin arızası sadece "kaba" olmak değildi. O, sıkıştığı yerde "konuyu saptıran", o olmazsa "tevil" yoluna başvuran, o da yetmezse "yalan" söyleyen biriydi. Bunun son örneği "Kutlu Doğum Haftası" nedeniyle yaşandı:

Milletvekili İsa Gök, "Okullardaki Kutlu Doğum Haftası etkinlikleri" hakkında bilgi isteyince, "yapılan etkinliği" değil, "İlgili yönetmelikte Kutlu Doğum Haftası’nın bulunmadığını" söyledi. Oysa o konuyu çarpıtırken, çeşitli illerdeki 30 okulda Kutlu Doğum Haftası kutlaması yapıldığını Diyanet İşleri Başkanlığı açıkladı.

Siz "hukuka" zerre kadar saygısı olan bir bakanın, bir ilin Milli Eğitim Müdürü’nü tam 11 kere başka göreve tayin ettiğine, her defasında o tayinin yargı tarafından iptal edildiğine ama onun yine de aynı keyfiliği tekrar tekrar sürdürdüğüne inanır mısınız?

Bu adam, Erzurum Milli Eğitim Müdürü Fevzi Budak’a tam 11 kere bu zulmü yaptı. Giresun Milli Eğitim Müdürü Halit Azizoğlu lehine verilen mahkeme kararlarını uygulamadığı için de Azizoğlu’na 5 bin lira tazminat ödemeye mahkum oldu.

Nitekim 22 Temmuz 2006 tarihi itibarıyla, Çelik’in görevden aldığı 517 öğretmen ve bürokrattan 316’sı yargı tarafından göreve iade edilmişti.

Bu öyle usul ve hukuk tanımaz bir bakandı ki, 28 Mayıs 2006 tarihinde kendi başkanlığında yapılan Milli Eğitim Vakfı Genel Kurul işlem ve kararlarının tamamını yargı iptal etti.

Sahi, görevden ayrılması nedeniyle kimsenin "vah" demediği, üstelik kendi bakanlık personelinin bile "şükür helvası" dağıttığı bir başka bakan duydunuz mu?


Minik Bakış : Yok inanmam ..niyeti ne acaba???...

dentist
06-05-2009, 21:04
650

Master
07-05-2009, 05:38
Cumhuriyet Gazetesi Yazarı Nilgin Cerrahoğlu, USCIRF'in Türkiye açıklamasını değerlendirdi.



Türban Yasağı Obama İle mi Kaldırılacak?

“Geldiklerinde onların elinde İncil, bizim elimizde topraklarımız vardı. Bize gözlerimizi kapatıp dua etmeyi öğrettiler. Gözümüzü açtığımızda İncil bize, topraklarımız onların eline geçmişti.”

20. yüzyılın ikinci yarısında sona erdiğini düşündüğümüz sömürgecilik, bugün aynı araçlarla -insanları uyutmakta kullanılan “din aracıyla”- tam gaz geri dönüyor...

1 Mayıs’ta açıklanan “ABD Uluslararası Din Özgürlüğü Komisyonunun” (USCIRF) son raporunu okurken Afrika sömürgecilik mücadelesi kahramanı Jomo Kenyatta’nın bu sözleri geldi hatırıma…

Babacan bir yıl önce ne demişti?

Gazetelerde “Türkiye’de laiklik çok sert, yumuşaması gerek!” başlığıyla yayımlanan haberle karşılaşana gelene dek gerçekte böyle bir komisyonun varlığından dahi habersizdim.

“Türk devletinin laiklik anlayışı, hem çoğunluktaki Müslümanlar, hem azınlıklar için, dinlerini özgürce yaşayamamalarına sebep oluyor...” diyen rapor ifadeleri karşısında geçen yıl bu sıralar Babacan’ın Avrupa Parlamentosu’nda yaptığı “Türkiye’de Müslümanlar da baskı altında!” deklarasyonunu anımsadım.

“Türkiye’de sade gayrimüslim azınlıklar değil, Müslüman çoğunluk da dini özgürlüklerle ilgili sorunlar yaşıyor. Türkiye’de laiklik eksenli bir tartışma yaşanıyor” demişti Babacan da, hani... yer yerinden oynamıştı.

Aynı şeyleri bir yıl arayla şimdi -neredeyse kelimesi kelimesine- Beyaz Saray ve Kongre’ye göbeğinden bağlı “ABD Uluslararası Din Özgürlüğü Komisyonu” dile getiriyor. Ve bu gerekçeyle özetle, Türkiye’yi “takibe aldığını” açıklıyor.

“Kamu kurumları, üniversitelerde ‘laik devlet’i korumak için yasaklar uygulanıyor. Anayasa Mahkemesi türban yasağının kaldırılması için yasa değişikliğini iptal etti. Ayrıca azınlıkların mülk edinmelerine yönelik kısıtlamalar sürüyor. Bu kısıtlamalardan ötürü, komisyon bu yıl Türkiye’yi izleme listesine alma kararı vermiştir!” diyor rapor…

Bir yıl önce kıyamet koparan konuların, bir yıl sonra bu kadar büyük bir sessizlik ve kabullenişle geçiştirilmesi dikkatimi çekti evvela…

On iki aylık sürede “laik zeminde” kaydettiğimiz gerilemeyi düşündüm.

Ardından “din özgürlüklerini” bayrak edinen bu gizemli komisyonu merak edip internetteki ilgili adreslerine -www.state.gov/g/drl/irf ve www.uscirf.gov- girdim.

İlk adreste, Obama’nın TBMM önündeki o söylev fotoğrafıyla karşılaştım. Fotoğrafın altına söylevin din özgürlükleri, azınlık haklarıyla ilgili bölümleri iliştirilmiş…

ABD Başkanı’nın TBMM önündeki konuşması dünya çapında faaliyet gösteren ve 195 ülkeyi izleyen hiç bilmediğimiz bu “din özgürlükleri komisyonunun” neredeyse alameti farikasına dönüşmüş.

ABD’nin 51. vilayeti gibi...

İkinci adreste raporu buldum.

Üç yüz sayfaya yaklaşan raporun on sayfası Türkiye’ye ayrılıyor. İngilizce bilen okurlara, doğrudan okumalarını şiddetle salık veririm.

USCIRF kısaltmasıyla anılan komisyon hakkında önce şunları bilmelisiniz: Bill Clinton döneminde, on yıl önce Başkan, Dı-şişleri Bakanlığı ve Kongreyi dini konularda küresel bağlamda “bilgilendirmek” -yönlendirmek mi demeli?- için kurulmuş…

Evanjelistler ve Amerikan Hıristiyan sağının itişiyle kurulan komisyondan, vaktiyle Clinton da hoşlanmamış ama “dini özgürlükler esası” üzerinden ülkeleri takibe alan bu “örgütün” ortaya çıkmasını engelleyememiş.

USCIRF’in varlığından şimdiye dek bizim haberdar olmamamızın nedeni, Türkiye’nin “ilk kez” bu kuruluşun takibine takılması…

Türkiye adeta Obama gezisi ile keşfedilmiş ve “ABD’nin 51. vilayeti gibiymişçesine” din-devlet alanında alınması gereken -tüm tedbir ve politikalar için- inanılmaz ayrıntılı bir listeyle raporda dökümlendirilmiş.

Listede -çok özetle- her şeyden önce “türban yasağının” kaldırılması var.

İlk sayfalarında Obama’ya hitaben yazılmış bir mektuba yer veren rapor ABD Başkanı’ndan, türban yasağının kaldırılması için, Türk otoriteleriyle “işbirliği yapmasını” salık veriyor. Bitmedi… “Türk hükümeti” üzerinde AB’nin de -gene Obama aracılığıyla- “yasağın kalkması için” baskı koymasını talep ediyor…

AB’nin biliyorsunuz Türkiye’den bugüne dek “türban yasağını kaldır!” şeklinde bir talebi olmamıştı.

USCIRF Obama’ya, “Bastır!” diyor: “Brüksel’de AB Komisyonu’na da söyle, Ankara’nın türban yasağını kaldırmasına yardımcı olsun…”

Bu ve bunun gibi, Türkiye’nin laik kesim hassasiyetlerini tümüyle yok varsayan üç sayfalık bir öneri listesi, Washington’da Obama’nın önüne konmuş durumda…

Türkiye yakın takipte: “İzlemede”!

Ankara’da tam “Milli Görüş’e dönüş” olarak adlandırılan bir kabine değişikliğinin gündeme geldiği dönemde…

Ne bu? Kâbus mu?

+++++++

Minik Anı : http://www.radikal.com.tr/haber.php?haberno=154907

AnnE
12-05-2009, 06:01
''nete güvenme netsiz kalma'' üstüne iyi bir örnek ;




http://www.hurriyet.com.tr/yazarlar/11629807.asp?yazarid=4

Master
13-05-2009, 21:54
Yılmaz Özdil
yozdil@hurriyet.com.tr




Şekil hadisesi...


Hadise’nin kıyafeti hadise oldu.

- Dansöz gibi...

- Çok açık...


- Yırtık kot daha iyiydi...

- Harem işi...

- Modern değil...

*

Ortak görüş şu:

- Türk kadınını yansıtmıyor.

*

E sorarım...

Türk kadınını yansıtan hangisi?

*

Türban mı, açık saç mı?

Şalvar mı, jean mi?

Çarşaf mı, tişört mü?

Yoksa gri pardösü mü?

Hangisidir kadınımızı yansıtan?

*

Fransa Cumhurbaşkanı’nın eşi, İtalyan... Kılığıyla kıyafetiyle hem İtalyan kadınını yansıtıyor, hem Fransız kadınını... First Lady’miz Türk kadınının ortak paydasıdır diyebilir miyiz? Başörtü çoğunluksa, yüksek topuk çoğunluk mudur? Güzellik yarışmalarında sülün gibi kızlarımız mayoyla dolanır podyumda... Mesela, İspanyol kızları, Norveç kızları denize istisnasız mayoyla girer, Rus kızları da... Türk kızları mayoyla mı girer denize? Dinse mevzu... Angela Merkel’in babası papaz, rahibe kıyafetiyle mi geziyor?

*

Türk kadınını yansıtan, "budur" diyebileceğimiz kıyafet yoktur... Kore’den Portekiz’e, Yunanistan’dan Finlandiya’ya, Azerbaycan’dan Kıbrıs’a, dünyada kendi kadınını yansıtan kıyafet tarzına sahip olmayan tek ülke, Türkiye’dir.

*

Çünkü...

Dünyada, İran-Arabistan gibi despotik ülkeler haricinde, kadına "şekil" olarak bakıp, kadınların şeklini şemalini kaçıran bizden başka ülke yoktur.

*

Eğitimli, 3 dil biliyor, özgüvenli, sahne performansı harika, sempatik, çabaladı, fıldır fıldır koştu, oy verecek bütün ülkelere gitti, televizyonlarına çıktı, destek istedi, bu satırları önceden yazıyorum, muhtemelen dün gece semeresini gördü, yüksek puan aldı... Konuşuluyor mu? Konuşulmuyor...

Ne konuşuluyor? Kıyafeti.

Minik Eleştiri : yaa Balıketi idi ama... Bakış hadisesi

buena vista
19-05-2009, 07:02
Türkan Saylan ölümsüzlüğe vardı.. Ardında ona minnet, ona şükran dolu on binler, sevgi, saygı dolu milyonlar bırakarak..
Türkan Saylan ölümsüzlüğe vardı.. Yenilmeden.. Eğilmeden.. Dimdik..
Türkan Saylan ölümsüzlüğe vardı.. Ölümüyle bir takım alçakların canına okuyarak..
Bugün, 19 Mayıs'ta, Atatürk'ün Cumhuriyeti kurmak için Samsun'a ayak bastığı günün yıldönümünde, Cumhuriyet tarihinin gördüğü en büyük törenlerinden birine hazır olun.. Yüz binler gidecek.. Milyonlar ekran başında izleyecek..
Türkan Saylan'ın şahsında Atatürk'ün ilkelerine, çağdaşlığa ve cumhuriyete saldıran alçaklar ise sinecek, saklanacak delik arayacak, insan içine çıkmaya cesaret edemeyecekler..
O alçaklar ki, bütün dünyanın sevdiği, saydığı bir bilim kadını, insanlığa, insana, özellikle de bu ülkenin ezilmiş, silinmiş kadınlarına, kızlarına adanmış bir hayat için utanmadan, sıkılmadan, yüzleri kızarmadan "Darbeci" dediler.. Onu öldüren darbeyi, ölümle savaşırken acımasızca, haince vurdular..
Bu ithamı hiç anlayamadı, sindiremedi.. Zaten çok hassas giden sağlığı, evine yapılan baskın ve bu baskını bahane ederek yapılan alçakça, haince saldırılar yüzünden iyice sarsıldı ve bir daha kendisini toparlayamadı..
Nasıl toparlardı ki..
Nasıl toparlasın, nasıl dayansın, böylesi bir alçaklığa, o zayıf, o naif bünye..
Bütün dünyanın önünde eğildiği bilim adamlığı, cüzamla savaşta yaptığı dünya çapında önderliğin yanında, ikinci bir hedefte daha odaklandı.. Okutulmayan, okuyamayan kız çocuklarını sahiplenmek.. Onların çağdaş eğitim yapmalarını sağlamak..
Yenilmeden.. Eğilmeden.. Dimdik!..
Türkan Saylan ölümsüzlüğe vardı.. Ardında ona minnet, ona şükran dolu on binler, sevgi, saygı dolu milyonlar bırakarak..
Türkan Saylan ölümsüzlüğe vardı.. Yenilmeden.. Eğilmeden.. Dimdik..
Türkan Saylan ölümsüzlüğe vardı.. Ölümüyle bir takım alçakların canına okuyarak..
Bugün, 19 Mayıs'ta, Atatürk'ün Cumhuriyeti kurmak için Samsun'a ayak bastığı günün yıldönümünde, Cumhuriyet tarihinin gördüğü en büyük törenlerinden birine hazır olun.. Yüz binler gidecek.. Milyonlar ekran başında izleyecek..
Türkan Saylan'ın şahsında Atatürk'ün ilkelerine, çağdaşlığa ve cumhuriyete saldıran alçaklar ise sinecek, saklanacak delik arayacak, insan içine çıkmaya cesaret edemeyecekler..
O alçaklar ki, bütün dünyanın sevdiği, saydığı bir bilim kadını, insanlığa, insana, özellikle de bu ülkenin ezilmiş, silinmiş kadınlarına, kızlarına adanmış bir hayat için utanmadan, sıkılmadan, yüzleri kızarmadan "Darbeci" dediler.. Onu öldüren darbeyi, ölümle savaşırken acımasızca, haince vurdular..
Bu ithamı hiç anlayamadı, sindiremedi.. Zaten çok hassas giden sağlığı, evine yapılan baskın ve bu baskını bahane ederek yapılan alçakça, haince saldırılar yüzünden iyice sarsıldı ve bir daha kendisini toparlayamadı..
Nasıl toparlardı ki..
Nasıl toparlasın, nasıl dayansın, böylesi bir alçaklığa, o zayıf, o naif bünye..
Bütün dünyanın önünde eğildiği bilim adamlığı, cüzamla savaşta yaptığı dünya çapında önderliğin yanında, ikinci bir hedefte daha odaklandı.. Okutulmayan, okuyamayan kız çocuklarını sahiplenmek.. Onların çağdaş eğitim yapmalarını sağlamak..

http://www.sabah.com.tr/Yazarlar/uluc/2009/05/19/yenilmeden_egilmeden_dimdik

HINCAL ULUC

AnnE
19-05-2009, 07:31
Utanıyorlar mıdır acaba şimdi? Hani o, ziyaretine gelenleri selamlamak için başını, boynunu sarıp cama çıktığında, “Hayatını örtü düşmanlığına adadı. Ömrünün son döneminde başörtü takmaya mecbur kaldı” diye yazanlar...
“Evi basıldığında ağır hasta görüntüsü vermişti, tarikatlara söverken ise turp gibiydi” diye yalan düzenler...
“Konu Müslümanlık olunca hastalığını unutuyor” diyerek onu hedef gösterenler...
“Battaniyesini atıp konsere koştu” başlığıyla onu kendileriyle karıştırıp takiyeci ilan edenler...
Evini basıp 20 yıllık ajandalarını götürenler...
Din, her şeyden önce vicdansa...
Yürekleri hepten çöl olmadıysa...
Şeytan ruhlarını esir almadıysa...
Vicdan azabı çekerler mi?
Bir özür dilerler mi?


CAN DÜNDAR


http://www.milliyet.com.tr/Yazar.aspx?aType=YazarDetay&ArticleID=1096404&AuthorID=75&Date=19.05.2009&b=O%20oldu,%20utaniyor%20musunuz%20simdi&a=Can%20Dundar&ver=20

Master
28-05-2009, 05:41
27 Mayıs 2009

Bekir COŞKUN

bcoskun@hurriyet.com.tr


Tanığıyım...


ONUN yemyeşil güzel gözleri vardı.

Ben yetime ilk masalı o anlatmıştı. Zorla yemek yedirir, kendi eliyle yaptığı kerpiç hamamda bizi yıkar, geceleri kalkıp kalkıp o üstümü örterdi.

Ben onu çok sevmiştim.

Büyüyünce onun aslında anneannem olmadığını, Ermeni kızı olduğunu, tüm ailesinin öldürüldüğünü, Gümüşhane tarafından canını kurtarıp geldiğini ve dedemin ikinci karısı olduğunu öğrendim...

Gözlerindeki o hüzün ve acı hiç geçmedi...

Adını değiştirip “Ümmühan” yapmışlardı...

Fark etmez, o benim anneannemdi.

*

Yıllar geçti aradan, bir adam tanıdım, bir elinin üç parmağı sakattı.

Çok yakışıklı, tertemiz giyimli, artık çalamadığı bir kemanı olan, ahşapla uğraşmayı seven, eski bir mimardı. 6-7 Eylül olaylarında İstanbul'daki ofisi basılmış, eli sakatlanmış, o da Ankara'ya gelerek bir elçilikte çalışmaya başlamıştı.

Gitmek istiyordu, ama çaresizdi. Çünkü iki kızı, iki Türk'e âşık olmuştu, onları bırakamıyordu.

Bozuk Türkçesi ile sohbet ettiğimizde onun zaman zaman korktuğunu, endişelendiğini hissediyordum.

Ölünce vasiyetiydi, onu İstanbul'a gömdüler.

Ben onun kızlarından birisi ile evliyim.

*

Önümdeki gazetede Başbakan'ın “...Farklı etnik kimlikte olanlar ülkemizden kovuldu... Bu aslında faşizan bir yaklaşımın neticesiydi” sözlerini okuyorum...

Bana “Çek git” diyen yanlış adam söylemiş bile olsa, söyledikleri doğrudur...

Nasıl inkâr edeceksiniz?..

Daha yeni yeni; farklı dinden olanların boğazını kesen... Kaldı ki kendi aydınlarına bile tahammül edemeyip otel odalarına doldurup yakan kimlerdir?..

Her birimizin bir yerinde yok mudur kovmaların gizli kanıtları; bir eski Ermeni evi, bir Rum tabağı, bir Süryani takısı, bir yemek, bir türkü, eski fotoğraflardaki komşularımız...

Nerede o insanlar?..

Ya da gerçek isimlerini bilmediğimiz anneannelerimiz...

Kabul edilmesi gereken bir günah yok mudur alnımızda?..

Ben o günahı gördüm...

neron
29-05-2009, 06:46
http://haber.gazetevatan.com/haberdetay.asp?detay=Sat_Sevret_kurtul&tarih=29.05.2009&Newsid=240743&Categoryid=4&wid=122

Mine G. Kırıkkanat

Sat, Sevr’et, kurtul!

Kutsal bir varlık üzerine yemin anlamına gelen ant ya da and sözcüğü aslen Arapça olduğundan katı kalamamış, Arabistan çöllerinin sıcağına dayanamayan tüm yeminler gibi sıvılaşmış ve güzel Türkçemizde “içilir” hale gelmiştir.

Bildiğiniz gibi bizim ellerde and edilmez, ant içilir ve benim bildiğim kadarıyla, başka hiçbir dilde tadılmayan su gibi içimlik yemin olgusu, yaşadığımız -daha doğrusu hayatta kalmaya çalıştığımız- bu ülkenin neden zıvanadan çıktığına, adaletin nasıl eridiğine ve insanlığın niçin cıvıdığına en gösterge kanıttır.

Çünkü parlamentoda edilen yeminlerden siyasal vaatlere, demokratik yasalardan kişisel sözlere, hiçbir şey tutulacak katılıkta kalamayıp, akıp gitmektedir ellerimizin, daha doğrusu dillerimizin arasından...

Okul çocuklarına içirilen andın kaldırılacağına dair bir rivayet var.

Kaldırsınlar, içimini satayım...

Seksen yıldır, “Türküm, doğruyum, çalışkanım!” diye and içtik ve içirdik de ne oldu?

Biz Türk olduk, doğru olduk, çalışkan olduk, evet. Ama bir bakın çevrenize, “Nesin, kimsin?” sorusuna kaç Türkiyeli “Türküm...” diye yanıt veriyor, kaçı “Kürdüm” ya da “Elhamdülillah Müslümanım” diye...

Bir doğru ve çalışkana beş basmıyor mu yoz ve beleşçi takımı?



***


Ya andın devamına ne demeli?

Yasası küçükleri korumak olanlar, Hüseyin Üzmez’i korudukları gibi kaç yüz, kaç bin, kaç milyon çocuğu kolladılar?

Büyükleri saymaksa, yapışana sıvışan bir kayganlıkta, maşallah ne sayanı bitiyor, ne sayılanı...

Kaldırsınlar, içimini de ihale edelim hatta, çocukların andını. Yabancılar alırsa, faşizan “Türklük”ten, yalancı doğruluktan falan temizler, 44 yıl kullandıktan sonra şöyle geri verirler: “Çürüksün, yozsun, tembelsin. Yasan küçükleri kullanmak, büyükleri soymak, yurdunu ve milletini unutmaktır.”

Suriye sınırında, bir ülke büyüklüğündeki mayın tarlasından sonra, Marmara Denizi’nin, İzmit Körfezi’nin temizlenmesini de yarım yüzyıl onlarda kalmak koşuluyla ihale edelim, tercihen İngilizlere.

Şimdi bizim diye -pislikten- girebiliyor muyuz bu sulara? Mayından daha mı az öldürücü, tifüs, kolera ya da ağır metal zehirli balıkları mideye indirmek? İngilizlere kira öder, plaj parası verir, balıklar biraz daha pahalıya gelir, ama hiç olmazsa pırıl pırıl sularda yüzer, zehirsiz balıklar yeriz...


***


Lütfen, ilgililere rica ediyorum, Kaz Dağları’nı da ihale edelim yabancılara. Tercihen Birinci Dünya Savaşı galiplerine. Yüzyıl onların olsun, ağaçları, oksijeni, şifalı otları, suları, biz gidemesek de Kaz Dağları kurtulur, çünkü hiçbir yabancı İspir’deki Aksu Vadisi’ne yapılanları yapmaz, o muhteşem topraklara. Doğaya saygıdan bile değil, koruyarak daha çok kazanacağını bilecek kadar akıl yürütmek için, dağ, ova, vadi ve ormanlarımızın yeni sahiplerinin Arabistan çölleri ya da Orta Asya steplerinden gelmemiş olması yeter.

Sonracığıma, parkı bahçesi kalmayan, talan edilen ve çürük/çirkin betona boğulan kentlerimizi ihale edelim, örneğin İstanbul’u eski sahiplerine kiralayalım... 44 bile değil, 25 yıl yeter! Evvelallah AB’nin desteğiyle, bakın kenti en kısa zamanda nasıl ve kimlerden temizler, iade ederler Konstantinopolis’e bugün tarumar edilen görkemini.

E. A. rumuzlu okurum, “Loire Vadisi’nden Aksu Vadisi’ne Kader” başlıklı yazıma şöyle bir tepki vermiş:

“Bugünkü yazınızı diğer yazılarınızı olduğu gibi yine zevkle okudum. Ben 7 yıldır Antakya’da yaşıyorum. İnanın, insanın keşke burası Fransızlarda kalsaydı, diyesi geliyor. Başka mahvedilmiş güzellikleri görünce de benzer düşünceler oluşuyor, ama insanın söylemeye dili varmıyor...”


***


Türkiye’nin kanla çizilen sınırları, eğer ordumuz döktüğü mayınları toplayamadığı için kiralanacaksa, niçin hâlâ kan dökülerek korunmaya çalışılıyor, sayın seyirciler?

Eğer bu topraklarda “Türküm” demek artık faşizan sayılıyorsa, nüfusun üçte biri zaten Kürt, öteki üçte biri de zaten millet değil ümmete ait hissediyorsa kendisini, savaşla kazanılan toprakları barışta vermek, belki de kaçınılmazdır.

Kurtuluş Savaşı’nın gerçekçi sonu, tarihe belki de “Sat, Sevr’et, kurtul” başlığıyla yazılacaktır.

Ramo
06-06-2009, 18:43
Öykümüz Kurtuluş Savaşı yıllarında başlar.

Kahramanlarımızın ilki, Paris-İstanbul arasında trenle mekik dokuyan genç bir Türk işadamı. Macaristan'da genç bir bayanla tanışır. Evlenme teklif eder ve evlenirler. İzmirli işadamı, olayı ailesine açamaz. Macaristan'da bir kızı olur.
Kızına Nermin adını verir.

Nermin büyümekte, Mustafa Kemal'in yaptıklarını, gazetelerden heyecanla izlemektedir. Baba İzmir'de ölür. Aile, geçim sıkıntısına düşer. 14 yaşındaki Nermin, Macaristan'da paralı olan öğrenimini sürdüremez olur. Mustafa Kemal'in ülkesinde eğitim parasızdır. Nermin, baba yurduna gitmeye karar verir. Annesinin haberi olmadan Türk Büyükelçiliği'ne başvurur. Ona bir pasaportla birlikte, eline durumunu açıklayan bir de Türkçe mektup verirler. Başı sıkıştığında, derdini anlatamadığında o mektubu gösterecektir.

Olayı öğrenen annesi de ona destek verir. Üçüncü mevki bir tren kompartımanının tahta sıraları üzerinde, günlerce sürecek bir yolculuk başlar.
Tren, Türkiye topraklarına girer. Gümrük memurları, elinde Türk pasaportu olan ama Türkçe bilmeyen bu çocuğun durumunu çok ilginç bulur, giriş izni de hemen verilir.

Öykü uzun...

Küçük Nermin, İstanbul'da bir yandan Almanca dersleri verirken öte yandan Türkçe öğrenir. Mustafa Kemal'in parasız kıldığı eğitim olanaklarından yararlanır. İstanbul Hukuk Fakültesi'ni bitirir. Gazetecilik yapar. Türkçe'nin arkasından İngilizce ve Fransızca da öğrenmiştir. Siyasal Bilgiler Fakültesi'ne asistan olur. Çağdaş siyaset biliminin Türkiye'ye girmesine öncülük edenler arasında yer alır. Gün olur, Türkçesinin bozuk olduğunu öne sürerek öğretim üyeliğinden atılmasını isteyenler çıkar.

Tükenmez bir enerji ve heyecanla, gençlere bir şeyler verme isteğini yitirmez. Uluslararası toplantılarda Türkiye'yi, Türk kadınını, Mustafa Kemal'i savunur, savunur, savunur... Bir oğlu olmuş, adını da Mustafa Kemal koymuştur...
Prof. Nermin Abadan-Unat, Siyasal Bilgiler Fakültesi'ndeki son dersini bundan dört yıl önce verirken aralarında benim de bulunduğum bir grup eski öğrencisi de sınıftaydı. Kimisi profesör, kimisi doçent, kimisi çiçeği burnunda araştırma görevlisi. Deniz Baykal da sonradan yetişmişti. Son dersin sonunda, nefes bile almaya korkarak dinlediğimiz yukarıdaki yaşam öyküsünü anlattı bize...

Ve sözlerini şöyle noktaladı:

Ben yurdumu kendi irademle seçtim. Mustafa Kemal olmasaydı, belki ben de olmazdım. Niçin Kemalist olduğumu, öyle sanıyorum ki artık anlamışsınızdır...
Çok etkilendiğim bu öyküyü yazdığımda, sonunu şöyle bağlamıştım: "Bu sözleri, parası olanlara Bilkent'i, olmayanlara Süleymancı yurtlarını gösterenlere adıyoruz..."

Bakıyorum da aradan geçen zamanda, ne Nermin Hoca'nın öyküsü güncelliğini yitirmiş, ne de benim altına düştüğüm not... Tıpkı giderek daha güncel, daha gerçek, daha anlamlı olan Mustafa Kemal'in kendisi gibi!..

Ahmet Taner KIŞLALI
Cumhuriyet, 15 Kasım 1992

dentist
13-06-2009, 07:53
654

LAZIO
14-06-2009, 16:17
Bir an icin bir sabah,Norvec’de gunluk bir gazetede ( diyelim “Oslo Times”da) soyle bir haber ciktigini varsayalim:

“Norvec silahli kuvvetlerinin ulkenin degisik guruplarini birbirine dusurup,bunlarin evlerine,isyerlerine silah yerlestirip,ulkede kargasa ve kaos ortami yaratarak,hukumeti dusurme planinin belgelerine ulastik”.

Norvec halkinin bu habere tepkisi ne olur?......Buyuk bir cogunluk “Bu haberi yazan ayyas yazmadan kac sise icti acaba”…..Kucuk bir azinlikda “Dun gece fazla kacirdim abuk sabuk seyler okuyorum”diye dusunur buyuk bir olasilikla..….

Peki Turkiye’de aranizda “bu haber uydurmadir boyle birsey kesinlikle olmaz”diyebilecek kimse varmi?.

Istifa etmesine bile firsat vermeden,apar topar uyduruk suclar istinad edilerek asilmis basbakan ve bakanlari,darbeleri,muhturalari,11 eylulde oluk oluk akan kanin 12 Eylul sabahi sip diye durmasini,1 Mayis Taksim provokasyonunu,Kahraman Maras olaylarini,20.000 faili mechul cinayeti ve bunlar gibi yuzlerce olaya sahit olmus bir ulkenin vatandasi olarak…….”Boyle birsey olmaz”diyebiliyormusunuz?”….

Ama bunun sorumlusu gene bizleriz…..En aydinimizin bile beyninin bir kivrimina yerlesmis “Bu aptal halk gider olmayacak birini secer,orduda gelir bizi kurtarir”dusunces…..Futbol yorumcusunun dile getirdigi “Vurdumu oturtan Genel Kurmay Baskani istiyorum” zihniyeti….Yani icimizdeki,beynimizdeki Ergenekon…..Biz istedigimiz surecede onlar dunden razi……LAZIO

--------------------------------------------------------------------------------------------------------------

dohol
14-06-2009, 22:01
Bazıları yeni bir irtica yaygarası koparabilir


Fethullah Gülen'den terör uyarısı!
Fethullah Gülen, kendi çıkarları için terör örgütü üreten odakların yeni bir tezgah kurabileceği uyarısında bulundu.
08 Nisan 2009 / 09:56


Fethullah Gülen, samimi müminleri terörist gibi göstermeye çalışan odakların yeni bir irtica yaygarası koparabileceğini söyledi. 28 Şubat öncesinde bir kısım şaşkınların zuhur ettiğini belirten Gülen, giyim-kuşamdan ibadet tavırlarına kadar pek çok hareketleriyle aykırılık sergileyen bu insanların topluma figüran olarak sunulduğunu hatırlattı. Ardından şöyle konuştu: "Onlara bir kısım roller verildi; kimisi tarikat şeyhi kisvesine bürünüp medyada boy gösterdi, kimisi teokratik düzeni hâkim kılma sevdalısı bir gerici numarası yaptı, kimisi mürtecilerin ağına düşürülüp kandırılmış bir kurban rolü oynadı ve kimisi de karanlık güçler tarafından kiralanan bir tetikçi, kanlı katil olmasına rağmen, irticâ piyesinde 'Allah'ın ordusu'nun sadık bir eriymiş gibi sahne aldı. Figüranlar, rollerini öyle gerçekçi ortaya koydular ki, herkes oynananın bir oyun olduğunu unutup ülkenin elden gittiği zehabına kapıldı. Dün olduğu gibi bundan sonra da, dışarıdan da beslenen bazı şer şebekeleri samimi müminleri terörist gibi göstererek yeni bir irtica yaygarası koparabilirler."


Not: Tarihe dikkat ederseniz açıklama bu son olaydan günler önce yapılmış, yani olaylar ve belgeler önce servis edilmiş sonra bize sunulmuş.

İşin ilginci kimsede çıkıp bu iş nasıl oluyor dememiş. Ne diyelim hayırlısı neyse o olsun.

Master
15-06-2009, 23:05
Yetti be!

Hakan Albayrak | Yeni Şafak

15 Haziran 2009 Pazartesi 08:27AK Parti Hükümeti ve Gülen Hareketi'ne kafayı takmışlar; askerlik mesleğini bir kenara bırakıp yine siyaset ve toplum mühendisliğine soyunmuşlar… Yine “durumdan vazife”, yine “irtica İle mücadele eylem planı”, yine demokratik hukuk devletine tuzak… Utanmadan, arlanmadan, akıllanmadan!

Bu kepazeliğe daha ne kadar katlanacağız? Vatanın-milletin enerjisini tüketen bu askerî müdahale geleneğini daha ne kadar sîneye çekeceğiz? Millet iradesini temsil eden siyasetçiler, devlet adamları, başbakan ve cumhurbaşkanı bu tehditlere daha ne kadar pabuç bırakacak? Alttan almaya daha ne kadar devam edecekler? “Aman ordu yıpranmasın, gözbebeğimize bir zarar gelmesin!” aymazlığı ne zaman bitecek?

“Ordu yıpranmasın” diye diye ordunun yozlaşmasına hizmet ediyorlar. Şunu görmüyorlar, fark etmiyorlar, anlamıyorlar: Ordunun siyasete müdahalesini mümkün ve hatta kaçınılmaz kılan mevcut sistem radikal bir şekilde değiştirilip, askerler siyasetin “s”sine bile bulaşamaz hale getirilmedikleri müddetçe, bu iş böyle devam eder. Fethullah Gülen Hocaefendi “müessese ile bir derdimiz yok” diyor, ama aslında bütün derdimiz “müessese” ile. Daha doğrusu, “müessese”nin mevcut hali ile. Mesele kurumsal bir meseledir. Bunu idrak etmeden meseleyi çözemeyiz.

Üç-beş kendini bilmezden kaynaklanan bir mesele değil, kurumsal bir mesele, evet:

Genelkurmay Başkanı Orgeneral İsmail Hakkı Karadayı, 28 Şubat “post modern” darbesinin lideri veya en azından 'himayecisi' idi…

Genelkurmay Başkanı Orgeneral Hüseyin Kıvrıkoğlu 28 Şubat'ın “gerekirse 1000 yıl” süreceğini söylemişti…

Genelkurmay Başkanı Orgeneral Hilmi Özkök darbeye karşı olduğu için silah arkadaşları tarafından marjinal muamelesi görmüş ve onun döneminde bile kuvvet komutanları seviyesinde darbe planları yapılabilmişti...
Genelkurmay Başkanı Orgeneral Yaşar Büyükanıt, 27 Nisan Muhtırası'na imza atmıştı...

Ayyuka çıkan darbe teşebbüsü iddialarının gereğini yapacağı yerde “cemaatlere karşı tedbir”le uğraşan şimdiki Genelkurmay Başkanı Orgeneral İlker Başbuğ da 'askerin üstüne vazife olmayan işler'le uğraşma geleneğini devam ettiriyor…

Böyle gelmiş, böyle gidiyor…

Genelkurmay Psikolojik Harekât Daire Başkanlığı'nın hazırladığı “irtica ile mücadele eylem planı”nın hesabı sert bir şekilde sorulmazsa, daha çok gider…

'Yakışmıyor', 'hoş olmuyor', 'böyle şeyler en çok orduya zarar veriyor' gibisinden mıy-mıy tepkilere tahammülümüz kalmadı. Başbakan'ın “demokrasiyi koruyup yaşatacağız” açıklaması da yetersiz. Nasıl yaşatacaksınız? Yaşatmak için tam olarak ne yapacaksınız? Demokrasinin içine tüküren bu askeri müdahale geleneğine son vermek için hangi adımları atacaksınız? Ne zaman?
Hükümet, “siyasi ve toplumsal hayata askeri müdahalelerle mücadele” için şöyle bir “eylem planı” hazırlayıp derhal yürürlüğe koymalıdır:

1. AK Parti ve Gülen Hareketi'ne komplo mahiyetindeki eylem planının 1 numaralı sorumlusu olan –ve zaten Harp Akademileri'nde yaptığı konuşmada “cemaatler”le savaş hazırlığı içinde olduğunu faş eden- Genelkurmay Başkanı'nın istifası istenecek.

2. Siyasete ve toplumsal hayata müdahale ettikleri veya buna teşebbüs ettikleri veya bunu planladıkları iddia edilen Türk Silahlı Kuvvetleri mensupları hakkındaki soruşturma sivil merciler tarafından yürütülecek.

3. “İrtica İle Mücadele Eylem Planı” skandalına karışan / geçmişte bu tür işlere karışmış olan / gelecekte bu tür işlere karışabilecek olan subaylar Bakanlar Kurulu kararıyla ordudan ihraç edilecek ve sivil mahkemelerde yargılanacak. Mevzuat buna uygun hale getirilecek.

4. Genelkurmay Başkanı'nın nasıl görevden alınacağına açıklık getirmeyen (görevden alınmasına el vermeyen) kanunlar değiştirilecek, Bakanlar Kurulu Genelkurmay Başkanı'nı istediği zaman görevden alabilecek.

Bir şey daha: Askeri mahkemeler, siyasi ve toplumsal hayata tecavüz mahiyeti taşıyan belgeleri milletten gizleyemeyecek! Bunlara yayın yasağı getiremeyecek! Basını sansür edemeyecek!

Nedir bu kardeşim? 12 Eylül dönemine geri mi döndük

+++++

Minik Söyleme : VURUN KAHPEYE

AnnE
16-06-2009, 11:16
Norveç resmi adıyla Norveç Krallığı (Norveççe: Kongeriket Norge, Kongeriket Noreg). Kuzey Avrupa'da bulunan İskandinav Yarımadası'nın batısında bir ülke. Finlandiya, İsveç ve Rusya Federasyonu ile komşu olan ülkenin batıda Atlas Okyanusu'nun bir kolu olan Norveç Denizi'ne kıyısı vardır. Kıyıları binlerce fiyordla çizilmektedir.

Anayasal monarşi ile yönetilen ülkenin başkenti Oslo'dur. 324,220 km² alana yayılan Norveç'in, Finlandiya ile 729, İsveç ile 1.619, Rusya ile 167 kilometre sınırı vardır ve 21.925 kilometrelik çok uzun bir sahil şeridi vardır.

Norveç; İsviçre ile birlikte Avrupa'nın en gelişmiş ülkesidir.[kaynak belirtilmeli] Birleşmiş Milletler kaynaklarına göre, yaşam standartlarının zirvede olduğu ülkedir.[kaynak belirtilmeli] Diğer yandan, suç oranının en düşük olduğu ülkedir.[kaynak belirtilmeli] Ülkede yılda bazen bir veya iki cinayet olduğu görülmektedir.[kaynak belirtilmeli] Buna karşın ülke intihar oranlarında Avrupa oranlarının üstündedir. Bunun nedeni ise kasım ayı sonundan ocak ayı sonuna kadar günde sadece 2-3 saat güneş ışığı görülmesiyle insanların bunalıma girmesinden kaynaklanmaktadır.[kaynak belirtilmeli] Öte yandan sosyal devlet anlayışının tavan yaptığı ülkedir, bireye değer verilir. Sosyal güvenlik sistemi çok gelişmiştir. Norveçliler Dünya'nın en mutlu insanlarıdır.

Norveç Avrupa ortalamasının üstünde yaşam standartına ve ekonomik gelişmişliğe sahip olduğu için Avrupa Birliği'ne girmek istememektedir. Zira, ülke kıyılarındaki petrol rezervlerinin zenginliği ve dünya ve Avrupa balıkçılık sektörünü elinde bulundurması ile tanınmaktadır.[kaynak belirtilmeli] Avrupa Birliği'ne olumsuz yaklaşmalarının bir nedeni de balıkçılık sektörünü olumsuz etkileyeceği yönündeki çekinceleridir. Öte yandan; Norveç, İsviçre, İzlanda ve Lihtenştayn ile birlikte EFTA (Avrupa Serbest Dolaşım Örgütü) üyesidir ve bu örgütü terk edip AB'ye geçmeyi istememektedir.

Avrupa Birliği'nin ısrarları işe yaramamaktadır. Zira ülkede iki kere referandum yapılmış ikisinde de Avrupa Birliği'ne red çıkmıştır. Bugünlerde yapılan anketlerde AB'yi isteyenlerin oranı %50 civarındadır.[kaynak belirtilmeli]

Norveç ayrıca bir NATO ülkesidir. Kuzey kutbunda Rusya ile ABD arasında dengeleyici role sahiptir.[kaynak belirtilmeli]

Norveçin en önemli sorunu azalan ve yaşlanan nüfus sorunudur[kaynak belirtilmeli], ülkede yaşayan insanların sayısı beş milyon civarındadır ve işgücü eksikliği çekmektedir.[kaynak belirtilmeli]

Öte yandan Avrupa'nın en pahalı ülkesidir


Danimarka ve Norveç 1821 yılına kadar Danimarka-Norveç adı altında birlikte hareket etmeye devam ettiler. Kralları tekti ama yasaları, devlet kurumları ve orduları ayrı ayrı gelişmeye devam etti. 19. yüzyılın başlarında Norveç Napolyon Savaşları'yla temelinden sarsıldı. Fransa savaşı kaybedince Danimarka 1814 yılında imzaladığı Kiel Antlaşması uyarınca savaşı kazanan tarafın üyesi olan İsveç'e Norveç'i bırakmak zorunda kaldı. Norveçliler İsveç yönetiminden memnun kalmadılar. Ayaklanmalar baş gösterdi. Nihayet 1905 tarihinde İsveç Norveç'in bağımsızlığını tanıdı. Danimarka prensi VII. Haakon Norveç kralı ilan edildi.

Norveç I. Dünya Savaşı'nda tarafsız kaldı. II. Dünya Savaşı'nda da tarafsız kalma niyetinde olmasına rağmen 9 Nisan 1940 tarihinde Nazi Almanyası tarafından işgal edildi. 8 Mayıs 1945 tarihinde Almanya'nın teslim olmasına kadar Norveç işgal altında kaldı. 1949 yılında Norveç NATO'ya üye oldu. 1960'ların sonlarında Norveç sularında keşfedilen petrol ve doğal gaz Norveç'e büyük bir refah kazandırdı. 1972 ve 1994'de yapılan referandumlarda Norveç halkı Avrupa Birliği'ne üyeliği reddetti. Norveç Avrupa Birliği ile olan ilişkilerini üyesi bulunduğu EFTA kurumu aracılığıyla sürdürmektedir. Günümüzde Norveç Birleşmiş Milletler raporlarına göre yaşam standartları bakımından dünyanın en ileri ülkelerinden biridir.

Norveç halkının genel özelliği iklimden ve ekonomik rahatlıktan kaynaklanan rahatlıkları ve sakinlikleridir. Bireysel yaşam ön plandadır. Ülkede İngilizce anadil kadar etkilidir.

Nüfus: 4.641.500 (Şubat 2006 tahmini)
Nüfus artış oranı: %0.49 (2001 verileri)
Mülteci oranı: 2.11 mülteci/1,000 nüfus (2001 tahmini)
Bebek ölüm oranı: 3.94 ölüm/1,000 doğan bebek (2001 tahmini)
Ortalama hayat süresi:
Toplam nüfus: 78.79 yıl,
erkeklerde: 75.87 yıl,
kadınlarda: 81.92 yıl (2001 verileri)
Ortalama çocuk sayısı: 1.81 çocuk/1 kadın (2001 tahmini)
HIV/AIDS - hastalıklarına yakalanan yetişkin sayısı: 101 den az (1999 verileri)
HIV/AIDS - hastalığı olan insan sayısı: 1,600 (1999 verileri)
HIV/AIDS - hastalıklarından ölenlerin sayısı: 8 (1999)
Ulus: Norveçli
Nüfusun etnik dağılımı: Norveçliler, Sami 20,000
Din: Evangelik Lutherciler %86, diğer Protestanlar ve Roma Katolikleri %3, diğer %1, bilinmeyen %10 (1997)
Diller: Bokmål ve nynorsk adlandırılan iki yazı dilinden oluşan Norveççe (resmi)
Okur yazar oranı: 15 yaş ve üzeri için verilerde toplam nüfusta: %100


GSYİH: Satınalma Gücü paritesi - 194.1 milyar $ (2005 verileri) ( Kişi başı 50.000 mi ? )
GSYİH - reel büyüme: %2.7 (2000 verileri)
GSYİH - sektörel bileşim: tarım: %2, endüstri: %26, hizmet: %73 (1999)
Enflasyon oranı (tüketici fiyatlarında): %2.9 (2000 verileri)
İş gücü: 2.4 milyon (2000 verileri)
Sektörlere göre işgücü dağılımı: hizmet %74, endüstri %22, tarım, ormancılık, balıkçılık %4 (1995)
İşsizlik oranı: %3 (2000 verileri)
Endüstri: Petrol ve gaz, gıda maddeleri, gemi yapımı, kâğıt ürünleri, metaller, kimyasallar, kereste, madencilik, tekstil, balıkçılık
Endüstrinin büyüme oranı: %3 (2000 verileri)
Elektrik üretimi: 121.084 milyar kWh (1999)
Elektrik tüketimi: 110.795 milyar kWh (1999)
Elektrik ihracatı: 8.28 milyar kWh (1999)
Elektrik ithalatı: 6.467 milyar kWh (1999)
Tarım ürünleri: Arpa, diğer hububat, patates, et, süt, balık
İhracat: 59.2 milyar $ (2000 verileri)
İhracat ürünleri: Petrol ve petrol ürünleri, makine ve parça, metaller, kimyasallar, gemi, balık,silah
İhracat ortakları: AB %73, ABD %5 (1999)
İthalat: 35.2 milyar $ (2000 verileri)
İthalat ürünleri: Makine ve parçaları, kimyasallar, metaller, gıda maddeleri
İthalat ortakları: AB %66, ABD %10, Japonya (1999)
Para birimi: Norveç Kronu (NOK)
Para birimi kodu: NOK
Mali yıl: Takvim yılı
Norveç,dünyanın en zengin 23. ülkesidir.

LAZIO
16-06-2009, 13:02
Yetti be!

Hakan Albayrak | Yeni Şafak

15 Haziran 2009 Pazartesi 08:27AK Parti Hükümeti ve Gülen Hareketi'ne kafayı takmışlar; askerlik mesleğini bir kenara bırakıp yine siyaset ve toplum mühendisliğine soyunmuşlar… Yine “durumdan vazife”, yine “irtica İle mücadele eylem planı”, yine demokratik hukuk devletine tuzak… Utanmadan, arlanmadan, akıllanmadan!

Bu kepazeliğe daha ne kadar katlanacağız? Vatanın-milletin enerjisini tüketen bu askerî müdahale geleneğini daha ne kadar sîneye çekeceğiz? Millet iradesini temsil eden siyasetçiler, devlet adamları, başbakan ve cumhurbaşkanı bu tehditlere daha ne kadar pabuç bırakacak? Alttan almaya daha ne kadar devam edecekler? “Aman ordu yıpranmasın, gözbebeğimize bir zarar gelmesin!” aymazlığı ne zaman bitecek?

“Ordu yıpranmasın” diye diye ordunun yozlaşmasına hizmet ediyorlar. Şunu görmüyorlar, fark etmiyorlar, anlamıyorlar: Ordunun siyasete müdahalesini mümkün ve hatta kaçınılmaz kılan mevcut sistem radikal bir şekilde değiştirilip, askerler siyasetin “s”sine bile bulaşamaz hale getirilmedikleri müddetçe, bu iş böyle devam eder. Fethullah Gülen Hocaefendi “müessese ile bir derdimiz yok” diyor, ama aslında bütün derdimiz “müessese” ile. Daha doğrusu, “müessese”nin mevcut hali ile. Mesele kurumsal bir meseledir. Bunu idrak etmeden meseleyi çözemeyiz.

Üç-beş kendini bilmezden kaynaklanan bir mesele değil, kurumsal bir mesele, evet:

Genelkurmay Başkanı Orgeneral İsmail Hakkı Karadayı, 28 Şubat “post modern” darbesinin lideri veya en azından 'himayecisi' idi…

Genelkurmay Başkanı Orgeneral Hüseyin Kıvrıkoğlu 28 Şubat'ın “gerekirse 1000 yıl” süreceğini söylemişti…

Genelkurmay Başkanı Orgeneral Hilmi Özkök darbeye karşı olduğu için silah arkadaşları tarafından marjinal muamelesi görmüş ve onun döneminde bile kuvvet komutanları seviyesinde darbe planları yapılabilmişti...
Genelkurmay Başkanı Orgeneral Yaşar Büyükanıt, 27 Nisan Muhtırası'na imza atmıştı...

Ayyuka çıkan darbe teşebbüsü iddialarının gereğini yapacağı yerde “cemaatlere karşı tedbir”le uğraşan şimdiki Genelkurmay Başkanı Orgeneral İlker Başbuğ da 'askerin üstüne vazife olmayan işler'le uğraşma geleneğini devam ettiriyor…

Böyle gelmiş, böyle gidiyor…

Genelkurmay Psikolojik Harekât Daire Başkanlığı'nın hazırladığı “irtica ile mücadele eylem planı”nın hesabı sert bir şekilde sorulmazsa, daha çok gider…

'Yakışmıyor', 'hoş olmuyor', 'böyle şeyler en çok orduya zarar veriyor' gibisinden mıy-mıy tepkilere tahammülümüz kalmadı. Başbakan'ın “demokrasiyi koruyup yaşatacağız” açıklaması da yetersiz. Nasıl yaşatacaksınız? Yaşatmak için tam olarak ne yapacaksınız? Demokrasinin içine tüküren bu askeri müdahale geleneğine son vermek için hangi adımları atacaksınız? Ne zaman?
Hükümet, “siyasi ve toplumsal hayata askeri müdahalelerle mücadele” için şöyle bir “eylem planı” hazırlayıp derhal yürürlüğe koymalıdır:

1. AK Parti ve Gülen Hareketi'ne komplo mahiyetindeki eylem planının 1 numaralı sorumlusu olan –ve zaten Harp Akademileri'nde yaptığı konuşmada “cemaatler”le savaş hazırlığı içinde olduğunu faş eden- Genelkurmay Başkanı'nın istifası istenecek.

2. Siyasete ve toplumsal hayata müdahale ettikleri veya buna teşebbüs ettikleri veya bunu planladıkları iddia edilen Türk Silahlı Kuvvetleri mensupları hakkındaki soruşturma sivil merciler tarafından yürütülecek.

3. “İrtica İle Mücadele Eylem Planı” skandalına karışan / geçmişte bu tür işlere karışmış olan / gelecekte bu tür işlere karışabilecek olan subaylar Bakanlar Kurulu kararıyla ordudan ihraç edilecek ve sivil mahkemelerde yargılanacak. Mevzuat buna uygun hale getirilecek.

4. Genelkurmay Başkanı'nın nasıl görevden alınacağına açıklık getirmeyen (görevden alınmasına el vermeyen) kanunlar değiştirilecek, Bakanlar Kurulu Genelkurmay Başkanı'nı istediği zaman görevden alabilecek.

Bir şey daha: Askeri mahkemeler, siyasi ve toplumsal hayata tecavüz mahiyeti taşıyan belgeleri milletten gizleyemeyecek! Bunlara yayın yasağı getiremeyecek! Basını sansür edemeyecek!

Nedir bu kardeşim? 12 Eylül dönemine geri mi döndük

+++++

Minik Söyleme : VURUN KAHPEYE

Yeni Safak gazetesi yazarinin,yukardaki yaziyi cagdas ve demokratik bir Turkiye ozlemi ile yazmadigi asikar....Uslupda cirkin ve itici....Ancak yazilanlar ozunde dogru degilmi?.....Aslinda bu yazinin cagdas ve ilerici oldugunu iddia eden gazetelerden birinin,cagdas ve ilerici bir yazari tarafindan yazilmasi gerekmezmiydi?......Ornegin Cumhuriyet gazetesi....

Yasi musait olanlar hatirlar 70li yillarin sonunda Cumhuriyet yazarlari,ordunun siyasete karismasina,darbelere karsi yazarlardi....Yani gercek cagdas ve demokrat bir gazete goruntusunde idiler.....Simdi bu durumda adama sormazlarmi?....Darbe sol harekete karsi yapilacaksa karsi cikacaksiniz.....Baska bir harekete karsi yapilirsa alkisliyacak,destek cikacaksiniz.....Bumudur?........LAZIO

--------------------------------------------------------------------------

AnnE
16-06-2009, 14:58
Lazio Bey kardeşimiz, sap/samanı karıştırıyor. Saat 12.00 yi gecince yazıyor ondan diye soğuk bi espri yapacam, şık olmayacak...

Darbe savunmak başkaaa, ordunun sürekli itin anüsüne sokulmasına darbecilik kılıfı takmak başka.

Darbe yapacaklar cığlıkları ile memleketin soyu tukenmekte olan cumhuriyet/muasır medeniyet devrimi savunucularını törpüleme; ne törpülemesi, bombalama girişimlerine karsı cıkmak NE DARBE SAVUNUCULUGUDUR, NE DE DARBELERDEN, DARBELERİN İŞKENCELERİNDEN, DARBELERİN SOSYAL TAHRİBATINDAN CEKMİŞ NESİLLERİN anlına yapıştırılacak bir yaftadır.

Ana sorun, ÇAGDAŞLIGI savunmakla, GERİCİLİGİ savunmak arasındadır. Ne yazık ki, güc gericiligin elindedir, ve bir sürü safdili maymun gibi oynatmaktadır. Gericilik asla ve asla ileri götürmez, gitme yollarını da acılmamak üzere tıkar. Bunu söylemek mi darbecilik !!!!!

Gericiligi DEMOKRASİ adına hoşgörmek, demokrasiye atılacak en büyük kazık oldugu nasıl anlatılabilir ki...

Valla bilemiyorum.

Ben Norvec'e tasınmak istiyorum. Seviyorum ama terkedecem anasını satiim. Hem orada darbe de olmaz, en kötü ihtimalle karanlıktan sıkılıp intihar falan ederiz, gecer gider... Gidecem ama almıyor hıyarlar.

LAZIO
17-06-2009, 04:36
Ulkenin butunlugunu korumakla gorevli Silahli kuvvetlerin,her kim olursa olsun,insanlarin ev ve isyerlerine silah monte edip,gruplari birbirine dusurup, kaos yaratip hukumeti dusurmeyi amaclayan bir plani tasvip etmenin,sizi bilmem ama,benim acimdan kabul edilebilir bir yani yoktur..........Bunun gericiligi hosgormekle bir ilgisi oldugunu sanmiyorum.......

Her kurum kendi bunyesinde gerceklesen kanunsuzluklardan sorumlu olurken,Silahli kuvvetlerin boyle bir sorumlulugu olmamasini benim mantigim almiyor.......Sorumluluk almayi bir kenara birakin,suclanan birim bu konuda yapilan yayinlari yasakliyor......Amac Cumhuriyeti korumak ama hangi Cumhuriyeti.....Muz Cumhuriyetini zahir.....

Mesele gericiligi demokrasi adina hosgorme meselesi degil,gericilikden demokrasi yolu ile kurtulma meselesidir.....Begenirsiniz veya begenmezsiniz ama bahsettiginiz gucu onlara halk verdi.....Hani Ataturk'un egemenligin kayitsiz sartsiz onlarda oldugunu soyledigi halk......Gercekten kurtulmanin tek yolu bu gucu gene ayni halkin geri almasidir......Bunun disindaki hic bir yol,demokrasiyide bir kenara birakin, pratikte bir fayda saglamiyacak.....Aksine yerine olusacak alternatif veya alternatiflerin degil anayasayi,babayasayi bile degistirecek bir gucle geri gelmesine sebep olacaktir.....LAZIO

---------------------------------------------------------------------------

dentist
17-06-2009, 05:09
Bazıları yeni bir irtica yaygarası koparabilir


Fethullah Gülen'den terör uyarısı!
Fethullah Gülen, kendi çıkarları için terör örgütü üreten odakların yeni bir tezgah kurabileceği uyarısında bulundu.
08 Nisan 2009 / 09:56


Fethullah Gülen, samimi müminleri terörist gibi göstermeye çalışan odakların yeni bir irtica yaygarası koparabileceğini söyledi. 28 Şubat öncesinde bir kısım şaşkınların zuhur ettiğini belirten Gülen, giyim-kuşamdan ibadet tavırlarına kadar pek çok hareketleriyle aykırılık sergileyen bu insanların topluma figüran olarak sunulduğunu hatırlattı. Ardından şöyle konuştu: "Onlara bir kısım roller verildi; kimisi tarikat şeyhi kisvesine bürünüp medyada boy gösterdi, kimisi teokratik düzeni hâkim kılma sevdalısı bir gerici numarası yaptı, kimisi mürtecilerin ağına düşürülüp kandırılmış bir kurban rolü oynadı ve kimisi de karanlık güçler tarafından kiralanan bir tetikçi, kanlı katil olmasına rağmen, irticâ piyesinde 'Allah'ın ordusu'nun sadık bir eriymiş gibi sahne aldı. Figüranlar, rollerini öyle gerçekçi ortaya koydular ki, herkes oynananın bir oyun olduğunu unutup ülkenin elden gittiği zehabına kapıldı. Dün olduğu gibi bundan sonra da, dışarıdan da beslenen bazı şer şebekeleri samimi müminleri terörist gibi göstererek yeni bir irtica yaygarası koparabilirler."


Not: Tarihe dikkat ederseniz açıklama bu son olaydan günler önce yapılmış, yani olaylar ve belgeler önce servis edilmiş sonra bize sunulmuş.

İşin ilginci kimsede çıkıp bu iş nasıl oluyor dememiş. Ne diyelim hayırlısı neyse o olsun.



656

AnnE
17-06-2009, 07:41
Necati Doğru

Fethullahçılık sayesinde darbeciliğin beli kırıldı!


Türkiye, inanç ve düşünce dünyasının yeni yıldızı Fethullahçılık sayesinde darbeciliğin belini kırdı!

70-80 yıldır işkence odalarından geçmiş nice demokrat aydının, tabutluklarda çürütülüş sosyalist yazarların, profesörlerin; Türkiye İşçi Partisi’nin (TİP) Genel Başkanı Mehmet Ali Aybar ile Meclis’e girmiş 15 milletvekilinin, işçi liderlerinin, sendikaların, sosyal demokrat Bülent Ecevit’in diklenişi, cunta gördükçe gidip fakat seçimle geri geldikçe demokratlaşan Süleyman Demirel’in çabası “darbeciliğin belini kırmaya” yetmemişti. Darbecilerin darbe yapma niyetleri hep taze ve başa gelen çekilir denilerek kabul edilebilir kalmıştı.

Fakat şimdi öyle mi!

Terse döndü.

Belgesinin gerçek mi sahte mi olduğu hiç dikkate alınmadan “darbe niyeti” anında onu niyet etmiş diye suçlanan ordunun kursağında derhal bastırılıyor.

Şükür bugünlere geldik!

Darbeciliğin belini kırdık!



***


Atlamayın!

Dikkatinizi verin!

Şu yeni ezberle buluştuk: Ordu, geçmişi zaten mimlidir ve darbecilikten henüz vazgeçmemiş subayları içinde barındırıyor olabilir. Ordudan hep şüphe duyalım. Yeni Genelkurmay Başkanı, “Demokrasiye, Anayasa’ya sonuna kadar bağlıyız, hukuk dışı hiçbir eylemi barındırmayız” türünden görüş açıklasa bile ona kesinlikle inanmayalım. Fakat; “Benim çocukluğumda Kadıköy manolya kokardı, erguvan, şebboy, mor salkım, leylak kokardı şimdi laiklik kokuyor, Atatürkçülük, Kemalizm kokuyor, ben Kadıköy’ümün laiklik, Atatürkçülük, Kemalizm kokusundan nefret ediyorum” diye hisli yazıları yazan başyazarın gazetesindeki; “ordu kesin darbecidir” sızdırma haberlerine şüphe edilmeyecek gerçek diye hemen inanalım, iman edelim.

Yeni ezberimiz budur.

Ezberimizi tekrarlıyorum:

Ordu darbecidir.

Fethullah demokrattır.

Ezberimizi bozdurmayalım, güçlendirelim ve yeni ezberimizi güçlendirmek için de hep bir ağızdan bağıralım.

Albaylar kesin andıççıdır!

Fakat AKP artık trencidir!


***


Sayın okuyucu,

Senin hafızan yorgundur.

Yorgunluğunu alayım. Hatırlatayım; bundan 10-12 yıl önce bugünün Başbakanı Tayyip Erdoğan, İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanı idi ve onun demokrasiden ne anlayıp amaçladığı ve samimi olup olmadığı büyük merak konusuydu. Bu merakı gidermek için sıkı söyleşiler yapan temiz kalmış gazetecilerden biri olan Nilgün Cerrahoğlu’nun, aldığı cevap; “...Biz ona bineriz hedefimize doğru gideriz, istediğimiz istasyonda demokrasi treninden ineriz” olmuştu.

Hatırladınız mı!

Demokrasi trenine, inmek üzere kerhen ve omuzlarında takıyye heybesi ile binenler bugün trenin sahipliğine ellerinde demokrasi direksiyonu ile soyundular. Belgenin gerçek mi sahte mi olduğuna bakmaya gerek görmeden “demokrasi mağduru peydahlatacak” her sızdırma habere sarılıyorlar.

Yeni ezberimiz oluştu:

Ordu darbecidir!

Fethullah demokrattır.

Albaylar andıççıdır.

AKP trencidir.

Fethullahçılık sayesinde bu günlere geldik, onun gazeteleri, belge sızdırıcıları, sızıntı belgeleri yayınlayıcı eski çiçek kokulu, burjuva eğitimli dördüncü kuşak yazarları bulunmasaydı bugünkü “1000 yıllık adımı(!) atmamız” hiç mümkün olabilir miydi?

Şükürler olsun!

LAZIO
17-06-2009, 19:42
Bu hukumet gericidir…..Elhak pek ilerici oldugu soylenemez….En azindan bu tur dusunceye prim vererek ve istismar ederek politika yapiyor (Hos digerleride Laikligi,Ataturk’u,Milliyetciligi istismar ederek politika yapiyorlar ama onlari bir yana birakalim)…..Ozledigimiz cagdas,modern Turkiye’ye yakismiyor…..Buraya kadar hemfikiriz…..

Sorun buradan sonra basliyor…..Cagdas,laik ve aydin kesim burada tikaniyor…..Dolmusa biniyor,oyuna geliyor…..Olaya halki devre disi birakarak cozum ariyor…Mirin kirin ediyor…

“ Ordunun yonetime el koymasini mi istiyorsunuz?”sorusuna…..”Darbeye kesinlikle karsiyiz ama silahli kuvvetlerimizde yipratilmasin diye yuvarlak bir cevap aliyorsunuz…..Yani silahli kuvvetler icinde darbe yapmaya,kaos cikarmaya,illegal faaliyetlerde bulunmaya calisanlar varsa buna gozmu yumulsun?......Halinin altinami suprulsun?.....Korumaya calistiginiz cumhuriyet Muz Cumhuriyeti mi?......

Bir takim hukuki manevralarla iktidarin gonderilmesi de,sicak bakilan diger bir yontem…. Ancak oradada bir sakinca var….Hadi parti kapattiniz,kisileri iceri attiniz….Ayni zihniyetin baska parti,baska isim,baska amblem,baska yoneticiler ile ustelik arkasina tepki oylarinida alarak daha kuvvetli gelmesine nasil engel olacaksiniz?.......Yani demokrasinin irzina gecmek pratikte nasil bir fayda sagliyacak……Intikam hislerinin tatmini disinda?

O zaman cozum ne?.....

Cozum halkin verdigi gucu gene halkin geri almasi….

Evet o gobegini kasiyan….Donla denize girip garip sesler cikaran….Mangal yapip atletle darbuka calip gobek atan halk….

Hani o eski solcu tayfasinin bir zamanlar ugruna devrim yapacagi ama simdi disladigi,begenmedigi halk….

Oyunun bizimki ile esit olmasini kendimize yediremedigimiz dagdaki cobaninda dahil oldugu halk…..

Biliyorum egitim,kultur,refah seviyesi yuksek bizler icin biraz zor olacak ama cagdas olmayan dusuncelerden kurtulmak istiyorsak baska care yok…..Raki masasinda cagdaslik yakalansaydi idi simdiye kadar Isvicre'yi gecmistik....…Sadece Kizilay,Taksim,Tandogan meydaninda bayrak sallamak yada Anitkabir'e dolusmak ile de olmayacak bu isler…...

Halka laikligin dinsizlik olmadigini…..Ataturk’un dinin alternatifi olmadigini…..Icimizdeki bazi ahmaklarin sacmaladigini…...Onlarin oylarininda en az bizlerinki kadar kiymetli oldugunu anlatacaksiniz…..Size ters gelsede ayakkabilarinizi kapida birakip evlerine gireceksiniz.....Onlara deger verdiginizi,sorunlari ile ilgilendigimizi hissettireceksiniz…..Anlamazlarsa anliyacaklari dili bulacaksiniz…...Sonuc alana kadar tekrarliyacaksiniz…...Pamuk elleri cebe atip karsi tarafin yaptiklari yardim (isterseniz rusvet deyin) kadar sizde yardim yapacaksiniz….Isvicreden ithal imkani olmadigina gore,ne yapip edip bu halki arkaniza alacaksiniz….

Iste size silahsiz,bombasiz,kansiz ve garantili eylem plani……LAZIO

------------------------------------------------------------------------------------------------------------

dohol
17-06-2009, 21:40
Sayın Lazio ;

Ben şahsen sizle mutabıkım lakin AnnE den aşağıda alıntı yaptığım kısım önem ve aciliyet arz etmektedir.

Çünkü biz demokrasiye sahip çıkarken birileri trenden inmeye karar verip trenide raydan çıkarırlarsa bir şeyler yapmak için malesef çok geç olacaktır.

Ha o zaman sizin son cümlenizde bitirdiğiniz şekilde kansız bir planmı olacak yoksa zamanında birilerinin dediği gibi ''kanlımı olacak kansızmı olacak'' noktasına gelmiş olmamayı umalım hep birlikte.

Saygılarımla.






.................
Sayın okuyucu,

Senin hafızan yorgundur.

Yorgunluğunu alayım. Hatırlatayım; bundan 10-12 yıl önce bugünün Başbakanı Tayyip Erdoğan, İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanı idi ve onun demokrasiden ne anlayıp amaçladığı ve samimi olup olmadığı büyük merak konusuydu. Bu merakı gidermek için sıkı söyleşiler yapan temiz kalmış gazetecilerden biri olan Nilgün Cerrahoğlu’nun, aldığı cevap; “...Biz ona bineriz hedefimize doğru gideriz, istediğimiz istasyonda demokrasi treninden ineriz” olmuştu.

Hatırladınız mı!

Master
18-06-2009, 06:12
Necati Doğru

Fethullahçılık sayesinde darbeciliğin beli kırıldı!


Türkiye, inanç ve düşünce dünyasının yeni yıldızı Fethullahçılık sayesinde darbeciliğin belini kırdı!

70-80 yıldır işkence odalarından geçmiş nice demokrat aydının, tabutluklarda çürütülüş sosyalist yazarların, profesörlerin; Türkiye İşçi Partisi’nin (TİP) Genel Başkanı Mehmet Ali Aybar ile Meclis’e girmiş 15 milletvekilinin, işçi liderlerinin, sendikaların, sosyal demokrat Bülent Ecevit’in diklenişi, cunta gördükçe gidip fakat seçimle geri geldikçe demokratlaşan Süleyman Demirel’in çabası “darbeciliğin belini kırmaya” yetmemişti. Darbecilerin darbe yapma niyetleri hep taze ve başa gelen çekilir denilerek kabul edilebilir kalmıştı.

Fakat şimdi öyle mi!

Terse döndü.

Belgesinin gerçek mi sahte mi olduğu hiç dikkate alınmadan “darbe niyeti” anında onu niyet etmiş diye suçlanan ordunun kursağında derhal bastırılıyor.

Şükür bugünlere geldik!

Darbeciliğin belini kırdık!



***


Atlamayın!

Dikkatinizi verin!

Şu yeni ezberle buluştuk: Ordu, geçmişi zaten mimlidir ve darbecilikten henüz vazgeçmemiş subayları içinde barındırıyor olabilir. Ordudan hep şüphe duyalım. Yeni Genelkurmay Başkanı, “Demokrasiye, Anayasa’ya sonuna kadar bağlıyız, hukuk dışı hiçbir eylemi barındırmayız” türünden görüş açıklasa bile ona kesinlikle inanmayalım. Fakat; “Benim çocukluğumda Kadıköy manolya kokardı, erguvan, şebboy, mor salkım, leylak kokardı şimdi laiklik kokuyor, Atatürkçülük, Kemalizm kokuyor, ben Kadıköy’ümün laiklik, Atatürkçülük, Kemalizm kokusundan nefret ediyorum” diye hisli yazıları yazan başyazarın gazetesindeki; “ordu kesin darbecidir” sızdırma haberlerine şüphe edilmeyecek gerçek diye hemen inanalım, iman edelim.

Yeni ezberimiz budur.

Ezberimizi tekrarlıyorum:

Ordu darbecidir.

Fethullah demokrattır.

Ezberimizi bozdurmayalım, güçlendirelim ve yeni ezberimizi güçlendirmek için de hep bir ağızdan bağıralım.

Albaylar kesin andıççıdır!

Fakat AKP artık trencidir!


***


Sayın okuyucu,

Senin hafızan yorgundur.

Yorgunluğunu alayım. Hatırlatayım; bundan 10-12 yıl önce bugünün Başbakanı Tayyip Erdoğan, İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanı idi ve onun demokrasiden ne anlayıp amaçladığı ve samimi olup olmadığı büyük merak konusuydu. Bu merakı gidermek için sıkı söyleşiler yapan temiz kalmış gazetecilerden biri olan Nilgün Cerrahoğlu’nun, aldığı cevap; “...Biz ona bineriz hedefimize doğru gideriz, istediğimiz istasyonda demokrasi treninden ineriz” olmuştu.

Hatırladınız mı!

Demokrasi trenine, inmek üzere kerhen ve omuzlarında takıyye heybesi ile binenler bugün trenin sahipliğine ellerinde demokrasi direksiyonu ile soyundular. Belgenin gerçek mi sahte mi olduğuna bakmaya gerek görmeden “demokrasi mağduru peydahlatacak” her sızdırma habere sarılıyorlar.
Yeni ezberimiz oluştu:

Ordu darbecidir!

Fethullah demokrattır.

Albaylar andıççıdır.

AKP trencidir.

Fethullahçılık sayesinde bu günlere geldik, onun gazeteleri, belge sızdırıcıları, sızıntı belgeleri yayınlayıcı eski çiçek kokulu, burjuva eğitimli dördüncü kuşak yazarları bulunmasaydı bugünkü “1000 yıllık adımı(!) atmamız” hiç mümkün olabilir miydi?

Şükürler olsun!

17 Haziran 2009
TÜBİTAK toplantısına katılan Başbakan Erdoğan, çıkışta gazetecilere Taraf Gazetesi'nde yayımlanan, AKP ve cemaati bitirme planı olduğu iddia edilen belgeyle ilgili açıklama yaptı.


Erdoğan: Bu olaya sessiz kalamayız...



ANKARA - Başbakan Recep Tayyip Erdoğan, Taraf gazetesinde yayımlanan belgeyle ilgili olarak, ''Bu metin, içerisinde bulunan başlıklar ile değerlendirildiğinde özellikle demokrasiye yönelmiş ve demokrasiyi adeta yok etmeye yönelik bir girişimin ip uçlarıdır. Bunun doğruluğu, yanlışlığı, sahte midir, gerçek midir? Bu süreç onun takibi sürecidir. Ondan sonra da bunun faillerini bulma süreci de yine bunun içerisindedir'' dedi.

AnnE
18-06-2009, 07:51
ZARURİ NOT

Yukarıda sözü edilen RTE treni ile, Destekler/direncler topigindeki Master'in treni arasındaki ortak nokta, sadece, ikisine de ne zaman inilip binileceğinin, işin ''masterleri'' tarafından tayin ve tespit edilmesidir.

Aslında her ikisinini diger bir ortak noktası da, yolcunun, trenin altında kalma ihtimalinin oldukca yüksek olmasıdır.

RTE treni deyince aklıma geldi ;

Temel otobüs sürüyormuş freni patlamış, telsizden merkezi aramış '' frenim patladı, solumda bir adam var , ya ona vuracagım, ya da sagımda pazar var oraya dalacağım.'' Merkez hemen cevap vermiş '' adama vur''

Ertesi gün Temel karakolda ifade veriyor ; '' neden pazara daldın da onlarca kişiyi ezdin? ''

''Adama vuracaktım, lakin, pazara kactı, onun peşinde giderken olan oldu !!!''

LAZIO
18-06-2009, 13:30
Sn Dohol,

Seriat tehlikesi oynanan iktidar oyununun bir parcasidir…..Iktidar ara sira kendisi icin iyi bir oy potansiyeli tasiyan radikal dincilerin agzina, bir parmak bal caliyor….Bazi icraat ve soylemler ile’Sizi unutmadim,burdayim…desteginizi esirgemeyin” mesajini veriyor…..Bu potansiyeli kaybetmemek icin seriat tartismasini sicak tutmak zorunda......

Iktidar isteyen muhalefet,elindeki gucu kaptirmak istemeyen burokrasi ile iktidardan yeterli nemayi alamayan basinin bir bolumu “Seriat geliyor”’Laik duzen elden gidiyor” diye feryad ediyor....onlarda bu umitle kendi yandaslarini dolduruyor….Yani onlarda seriat tartismasini sicak tutmak zorundalar....

Ortada kirli bir iktidar mucadelesi,tipik arabesk bir kayikci kavgasi var……Olan ortada kendini taraf olmak zorunda hisseden millete oluyor.......Bu bizim filmi ilk gorusumuz degil….Benim cocuklugum ve gencligim hep “Koministler bu kis gelecek”teranesi ile gecti…..


Onun icin aman elimizi cabuk tutalim demokrasi ve hukuk devletini bir kenara birakalim,yoksa yarin cok gec olur soylemi gercekci degildir,mantigin degil icimize pompalanmis korkularin mahsuludur…..LAZIO


---------------------------------------------------------------------------

Master
18-06-2009, 21:53
18 Haziran 2009

Bekir COŞKUN
bcoskun@hurriyet.com.tr




Soru!...


ŞİMDİ size soru:

Askerlerin; irticai faaliyetleri, dincilerin devletteki örgütlenmelerini izlemediğine aklınız erer mi?..

Ya da:

TSK’nın bu "dincileşme" hareketlerini izleyip raporlara yazmadığına inanan bir tek kişi var mıdır?..

Ben bunca yılın deneyimiyle, belki yüzlerce araştırma-inceleme ve çalışma olduğuna inanırım...

Bu belgelerden sadece birisi gerçek değildi...

Onu da Taraf Gazetesi ele geçirdi...

*

İşte Türkiye bu belgeyi tartışıyor.

AKP’liler acele koşup savcılığa suç duyurusu yaptılar... Daha da koşacaklardı, akıllarına başka koşacak bir yer gelmedi...

Bine yakın TSK’ya eleştiri yazısı yazıldı...
Başbakan kızdı...
Cumhurbaşkanı da kızdı...

Oysa TSK İç Hizmet Yasası’nı açıp baksalardı, orada "koruma ve kollama görevi" yazılıydı...

(Bakınız; Madde 35...)
*

Askerler dinci yapılaşmayı izlerler...

Raporlara yazarlar...

Araştırma yaparlar...

Oturup konuşurlar...

Türk halkı cumhuriyetin-demokrasinin adını dahi duymamışken, hepimiz biliyoruz ki bu cumhuriyeti askerler kurdu. Üstelik şeriatçı güçlerin, saltanatçıların direnmesine, tepkisine ve isyanına; subayların kafasını kesip sırıkların ucuna takmalarına rağmen...

Ve askerler laik cumhuriyeti savunmak için arada bir yemin ederler...

Onlar cumhuriyet devrimlerinin bekçisi olduklarına inanırlar...

Sadece böyle saçma bir plan yazmak, diyelim ki tarikatçıların evine silah bırakmayı káğıda döküp altına imza atmak akıllarından geçmemiştir...

Ki bu belgeyi de arkadaşlar ele geçirdiler...

*

Bu yazı demokrasi adına zor, ama doğru bir yazıdır...

Size yine bir soru:

Dinci kadrolar, tarikatçılar Türkiye’yi ele geçirirken... Askerlerin seyirci kalacaklarına inanan bir tek kişi var mı?..

dohol
18-06-2009, 22:27
657

Master
26-06-2009, 05:57
Yılmaz Özdil
yozdil@hurriyet.com.tr



Belge çiçek açmış yaz mı gelecek AKP bu sevdadan v.....


Alparslan Türkeş

Ragıp Gümüşpala

Faruk Gürler

Tahsin Şahinkaya

Çevik Bir

Sert tınılı, haşin isimler...

*

Yandaş medyanın pişirmeye çalıştığı aşa su katmak istemem ama, "Dursun Çiçek" diye darbeci olur mu kardeşim?

*

Radyodan bi anons mesela...

"Dikkat! Dikkat! Dikkat! Muhterem vatandaşlar, demokrasimizin içine düştüğü buhran ve son müessif hadiseler dolayısıyla, Türk Silahlı Kuvvetleri memleketin idaresini eline almıştır!"

*

- Kim bunu okuyan?

- Dursun Çiçek.

- Bi tane de türkü okusun o zaman...

*

Ha isim sahteyse orasını bilemem.

*

Şaka bir yana...

Askeri Savcılık, "Bu belge sahte" dedi ve "Bu sahte belgeyi hazırlayan karanlık ellerin bulunması için" dosyayı sivil savcılığa gönderdi. Üstünü örtmedi yani... Aksine, polis sende, MİT sende, savcı sende, Adli Tıp sende...

"Bul" dedi.

*

"İddia sahibi, iddiasını ispatla mükelleftir" diyen bizzat bizim Başbakan’ın kendisi değil mi? "İddiasını ispat edemeyen namerttir, namerrrrt" diye bağıran?

*

Bulun arkadaş...

Olmadı, ulemaya sorun.

NOT:

Ulema dedim aklıma geldi... Mustafa Kemal’in kurduğu Meclisimiz, Onur Ödülü’nü, AKP’nin adayı Profesör Kemal Karpat’a verdi... Bülent Karpat değil, Kemal Karpat... Peki, kimdir Kemal Karpat? Bi cümlesini vereyim, tanışın:

"Cumhuriyet’in temelini Sultan Abdülhamid Han attı."

LAZIO
26-06-2009, 14:56
Bu son gelismeler bana yillar once cok severek okudugum Red Kit cizgi romanin daki bir bolumu hatirlatti;

Kanunsuz kasabanin hakimi Roy Bean ve Ayisi......Halk,enselerinde boza pisiren Roy Bean'in kendisinden sikayetci olunca,Roy bir sanik sandelyesine bir hakim koltuguna oturarak kendini yargilar ve tabiiki sonunda beraat ettirir.....Itiraz edecek olanlarada ayi Ben haddini bildirirdi.....

Kirk yil once yayinlanan bir cizgi roman espirisi,gunumuz Turkiye'sinde yasaniyor....Suclanan kurum kendisini yargiliyor....Yayinlara yasak koyuyor...Ve bizlerde bunu alkisliyoruz...

Neden;

Cunku olay artik bir amaca yoneldi.....Demokrasi cignensin....Hukuk devleti ayaklar altina alinsin.....Ekonomi coksun.....Yeterki bunlar gitsin....Bu ugurda gozler o kadar donmuski bindigimiz dali kesmekte tereddut bile etmiyoruz.....LAZIO

------------------------------------------------------------------------

Master
27-06-2009, 17:17
27 Haziran Cumartesi 2009 Can Dündar Ada

Asimetrik harp mi? Kiminle?

Genelkurmay Başkanı bu soruyu yanıtlamadı. Herkesin bildiği, ama ancak bazılarının yazabildiği cevabı açıkça yazalım burada:
“Fethullah Gülen cemaatiyle...”
Ayrıntılarda boğulmuş gibi görünen meseleye kuşbaşı bakmakta yarar var:
Gülen cemaati ile TSK arasında nicedir bir örtülü savaş yaşanıyor.
Org. Başbuğ’un tabiriyle “asimetrik harp...”
* * *
MGK’nın internet sitesinde “asimetrik harp” şöyle tanımlanıyor:
“Yarattığı ani ve hazırlıksız durum nedeniyle ülkelerin siyasi, sosyal ve ekonomik sistemlerinde istikrarsızlıklara neden olan, düşük seviyede kuvvet ve teknoloji kullanarak etkin olmayı amaçlayan tehdit algılaması...”
“Asimetrik” derken, savaşan tarafların güçlerinin eşit olmadığı anlatılmak isteniyor.
Zayıf taraf, açığını kapatmak için güçlü tarafın zaaflarını buluyor ve kullanıyor.
11 Eylül saldırısında Washington’unki “güvenlik zaafı”ydı.
Bir başka zaaf, siniri bozulan “rakibin sertleşme temayülü” olabilir ve bu da onu hataya zorlayabilir.
* * *
“Harbin” iki tarafının da sicilinin pek temiz olmadığını söylemek gerek...
Psikolojik harpte enstrüman olarak kullandıkları basının karnesi de parlak sayılmaz.
Ama yine de sonuç, hiç fena değil:
Türkiye’yi 2 hafta “bir kâğıt parçası”yla oyalamayı ve burada da saflaştırmayı başardılar.
“Kâğıt parçası” denilen bu “faili meçhul belge”yi önemsemediğim sanılmasın.
Unutulmamalı ki, Şemdin Sakık’ın “PKK ile işbirliği yapan gazeteciler”e ilişkin uydurma ifade tutanağı da “bir kâğıt parçası” idi, ama ona dayanarak Genelkurmay’ca çıkarılan andıç, tarihi lekelemişti.
6 Eylül 1955’te “Atamızın evine bomba kondu” haberini manşete koyan Yeni İstanbul gazetesi de “bir kâğıt parçası” idi. Sonuçta o “kâğıt parçası”, 6-7 Eylül faciasını yaratarak Türkiye’nin kaderini değiştirdi.
* * *
Org. Başbuğ’un açıklamasının satır altlarında hepimize artık doğal gelen, ama aslında dehşet verici bir “iç savaş”ın izleri var:
Org. Başbuğ, “Belge ayın 4’ünde bulundu, 12’sinde bir gazeteye servis edildi” derken muhtemelen soruşturmayı yürüten polisi ve(ya) savcılığı ima ediyor.
Polis ile asker, yani devletin iki silahlı gücü arasındaki derin itimat krizi ve içten içe süren nüfuz mücadelesi nicedir biliniyordu.
Şimdi bu mücadeleye askeri savcılık/sivil savcılık bilek güreşi ekleniyor.
“Taraflar”, kendi yargı kanallarıyla birbirlerine kılıç çekiyor.
Dövüşte ring olarak, yine “tarafların medyası” kullanılıyor.
Sızdırmalar, demeçler, blöfler, restler, savunma ve saldırılar hep basın aracılığıyla yapılıyor.
* * *
Bu kavganın kötü yanı, yeni başlamış olması, barışın çok uzak görünmesi, yakında daha şaibeli atakların beklenmesi değil; bu noktadan sonra tarafların uzlaşması durumunun da kuşku yaratacak olması... Çünkü o zaman da “İşin üzerini örtmekte anlaştılar” kuşkusu doğacak.
O yüzden ben (de kavganın taraflarına mesafeli duran az sayıdaki meslektaşım gibi) nicedir her belgeye, her habere, her tayine, her makaleye, her demece yukarıda anlattığım “bilek güreşi” çerçevesinden bakıp anlamaya çalışıyorum.

Size de tavsiye ederim

+++++++++++++++

Minik Not : “...Biz ona bineriz hedefimize doğru gideriz, istediğimiz istasyonda demokrasi treninden ineriz”

LAZIO
28-06-2009, 15:56
Hakkinda iddiada bulunulan silahli kuvvetlerin kendi kendisini yargilayip verdigi (hic beklenmedik!) karari sevincle karsilayip.....Sevinci fazla belli olmasin diye "12 Eylulu yargilama"onerisini ortaya atan.....Sosyalist Enternasyonel uyesi Ana muhalefet partisi Baskaninin halet-i ruhiyesini M.Barlas (Kendisinden pek hazetmesemde) guzel ozetlemis....

-------------------------------------------------------------------------
Bütün Çinliler ve bütün darbeler birbirine mi benzer?
Bir arkadaş grubu ulusların farklı özelliklerini tartışıyordu.
Biri başından geçen bir olayı şöyle anlattı:
- Geçenlerde bir Japon'la konuşuyordum. Ona bütün Japonların birbirine benzediğini söyledim. Çok garip bir tepki verdi. Meğer yabancıların Japonlara ve Çinlilere "Hepiniz birbirinize benziyorsunuz" demesi, ırklarının aşağılanması biçiminde algılanırmış bu toplumlarda.
Bunları dinleyenlerden biri söze karışıp bu konudaki kendi deneyimini şöyle anlattı:
- Ama bir Çinli de bana "Siz beyazlar hepiniz birbirinize benziyorsunuz" demişti...
Dün CHP Genel Başkanı Deniz Baykal'ın AK Parti'ye "12 Eylül'ün yargılanmasının önünü açacak Anayasa değişikliğini yapalım" içerikli teklifine ilişkin gelişmeleri izlerken, bizim askeri darbelerin ve müdahalelerin birbirine ne kadar benzediğini düşündüm.
Örneğin bazılarına göre 27 Mayıs iyidir, 12 Eylül kötüdür.
Bazıları 28 Şubat'ın arkasında durur, 12 Mart'ı beğenmez.
27 Nisan e-muhtırası veya 9 Nisan belgesi de bu tür tartışmaların odağında değiller mi?
Bu açıdan mesela 12 Eylül'ün, 28 Şubat'a veya 27 Nisan'a benzediğini söylemek de cuntacılar tarafından darbelerin aşağılanması biçiminde algılanır mı?

Çeşitli darbe modelleri
Aslında bunların hepsi silahlı kuvvetlerin şu ya da bu şekilde sivil silahsız siyasete müdahalelerinin tarihleridir.
Tabii bir de "Yargı darbeleri" tarihimiz var ki, onda da birbirine benzeyen sayısız durum sıralanabilir.
Ama Deniz Baykal bugüne kadar ne 28 Şubat'ın, ne de 27 Nisan'ın soruşturulup sorumlularının yargıya gönderilmesi konusunda bir öneri seslendirmiştir. Ayrıca Baykal'dan 28 Şubat döneminde silahlı kuvvetlerin de bir Sivil Toplum Örgütü olduğu çağrışımını yapan yorumlar duyulmuştur.
Ancak galiba bu kafa karışıklığında Baykal'ın "12 Eylül'ü yargılayalım" içerikli önerisine de şükretmemiz gerekiyor.
Çünkü bugünkü sivil siyasete karşı ve demokrasi dışı girişimleri örtmek ve Ergenekon avukatlığı yapmak için, gündemi sadece 12 Eylül 1980'e kadar geriye taşımak istemektedir.
Ya "31 Mart'ı yargılayalım" benzeri bir öneri ile güncel gündemi 1908'e, 1909'a taşımayı önerseydi AK Parti'ye?
Deniz Baykal Akdenizli olduğu için Karadeniz fıkralarının kahramanı Temel'in yaptıkları ona uymayabilir.
Ama bu fıkralardan birindeki Temel'in davranışını, bu "12 Eylül'ü yargılayalım" çıkışına benzetebiliriz.

İstanbul'a gelinir mi?
Bu fıkradaki Temel İstanbul'da bir suç işlemiş ve yakalanıp yargı önüne çıkmış.
Yargıç Temel'e "Yaptıklarını anlat bakalım" deyince, Temel başlamış anlatmaya:
- Karlı bir kış günü Trabzon'un Of'unda dünyaya gelmişim. Babam şefkat dolu çalışkan bir insandı. Annem de beni çok severdi. Okula başladığım yıl yedi yaşındaydım. Öğretmenimizi çok sevdim. Ama dersler zor geldi bana...
Yargıç Temel'in anlattıklarını hayretle dinlerken birden sinirlenip bağırmış:
- Bırak artık Trabzon'u, İstanbul'a gel artık!
Temel şöyle bir bakmış hâkime...
Sonra elinin işaret parmağı ile gözünün altına bastırıp "Pışşık" yapmış,
- İstanbul'a geleyim de beni mahkûm edesin değil mi, demiş.
Evet... Biri kalkıp Baykal'a "Bugüne gel... 28 Şubat'ı, 27 Nisan'ı ele al" dese, herhalde o da "Pışşık" yapacaktır.

AnnE
29-06-2009, 05:56
Kirk yil once yayinlanan bir cizgi roman espirisi,gunumuz Turkiye'sinde yasaniyor....Suclanan kurum kendisini yargiliyor....Yayinlara yasak koyuyor...Ve bizlerde bunu alkisliyoruz...

Neden;

Cunku olay artik bir amaca yoneldi.....Demokrasi cignensin....Hukuk devleti ayaklar altina alinsin.....Ekonomi coksun.....Yeterki bunlar gitsin....Bu ugurda gozler o kadar donmuski bindigimiz dali kesmekte tereddut bile etmiyoruz.....LAZIO


Ha şunu bileydin !!!!!

AnnE
29-06-2009, 06:04
Aylin niye hapiste Aylin !!!!
Cocugunu polisin vurdugu aile 15 üyesi ile neden gözaltında ?
Ölmek üzere olan ergenekon rektörü nün yanına karısı neden alınmadı, da adam mekan degiştirirken o kadar baskıdan sonra evine yollandı ?
hangi belediyeler hangi belediyelere neden baglandı neden ?
yerim senin arkadaş bursu ile okumuş oglunun gemicigini üstünede vergisiz pırlanta serpiyim bari !!!

Demokrasi imiş !!!
Sadece Aylin nerede onu anlat Aylin'i !!!


Neden;

Cunku olay artik bir amaca yoneldi.....Demokrasi cignensin....Hukuk devleti ayaklar altina alinsin.....Ekonomi coksun.....Yeterki bunlar gitsin....Bu ugurda gozler o kadar donmuski bindigimiz dali kesmekte tereddut bile etmiyoruz.....LAZIO

Adam sıfatı ile gezenleri adam eden o dal kesildikce, o adamsılar, ben de testereyi bileyleyecem diye çırpındıkça, benim endişem sadece odur ki, yere düşünce o dal, sadece onların biryelerine degil hepimizin bir yerlerine kaçacak.

LAZIO
29-06-2009, 19:46
Simdi efendim…..Benim bir sirketim var…..Sirketimin vergi kacakciligi yaptigi ile ilgili iddialar ve sahtemi gercekmi oldugu belli olmayan belgeler var……Ve ben cikiyor diyorum ki “Verin bana belgeleri,benim sirketimin maasli hukukculari incelesinler ve karara baglasinlar”….

Boyle bir yaklasimin adalet ile,demokrasi ile hukuk ile…… hadi hepsinden vazgectim mantikla izzah edilebilir bir yonu varmi?......Yok ama asker yaparsa akan sular durur……

Turkiye’de ilerici gecinen bir cok aydinin kafasi fena halde karisik…..Yukardaki ve buna benzer olaylarin dogru olmadigini onlarda biliyor ama asagi tukurseler sakal yukari tukurseler biyik…..Askerin politikaya karismasina karsi gibi yapip,ates puskurdukleri iktidara yakin gorunmemek gibi bir ikilem icindeler…..Isleri zor dogrusu…

“ Orduyu yipratmayalim” ile “Ama onlarda yapiyorlar”arasi bir laf kalabaligi arasinda ne sis yansin ne kebap bir durus sergiliyorlar….

Sanki Turkiye’de hic hukuksuzluk,yolsuzluk yoktuda bu iktidarla basladi,meger biz Isvicrede yasiyorduk da farkinda degildik…….Turkiye bir yalnisi baska bir yalnisla cozmeye calismanin acilarini gecmiste yasamadimi?......

Tekrar yaziyorum bu iktidardan ve onun temsil ettigi degerlerden gercekten kurtulmanin tek yolu var…….Halki kazanmak….

Artik sirtini sivazlayarak mi?....…Adam yerine koyarak mi?….…Rusvet vererek mi?.....Vaatde bulunarak mi?……..Bagnaz Amerikali’ya siyah baskan sectirtmeyi beceren Amerikali PR sirketini Turkiye’ye getirerek mi?......... bilemem ama ne yapip yapip bu halki yaniniza alamaktan baska care yok……Bunun disinda cozum aramak elli kusur senedir oynanan orta oyununun devamindan baska bir sey degildir……..Ismail Dumbullu,nun ruhu sad olsun…..LAZIO

meraklı
01-07-2009, 07:52
Cumhuriyet kaçıyor, irtica kovalıyor……
…..
İktidardaki arkadaşların yandaşı Haşim Kılıç başkanlığındaki Anayasa Mahkemesi’nin kararı var:
“İrticai faaliyetlerin odağı iktidardadır.

İşte şimdi; gerçek olan irtica, gerçek olmayan bir belgenin hesabını soruyor sizden...
İzliyor, kovalıyor, yakalıyor, sorguluyor...

“İrtica” var mı?...
Var...
Merkezi nerede?..
İktidarda...
Peki “irtica belgesi” var mı?..
Yok...
Ama ne yapacaksınız, Türkiye cinnet geçiriyor...

Kimsenin aklına “Yani irtica yok da belgesi mi var?” diye bir soru gelmiyor...

………….(Bekir COŞKUN –Hürriyet )



Eskiden Osmanlı döneminde yeniçeriler vardı; dünyaya nam salmış yaya-kılınc Osmanlı sınırlarını genişleten o zamanın İslambol unda saygınlığı, gücü ve hakkaniyeti ile baş eğdiren…

Ve o zamanlarda, Sultan Selim tahta çıkmazdan önce bir Genç Osman vakası yaşanmıştı. Eğer tarih sayfalarının kokusunu içinize çekmeyi severseniz ara ara, mutlaka kısmen de olsa bilirsiniz, saray entrikalarının, bugünkü TC İktidarı içindekilerden pek de farklı olmadığını…

Ozamanlar yeniçerilerin ocakları, Bektaşi Erenlerinin öğretileriyle yetişmiş akıllı uslu saygılı sevgili yağız gençlerden oluşurdu. Gözü kara, önce vatan sonra canan muhabbetini yaşayan, sorumluluk duygusu had safhada… Sadece Bektaşiler mi vardı, Mevleviler de vardı ve dahası başka ocaklar da…

Neyse ben anlatmaya çalıştığımı fazla dağıtıp da kendimi de boş kova durumuna düşürmeden kısa keseyim. Sultan Selim zamanında bazı iktidar hırslıları, Nizam-ı Cedid adı altında, yeniçerilerin nafakasından keserek , biraz da saray ın kesesini açarak kurdukları bu ilk birlik ve sonra ordu ünvanını alan bu askerler, esnaf ahalisi de yeniçeri olan, o zamanın İstanbul unda ,saraya karşı fikir ve eylem üretenleri sindirme, halktan fazladan vergi toplama işlerinde kullanılmak üzere bir Fransız komutanın himayesinde hazırlandılar.

Sonuç yeniçeriler – içlerinde Kürtlerde vardı, Çerkeslerde, Lazlar da vardı Tatarlar da- bu küfür nazarındaki oluşumlara dayanamadı ve zamanın yeni çeri ayaklanmalarının ilkleri başlamış oldu.

Efenim nerden nereye akacağım _haklısınız çok fazla uzattım ama Bekir Coşkun un yazısını okuyunca, ister istemez şu ERGENEKON muhabbetini izledikçe , Başbakan efendimiz bir nizam-ı cedid halinde polis teşkilatını öne çıkartınca tü kaka ayıp fikirlerimin de kıpraşmasını engelleyemiyorum içimde….

Gerçi bizim ahali yeniçeriden olmadı, saygı, sevgi ve sorumluluk mezhebini ise hala öldürmemiş olduğunu umarak, sadece düşünüyorum; keseyi doldurmanın sonu yok da , keseyi doldurmana yardımcı olan gerçek ahali yok olduğunda o keseyi nasıl dolduracaklar …. Çok merak ediyorum…

Şimdilik hoş kalınız..............:friends:-

Emin
02-07-2009, 05:13
Sayın LAZIO,

El emeği yazılarınızı kısa zamanıma rağmen okuyorum.

Zamanınızı ayırıp burada düşüncelerinizi bize okuttuğunuz için de gerçekten teşekkür ederim.

Hazır buraya gelmişken birkaç cümle yazayım.

Simdi efendim…..Benim bir sirketim var…..Sirketimin vergi kacakciligi yaptigi ile ilgili iddialar ve sahtemi gercekmi oldugu belli olmayan belgeler var……Ve ben cikiyor diyorum ki “Verin bana belgeleri,benim sirketimin maasli hukukculari incelesinler ve karara baglasinlar”….

Teşbihte hata olmazmış, eyvallah.

Fakat teşbih buram buram zorlama kokunca “Sadece Türkiye’de değil, demek ki Türkiye’nin dışındaki “aydın”ların da kafası karışıkmış” gibi bir cümle kursam umarım alınganlık göstermezsiniz.

Tekrar yaziyorum bu iktidardan ve onun temsil ettigi degerlerden gercekten kurtulmanin tek yolu var…….Halki kazanmak….

Artik sirtini sivazlayarak mi?....…Adam yerine koyarak mi?….…Rusvet vererek mi?.....Vaatde bulunarak mi?……..Bagnaz Amerikali’ya siyah baskan sectirtmeyi beceren Amerikali PR sirketini Turkiye’ye getirerek mi?......... bilemem ama ne yapip yapip bu halki yaniniza alamaktan baska care yok……Bunun disinda cozum aramak elli kusur senedir oynanan orta oyununun devamindan baska bir sey degildir……..Ismail Dumbullu,nun ruhu sad olsun…..LAZIO

Çözümlemeleriniz de ilginç geldi bana.

Yalnız “adam yerine koyma” seçeneği dışındakiler fazlaca “ruh kızartıcı.” Kaldı ki, mevcut iktidar diğer seçeneklerinizi ve seçeneklerinizin türevlerini elinden geldiğince uyguluyor zaten.

Hem, halkı adam yerine koyma işi tek taraflı da değil, halkın da kimi adamdan sayacağı çok önemli; halkımız şimdilik bunları adam yerine koyuyor ve inanamıyorum ama acayip seviyor.

Halk bu, sağı solu belli mi olur.

İnsanın deneyesi geliyor; Evren’in önerisi halkoyuna sunulsa, belki %92 çıkmaz ama %70’in altına da düşmez diye düşünüyorum.

LAZIO
02-07-2009, 19:48
Sayin Emin,

Fikirlerimin fazla populer olmadigini biliyorum…..Dusuncelerimi diger platformlarda yazdigimda……”Libos”,”yobaz” ile “vatan” haini arasinda genis bir yelpazede cesitli iltifatlara bolca mazhar oldum…...Onun icin yukarida bana yonelttiginiz son derece medeni elestirinin basimin uzerinde yeri var……O acidan musterih olun…..

Tesbihte hata olabilir ama bu neticeyi degistirmez……Yapilan uygulama yalnistir,hukuksuzdur,antidemokratiktir……Sadece bu son olayla sinirlida degil….Benim burada Turkiye’deki birtakim aydinlara yonelttigim elestiride sudur;….

Cikip “Bu ve buna benze ruygulamalar dogrudur,boylede olmasi gerekir”….deseler…Bana gore yalnistir ama fikirdir.....kabul edemem ama saygi duyarim…..Diyemiyorlar cunku senelerce bu tip uygulamalardan cekmis ve karsi cikmislar…..ayrica isin ucunda “korunmasi gerekli”aydin karizmasida var laf aramizda….

Ne yapiyorlar?....Bence en yakismayanini…..Uc maymunlari oynuyorlar…..Ote yana bakiyorlar…..Yok sayiyorlar…..Kem kum ediyorlar…..Laf kalabaligina getiriyorlar…..

Diger konuya gelince…….

Kalici ve gecerli cozum halk ve onun iradesi sandikdir……Buraya kadar hemfikirsek devam edeyim…..

Bunun icin ne gerekiyorsa yapilmali…..Halki dislamak,assagilamak,hor gormek,yok saymak yapilan ve yapilabilecek en buyuk yalnis ve israrla yapilmaya devam ediliyor……..

Evet dediginiz dogrudur…..Dile getirdigim yontemler iktidar tarafindan uygulaniyor…..Vaat ve rusvet bu iktidar tarafindan kullanildigi gibi gecmis iktidarlar tarafindanda kullanilmisdir bu sartlar altinda gelecek iktidarlar tarafindanda kullanilacaktir…..”Kim ne verirse on lira fazlasini verecegim”demek….Hemserilerine hazine arazisi dagitip belediye parasi ile altyapi goturmek…..Iki anahtar vaad etmek….Komur yardimi yapmak…….Bu Turk siyasetinin gercegi,oyunun kuralidir….Dogrumudur degildir……Gercekmidir gercektir…..

Ama esas onemlisi halka kendini anlatabilmek……Ataturk’un dinin alternatifi olmadigi…..Laikligin din dusmanligi anlamina gelmedigi…..Kemalizm adi altinda fasist fikirlerni satmaya calisan kendini bilmezlere inanilmamasi gerektigi……gibi bir cok konuyu halka anlatmak gerekir….Mesakkatlidir ama gorunurda baska yol yok……..

Otuz kusur sene once siyahlarin,beyazlarla ayni cesmeden su icemedigi ABD’de bir siyah baskan secildi….Ustelik babasi Musluman (Kendisininde oldugu soylentileri ayyuka cikmis)…..…Nasil oldu?.....…

Uc sene suren calismalar…..PR sirketleri……..binlerce gonullu…….milyonlarca telefon mesaji……..internet uzerinden muthis bir bagis organizasyonu…………en ucra kasabalarda “Tow-hall meeting”denilen binlerce sohbet toplantilari……….evlere ziyaret…………secimde insanlari sandiga goturecek transport calismalari……..

Biz ne yapmisiz?.....Meydanlarda bayrak sallayip,Anitkabire gitmisiz……Ha birde 368 gibi bir hukuk ucubesi icat etmisiz……Olmayincada gobegini kasiyan,bidon kafali halki assaglayip,sucu demokrasiye atmisiz……Artik oturup aynaya bakmanin ve ozelestiri yapmanin zamani gelmedimi?.....LAZIO

-------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------

alihoca
02-07-2009, 23:32
Sayin Emin,

Fikirlerimin fazla populer olmadigini biliyorum…..

Sevgili LAZIO;

Yazdığın ve yazıştığımız diğer platformlardan kişiliğin gibi fikirlerinin de sağlam bir omurgası olduğunu sadece ben değil sanırım tüm Arka BahÇe Dostları biliyordur.

Özeleştiri olarak yazdığın konularda da haksız olduğun söylenemez. Hatta diyebilirim ki bu eleştirilere az yada çok tüm dostlarımız katılıyordur.

Bana gelince; Senin de bildiğin ve olumlu katkıda bulunduğun ''Sebep-Sonuç İlişkisi Açısından; 12 Eylül ve 28 Şubat'' gibi inceleme ve günlerce süren tartışma yazıları ile TSK'yı eleştirdiğimi sanırım hatırlıyorsundur.

Her ne kadar ilgi görmese de aynı yazıyı ''Tarih Notları'' adı altında açmış olduğum başlığa da koyduğum için burada da tekrar okuyup inceleyebilirsin.

Diyeceğim;
Burası silme ayrık otu gibi insanlarla dolu olduğu için yazdıklarını aykırı, cevapları da karşı yazılar olarak alma lütfen.

Başta TSK, CHP olmak üzere seksen küsür yıllık Cumhuriyetin üretebildiği tüm sivil toplum kuruluşlarına eleştiri yönelten biri olarak;

Demokrasi denemesi diyebileceğimiz Meşrutiyet İlanlarına karşı 31 Mart Vakasından başlayarak ''Karşı Devrim'' cephesini oluşturmuş ve akabinde Cumhuriyet Türkiyesini yıkmak için ''Cihat'' başlatıp sürdüren Tarikat ve onun legal illegal uzantıları ile

Aynı ''Eleştiri'' saflarında yer aldığımı görünce huylanmıyorum desem yalan olur.

Sadece huylanmakla kalsam iyi, üstüne;

Şah Rıza Pehlevi Diktasına karşı savaşan ve bu ilkel dikatoryaya karşı verilen haklı savaşta, Mollalarla aynı cephede birlikte vuruşan İran Devrimcileri aklıma ve bir de onların hazin sonları gözümün önüne gelince bi fenalık basıyor ki sorma gitsin.



Selam ve sevgi ile

LAZIO
03-07-2009, 23:11
Sevgili Ali Hocam,

Demokrasi ve hukuk devletini istemenin ve savunmanin ilerici,aydin ve modern kesim yerine,gerici,tutucu ve bagnaz kesim ile paralellik gostermesi Turkiye’ye mahsus mizahi bir celiski degilmi?........Bundan bende cogu zaman rahatsizlik duyuyorum ama,ya goruntuyu kurtaracagiz yada inandiklarimizi savunacagiz.......

Ceyrek asir bir diktatorun elinde cile cekmis bir halkin “denize dusen yilana sarilir” reaksiyonu gosterip mollari iktidara getirmesinin……ne kadar tenkit edersek edelim,ne kadar kesintilere ugramis olursa olsun az bucuk parlamenter demokrasi ile isi idare edebilen Turkiye’de gerceklesebilecegine ben inanmiyorum…….

Yukarida Sn Dohol’e cevaben yazdigim gibi,bence, abartili bir seriat tartismasindan hem iktidar,hem muhalefet,hem burokrasi hemde medya nemalaniyor …….Konuyu sicak tutmak hepsinin isine geliyor….Olan gene arada korkutulup,pistirildigi icin hak ve hukuktan vazgecmeye razi olan halka oluyor…..

Ancak,

Diyelim benim gorusum yalnis……diyelim Turkiye’de gercekten potansiyel bir seriat tehlikesi var…..Diyelim Turkiye gercekten gun gelir Iran olabilir…..Buna karsi mucadele verilmesi gerek…..…Boyle bir mucadeleyi halkin,alabildigin kadarini,yanina alarakmi yapmak daha akilci?…….Karsina alarak mi?........Neticede herkesin,boyle bir tehlike karsisinda, bel bagladigi Silahli Kuvvetlerde halkin bir parcasi degil mi?.....Sevgiler......LAZIO

AnnE
04-07-2009, 08:18
Mustafa Mutlu
mmutlu@gazetevatan.com
‘Gücünü yitirmekten korkan bir elit’in, Oturan Popo’ya yanıtı!


The Economist dergisi, bu haftaki “analiz” yazısını, Türkiye’de son günlerde askerle iktidar arasında tırmanan gerilime ayırmış... Bu uzun yazı, ilginç bir saptamayla sona ermiş:

“Türkiye’deki laik elitin en büyük kaygısı, tırmanan İslam değil, güçlerini kaybediyor olmaları...”



***


Bu “analiz”, gazetecilik öğrencilerine ders olarak okutulmalı... Adı da belli:

“Eğer bir gazeteci oturma organını kaldırıp, yazmaya tenezzül ettiği ülkeye gitmezse, sokaklarında dolaşmazsa, insanlarıyla konuşmazsa... Saçmalar!”


***


“Elit” miyim orasını bilemem... Ama; laikliği savunan sıradan bir Türk vatandaşı olarak bu yorumu yapan “Oturan Popo”ya söylemek isterim ki:

Benim en büyük kaygım, senin öne sürdüğün gibi ne “tırmanan İslam” ne de “gücümü kaybetmem...”

Eğer İslam, sadece “halkımın tercihi” doğrultusunda “tırmanıyor” olsaydı, buna sadece saygı duyardım...

“Gücümü kaybetmekten korkmama” gelince... Oralardan nasıl görünüyor bilmem ama sevgili Oturan Popo kardeşim; aslında kastettiğin kesimlerin bu ülkede hiçbir zaman gücü olmadı!

Sosyal adaleti, gelir dağılımında eşitliği istediler; komünistlikle suçlanıp işkencelere uğratıldılar...

Feodalizme, toprak ağalığına karşı çıktılar; hücrelere tıkıldılar!

Emperyalizme tepki gösterdiler; 12 Mart’ta ve 12 Eylül’de kıyıma uğratıldılar...

Daha fazla demokrasi için tavır koydular; hainlikle suçlandılar...

Avrupa Birliği kriterlerine uyum yasalarının bir an önce çıkarılması için harekete geçtiler; senin de yaptığın gibi “elit” diye aşağılandılar!


***


Barış istediler, dayak yediler. Kardeşlik istediler, öldürüldüler...

Yani her zaman dışlandılar, örselendiler, kâğıt gibi buruşturulup bir kenara atıldılar!

İşte; bu insanlar ve onlardan biri olarak ben; “dinin ticarete ve siyasete alet edilmesi”nden rahatsızız; sevgili kardeşim Oturan Popo!

Tek isteğimiz; bu “tüccarlar”ın, yoksul halkımızın dini inancını kullanarak cukkalarını doldurmalarının önüne geçilmesi...

Biz de en az senin kadar; çağdaş, demokratik, sosyal, laik bir hukuk devleti istiyoruz...

Bu yüzden, dini kurallarla yönetilen bir ülkeye doğru gidişi içimize sindiremiyoruz!

Ama; “şeriat ya da darbe” ikileminde kalmaktan da nefret ediyoruz...

Hele hele; sırf din devletine karşı çıktığımız için, darbeci olarak gösterilmemiz, içimizi kanatıyor!


***


Şimdi sen; bizi aşağılamaya, kaygılarımızı küçümsemeye kalkışıyorsun!

İran’da yaşananları nasıl anlamıyorsan, benim ülkemi de aynı kadere sürüklemek isteyenlerin ekmeğine, bilerek ya da bilmeyerek yağ sürüyorsun...

Kendi adıma senden bir şey istiyorsam, namerdim Oturan Popo kardeşim!

LAZIO
04-07-2009, 16:55
Oturdum Iran devrimini arastirdim……..Kitaplar,google falan derken……birden kafama dank etti…..Iran’da mollalari iktidara getiren gercek sebebi buldum………Demokrasi ve ozgurluk…….

Riza Pehlevi halka demokrasi ve ozgurlugu bol kepceden verince,gobegini kasiyan bidon kafali Acemler ne yapacaklarini bilemediklerinden,gidip Ayetullah ve tayfasini iktidara getirmis……Bizimde bunu ornek almamiz,ayni hataya dusmememiz gerek….

Yapilmasi gereken halki dislamak,hakir gormek,yok saymak,baski altina almak,demokratik haklari sinirlamak……..Hatta yasa cikarip dag basindaki cobanin oyunu yarima hatta mumkunse ceyrege indirmektir…….

”Bu sartlar altinda caresiz kalan halki mollanin,tarikatin kucagina itersiniz”diyen munafik fikirlere zinhar aldanmayalim………Bizim vurdumu oturtan komutanlarimiz,anli sanli hukukcularimiz varken halka kimin ihtiyaci var?……..

Gun gelirde askeride hukukcuyuda o gericinin kucagina ittiginiz halk icinden bulmak zorunda kalabilirsiniz……….ama canim ne onemi var onuda o gun geldiginde dusunuruz…..

Ben hidayete erdim dogruyu buldum……..Darisi oturan popolarin basina…….LAZIO

---------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------

Master
05-07-2009, 01:42
Bekir COŞKUN
bcoskun@hurriyet.com.tr



Sen göbeğini kaşı...


TÜM bunlar seni ilgilendirmez...

Nedir bu didişme?..

Neler oluyor?..

Hukuk yok, demokrasi işlemiyor, devletin kurumları birbirine düşman, toplumumuz parçalara bölündü...

Bu olanlar sana göre değil...

Sen göbeğini kaşı...

Aptal aptal dizilere bak...

Ve yarısında uyu..

*

Nasıl olsa senin yerine düşünen var...

Senin yerine olanları dert edinen, senin yerine konuşan, senin yerine didinen, senin yerine canı yanan...

Ve senin için canını veren...

Farkında bile değilsin, kimisinin "Unutma ey halkım... Unutma bizi..." diye küçük bir ricası vardı. Şimdi sorsam sana adını bilir misin, bilmez misin?..

Sen gazete okuma...

Kitaba elin değmemiştir, bilirim...

Dünya ile ilgilenme...

Bakma...

Görme...

Düşünme...

Neden zengin ülkenin yoksulusun, sorgulama...

Sana nohut ve kömür verirler...

Belki bir de üçlü kanepe...

Sen de oy verirsin...

Sonra...

Sonra senin yerine düşünenler, senin yerine dizine vuranlar, senin yerine kahırlananlar, senin yerine sorgulayanlar... Senin ahmaklığını temizlemek için hapishanelere doldurulurlar, yanarlar, olmadı ölürler...

Sen aldırma...

*

Bu olanlar, bu devlet içindeki soğuk savaş, bu huzursuzluk, bu didişme, bu bölünme, bu mücadele işte bundandır...

Kimileri senin akılsızlığının faturasını ödüyor...

Didiniyorlar, çırpınıyorlar, canları yanıyor, başları dertte...

Bunlar seni ilgilendirmez...

Dönüp bakma bile olana bitene...

Sen göbeğini kaşı...


++++

Minik Hatırlama : Yazıları ve yazılanları tekrar okunca,

Allahtan günahlarını affetmesini diledim.... Bugün buay ama sene 1995 Yer Alaçatı....


'' Aziz Nesin hep yinelerdi:


- Türkler aptaldır...


Abartıyor sanırdım...


Şimdi inanmaya başladım...


Eğer Atatürk sayesinde başlattığımız aydınlanma devrimine 'paydos' diyerek Arap'ın çorabın kuyruğuna takılıp kadınımızı, kızımızı tesettüre mahkûm edersek......'' İlhan Selçuk


AŞK ÜZRE

Sevişirken yılan bile dokunmaz
Tapınmakta aşktan saygın olamaz
Sevda üzre yıldırım olsa çarpmaz
İstiyorsan uzak kalmak ölümden
Hep aşk üzre olmaslısın a caanım
Ki ölüm de sevişirken kıyamaz

AZİZ NESİN

AnnE
05-07-2009, 12:27
hidayet meselesi mühim tabii ki. Hidayete ermenin ön koşulu okudugunu anlamak olsa gerek....

http://www.hedo79.com/tr2.html

dohol
05-07-2009, 17:53
Yazıyoruz yazıyoruz günlerdir bu kısımda ama nedense kimsenin yazı yazanları ve hatta hiç kimseyi sallamadan yola devam ettiği izlenimine kapılıyorum ve son olarak göbeğimi kaşıyorum ve oyumu aşağıdaki resimdeki Finland ve Australia ya paylaştırıyorum .:)

Saygılarımla..

Not:Sayın admin resimi özellikle eklenti şeklinde bıraktım bilginize..

Master
05-07-2009, 20:04
Sn Dohol resim olmamış... Admine ileteceğim...Zira bazıları yok bazıları yarım bazıları ise neyse... ;)

dentist
05-07-2009, 21:10
Araştırdığım kadarı ile bu resim Mıss Universe 2006 yarışmasına ait ve de resmin orjinali aşağıdaki gibi (Sayın dohol un verdiği şekilde buyuk boy fotografı çok aradım ama bulamadım:) )

660

AnnE
06-07-2009, 06:28
Alman kızının karnındaki selulitleri protesto ediyorum !!!
sanırım, Merkel Yenge , kendini gölgelememk için bu selulit yıgınını yollamış oralara.

Gozlemci
16-07-2009, 15:39
....
...Kişiler mi karşı çıktı, gözaltına alındı, tutuklandı, tutuklu iken öldü. Hastalık nedeniyle tahliye mi edildi, “gatakulli” dendi. Sözüm ona belgeler bulundu, biri fotokopi dedi, diğeri değil. Biri imzaya bak dedi, öbürü imza yok ki... Önemli olan, “yeni Cumhuriyet anlayışının kurumlara benimsetilmesi idi. Benimsemezlerse de zorla benimsetilmesi”

...
İktidar tamamen kendi istediği gibi bir anayasa yaptığı zaman, onlar buna “sivil anayasa” adını vereceklerdi. Siz böyle bir anayasaya karşı çıkınca, “sivil anayasaya karşı çıkıyorlar” diyeceklerdi. “Hukuk kurallarına uymaktan” söz edince, size “onlar usul, önemli olan amaç” diyecekti ya da “Ergenekoncu”. İktidarı eleştirince “darbeci” diyeceklerdi. [B]Van Rektörü olayında olduğu gibi, birileri tutuklanınca, “ne var, rektörler tutuklanmaz mı” diye soracaklardı. Bu arada bol bol “işte dokunulmazlara dokunuluyor” yalanı pompalayacaklardı. Bir olayın, bir belgenin doğru kabul edilmesi, insanların bu belgeye dayanarak gözaltına alınması hatta tutuklanması için, “şu gazete yazdı ya” demeyi yeterli sayacaklardı. “Venedik diyor ki” türünde saçmalıklar uyduracaklardı. “Biz askeri yargıya güvenmiyoruz, sivil yargı istiyoruz” diyeceklerdi, arkasından sivil yargı, hem de 3 kişilik heyet, tahliye kararı verince, “ona da güvenmiyoruz” diyeceklerdi. Pekiyi “siz sadece sizin istediğiniz gibi karar verenlere mi güveniyorsunuz” diye sorunca da, hemen şikâyet edeceklerdi, “bakın bakın bu da Ergenekon’cu” diye. Bu arada dediğim gibi, hukuktan söz edenlere “aman o usul” diyeceklerdi. Ya da demokratik hiçbir ülkede böyle yasa çıkarılmayacağını ve Anayasa’ya kesinlikle aykırı olduğunu söyleyenlere de, “sizi gidi 367’ciler” ya da “amacın ulviliğine bakın”. Böyle diyeceklerdi... Amaçları doğrultusunda...

Master
20-07-2009, 19:29
http://samanyoluhaber.com/h_307038_ferda-paksute-pet-sise-soku---video.html?ref=f5haber.com

UUURRRUUNN Kahpeyee----- yakın da .....

LAZIO
23-07-2009, 14:08
Kadin memesine vatani satarmis....Vatan haini,satilmismis falan filan hepsi tartisilir.....Butun bunlari bir tarafa birakip elinizi vicdaniniza koyup asagidaki yaziyi objektif bir gozle okuyun.....LAZIO

-----------------------------------------------------------------

Bugünkü çarpılmış, fersudeleşmiş sistemden yana olmayı anlarım.

Bu sistemden çıkarın vardır, sistemi desteklersin.

Korkuyu da anlarım.

Sistemi değiştirmek için kavgaya girmekten korkarsın, baskı altındasındır, işin tehlikededir, başına birşey geleceğinden çekiniyorsundur, kenarda durursun.

Bunlar anlaşılır.

Ama çıkarcılığı ya da korkaklığı bir “tarafsızlık” kisvesinin altına saklayıp, bir de bu tarafsızlığın “ideolojisini” yapmayı anlamam.

Bu, bana kurnazca bir sahtekârlık gibi görünür.

Bir ormanda silahlı bir adamla silahsız bir adam arasında mesele çıktığında nasıl “tarafsız” kalabilirsin?

Tarafsızlık, ancak iki “eşit” güç arasında olabilir.

Bir güçlüyle bir güçsüz çatıştığında “tarafsız” kalmak, güçlü olanı, silahlı olanı desteklemek anlamına gelir.

Böyle bir durumda “tarafsızlığın propagandasını” yapmak ise güçlüye yandaş devşirmek için piyasaya sürülmüş sahtekârca bir kurnazlıktır.

“Siz karışmayın arkadaşlar, ikisi dövüşsünler.”

İyi de, bunlardan birinde silah var.

“Rahatça dövüşsünler” dediğinizde “bırakın silahlı, öbürünü öldürsün” demiş olursunuz.

Şimdi bakın, hiçbir şekilde “tarafsız” kalınamayacak bir kavga yaşanıyor bu ülkede.

Üstüne “devlet resmi çizilmiş” perde düştü, arkasından korkunç bir görüntü çıktı.

Güneydoğu’da cinayetler işlenmiş.

Generaller darbe planları hazırlamış.

Dindar kesimi hedef göstermek ve büyük bir karışıklık çıkartmak için Danıştay baskını düzenlenip bir yargıç katledilmiş.

Subaylar, toprağa cephanelikler gömmüş.

Andıçlar yazılmış.

Planlar yapılmış.

Devletin ve toplumun içine nüfuz etmiş, yayılmış, her kesime sızmış bir çete kurulmuş.

Başbakanı vurmak için suikast hazırlığına girişilmiş.

Ordudan iki orgenerali hedef alan başka bir suikast planı daha ortaya çıkmış.

Bu dehşet veren işlerin bir kısmının şüphelileri hâlâ ordunun içinde.

Bu korkunç hazırlığın karşısında ise halk oyuyla işbaşına gelmiş siyasi bir parti var.

Siz, şimdi bu ikisi arasında tarafsız mısınız?

Niye tarafsızsınız?

Eşit mi güçleri?

Suçun, silahın, suikast planının, cephaneliklerin bir yanında bulunduğu bir denklemde “tarafsız” olduğunuzda, bütün bu eylemleri “suç görmediğiniz” ortaya çıkmaz mı?

Bunları suç görmüyor musunuz?

Subaylar suikastlar mı düzenlesin?

Tarafsız olup buna karışmayalım mı?

Cuntalar mı kursunlar?

Buna ses çıkarmayalım mı?

Darbe hazırlamak serbest mi olsun?

İnsanları enselerinden vurup toprağa gömmek, “doğal” mı karşılansın?

İnsanları öldürmekten söz ediyoruz.

Katliamlardan söz ediyoruz.

Suikastlardan söz ediyoruz.

Tarafsız mısınız bunlara karşı?

Hep birlikte “tarafsız” olup kenara çekildiğimizde, bu suç hazırlıklarının önünü açmış olmuyor muyuz, “buyurun öldürün” demiş olmuyor muyuz?

Aslında söylemek istediğiniz bu mu?

“Bırakınız öldürsünler” diyemediğiniz için mi “tarafsızız” diyorsunuz?

Bu ülke, suçtan arınmaya, devletini bir suç örgütü olmaktan çıkarmaya, hukuka uyan bir yapı kurmaya, halk iradesine saygı gösteren bir anlayışı yerleştirmeye, insanların can güvenliğini sağlamaya, cinayetleri bitirmeye uğraşıyor.

Eski düzen ise bütün bunların sürdürülmesi için çabalıyor.

Bu ikisinin arasında hangisini tercih ediyorsunuz?

AKP’nin dindarlık vurgusunu, muhafazakâr bir yaşam biçimini benimsemesini, “irtica geliyor” diye sunup, darbenin, kaosun, çetenin yolunu açmaya uğraşmak mı tarafsızlık?

AKP bir siyasi parti, bir seçimde oyu artıyorsa, hata yaptığında öbür seçimde azalıyor.

Biraz daha hata yaparsa, iktidardan düşer.

Olduğu yere silahla gelmedi, halkın iradesiyle geldi.

Bugün tartışılan AKP değil, halk iradesiyle, silahlı iktidar arasındaki çekişme.

Halk iradesiyle, silah arasında mı tarafsızsınız?

Biz tarafız arkadaşlar, demokrasiden, eşitlikten, özgürlükten, demokrasiden, halktan yana tarafız.

“Tarafsızlığını” ilan eden beyler hanımlar, siz de tarafsınız.

Ama “taraftarı” olmaktan sizin bile utandığınız bir rezilliğin tarafındasınız.

Onun için bu sahtekârlıklara, kurnazlıklara başvuruyorsunuz.




---------------------------------

alihoca
23-07-2009, 14:50
Sevgili LAZIO;

Bir olaya, bir konuya;

1- Nereden
2- Hangi açıdan
3- Hangi konumdan
4- Kimin penceresinden

Vs vs

Baktığındır aslolan.

Diğer taraftan alıntı(lar) üzerine tartışma yapmak mümkün değil.

Fikir sahibi olmayınca vekili ile boğuşmak o denli zor ki anlatamam. Açtığım başlıklarda bu adamların(ki hepsinin Türkiye Cumhuriyeti ile en azından sorunlu olduklarına inanıyorum) kopyalanan her yazısını tek tek ele alan bir tür inceleme yazısı yazdığım olmuştur.

Saatlerce kafa patlattığıma mı, kızdığıma mı, üzüldüğüme mi yanayım? Netice el kelam, koca bir sıfır.

Şimdi bu yazı(larda) sokuşturulanlara inanıyor isen amenna. Lafım olmaz inan.

Ama bu adamların penceresinden (gösterdikleri kadarına) inanmayanların da gerekçelerinde hakılı olabileceklerine olasılık tanımak lazım en azından.

Yok özgün fikirlerle tartışalım diyorsak.

Bunu konu konu tespit ederek ve daldan dala atlamadan, yarım yamalak bırakmadan giderek yapmak lazım.

Hoş, daha Cumhuriyet ve Demokrasi kavramlarında dahi anlaşamazken neyi nasıl tartışabiliriz onu da bilmiyorum ya neyse...

Saygılarımla

Master
23-07-2009, 15:28
Necati Doğru
ndogru@gazetevatan.com

‘Krizden bana ne’ mitingleri başlamalı!

20 yıl önce demokrasi düşmanı güçlerle bir olup Türkiye İşçi Partili (TİP’li) öğrencileri, profesörleri, sendikacıları, gazeteci Abdi İpekçi’yi, işçi lideri Kemal Türkler’i kurşunlayarak öldüren eski Türk faşistleri şimdi çok seçkin demokrat oldular.

TV’lere çıkıyorlar.

Gazete demeci patlatıyorlar.

İleri demokrasi savunuyorlar.

20 yıl önce üniversitelerde “ordu-gençlik el ele” diye işgal başlatan, elde silah kendi arkadaşını vurup, “sağcı komandolar kurşunladı” diye yürüyüş yapan, Filistin’e gerilla eğitimi almaya gidip geri dönerek 1980 darbesine ortam hazırlayan eski Türk goşistleri (sınıf bilinci olmayan silaha sarılmış lümpen ruhlu solcu Don Kişot’a literatürde goşist denir) de demokrasi savunucusu oldular.

Eski goşistler de TV’lere çıkıyor.

Yandaş medyada yazıyor.

Yaman demokratı oynuyorlar.

Gizli güçlü bir el, zavallı eski Türk faşistleri ile perişan eski Türk goşistlerini şimdi “aynı ortak akılda(!)” birleştirdi. İktidar partisinin çekim alanında buluştular, “AKP ve Tayyip Erdoğan’ın demokrasi devrimi” yaptığını söyleyerek bugünün egemeni iktidar partisini yıkıyorlar, yağlıyorlar, destekliyorlar, “Türkiye bölünmesin” diye çırpınan TSK’yı çökertmek için demokrasi vuruşu yapıyorlar.

Ortada ise demokrasi yok.

Geceyarısı faşizmi var!



***


Geceyarısı faşizmi, sabaha doğru saat 03.00’te Meclis’ten “çaresiz kalmış işsiz yığınlarını işverene köle gibi satacak ‘Özel İstihdam Büroları’na geçit veren yasayı” (Cumhurbaşkanı’ndan döndü) çıkartırken, bir yandan da ekonomide diktatörlük dönemlerine rahmet okutacak zam kararları alıyor.

Şekere, suya, sigaraya...

Vergiye, iğneden ipliğe...

Benzinden sigaraya...

Yola, köprüye, özel otoya...

Yüksek zamlar köklüyorlar.

IMF’nin gözüne girebilmek ve krizden sonra Türkiye’yi terk ederek kaçan yabancı parayı (cici baba) yeniden çekebilmek için dar gelirlinin, ücretlinin, memurun, işçinin, emeklinin, çiftçinin, küçük esnafın belini kırma ve ümüğünü sıkma önlemleri (kemer sıkma tedbirleri) getiriyorlar.

Gösterdikleri gerekçe şu:

Dünya krizi oldu!

Zam yapmaya mecburuz.

Vergileri artırmaya mahkûmuz.


***


Oysa krizden önce dünya ekonomisi, 7 yıldır kesintisiz büyüdü ve küresel para havuzları ağzına kadar dolduğu için taşan fazla sıcak hoppa para Türkiye’ye de bolca aktı. Bizim ekonomi de yabancı parayla (cici babayla) canlandı; Cumhuriyet döneminin birikimleri devlet malları, mülkleri, fabrikaları (yani milli servet) özelleştirme yoluyla çok ucuza yabancıya satılarak bütçe açığı kapandı, enflasyon düştü, kamu borcu azaldı, milli gelir arttı.

O zaman Başbakan:

“Biz yaptık” diyordu.

Dünya ekonomisi canlıydı bize de faydası oldu demiyor; “Biz... Biz... Biz... Ben... Ben... Ben...” diye övünüyordu. Şimdi “yüksek zam ve ağır vergi artışı” yapıyor. Niçin diye soranlara; “Kriz geldi” diyor. O zaman bizim de; “Krizden bana ne” deme demokratik hakkımız doğuyor. Süzme demokrat kesilen eski Türk faşistleri ile eski Türk goşistlerini “krizden bana ne” demokrasi mitinglerini örgütlemeye çağırıyorum.

Samimiyetinizi görelim.


*****



DURMAYALIM HEP SORALIM!

Bugün 41 gün doldu.

Gerçeği henüz öğrenemedik.

Derin devletin “Süzme-Sızdırma ve Vurma-Kollama” gazeteciliğini harekete geçirip “orduda darbeciler ve andıççılar var, işte belgesi” diye yayın yaptırdılar.

Belge gerçek mi, sahte mi?

Genelkurmay ‘sahte’ dedi.

Kurmay Albay Dursun Çiçek, “bana iftira attılar” diye Cumhuriyet Başsavcılığı’na suç duyurusunda bulundu. Tutuklu avukat Serdar Öztürk, “Belgeyi ve mermileri çekmeceme koyanları devlet isterse 24 saatte bulur” açıklaması yaptı.

41 gün geçti.

Kim yazdı sahte kâğıdı?

Kaç kişiydiler?

Birinci adam kim?

Amaçları nedir?

Unutmayalım!

Unutturmayalım!

Durmadan soralım.

Demokrasi şeffaflıktır.

Demokrasiyi savunalım.

Önemlidir.

Gozlemci
24-07-2009, 17:52
YORUMLARIMI BUYUK HARFLE YAZIYORUM, KI KOLAY SECILSIN DIYE

-----------------------------------------------------------------

Bugünkü çarpılmış, fersudeleşmiş sistemden yana olmayı anlarım.

Bu sistemden çıkarın vardır, sistemi desteklersin.

BEN DE ANLARIM. SU ANKI CARPITILMIS SISTEMDEN NEMALANMAYI GAYET IYI ANLARIM. (TARAFIN PARA KAYNAGI NEYDI BU ARADA..)

Korkuyu da anlarım.

Sistemi değiştirmek için kavgaya girmekten korkarsın, baskı altındasındır, işin tehlikededir, başına birşey geleceğinden çekiniyorsundur, kenarda durursun.

Bunlar anlaşılır.

BUTUN TELEFONLAR DINLENIP INSANLARIN SUDAN BAHANELERLE HAPISE ATTILDIGI ICIN KORKU ILE DOGRUNUN YANINDA OLMAMAYI BEN DE ANLARIM.

SISTEMDEN NEMALANANLARIN BUNU DEMOKRASI DIYE YUTTURMASINI DA ANLARIM.

Ama çıkarcılığı ya da korkaklığı bir “tarafsızlık” kisvesinin altına saklayıp, bir de bu tarafsızlığın “ideolojisini” yapmayı anlamam.

BEN DE TARAFSIZLARI ANLAMAM AMA CIKARCILIGIN DEMOKRASI KILIGINA BURUNMESINI GAYET IYI ANLARIM.

Bu, bana kurnazca bir sahtekârlık gibi görünür.

BENCE DE...

Bir ormanda silahlı bir adamla silahsız bir adam arasında mesele çıktığında nasıl “tarafsız” kalabilirsin?

Tarafsızlık, ancak iki “eşit” güç arasında olabilir.

Bir güçlüyle bir güçsüz çatıştığında “tarafsız” kalmak, güçlü olanı, silahlı olanı desteklemek anlamına gelir.

Böyle bir durumda “tarafsızlığın propagandasını” yapmak ise güçlüye yandaş devşirmek için piyasaya sürülmüş sahtekârca bir kurnazlıktır.

“Siz karışmayın arkadaşlar, ikisi dövüşsünler.”

İyi de, bunlardan birinde silah var.

HAPISTEKI REKTORLERDE SILAH YOK AMA POLISTE SILAH VAR. SENIN REKTORLERI SAVUNUR BIR HALIN YOK AMA... BALBAY'DA DA SILAH YOK, NIYE SAVUNMUYORSUN... (KALDI KI GUCLU OLAN HAKLI ISE TABII KI GUCLUDEN YANA TAVIR ALIRIM)

“Rahatça dövüşsünler” dediğinizde “bırakın silahlı, öbürünü öldürsün” demiş olursunuz.

BANA KUDDUSI OKKIR'I HATIRLATTI BU SIMDI. BIR DE TIBBI NEDENLERLE TAHLIYE KARARINA BILE KARSI CIKANLARI.

Şimdi bakın, hiçbir şekilde “tarafsız” kalınamayacak bir kavga yaşanıyor bu ülkede.

KATILIYORUM.

Üstüne “devlet resmi çizilmiş” perde düştü, arkasından korkunç bir görüntü çıktı.

ACABA OYLE MI? MADDELERE TEK TEK BAKALIM.

Güneydoğu’da cinayetler işlenmiş.

ORTAYA CIKARTILMASINI DESTEKLERIZ. AMA BU CINAYETLERI MUSTAFA BALBAY MI ISLEDI? FERIT BERNAY MI ISLEDI. BEDRETTIN DALAN MI ISLEDI?

SIMDI KONUSUYORSUN DA O CINAYETLER ISLENIRKEN SEN NIYE "TARAFSIZ" KALIYORDUN...

Generaller darbe planları hazırlamış.

BEN IDDIALAR DISINDA BIRSEY GOREMEDIM. SEN NE ZAMAN YARGIC OLDUN DA KARAR VERDIN. HANI BU IS OYLE KOLAYSA SENIN HAKKINDA DA COK IDDIA VAR.

Dindar kesimi hedef göstermek ve büyük bir karışıklık çıkartmak için Danıştay baskını düzenlenip bir yargıç katledilmiş.

HAKIM ALTAN YINE KARAR VERMIS. BIR DE DURUSMADA KI GERCEKLERE BAKALIM.

HER TURLU SUCA BULASMIS BIR GIZLI TANIK IDDIA EDIYOR KI MUZAFFER TEKIN, VELI KUCUK VE BIRKAC KISI DAHA ISTANBUL'DA ATSEHIR'DE BELLI BIR TARIHTE TOPLANIYORLAR. TARIH GUNU VE SAATI ILE BELIRTILIYOR. SONRA CEP TELEFONU SINYALLERI GOSTERIYOR KI O TARIHTE TOPLANTI DA OLDUGU SOYLENEN KISILERIN BIR KISMI ISTANBUL DISINDA DIGERLERI ISE ISTANBUL'UN DIGER BOLGELERINDE.

BUNU BILE BILE HALEN DANISTAY SALDIRISINI ICERIDEKI INSANLARIN YAPTIGINI YAZMAK ANCAK "ALTAN DEMOKRASI VE HUKUK" ANLAYISINDA OLSA GEREK.


Subaylar, toprağa cephanelikler gömmüş.

SEN ORADA MIYDIN GOMULDUGUNDE? MAHKEME KARAR VERDI DE BIZ MI DUYMADIK. KALDI KI GOMDUKLERI KANITLANIRSA CEZALARINI ALIRLAR. BIZ DE SEVINIRIZ.

Andıçlar yazılmış.

ANDIC YAZILMIS DA NE OLMUS. IKI GAZETECI ISTEN ATILIP ERTESI GUN IS BULMUS.

SIMDI KI DURUMA BAK. REKTORLER, GENERALLER SUCLARI BILE YUZLERINE SOYLENMEDEN BIR YILDAN FAZLA ICERIDE TUTULMUS. HERKESIN KONUSMALARI DINLENMIS. DEMOKRASI, HUKUK VE INSAN HAKLARI AYAKLAR ALTINA ALINMIS. INSANLAR HAPISTE OLMUS. SEN VE YANDASLARIN TUTMUS BUNU DESTEKLIYORSUNUZ.

Planlar yapılmış.

PLANLAR YAPILMIS DA NASIL PLAN YAPILMIS.

GIZLI TANIKLAR BULUNMUS. SONRA GIZLI TANIKLAR "BIZE PARA VE AVRUPADA HAYAT ONERILDI ONDAN IFADE VERDIK" DEMIS. PLANLARI KIM YAPMIS ACABA.

Devletin ve toplumun içine nüfuz etmiş, yayılmış, her kesime sızmış bir çete kurulmuş.

DEVLETIN ICINE SIZMIS BIR CETE VARDA. O, SENIN BAHSETTIGIN CETE DEGIL. O CETENIN DEVLETIN HANGI KADEMELERINE SIZDIGINI DA SON BIRKAC YILDIR IYICE GORDUK. GOBEGINI KASIMAYAN INSANLAR O CETENIN HANGI YERLERE SIZMAK ISTEDIGINI DE GAYET IYI BILIYOR.

Başbakanı vurmak için suikast hazırlığına girişilmiş.

GUZELIM, SEN BOYLE KANITLANMAMIS SEYLERI DOGRU DIYE YAZACAKSAN, SENIN ICIN DE VATANI SATAR DIYE YAZIYORLAR (BEN DEMIYORUM DIKKAT EDERSEN). IDDIALARI DOGRU KABUL EDIP SENI BIR YIL, HAKKINDA IDDIANAME OLMADAN, ICERI TIKSALAR BU DEMOKRASI VE HUKUK ICIN IYI BIR SEY MI OLUR?

Ordudan iki orgenerali hedef alan başka bir suikast planı daha ortaya çıkmış.

CIKMIS DA SU ANA KADAR POLISTEN GAZETELERE SIZDIRILAN BILGILER COK GUVENILIR CIKMADI. ORNEGINI VERDIGIM DANISTAY OLAYI GIBI...DOGU PERINCEK'IN VELI KUCUK'E SONU ARZ EDERIM ILE BITEN MEKTUBU GIBI...PERINCEK'IN GIZLI TOPLANTISININ AILELER ARASI PIKNIK CIKMASI GIBI...

KANITLANMAMIS. KALDI KI DOGRUYSA, YAPANLAR CEZALANDIRILIR.

Bu dehşet veren işlerin bir kısmının şüphelileri hâlâ ordunun içinde.

DURSUN CICEK'I DIYORSUN GALIBA. ASKERI MAHKEME BIRSEY BULAMADI. SIVIL MAHKEME BIRSEY YOK DEDI HALEN AGLASIP DURUYORSUNUZ. FOTOKOPI BELGEYI MASA BASINDA HERKES URETIR BU NEDENLE YARGITAYIN KARARLARI VAR "FOTOKOPI BELGE OLMAZ" DIYE. OLURSA ZATEN HERKES BIRBIRI HAKKINDA BELGE HAZIRLAR.

"ALTAN DEMOKRASISI" DISINDA INSANLARI SUCU KANITLANMADAN SUCLU DIYE KARALAYAN BASKA BIR DEMOKRASI ORNEGI BILMIYORUM. ONU DA BELIRTEYIM.

Bu korkunç hazırlığın karşısında ise halk oyuyla işbaşına gelmiş siyasi bir parti var.

Siz, şimdi bu ikisi arasında tarafsız mısınız?

BIZ HUKUKUN TARFIYIZ. AMA YAZDIKLARINDAN SENIN HUKUK VE DEMOKRASIDEN ZERRE ANLAMADIGINI BILIYORUZ.

Niye tarafsızsınız?

Eşit mi güçleri?

GUCLERI ESIT DEGIL. BIRISININ ELINDE POLIS VAR. YARGIYA DA ARTIK MUDAHELE EDIYORLAR. BAKINIZ SON HSYK TOPLANTILARI....ZAVALLI REKTORLER ICERIDE, BALBAY ICERDE DAHA NICE SUCSUZ VE ELI SILAHA BULASMAMIS INSAN ICERIDE VE ELLERINDE HUKUKUN HERSEYE RAGMEN ISLEMESI DISINDA BIR SECENEKLERI YOK. BAK AZ DA OLSA ANLASIYORUZ. GUCLERI ESIT DEGIL.

Suçun, silahın, suikast planının, cephaneliklerin bir yanında bulunduğu bir denklemde “tarafsız” olduğunuzda, bütün bu eylemleri “suç görmediğiniz” ortaya çıkmaz mı?

O SILAHLARI ORAYA GOMENI BUL. SONRA KONUS. GOMENLER BULUNURSA CEZALANDIRILMASI KONUSUNDA HERKES TARAF EMIN OL.

Bunları suç görmüyor musunuz?

SUC GORUYORUM DA SEN HUKUMETE MUHALIF INSANLARIN DUZMECE IDDIALARLARLA HAPISE ATILMASINI SUC GORMUYOR MUSUN?

Subaylar suikastlar mı düzenlesin?

SU ULKEDE SUBAYLAR SUIKAST DUZENLESIN DIYEN OLDU MU. BOYLE BIRSEY KANITLANDI MI?

Tarafsız olup buna karışmayalım mı?

ZATEN KARISIYORSUN VE DEDIGIN GIBI TARAFSIN.

Cuntalar mı kursunlar?

CUNTAYA KARSIYIZ. CUNKU SORGUSUZ SUALSIZ INSANLARI HAPISE ATARLAR. HUKUK ASKIYA ALINIR?

IYI DE SIMDI DURUM DEGISIK MI? O ZAMAN SEN NIYE BU DURUMA KARSI DEGILSIN.

Buna ses çıkarmayalım mı?

CIKAR TABII DE BUTUN DAYANDIGIN TEMELLER EVRENSEL HUKUK DEGERLERINE AYKIRI

Darbe hazırlamak serbest mi olsun?

HAYIR.

İnsanları enselerinden vurup toprağa gömmek, “doğal” mı karşılansın?

HAYIR.

İnsanları öldürmekten söz ediyoruz.

HRANT DINK GIBI DEGIL MI? NIYE BU HUKUMET KENDI SEVDIGI BUROKRATLAR HAKKINDA MAHKEMENIN SORUSTURMA ISTEGINI GERI CEVIRIYOR? BUNU DA MI HAYALI CETELERIN GERI CEVIRTTIRIYOR!!!!

MANTIK SU OLMASIN. MUHALIFSE HAPISE TIK, BIZDENSE SUCU VARSA BILE USTUNU ORT ORTAYA CIKMASIN.

Katliamlardan söz ediyoruz.

YAPANI BULALIM TABII. AMA BENIM BILDIGIM FAILI ACIGA CIKMAYAN EN ONEMLI KATLIAM 1 MAYIS'TA TAKSIM'DE OLANIDIR. KESKE BULSA BU HUKUMET FAILINI AMA DENEMIYOR BILE....

Suikastlardan söz ediyoruz.

BEN SON YILLARDA BIR SUIKAST DUYMADIM. BIR TEK HRANT DINK'I HATIRLIYORUM. ONDA DA DEDIGIM GIBI BAZI KISILERIN SORUSTURULMASINA BU HUKUMET IZIN VERMIYOR.

Tarafsız mısınız bunlara karşı?

Hep birlikte “tarafsız” olup kenara çekildiğimizde, bu suç hazırlıklarının önünü açmış olmuyor muyuz, “buyurun öldürün” demiş olmuyor muyuz?

KUDDUSI OKKIR OLDU. ERUYGUR OLMEKTEN BETER EDILDI. SIZIN GIBILERIN BU CINAYETLERDE PAYI VAR MI ACABA? SADECE SORUYORUM.

Aslında söylemek istediğiniz bu mu?

“Bırakınız öldürsünler” diyemediğiniz için mi “tarafsızız” diyorsunuz?

"BIRAKINIZ HAPISTE BU MUHALIFLERI, BUYURUN öldürün" TARAFINDA MISINIZ?

Bu ülke, suçtan arınmaya, devletini bir suç örgütü olmaktan çıkarmaya, hukuka uyan bir yapı kurmaya, halk iradesine saygı gösteren bir anlayışı yerleştirmeye, insanların can güvenliğini sağlamaya, cinayetleri bitirmeye uğraşıyor.

HUKUK AYAKLAR ALTINA ALINARAK HUKUKI YAPI KURULMAZ. O ZAMAN CUNTALARDA NE FARK KALIR. CINAYETLERDE BITIRILMIYOR.

HRANT DINK'IN OLUMUNDE POLISIN SORUSTURULMASINA IZIN VERMEYEN BU HUKUMET. RTUK ESKI BASKANIN SORUSTURMASINA IZNI VERMEYEN BU HUKUMET. OZERK KURULLAR MUDAHELE EDEN BU HUKUMET. HSYK ILE SORUNU OLAN BU HUKUMET.

HALKIN IRADESINE SAYGI GOSTERECEK OLAN SOZ VERDIGI GIBI MILLETVEKILLERI DOKUNULMAZLIKLARINI (IFADE OZGURLUGU DISINDA) KALDIRIR ONCE. SECIMDEN ONCE SOZ VERDIGI GIBI.

Eski düzen ise bütün bunların sürdürülmesi için çabalıyor.

HERKES KORKUDAN TELEFONDA KONUSAMIYOR. IFADE OZGURLUGU ORTADAN KALKTI. SEN BU DUZENI MI ISTIYORSUN YANI?

Bu ikisinin arasında hangisini tercih ediyorsunuz?

SENIN TERCIH ETTIGINI DEGIL. KALDI KI TERCIH ICIN IKIDEN FAZLA SIK VAR. NIYE DIGER SIKLARI YAZMIYORSUN, ISINE MI GELMIYOR...

AKP’nin dindarlık vurgusunu, muhafazakâr bir yaşam biçimini benimsemesini, “irtica geliyor” diye sunup, darbenin, kaosun, çetenin yolunu açmaya uğraşmak mı tarafsızlık?

ADAMIN KENDI AGZINDAN LAIKLIK VE ULKE DUZENI HAKKINDA KONUSMALARI VAR. ANADOLU'DA ICKILI LOKANTA KALMADI. ETRAF TURBANLIYI BIRAK CARSAFLIDAN GECILMIYOR. LAIK INSANLAR HAPISE ATILMAYA BASLANDI. ANAYASA MAHKEMESI KARAR VERDI. SEN HALEN "IRTICA GELIYOR" DIYE "SUNMAKATAN" BAHSEDIYORSUN. GELELI COK OLDU ZATEN.

AKP bir siyasi parti, bir seçimde oyu artıyorsa, hata yaptığında öbür seçimde azalıyor.

Biraz daha hata yaparsa, iktidardan düşer.

Olduğu yere silahla gelmedi, halkın iradesiyle geldi.

Bugün tartışılan AKP değil, halk iradesiyle, silahlı iktidar arasındaki çekişme.

SILAHLI IKTIDAR DIYE BIRSEY NEREDE VAR KARDESIM. GENELKURMAY BASKANI "BIZ DEMOKRASIYE SAYGILIYIZ" DIYOR. DAHA NE DESIN.

BUGUN TARTISILAN DEMOKRASI ADI ALTINDA HUKUN ORTADAN KALDIRILMASINA YARDIM EDEN YARDAKCILARLA, HUKUKA SAYGILI INSANLAR ARASINDA KI CEKISMEDIR. GERCEK HALK IRADESI IKINCISIDIR.

Halk iradesiyle, silah arasında mı tarafsızsınız?

YUVARLAK LAFLARA HASTAYIM. KANIT YOK, SALLA DUR. YUKARIDA DEDIGIM GIBI GERCEK HALK IRADESINDEN YANAYIM, YANI HUKUKA SAYGILI OLUNMASINDAN YANAYIM. SEN DE OYLE MISIN?


Biz tarafız arkadaşlar, demokrasiden, eşitlikten, özgürlükten, demokrasiden, halktan yana tarafız.

EGER SEN DEMOKRASIDEN YANA OLSA IDIN. MUHALIFLERIN ICERIDE YILLARCA SUCUNU BILMEDEN YATMASINA KARSI CIKARDIN. IFADE OZGURLUGUNUN AYAKLAR ALTINA ALINMASINA KARSI CIKARDIN. MASUNIYET KARINESINE SAYGI GOSTERIRDIN. HASTA INSANLARIN TAHLIYE EDILMEMESINE KARSI CIKARDIN. MILLETVEKILLIGI DOKUNULMAZLIKLARI (IFADE OZGURLUGU DISINDA) KALKSIN DIYE HER GUN YAZARDIN. HRANT DINK OLAYINDA HUKUMETIN BAZI KISILER HAKKINDA SORUSTURMA IZNI VERMEMESI KONUSUNDA DUNYAYI AYAGA KALDIRIRDIN.

ESITLIKTEN YANA OLSAN....COCUKLARI ISADAMLARI TARAFINDAN OKUTULAN POLITIKACILARIN ISBASINDA OLMASINI HALK IRADESINE KARSI SAYARDIN. BUROKRATLARA YOLSUZLUK SORUSTURULMASI IZNI VERILMEMESINE KARSI SAVASIRDIN. EMEKLIYE, ISCIYE, MEMURA UC KURUS ZAM VERILMESINE KARSI CIKARDIN. DAHA SAYARIM DA BU KADARI YETER DIYE BIRAKIYORUM.


“Tarafsızlığını” ilan eden beyler hanımlar, siz de tarafsınız.

Ama “taraftarı” olmaktan sizin bile utandığınız bir rezilliğin tarafındasınız.

GORDUGUN GIBI BENIM HANGI TARAFTA OLDUGUM BELLI. BEN HUKUK VE DEMOKRASI TARAFINDAYIM. CIKARLARIMA GORE ELIM BELIM OYNAMIYOR.

Onun için bu sahtekârlıklara, kurnazlıklara başvuruyorsunuz.

SEN KANIT OLMADAN INSANLARA DANISTAY BASKINI YAPTIN DIYECEKSIN (KI GIZLI TANIGIN YALANI ORTAYA CIKTI), HRANT DINK'IN KATLINDE BAZI BUROKRATLARA SORUSTURMA IZNI VERMEYEN HUKUMETI ELESTIRMEYECEKSIN, SUCSUZ INSANLARIN AIHM KARARLARINA RAGMEN YILLARCA HUKUKI HAKLARININ ELLERINDEN ALINMASINA VE HAPISTE OLDURULMELERINE SES CIKARTMAYACAKSIN, SEN MAHKEME KARARLARINA RAGMEN FOTOKOPI BELGEYI DOGRU GIBI KABUL EDEREK YAZACAKSIN, SEN BUTUN ULKENIN KORKU ILE DUSUNCELERINE ACIKLAMAYA KORKMA NOKTASINA GETIRILMESINE BIRSEY DEMEYECEKSIN VE SONRA DA DEMOKRASI DIYECEKSIN, SAHTEKARLIKTAN BAHSEDECEKSIN. HADI CANIM SEN DE...



---------------------------------[/QUOTE]

LAZIO
24-07-2009, 18:53
Sevgili Ali Hocam

Turk Silahli Kuvvetleri hakkinda ortaya atilan iddialara, kimin inanip kimin inanmadiginin bir onemi yok.…Boyle bir tartismada zaten,seninde belirttigin gibi, abes……Onemli olan gercek bir demokratik hukuk devletine inaniyormuyuz?.....….

Gercek demokratik bir hukuk devletinde,ordunun icinde bir birimin binlerce insani yargisiz infaz ettigi,karisiklik cikartip iktidar devirmek icin sagi solu bombaladigi iddialari ortaya atildiginda,bagimsiz sivil mahkemeler bu iddialari inceler…..karara bagler suclu varsa cezalandirir…..Hukuk butun kurumlar icin vardir herkese esit uygulanir…..

Turkiye’de ise “Ordumuz yipranmasin”diye sudan bir sebeple baska yana bakip bu iddialari halinin altina supurmeye calisan,yok sayan,uc maymunlari oynayan bir kesim var….…Hani iddialar “falanca taburun kantininde yolsuzluk yapildi” falan olsa anliyacagim……Binlerce kisinin infazindan,onlarca yerin bombalanmasindan bahsediliyor……..Ortada birtakim-sahte veya gercek,yalan veya dogru- belgeler ve taniklar var…..

Butun bu iddialari yok sayan,askerlerin isledikleri suclardan dolayi sivil mahkemelerde yargilanmalarina dahi karsi cikanlarin basinida Sosyalist Enternasyonal uyesi guya,sol egilimli Halk Partisi cekiyor…….Fikra gibi….

Sosyal demokratliga sokella surdurmemek icin otuz sene evvelinin yargilanmasi fikrini ortaya atip,bu gunku iddialari es gecerseniz……bunun ucuz politika oldugunu kimse cakmaz……

Bir taburda 12 kisinin infaz edilip gomuldugu iddiasini zamanin Cumhurbaskanina ileten milletvekilinin “Elindeki belge ve taniklari getir derhal bir sorusturma baslatalim” yerine aldigi cevap “Devlet adam oldurmez”…….Iste o kadar….

Simdi soruyorum……Bagimsiz,sivil mahkemelerde yargilanmis aklanmis yada icindeki curukler ayiklanmis bir Ordu’mu yipranmistir…..Yoksa hakkindaki iddialar ayyuka cikmisken bunlar hakkinda islem yapilmamis ve devamli saibe altinda kalacak bir Ordumu?........LAZIO

----------------------------------------------------------------------------------------------------------

Master
25-07-2009, 13:53
Necati Doğru

ndogru@gazetevatan.com

Kavurucu Temmuz sıcağında püfür püfür bir öneri!

Vergi konularının karanlık köşelerine her seferinde ışıltılı projektörler tutan Profesör Dr. Şükrü Kızılot, önceki gün dikkat çekti; hem gül gibi iyi bir maaş ve hem de kaymaklı kadayıflı emekli maaşını birlikte alabilmenin yolunu gösterdi.

At binenin!

Kılıç kuşananın!

Profesör Kızılot’a kulak verin, sizin de gül gibi maaşınız ve kaymaklı kadayıflı emekli aylığınız birlikte her ay başı, “banka-matik torbanıza” dolsun, sokun kartı makineye... Gerisi gelsin...

Bir memur.

Bir müsteşar.

Bir subay.

Albay, general.

Şef, daire başkanı, müdür, genel müdür, öğretmen, öğretim üyesi, hâkim, savcı, genelkurmay başkanı, kuvvet komutanı hiçbir kamu görevlisi; çalıştığı kurumda geriye doğru borçlanarak emekli olamaz. Aylık maaşı ile birlikte emekli maaşını katiyen birlikte alamaz.

Çift maaşa yasa izin vermez.

Kurallar geçit tanımaz.

Çift maaşı her ayın başında alabilmek için 73 milyon Türkiye insanından hiçbirinde olmayan üç koşul gerekiyor.

İmtiyazlı olmalısınız.

Eşitlik ilkesini bozmalısınız.

Şahsınıza ayrıcalık vermelisiniz.

Bu üç koşulu yerine getirebilmek için de; Afrika’da, Asya’da geri kalmış ibiş diktatör ülkelerden birinde ya da Türkiye’de başbakan ve milletvekili olmalısınız. Milletvekili seçilip, 2 yılını dolduranlar; “özel emekli aylığı” alma hakkını Türkiye’de kazanıyorlar. Bu hak Türkiye’de hiç kimseye yok sadece milletvekiline ve milletvekili olduğu için Başbakan’a da var.

2 yıl doldu.

İmtiyaz işlemeye başladı.

“Kendine imtiyaz yaratan, şahsına ayrıcalık veren ve eşitlik ilkesini bozan” bu hakka sarılanlar hem milletvekili maaşı (9 bin 884 TL) ve hem de milletvekili emekli maaşı (2 bin 814 TL) almaya koyuldular.

Siz de parti kurun.

Siz de vekil seçilin.

Kaymaklı çift maaş alın.

İktidar, 2009 yılının ikinci altı ayında Bağ-Kur emeklilerine sadece 5 TL, SSK emeklilerine ise sadece 11 TL zam yaptı. Bu artışa karşı DİSK’e bağlı Türkiye Emekliler Sendikası üyeleri; üzerinde kocaman harflerle “ilaç kuyruğunda ölmek istemiyoruz” yazan beyaz kefenler giyerek protesto yürüyüşü düzenlediler.

Ne kadar acı!

Ölmeden kefene girdiler.

Siz de vekil olun.

Çift maaşı alın ve aynı zamanda hiç durmadan “Türkiye’de askerî vesayete son veren, her türlü ayrıcalığı, imtiyazı, eşitsizliği yok edecek demokrasiyi biz getiriyoruz” diye bağırın!

Ölmeden kefene girmeyin.



*****

DURMAYALIM HEP SORALIM!

Bugün 43 gün doldu.

Gerçeği arıyoruz.

43 gündür bulamadık.

Gerçeği öğrenemedik.

Dünyayı ayağa kaldırdılar ve sonra da kulaklarının üstüne yattılar. Darbe ortamı yaratacak eylemler yapacaktı diye suçlanıp askerlik şerefiyle oynanan Kurmay Albay Dursun Çiçek, Savcı Zekeriya Öz ile tutuklanmasına karar veren Hâkim Rüstem Eryılmaz hakkında Hâkimler ve Savcılar Yüksek Kurulu’na şikâyette bulundu. Albay, “bana iftira attılar” diyor.

Kim attı iftirayı?

Kim yazdı sahte kâğıdı?

Kim sızdırdı gazeteye?

Kaç kişiydiler?

Birinci adam kim?

Amaçları nedir?

43 gün doldu.

Unutmayalım!

Unutturmayalım!

Durmadan soralım.

Demokrasi şeffaflıktır.

Demokrasiyi savunalım.

Önemlidir.

Evet “demokrasi her konuda şeffaf” olmayı ister. Gazeteci Can Dündar ile Gazeteci Alper Görmüş, Hâkimler ve Savcılar Yüksek Kurulu Üyesi Ali Suat Ertosun’un, rahmetli Sabancı’yı plazasında kurşunlayan Mustafa Duyar adlı katili, konuşamasın, gerçekler aydınlanmasın diye hapishanede “Nuriş Çetesi”ne öldürttüğünü iddia eden yazılar yazdılar.

Korkunç bir iddia!

Doğru mudur?

Biz de takip edelim.

Ali Suat Ertosun niçin susuyor?

Bunu da durmadan soralım.

Bu da çok önemlidir!

Master
26-07-2009, 08:21
26 Temmuz 2009

Ahmet HAKAN

ahmethakan@hurriyet.com.tr





Ahmet Altan’a bir hatırlatma



Ahmet Altan, geçen gün yazdığı yazıda “tarafsızlık” masalını yıkmış geçmiş...

Şunları yazmış Ahmet Altan:

“Çıkarcılığı ve korkaklığı bir ‘tarafsızlık’ kisvesinin altına saklayıp, bir de bu tarafsızlığın ‘ideolojisini’ yapmayı anlamam. Bu bana kurnazca bir sahtekârlık gibi görünür. Bir ormanda silahlı bir adamla silahsız bir adam arasında mesele çıktığında nasıl ‘tarafsız’ kalabilirsin? Tarafsızlık, ancak ‘iki eşit güç’ arasında olabilir. Bir güçlüyle bir güçsüz çatıştığında ‘tarafsız’ kalmak, güçlü olanı, silahlı olanı desteklemek anlamına gelir. Böyle bir durumda ‘tarafsızlığın propagandasını’ yapmak ise güçlüye yandaş devşirmek için piyasaya sürülmüş sahtekârca bir kurnazlıktır”.

Tanrım! Ne muhteşem saptamalar bunlar!

Fakat... Gelin görün ki... Bu muhteşem saptamaları okuyunca...

İnsanın aklına ister istemez şu meşhur “Cami ile kışla arasına sıkışıp kalmak” saptaması geliyor.

* * *

Hatırlatalım:

Dönem 28 Şubat’tı... Dönemin meşru hükümeti, Silahlı Kuvvetler tarafından alaşağı edilmek isteniyordu...

Gözler kısılıp demokrat yazarlara bakılıyordu... Onların ağızlarından ise “Cami ile kışla arasına sıkışıp kalmayız” cümlesinden başka cümle çıkmıyordu.

Cami: Refah Partisi idi... Kışla: Askerdi...

Güçler eşit değildi... “Cami”nin elinde silah yoktu, fakat “kışla” pür silahlı idi...

Yani “bir ormanda silahlı adam ile silahsız adam arasında mesele çıkmıştı”.

İşte böyle bir ortamda Çetin Altan, Mehmet Altan ve Ahmet Altan, “Cami ile kışla arasına sıkışmayız” diyerek “tarafsız” kalıyorlardı...

Şimdi soruyorum Ahmet Altan’a: Sizin bu yaptığınız sahtekârca bir kurnazlık mıydı?

LAZIO
26-07-2009, 16:33
Ahmey Altan'i begendiremedik Dogan medyasindan Can Dundar verelim.....Artik iddialar oyle bir seviyeye geldiki onlarda gozlerini kapatamiyorlar.....Sn Masterin kopyaladigi yazida Necati Dogru bile "takipcisi olalim"demis......Hayirdir....

--------------------------------------------------------------------------

İnsan izinli de olsa gazetelere göz atmadan duramıyor. Tatildeyken bir fotoğraf ilişti gözüme:
Şu ara dikkatleri üzerinde toplayan Hâkimler ve Savcılar Yüksek Kurulu’nun bir üyesi... bir Ergenekon sanığıyla birlikte...
Fotoğraf “Skandal” başlığıyla verilmiş.
Üyeyi tanır gibiyim.
Evet o!
Ali Suat Ertosun.
* * *
Hafızam 10 yıl önceye götürüyor beni...
1999 başı...
O zaman ATV’deyim. Sabah’ta yazıyorum.
Sabancı suikastıyla ilgili “içerden” bir bilgi geliyor:
“Bu iş karanlık... Duyar biliyor. Konuşmak istiyor.”
Gerçekten de cinayetin tetikçisi olarak bilinen Mustafa Duyar, bildiklerini anlatmak için “itirafçı” olmak istemiş; ama bu talebi, “geç kaldığı” gerekçesiyle reddedilmişti.
Acaba yargıya anlatamadığını bize anlatır mıydı?
Dönemin Adalet Bakanı Hasan Denizkurdu’nu aradım. “Duyar’ın söyleyeceklerinin yargıya yardımcı
olabileceğine” ikna oldu.
“Ama kendisinin de oluru gerekir” dedi.
Yazılı olarak başvurduk, Duyar olur verdi, bakanlıktan izin çıktı.
Kamerayı kapıp Afyon Cezaevi’ne gitmek üzereydik ki, Ceza ve Tevkifevleri Genel Müdürü Ali Suat Ertosun’a takıldık. Bakan’ın iznine rağmen röportaja olur vermiyor, mevzuata aykırı olacağını söylüyordu.
Gidemedik.
* * *
Bizim yerimize başkaları gitti Duyar’ın “ziyaret”ine...
Bizi oyalayan bakanlık bürokrasisi, “Karagümrük çetesi”nin Afyon Cezaevi’ne nakline izin vermişti. Bu çete, 2 hafta sonra, Duyar’ı cezaevinde öldürüp susturdu.
Ardından susturulma sırası, Duyar’ı öldüren Karagümrük çetesinin liderlerine geldi. Ama onlar direndiler. Ve cezaevinde isyan çıkardılar.
O isyanda Karagümrük çetesinin lideri Nuri Ergin kameralara;
“Bu devlet bana Mustafa Duyar’ı öldürttü” diye haykırıyordu.
Bir başka pencereden kardeşi Vedat Ergin bağırıyordu:
“Veli Küçük’ü arayın; beni sorun. Başka da bir şey demiyorum.”
Nuri Ergin, isyanla ilgili davada ise şöyle demişti:
“Ergenekon Savcısı Zekeriya Öz, Sabancı suikastıyla ilgili bir şeyler oraya çıkarmak istiyorsa Ali Suat Ertosun’un neden Mustafa Duyar’a yakınlık gösterdiğini sorgulasın.”
* * *
Oysa işler tam ters yönde gelişti.
Öz’ün kaderi Ertosun’un eline geçti.
Çünkü geçen 10 yılda başbakanlar, bakanlar değişti; ama Ertosun’un önlenemeyen yükselişi her devirde sürdü.
F tipi cezaevi dayatmasında ve 32 kişinin ölümüyle sonuçlanan “hayata dönüş operasyonu”nda da başrolü oynayan Ertosun, önce “Devlet Üstün Hizmet Madalyası” ile ödüllendirildi.
Sonra Yargıtay üyeliğine atandı.
Ardından da Hâkimler ve Savcılar Yüksek Kurulu (HSYK) üyeliğine getirildi.
Ve sonunda Ergenekon operasyonunu yürüten savcı ve hâkimlerin tayininde söz sahibi hale geldi.
Şimdi AKP bundan şikâyetçi...
Başbakan, HSYK’daki “istenmeyen gelişmeler”den bahsediyor.
Hükümet yanlısı basın, yıllar yılı hiç ilgilenmediği olayları gündeme getirerek Ertosun’u keşfediyor.
* * *
İyi de, bilin bakalım Ertosun’a “Devlet Üstün Hizmet Madalyası” verilmesini kim teklif etti?
Cemil Çiçek...
Madalyayı boynuna kim taktı?
Bülent Arınç...
Onu Hâkimler ve Savcılar Yüksek Kurulu’na kim tayin etti?
Abdullah Gül...
Şimdi hükümete “Kendim ettim, kendim buldum” türküsünü mü tavsiye etmeli?
Yoksa devletin, sanıldığından da derin olduğuna mı hükmetmeli?

Gozlemci
27-07-2009, 05:32
Altan ve Ardic gibilerin yazilarinin buraya konmasi cok iyi oluyor. Sahte demokratlarin maskesi dusuyor. Yalanlar ortaya cikiyor. Yalniz, Akoz'un Alevilere giydiren yazisi eksik kalmis!

YALAN 1: Mustafa Duyar'i Ergenekon oldurttu.

Nuri Ergin'in sozleri (Vatan gazetesinden)

“Afyon Cezaevi’nde, benim talimatımla öldürülen DHKP-C’li Mustafa Duyar’ı, Veli Küçük’ün talimatıyla gerçekleştirdiğimiz yazıldı, çizildi. Bunların hepsi külliyen yalan, hiçbir doğruluk payı yoktur. "

http://w9.gazetevatan.com/Nuris_Veli_Kucuke_racon_kesti/250725/1/Manset

YALAN 2: Guneydogu'da insanlar ordunun bir birimi tarafindan oldurulup cukurlara gomuldu. Insan kemikleri bulundu.

Ne dehsete dusuren haberdi degil mi? Kaldi ki insan kemigi ciksa bile bunlari PKK'nin oldurtmedigi ne malumdu?

Saygi Ozturk, su ana kadar bulunanlarin hayvan kemigi oldugunu yazdi. Cesitli gazetelerden.

http://www.hurriyet.com.tr/yazarlar/12152169.asp?yazarid=228&gid=61

Gecen gun, gizli taniklarin bir Albay hakkinda ki ifadelerini geri cekmesini de hatirliyorsunuz herhalde.

KAFA KARISTIRMA NOKTASI 3: Askerler sivil mahkemede yargilanamiyorlardi. En buyuk demokrat AKP bunu da getirdi.

Dursun Cicek sivil mahkemeye cikarildi, tutuklanan tegmenler sivil mahkemeler tarafindan tutuklandi. Demek ki neymis, askerler su anda da sivil mahkemelerde yargilaniyormus.

Kaldi ki, bu madde yasa olarak gecti mi, gecti. Sen hukuk devletine inaniyorsan, Anayasa Mahkemesi bunu reddederse, ona da saygi gostereceksin.

KAFA KARISTIRMA NOKTASI 4: Bazilari, rektorlerin yargilanmasina karsi, yargisiz infazlarin arastirilmasina karsi..

Bunlara karsi cikanlarin kim oldugu belli degil, tek bilinen Ahmet Altan ve onun gibilerin ikide bir, bu belli olmayan bazilarini yazdiklari....Bildigimiz gercek bu olaylarin tamaminin su anda mahkemelerde arastirildigi. Arastiriliyor mu, arastiriliyor. Ustelik bu adamlar bir yildan beri AIHM kararlarina aykiri olarak hapiste mi? Evet. Daha ne istiyorsunuz kardesim. Adamlarin, muhalefet yapti diye sirf bir iddia ile asilmasini mi? Bir de utanmadan hukuk devleti istiyorum, demokrasi istiyorum diye ortalikta dolanip yazi yaziyorsunuz.

KAFA KARISTIRMA NOKTASI 5: Birileri "gobegini kasiyan adam" dedi, baskasi "benim oyun cobanin oyuyla bir mi" dedi.

Bunu soyleyenlerin biri manken, digeri gozlem yapan (ki gozlemi dogrudur, bu ulkede gobegini kasiyan bir kesim -her ulkede oldugu gibi- vardir) bir gazeteci. Yasa degistirmeye gucleri yok, yurutme gucleri yok, yargida atama yetkileri yok. Deseler ne olur, demeseler ne olur.

Sen esas, yasama ve yurutme yetkisi elinde olup da "Ben Ergenekon savcisiyim" diye yargiya dibine kadar mudahele edene bak.

AnnE
29-07-2009, 05:57
Ey Demokrasiyi, demokrasi zanneden okuyucu !!!
Bu aşagıdaki olay '' MARJİNAL BİR POLİS DENSİZLİĞİ '' diye bir yorum yapma, HAYATTA YEMEM. Sen, sana sunulan şekeri yalamaya devam et, yakında o yaladıklarından geriye sert birşey kalınca ne halt edeceğini hiç mi hiç merak etmiyorum.
----------------


Metalci selamıyla demokrasi güldürüsü


HASTANE, muayene, karakol, kelepçe, savcılık, sorgu, sual, tekmili birden 25 saat.


Sebep? Birkaç genç Tayyip Erdoğan’a metalci selamı veriyor, ama yoldan geçenin Tayyip Erdoğan olduğunu bile bilmeden.

Beşiktaş’ta konser var. Bir gurup genç parkta kendi başlarına müziğe eşlik ediyor, bira içiyor.

Önlerinden bir sürü araba geçiyor, onlar geçen arabalara, müzik temposunda metalci selamı veriyor. Geçenlerden biri de, Başbakan Erdoğan. Gençler ona da aynı selamı çakıyor.

Ne, aman vermez yiğidime, aslanım koçuma metalci selamı mı? Balkanların ve Orta Doğunun aslanlar aslanına, tarihimizin kaydettiği en erişilmez Başbakanı Recep Tayyip Erdoğan’a metalci selamı mı?

NE DEMOKRASİ AMA

Gençler selamın cezasını anında çekiyor. Ne olduğunu anlamaya fırsat kalmadan, polisler etraflarını sarıyor.

Birinci perde iniyor. Birinci perdeden fazilet dersleri var.

Sen kim oluyorsun da, koca Başbakana metalci selamı veriyorsun? Yürü karakola. Dalga mı geçiyorsun ulan sen koca Başbakanla?

Şu selam, bu işaret, dünyanın hangi demokratik ülkesinde bir başbakana metalci selamı verenler içeriye atılıyor? Sorgu, suale muhatap oluyor? Biz ne biçim bir ülkede yaşıyoruz? Bizi kimler yönetiyor?

Demokratik ülkelerde bu hareketlerle karşılaşan yöneticiler gülüp geçiyor, bizimkiler neden bu kadar sinirli ve hazımsız? Ve hangi hakla?

KARAKOL BAŞKA ALEM

Gençler karakola götürülüyor. İkinci perde başlıyor.

Ellerine kelepçe takılıyor, gece saat 02’de sorguya alınıyor. Sorular müthiş.

* “Sen kime oy verdin?” Kime verdiyse, verdi, sana ne? Komünistlere verdi, faşistlere verdi, şeriatçılara verdi, hiç vermedi, sana ne? Olayla bağlantısı ne? Soru soran zehir hafiye ya, kime oy verdiğinden hareketle gizli örgüt üyeliğini enseleyecek. Yutar mıyız ulan biz numaraları?

* “Cumhuriyet mitinglerine katıldın mı?” Katıldı sana ne, katılmadı sana ne? Her mitinge katıldı, sana ne? Hiç birine katılmadı, sana ne? Öyle değil, zehir hafiye iş başında, hah, işte bir Ergenekon üyesi daha enseliyoruz. Kaçar mı ulan bunlar bizden?

YENİ ŞAFAK SORUSU

Muayene ve savcılık. Üçüncü perde.

Muayeneye giderken, polisler muayene parası istiyor, gençler “paramız yok” deyince, polis fırçasını atıyor: “Bira içmeye paranız var ama”. İşte, o kadar.

Savcı ilk anda sanki daha hoşgörülü: “Başbakanı protesto etme hakkınız var, ama orta parmak gösteremezsiniz”.

Gösterirler sayın savcı, bal gibi gösterirler. Orta parmak mitolojide barış işareti. Olmasa bile, ne gam.

O gençler orta parmak göstererek, çimenlerimi mi eziyor, camları mı kırıyor, arabaları mı taşlıyor, birilerine sopa mı atıyor, suçları ne onların?

Tayyip Erdoğan ilgisini eksik etmiyor, bir gün sonra, “o gençlere acıyorum” diyebiliyor. Olayı izlediğine göre, polislere gençleri karakola çekmeleri için talimat belli ki, büyük yerden geliyor. Bir Başbakan nelerle uğraşıyor? Hele de, yüzümüze baka baka demokrasi nutukları atarak.

Bu olay hiç sıradan değil. Erdoğan’ın demokrasi anlayışının, ülkeyi nasıl yönetmek istediğinin küçük bir provası.

Aynı mantık, CHP İstanbul İl Başkanı Gürsel Tekin’e yönelik soruda kendini gösteriyor. Gürsel Tekin bu gençlerle basın toplantısı yaparken, metalci selamı veriyor, AKP’nin can yoldaşlarından Yeni Şafak muhabiri Tekin’e soruyor:

“Bu işaretten dolayı gözaltına alınmaktan korkmuyor musunuz?”

Yaşadığımız siyasal sistemi, AKP iktidarının özünü sergileyen bir soru.

Amma demokrat ülke olduk be!. Liboşların kulakları çınlasın.


Yalçın DOĞAN

LAZIO
29-07-2009, 19:02
Yukaridaki olay "Marjinal bir polis densizligi" falan degil,bir rezilliktir.......Ancak bu olayin, butun dertleri,bu gibi rezilliklerin olmamasi icin Turkiye'de gercek demokrasi istiyen insanlara fatura edilmesinin anlamini cozemedim....

Ne denmek isteniyor?...

"Bu iktidar donemine kadar,halka sevkat ile yanasan....zinhar politize olmayan polisin,demokrasi istiyerek huyunu bozdunuz"mu denmek isteniyor?

"Demokrasi istiyenler kesin boyle olaylari tasvip ederler"mi denmek isteniyor?

"Demokrasiden yana olanlar kesin bu iktidarin borozancisidir"mi denmek isteniyor.....

Turkiye'de bir kesimin gozu o kadar donduki,sirf "acaba bu iktidara yararmi"korkusu ile demokrasinin adina tahammul edemez oldular...

Ben yukaridaki videoda Ugur Mumcu'nun da belirttigi gibi din somurusu yapanlarin,halka guvenildigi taktirde sandikta yok olacaklarina inaniyorum....

Ancak bir kesim az "pilav" gibi "az demokrasi" ile olayin cozulebilecegine inaniyorsa onu anlarimda.....Ancak demokrasi diyen herkesi,iktidar taraftarligi ile yaftalayip hakaret edilmesini bir turlu anlayamiyorum....

Ben simdi buraya ordu iktidari doneminde canciger arkadaslarimin ugradiklari iskenceleri detaylari ile yazssam......"Bunumu istiyorsunuz?"diye sorsam.......Bu belden assagi vurmak olmazmi?...

Bir yalnisin alternatifi diger bir yalnismidir?.......LAZIO

--------------------------------------------------------------------------

Gozlemci
30-07-2009, 06:32
Sevgili AnnE, hidayete ermenin on kosulunu yazmisti eskilerde.....

Bu da Sayin Master'in gerilerde kalan bir cumlesi.....

"Demokrasi istemlerinin büyük çoğunluğu Birşeyleri örtüp asıl istemi gizlemek adına kullanılan bir terimdir..."

Ahmet Altan ve siz demokrasi istiyordunuz degil mi? :;kahkaha

LAZIO
30-07-2009, 14:32
Sn Gozlemci,

Gozleminiz dogrudur.....Benim demokrasiden bahsetmemin sebebi,korkunc yuzumu gizlemek ve onu kirli emellerime alet etmektir....Tesekkur ederim.......LAZIO

-------------------------------------------------------------------------

Gozlemci
30-07-2009, 15:57
Sn. Lazio,

Ben de tesekkur ederim.

Ben de demokrasi istiyorum ama Altan ve benzerlerinin istedigi demokrasiyi degil. Yani, bu ulkede insanlarin daha mahkum olmadan hapise atildiklari ve boylece muhaliflere gozdagi verildigi, birakin iskenceyi, hapiste olduruldukleri ve sonra bu savunmasiz insanlara bel altindan vurulan demokrasiyi degil. Elde ciddi kanitlar varken iktidar yandaslarina sorusturulma izni verilmezken, imzasiz ihbar mektuplari ile muhaliflerin hapislere atildigi demokrasiyi degil.

Sonra da bunlari yapan ve tek basina yedi yildir iktidarda olanlar yerine yetkisiz baska partileri ve insanlari suclayanlarin demokrasi istemlerine tabii ki inanmiyorum.

LAZIO
30-07-2009, 18:29
Sn Gozlemci,

Birisine "Sen birsey soyluyorsun ama bunu birseyleri ortup,gercek amacini gizlemek icin soyluyorsun" demek o kisinin iki yuzlu oldugunu ima etmektir.....

Eger amaciniz bu ise; bu gune kadar pek populer olmayan fikirlerimden dolayi tarikatcidan,vatan hainine kadar genis bir yelpazede aldigim iltifatlara bir yenisini eklemis oldunuz......Tesekkurun sebebi budur......LAZIO

---------------------------------------------------------------------

neron
31-07-2009, 07:04
http://haber.gazetevatan.com/haberdetay.asp?detay=Karadenizi_yagmur_degil_yagma _duzeni_vurdu&tarih=31.07.2009&Newsid=251580&Categoryid=4&wid=108

Karadeniz’i yağmur değil “yağma düzeni” vurdu!
Gerçeği, eğmeden, bükmeden, saklamadan yazalım. Karadeniz’i bu yıl da yaz sağanaklarıyla gelen feyezân vurdu, sel oldu.

Sel geldi, yola dayandı.

Evler, binalar, otolar.

İnsanlar, hayvanlar.

Sel ile yolun arasına sıkıştı.

Sel yolu da silip geçti.

Kentleri devirip patlattı.

Karadeniz’e kavuştı.

Geride acı, hüzün, yıkıntı, perişanlık, üzüntü kaldı. Bir şey daha kaldı. Kimse söylemiyor. Yazmıyor. Ben yazayım: Geride; acı yıkıntının yanı sıra bir de ünlü müteahhit şirketler kaldı. Limak, Polin, Nurol, Cengiz İnşaat, Makyol, Yüksel İnşaat, MNG, Metiş ve aklıma şimdi gelmeyen “konsorsiyumlar kurarak devlete yol yapan” 10-15 firma kaldı.

Bunların çoğu hiçti.

Ünlü değillerdi.

Tanınmıyorlardı.

Karadeniz Sahil Yolu, projesiz, fizibilitesiz, hesapsız kısım kısım ihale edilmeye başlayınca; bu şirketlerin ismi duyudu, namı işitildi, sahipleri tanınır oldu. Karadeniz Sahil Yolu yapılıp bittikten sonra bu şirketlerden çoğu; devletin özelleştirmeyle satılığa çıkardığı malını-mülkünü alabilecek güce bile ulaştılar. Akdeniz sahilerinde devletten 49 yıllığına arazi tahsisi alıp çok lüks turistik oteller de kurdular. Otellerde başbakan, bakan, milletvekili ve devlet üst bürokratlarını da ağırladılar. Yeni seçilip gelenleri de ağırlamaya devam ediyorlar.



***


O yıllarda iktidarda ANAP vardı. Ulaştırma Bakanı Yaşar Topçu ve Başbakan ise Mesut Yılmaz’dı. Mimar odaları, mühendis odaları, ziraat mühendisleri odaları, çevre mühendisleri, pek çok yol-köprü profesörü ve hatta o sırada Karayolları’nın başında olan Dinçer Yiğit adlı Genel Müdür, bas bas bağırdılar.

Yapmayın. Cinayettir.

Müteahhit zengin etmektir.

Dediler fakat dinletemediler.

O yıllarda ben bunları yazdığım için şimdi net olarak hatırlıyorum: Karayolları’nın o zamanki Genel Müdürü Dinçer Yiğit, Karadeniz’e bu sahil yolunu (dikkat edin, otoyol değil sahil yolu) bu şekilde deniz kıyısından geçirerek ve önce proje ihalelerini yapmadan, kesin hesapları, teknik ölçüleri, ana altyapı hedeflerini belirlemeden, derelerin yatağının daralmasına değil genişleyip açılmasına dikkat etmeden bu yolun yapılmasına imza atmam dedi.

Adamı müdürlükten attılar.

Yılmadı, dava açtı.

Davayı kazandı.

Yeniden Genel Müdür oldu.

Yine attılar. Yine yılmadı.

Yeniden geldi, yeniden attılar.


***


Karayolları Genel Müdürü’nü işinden ata ata, projeleri bile olmadan ihaleleri yapa yapa Karadeniz Sahil Yolu, start aldı. Mesut Yılmaz başbakanlığı yitirdi. AKP iktidar oldu, “başlamış yolu durdurmaya” cesaret edemedi, yapımına devam etti, kurdeleler kesildi, tantanalı açılışlar yapıldı.

Biliyor musunuz?

Metresi kaça mal oldu?

9 bin dolara mal oldu.

Bu, otoyol değil. Virajı, eğimi, rampası, geliş gidiş şerit sayısıyla otoyolların metresi 5 bin dolara mal oluyor.

Karadeniz’i bilen bilir.

Dağları kıyıya paraleldir.

Silsileler yaparak uzanır.

Bu silsile sıradağların aralarından doğuya doğru yüksek kalitede yol ve demiryolları yapılsın. Bu yollarla demiryolları, akarsu vadilerinden ve tünellerden geçen dikmelerle Kuzey’deki Karadeniz liman şehirlerine bağlansın. Hem Karadeniz, Kafkasya’ya ve oradan Rusya ile Orta Asya’ya ve hem de Anadolu’nun şehirlerine daha çok açılsın. Karadeniz’e zarar vermeyecek, ülkeyi müteahhide soydurmayacak yol böyle yapılsın.

Maliyet ne olur?

5 bin doları geçmez.

Bu projeyi istemediler.

Metre başına 9 bin dolarlık seçeneğe sarıldılar. Karadeniz’i yağmur değil “yağma düzeni” vurdu. Gerçeği görelim.

Master
01-08-2009, 07:46
Yılmaz Özdil
yozdil@hurriyet.com.tr




Yol haritası!


Darbeci cumhurbaşkanı:

"Kürt diye bir şey yoktur, dağlarda

karda yürürken kart kurt diye sesler

çıkar, bunların ismi ordan geliyor."

*

Tombul başbakan:

"Üç beş çapulcu bunlar..."

(Bodrum’da tatildeydi o sırada.

Ayağında Hawaii şort vardı.)

*

Kadın başbakan:

"Çakıl taşı bile vermeyiz..."

(Oğlu, Boğaz’da yaptı askerliğini.)

*

Çoban cumhurbaşkanı:

"Kürt realitesini tanıyoruz."

(Dün dündür!)

*

Yavaş konuşan başbakan:

"AB yolu Diyarbakır’dan geçer."

(Yol haritası!)

*

Kasketli başbakan:

"Apo’yu niye bize verdiler

inanın ben de bilmiyorum."

(Öğrenemeden vefat etti.)

*

İmam başbakan:

"Tutturmuşlar sınır ötesi diye,

içerdeki 5 bin terörist bitti mi ki

dışarıdaki 500’le uğraşalım?"

*

İmam başbakan:

"Askerlik yan gelip yatma yeri

değildir canım kardeşim..."

(Oğlu, dövizli askerlik yaptı.)

*

Kart kurt diyen cumhurbaşkanı:

"Artık bir Kürt devleti var...

Kaç senesi var bilmem, Türkiye

eyalet sistemine geçebilir...

DTP Meclis’e girmeli, yumuşar.

Leyla Zana ile görüşebilirim."

(Aferin.)

*

George Clooney cumhurbaşkanı:

"Tarihi fırsat var."

*

İmam başbakan:

"Kürt açılımı başlatıyoruz."

*

Zaman ne çabuk geçiyor di mi?

*

"Seni ben ellerin olsun diye mi sevdim, her şeyimi uğruna boş yere mi verdim, yalan sözlerle aldatıp seninim derdin, her şeyimi uğruna boş yere mi verdim..."

(Kürdili hicazkar!)

*

Sanırım, son 25 yıllık iktidarlara oy verip de, keşke elim kırılsaydı demeyen tek seçmen kitlesi DTP’ye oy verenlerdir... Çünkü bi tek DTP milletvekilleri aldığı oyun hakkını verdi.

*

Asıl realite budur.

buena vista
03-08-2009, 07:09
Yavuz Semerci

03.08.2009

AZİZ Nesin'in "Yüz Liraya Bir Deli" hikâyesini bilir misiniz?
Ruh hastalıkları hastanesinden beş akıl hastası kaçmıştır. Ne zaman kaçtıkları bilinmemekle birlikte, kayıp oldukları anlaşıldığı an kaçtıkları kabul edilmiştir. Kaçanların beşi de azılı, saldırgan ve daha önce cinayet işlemiş suçludur. İçlerinden birinin en büyük hastalığı yangın çıkarmaktır.
Hastane başhekimi, emniyeti arar ve alarm verilmesini sağlar. Delilerden birinin üzerinde hastanenin çubuk çizgili elbisesi vardır. Kaçanlardan biri kadındır ve hem kadın hem de diğer bir erkek elbiselerini hastanede çıkarmışlardır. Demek ki ikisi de çıplak kaçmıştır. Diğer ikisi de görevli elbiseleri giymiştir... Tabii hepsi şizofren ve anormal davranışları vardır.
*
Olay bakanlık düzeyinde ele alınınca emniyet kırmızı alarm verir. Ve bir telsiz anonsu ile tüm polis karakollarına şu talimat iletilir:
"Yazılı emir sonra gönderilecektir, ancak dün gece akıl hastanesinden 5 deli kaçmıştır ve çok tehlikelidir." Delilerin tarifi verilir. Bir kadın ve erkeğin çıplak olduğu söylenir ve eklenir: "Şehir içinde kargaşa ve karışıklık çıkarabilecek ve tehlikeler yaratabilecek bu beş akıl hastasının yakalanması için tüm polislerimiz seferber olsun. Şehirde olağandışı davranışları görülenlerin yakalanarak akıl hastanesine muayeneye gönderilmeleri gerekiyor. Ayrıca bakanlık, kaçak akıl hastalarını yakalayacak polis memurlarına nakdi mükafat olarak yüzer lira vereceğini bildirmiştir."
Polis teşkilatı seferber olur. Hatta bekçiler bile komiserlere, "Allah rast getirir de bir deli de ben yakalarsam, bekçilere de yüz lira verilir mi?" diye sorar. Elbette der komiserler, "Sen ben yok, hepimiz biriz... "
*
Talimatın gelmesiyle ilk delinin yakalanması arasında dakika geçmez. Komiser şüphelenir, polise sorar: "Nereden anladın bunun deli olduğunu?" Polis yanıtlar: "Anormal dediniz. Bunda anormallik var... "
O sırada bir başka polis, iki kişiyle içeri girer sevinçle, "Komiserim, iki tane yakaladım. Hem de halis muhlis deli bunlar" der.
Nasıl anladın kardeşime polisin yanıtı, "Bunun adı Halis, diğerinin Muhlis komiserim" olur.
Bir bekçi, yarı beline kadar çıplak iki kişiyi getirir ve "Allah'ıma şükür iki yüz lira cepte sayılır" der... Komiser itiraz eder: "Deliler çıplak olacaktı. Bunlar yarı çıplak."
"Eh çıplak sayılır. Daha da soyarım. Bunları nezarete koyayım, dışarısı nah böyle vıcır vıcır deli kaynıyor... "
Kısa süre içinde deli olduğu için yakalanıp akıl hastanesine götürülen şüphelilerin sayısı birkaç yüze çıkar. Ancak aranan 5 deli aralarında yoktur.
*
Aziz Nesin'in hikâyesi şöyle devam eder:
"Plajlara yapılan baskınlarda da olağandışı davranışları görülen pek çok kişi ele geçirilmişti. Bunların çoğu, deli olmadıklarını, plaj kabininde donlarını çıkarıp mayolarını giyecekleri ya da tam tersi bir durumda yakalandıklarını iddia eder. Ama delilerin deliliklerini hiçbir zaman itiraf etmedikleri düşünülerek, hiçbirinin sözü dikkate alınmaz... "
Deli avlayan polislerin, deli başına istedikleri para, hastaneden kaçanlar yakalanmadığından verilmeyince işler savsaklanır. Sokaklardaki deliler de rahat nefes alır...
*
Bu kara mizah, son günlerde yaşanan Ergenekon Davası'na pek bir benziyor. Ülkeyi kargaşaya sokmayı, seçilmişleri darbeyle uzaklaştırmayı amaçlayanlara; devletin karanlık dehlizlerinde bin bir fırıldak işler çevirenlere yönelik soruşturma umutlandırmıştı toplumu. Ancak bu soruşturmanın yarattığı atmosferden mi, bir dönemin mağdurlarının hesaplaşma adına önüne geleni damgalamasından mı bilmem, demokrasi adına karanlık ve yargısız hükümler sardı etrafı...
Tarif belli: Askere yakın... Emekli asker... Hükümete muhalif, hükümeti devirmek isteyen, sokaklarda kitlesel eylem yapan, telefonlarda ileri geri konuşan, Türkiye'nin hızlı bir şekilde İslami yöne doğru kaydığını uluorta haykıran, emekli generallerle görüşen, memleket meselesini askerin halletmesini isteyen deliler aranıyor...
Böyle bir deli veya deliliği gösterecek teşhirlik belge bulan, "Demokrasi düşmanını yakaladık" diye sevinçten zıp zıp zıplıyor.
Bu şölene, kutlamaya katılmayanlar da dikkatli şekilde takip ediliyor.
Delileri bulmak zor olmuyor elbette. Sokaklar onlarla dolu!
HT

AnnE
04-08-2009, 06:55
Türkiye'ye Gazete HABERTÜRK'ün duyurduğu, Bursa'da bir damacana su dağıtıcısının asansörde boş damacanayla seks yaptığı haberi, HABERTÜRK'te canlı olarak yayınlanan TEKE TEK Programı'nda gündeme geldi. Fatih Altaylı'nın "Bursa'da bir adam su damacasına tecavüz etti" sözleri üzerine Cüppeli Ahmet Hoca, "Bu bir zina gibi, livata gibi büyük bir günah değildir. Damacanayla seks küçük bir günahtır" dedi.

"Barbie bebekler erkekleri tahrik eder" açıklamasıyla gündem yaratan, kamuoyunda Cüppeli Ahmet Hoca olarak bilinen Ahmet Mahmut Ünlü, Fatih Altaylı ile Murat Bardakçı'nın hazırladığı Teke Tek Özel'e konuk oldu.

Ahmet Mahmut Ünlü, Fatih Altaylı'nın, "Siz bu açıklamada bulundunuz ama, adamın biri Bursa'da su damacasına tecavüz etti" sözleri üzerine "İslam'da şehvetle bakmak haramdır" dedi. Böylesi bir bakışla insanın duvara da baksa kadına da baksa harama bakmış olacağını söyleyen Cüppeli Ahmet Hoca, Murat Bardakçı'nın "Hocam damacanaya bakmanın hükmü nedir?" sorusu üzerine ise, "İnsanların nikah yollu evlilikleri helaldir. Fakat bunun dışında tatmin yolu arayanlar günah işlemiş olacaktır. Ama bu bir zina gibi, livata gibi büyük bir günah değildir. Damacanaya seks küçük bir günahtır" ifadelerini kullandı.

MİNİ YORUM ; Dolu damacana hakkındaki yorumlar ayrı bir merak konumuz olup ; dolu damacanaya tecavüz sıracında CUP CUP diye ses cıkması hakkında CUPpeli ne der diye düşünmekteyiz.

dohol
04-08-2009, 08:36
Sayın Anne,

Çok güncel bir konuya el atmışsınız , günlerdir internet ortamında konu ile ilgili türlü yazı , karikatür ve hatta filmler yapılıyor kısa bir tanesini aşağıya koymaya çalışıyorum eğer olursa, olmazsa admin yardım pls.

http://www.ressim.net/out.php/i126766_emrah-damacana.swf

AnnE
05-08-2009, 11:38
Ece Temelkuran Kıyıdan/ MILLIYET

Helal eder misiniz?
5 Ağustos Çarşamba 2009



Ölülerin arkasından konuşulmayacağına dair genel kuralın gerekçesi nedir? Nasıl bir ahlaki meseledir bizi ölüye saygı göstermek zorunda hissettiren? Bugün, ölmek üzere olan ve hepimizin yakinen tanıdığı bir adam sebebiyle bu soru üzerine düşünüyorum. Ölümün herkesi, bütün günahları yıkayabilen bir mertebe olmasının nedeni ne?
Öyle sanıyorum ki yaşayanlar evrensel bir suçluluk duyuyorlar ölülerin karşısında. Saygı göstermelerinin nedeni bu. Hâlâ yaşıyor olmalarından dolayı kendilerini daha şanslı gördükleri için ölüleri, o ölüler ne günah işlemiş olurlarsa olsunlar affetmeye hazırlar.
Sıranın kendilerine gelmemiş olmasından o kadar sevinçliler ki belki ölünün bütün meselelerini kapatmaya hazırlar.

‘Acil şifalar’
Radyoda genç bir kadın haberleri okurken “Yoğun bakıma kaldırıldı” diyor. 20’li yaşlarında olmalı kız. Cıvıl cıvıl bir sesi var. Hiç düşünmeden, otomatik olarak ekliyor haberin sonuna:
“Acil şifalar diliyoruz!”
Niye? Ben dilemiyorum. Dilemeyen bir ülke dolusu, ölü ve diri insan var. Ama kızın sesi dümdüz başka bir habere geçiyor, yine cıvıl cıvıl. Bu yüzden de dilemiyorum şifa zaten.
Çünkü bu ülkede, geçmişte ve şimdide, ne olup bittiğinden habersiz milyonlarca insan var, milyonlarca daha insan olacak. Tıpkı radyodaki kız çocuğu gibi diktatörlere şifa dileyen çocuklar yaptılar bu ülkenin ölülerinden. Daha akıllı çocuklarından daha aptal çocuklar yaptılar. İşkencecileri kahraman; faşistleri ‘sevimli dedeler’ sanan çocuklar yarattılar.

Akıttığı kadar!
Dileyen dilesin, ben dilemem şifa. Akıttığı kadar kanı aksın...
Sonra da, eğer bu işin sonu ölümse, hiç tereddütsüz söylüyorum:
Hakkımı da helal etmem! Hakkını helal etmeyenlerin tarafında dururum.
Şöyle olmalı. Cenazesine gidilmeli. Sevenlerine, ailesine saygılı bir biçimde içeri girilmeli, sessizce. Yan yana durulmalı, saf tutmalı.
Öylece durmalı ve bütün törenin olup geçmesini beklemeli. Çünkü nihayet imam soracak:
“Hakkınızı helal eder misiniz?”
Cemaatin içinde bağırıp çağırmadan sesimizi çıkarmalı:
“Helal etmiyorum”
Hakkınızı helal eder misiniz?
“Helal etmiyorum!”
Hakkınızı helal eder misiniz?”
“Helal etmiyorum!”
Türkçe, Kürtçe, Ermenice...
Sonra da kirli tarihin cenaze törenine hiç değilse üç kere ses vermiş olarak oradan çıkıp gitmeli. En azından bu. En azından... Onca ölü dost, anne, baba, kardeş, evlat, kız çocuğu, oğlan çocuğu için... En azından bu. Türkçe ve Kürtçe. Ermenice ve Lazca... Bu toprağın her dilinde “Helal etmiyorum” demeli. Neden mi?

Üç kere!
Çünkü eğer ölülerin karşısında suçluluk duyacaksanız yaşadığınız için, o ölü, bu ölü değil. Onlar burada değilken hâlâ yaşadığınız için suçluluk duyduğunuz başka ölüler var, ölmemiş olması gereken çocuklar. Durulacaksa onların karşısında terbiyeli durulmalı. ‘Ölüye saygı’ diye bir sessizlik bastıracaksa onlar için susun. Bari onlar için ‘şifa dileyenler’in, ‘hakkını helal edenler’in içine katılmayın.
Bari bunu yapabilin.
Ve eğer ölüp gitmiş arkadaşlarınıza, bu ülkenin yok edilmiş bir nesline, düşündüğü için kafası kesilen onca insana... Yani bu memlekete birazcık saygınız, azıcık sevginiz varsa siz de hakkınızı helal etmezsiniz. Etmemeli. Hem de üç kere! Onu üç kere helallik vermeden göndermelisiniz...

Master
06-08-2009, 06:00
Yılmaz Özdil
yozdil@hurriyet.com.tr




DTP'yle buluştu açılımı konuştu...


- Geç şöyle, otur.

- Töplümsel süreç...


- Bırak şimdi sen süreci müreci! Dan dun gidiyorsun, olmuyor işte... Kafayı kullan, alıştıra alıştıra git.

- Nasıl alıştıra alıştıra?

- Şimdi bak, iyi dinle... Birkaç dönek bul, bir-iki liboş ayarla, ortalık ANAP’lı, DYP’li eski bakan kaynıyor, harmanla onları, biraz yalaka işadamı ekle, iki tutam Alevi serp, koy vitrine.

- "Değiştik" mi diyeyim yani?

- Değiştik de tabii... Ben mesela, AKP’yi değiştirdim, Ak yaptım, çok faydasını gördüm... Sen de DTP’yi değiştir, DPT yap onu... Hem, Anayasa Mahkemesi kapatmaya kalktığında, "Ben Devlet Planlama Teşkilatı’yım, DTP’yle alakam yok" dersin... Hem de, senin adına da uyumlu olur, Kürt’sün ama soyadın Türk, onun gibi... Bi taşla, iki kuş, çaktın köfteyi?

- Köfte mi?

- Açılım yap, açılım, açıl biraz... Mesela Köksal Toptan gibi birini Grup Başkan Vekili yap, vereyim altına trilyonluk arabayı, gezsin, sen de yap bu arada ne yapacaksan... İşi bitince alırsın onu, yerine koyarsın Emine Ayna’yı filan... Acele etme, usul usul, iki ileri bir geri.

- ?????

- Bak bunca yıldır siyaset yapıyorsun, daha bir defa bile camiden çıkarken görmedim seni... Ne namaz kılıyorsun, ne takke takıyorsun... E millet niye oy versin sana canım kardeşim? Hazır önümüz ramazan, söyle Diyarbakır Belediye Başkanı’na, 10-15 bin kişilik iftar çadırı kursun. Bulamazsa, telefon edeyim Kadir abi göndersin... Süryanileri falan çağır. Yanına otur. Poz ver. Nabza göre şerbet pozu... Ama dikkat et, iftar topu attırma, İstanbul’da, Ankara’da iyi gidiyor da, Diyarbakır’da yanlış anlaşılır.

- Çatışma çıktı zannederler!

- Aferin, öğrenmeye başladın bile... Ergenekon’a destek veriyorsun, güzel, Fener’e de omuz ver biraz... Hayır işine gir. Deniz Kandili mi dersin, Kandil Feneri mi, kurdur öyle bi şey, makarna-bulgur dağıt. Ben talimat veririm, Şeş’ten yayınlarız. Kömür işine karışmak yok ama! Dağdan gelip bağdakini kovmaya kalkma.

- Garip gureba da diyeyim mi?

- Fakir fukara da, garip gurebanın patenti benim... Sırrı’nın da kulağını çek, öyle janti janti gezmesin; millet kendi kıçında don olmadığını fark ediyor, olmuyor.

- Uyandırma kerizi diyosun yani!

- Aynen... CHP’nin dolduruşuna gelip, dokunulmazlık işine de bulaşma sakın... Ben sana dokunmayayım, sen bana dokunma... Kürtçesini bilmiyorum ama, İngilizcesi win-win.

- Çözülür mü böylece sorun?

- Oo-hooo! Biz ne sorunlar çözdük böyle... Baksana biz 7 senede nerden nereye geldik, siz 77 senedir arpa boyu yol bile gidemediniz bu kafayla... Bırakın karda dağda dolaşmayı artık, romatizma olacaksınız... Gel sen beni dinle, al çoluğu çocuğu, vereyim benim uçağı, Rixos’ta da villa ayarlayayım, git kafanı dinle. Açılım büfe.

- Açılım büfe mi?

- Amaaan anla işte, dilimiz takıldı bu açılım lafına, açık büfe yani... Gözün gönlün açılır. Okey mi, arayayım mı Fettah’ı?

LAZIO
09-08-2009, 15:09
Cok sevilen Engin Ardic'dan.....Ilginc

------------------------------------------------------------------------

Yalçın Küçük'ü bilirsiniz, kızıl boyun atkısıyla, kalpakla ya da Lenin kasketiyle dolaşan "egzantrik" bir adamdır... Kitapları genellikle bin sekiz yüz sayfa çeker, Küçük de içeri girip girip çıkar...
Kimileri onun hakkında, "hakaret davası açacağım ama cezai ehliyeti çıkmayabilir, beraat eder, onun için hiç uğraşmıyorum" demişlerdir.
Bu adam Ergenekon davasında yargılanıyor.
Kitaplarını okumadım. Zamanım değerli.
Ve de pişman oldum, meğer ne "incileri" varmış ne incileri...
"Emperyalist Türkiye" diye bir kitabı varmış örneğin... (Yahu biz emperyalizmin pençesinde kıvranan mazlum bir ülke değil miydik, şimdi de tam tersine emperyalist mi olduk?)
Bu kitapta Atatürk hakkında yenilmez yutulmaz laflar var.
Profesör Küçük, Atatürk'ü "İngilizler'in adamı" olmakla suçluyor!
İddiasına göre Atatürk, Sivas Kongresi'nde de "mandacılığı" savunmuş! Herkesle birlikte kongrede bu yönde oy verdiğini söylüyor.
(Bu mandacılığın mandayla mandırayla ilgisi olmayıp, bağımlı bir yönetim biçimi olan Fransızca "mandat" kelimesinden gelmektedir. Birinci Dünya Savaşı'ndan sonra bizden koparılan eski topraklarımızdan Filistin ve Irak İngiliz, Suriye ve Lübnan da Fransız "mandat'sına" girmişlerdi.
Bildiğiniz sömürgenin kibarcası... Bizde de "Amerikan mandat'sı" isteyenler vardı, en başta da ünlü Halide Edip Hanımefendi, hani "cumhuriyet kadınlarımızdan"... O kadar cumhuriyet kadınıydı ki, cumhuriyetin on beş yılını kocasıyla birlikte yurt dışında sürgünde geçirdi, çünkü Atatürk'e "diktatör" demişti. Yurt dışında doğrudan İngilizce olarak yazdığı "The Turkish Ordeal" isimli kitabında Atatürk'e en ağır saldırıları yöneltti, sonra Türkiye'ye döndüğünde bunun Türkçe çevirisi olan "Türk'ün Ateşle İmtihanı" kitabında o bölümleri sansür etti... Cumhuriyet kadınıdır, şimdi defilelerde falan canlandırıyorlar...)
Bakınız, Yalçın Küçük de Atatürk için neler demiş: "Kendine güveni olmayan, kıstırılmışlık kompleksi içinde, kuvvetlinin önünde başını eğen, hep bir koalisyondan diğerine kayan, gücünden emin olduğu zaman eski koalisyon ortaklarına son derece acımasız"...
Yuh!
Bakınız daha başka neler demiş: "Çok vesveseli, kompleks içinde yaşayan, sevgisiz bir insandır.
Annesini sevmez. Annesinin cenazesine gitmiyor. Sevgisiz ve acımasızdır. (...) Sevgiyi bilmeyen, acımayı bilmeyen, kimseye güvenmeyen, herkesi kendine karşı komplo hazırlayıcısı olarak gören, bir 'aydınlanmamacı' despot olan Mustafa Kemal'i hiçbir romancı ya da yönetmenin sevimli yapabileceğine ihtimal vermiyorum. En gerçekçi film, Müthiş İvan'ın başarısız bir kopyası olabilir."
Pes!
Bu ifadeler kitabında da yer alıyor, kendisine duruşmada da soruldu... Hani canım şu "Tayyip'in yaptırdığı mahkeme"(!) var ya Silivri'de, orada...
Bekliyoruz, ikide bir bize küfür edenlerden tık yok...
Biz Atatürk hakkında asla ve asla böyle sözler etmedik. Etmeyiz.
Peki Yalçın Küçük'e niçin en ufak bir tepki göstermiyorlar?
Yalçın Küçük "onlardan" olduğu için mi?
Atatürk'e bu lafları eden adam nasıl onlardan oluyor?
Yoksa onlarda mı bir keleklik var?
Yoksa bize yaptıkları saldırıların altında Atatürkçülük gayreti değil de apayrı ve çok özel kuyruk acıları mı yatıyor?
Kim Atatürkçüymüş, kim değilmiş arkadaşlar?
Haksızlığın, insafsızlığın, iftiranın, hakaretin de bir sınırı olmalıymış, değil mi arkadaşlar?

Master
09-08-2009, 22:52
Bu porno tercumanı hızlı döner iyi bilinir... Netice ölüsü yetiyor aslında....Ayağına getirtip belbüktürüyor..Kahroluyorsunuz ama öyle...En azından kimin dölünden olduğumuzu bilmemizi sağladı...Bir Fransız..İtalya..İngiliz hatta Yunan kertmesi olurdu da anamız adını veremezdi...Acıtır ama bu böyle...

Ramo
09-08-2009, 23:18
Kürt meselesi:

ABD ve Batı, bilhassa buradaki petrol kaynakları nedeniyle bağımlı hükümetler yaratıyor bölgede. Bu hükümetler arasında en kuvvetli durumda olanı, en bağımsız hareket edeni Türkiye’dir. Türkiye’yi bağımlı tutmak için

Amerika olsun Avrupa olsun- Kürt meselesine çomak sokuyorlar. Mesele bugün Irak savaşından sonra açıkça ortaya çıktı; Amerika bizim güney hududumuzda açıkça bir Kürt devletinin altyapısını hazırladı.

Benim görüşüme göre Amerika, Ortadoğu’da Türkiye gibi büyük bir kuvvetin daima müşkülat içinde bulunmasını ister. Bu açık bir hakikattir.

Kuzey Irak’ta ABD’nin politikası bu konuda açık, orada Kerkük-Musul petrol kaynakları üzerinde kendisine uydu bir devlet istiyor.

Bugün Amerika Ortadoğu’ya hâkim olmak istiyor; İsrail’i yarattı, Irak’a geldi. Kuzey Irak’ta başka bir İsrail devleti yaratmaya çalışıyor.

AB ve ABD bugün Kürtleri destekliyor; Ermeniler ve Kürtler, şimdi Amerika’nın Ortadoğu’da yeni “parçala-bağımlı yap” politikasından kendileri için çok ümitliler.

Dünyanın her tarafında Kürt milliyetçileri saldırı halindedir. Vahim olan, bugün Ermeni meselesi gibi, uluslararası bir mesele halini almıştır. Görmezden gelmekle mesele kalkmıyor; AB neden bu kadar üzerimize geliyor. Bütün
amaç Batı’nın desteğini almak.
İşin vahameti şuradadır:
Biz hâlâ Osmanlı gibi Türkiye büyük devlettir, bunlar kurusıkıdır diyoruz. Hayır, 19. yüzyılda Avrupa bu yolla Ortadoğu’yu nasıl hükmü altına almaya çalıştıysa bugün de
Türkiye’ye karşı aynı politikayı sürdürmektedir.

Bence bütün bunlar, Avrupa’da 19. yüzyıldaki “Question d’Orient” politikasının devamından başka bir şey değildir.

Atatürk: Türk milletinin bir şansıdır Atatürk.

Atatürk’ün hareket noktası şu: Batılılaşamadığımız takdirde bu dünyada bize hayat yoktur.

Yeni kuşaklar bugün ‘Vatan, millet, Sakarya’ diye alay ediyorlar o destansı devirle, son derece üzülüyorum. Hakikaten Türkiye’yi kurtaran, bir devlet ve millet yaratan bir liderdi Atatürk. Diğer yandan Atatürk’ü putlaştırmak bir hatadır. Atatürk’ün koyduğu prensipler diye birtakım donmuş kurallara bağlı kalmak Türkiye’nin önünü kesmektir.

Ben sadık bir Atatürkçüyüm.

İslam:

Atatürk’ün İslam düşüncesi şuydu ve bütün nutuklarında söylerdi. ‘Din bireyin vicdanına aittir, bunu bir zorunluluk haline getirmek hatadır.’

Türk İslamiyeti’nin Arap İslamiyeti’nden farkı tasavvufu, dini hayatın önemli bir kolu olarak kabul etmesidir.

Türk Ordusu:

Memleketi istiladan kurtaran subaylardır, ordudur. Memleketimizi Batılı bir toplum haline getiren ordudur, Mustafa Kemal’dir.

Bugün Türkiye’de güçlü bir ordu olmasa; Ermenistan hazır, Rusya hazır, Yunanistan hazır, Suriye bile Hatay’dan vazgeçmiş değil. Dört taraftan çevrilmiş durumdayız. Eğer güçlü ordumuz olmasa Türkiye ertesi gün parçalanır. Güçlü bir ordu Türkiye için zarurettir. Kim etrafımızdaki tehlikeleri günü gününe takip edip dosyalıyor; ordu, Genelkurmay. Demek ki bizim emniyetimizi, güvenliğimizi devamlı bir şekilde takip eden, gereklerini yerine getiren bir kurum var.

Ulus-devlet:

Yok, ulus-devlet bitmedi. Bitti derseniz o zaman Türkiye devletini inkâr ediyorsunuz, Sevres’i Türkiye’nin parçalanmasını kabul ediyorsunuz. Ulus-devlet kalktı diyenler kendisini Türk hatta, Türkiye vatandaşı hissetmiyor, bağnaz etnik bilinçlenme ortada olan bir olgu.

AB:

AB’ye katılmak çok gereklidir. Yunanistan’ı nötralize etmek ve memlekette birlik ve tam demokrasinin yerleşmesi için. Tanzimat’tan beri Avrupa’nın baskısı ile insan hakları ve yarım yamalak demokrasi almaya çalıştık. Bir bekçi istiyoruz, ya Avrupa ya da ordu olacak.

Fener Rum Patrikhanesi:

Bazı aydınlarımız meseleleri bilmeden, insan hakları kahramanı kesiliyor ve Türkiye karşıtlarına destek veriyor. Sırf bilgisizlik, kayıtsızlık. İstanbul, Ortodoks dünyasının merkezi olunca şehir uluslararası bir statüye doğru gider. Her şeyden önce bu, Lozan Antlaşması’na aykırıdır. Bu yolla Türkiye devletinin uluslararası statüsünü belirleyen bu antlaşmada bir delik açılır. Yunanistan ve AB bazı iddialarda bulunabilir. Mesela patrikliğin tayininde yabancılar etkili olur.

Aydınlar:

Bugün kendini Türk hissetmeyen, azınlık sayan kozmopolit aydınlar ortaya çıktı.

Kendimizi suçlamak son zamanlarda moda oldu.



Prof. Halil İnalcık kimdir:



1916 İstanbul doğumlu.
Ankara Gazi ve Balıkesir Muallim Mektebi’nde okudu. Ankara Dil Tarih ve Coğrafya Fakültesi’nin ilk mezunlarından oldu. Üniversitede asistan olarak kaldı. Doktora ve doçentlik tezinden sonra İngiltere’de çalışmalar yaptı.
Profesör oldu; Columbia Üniversitesi’nde öğretim üyeliği yaptı. Harvard’da araştırmalar yapıp konferanslar verdi. 1972’de Dil Tarih ve Coğrafya Fakültesi’nden emekli oldu. Chicago Üniversitesi’nde çalışmaya başladı. Buradan 1986’da emekli olunca Princeton Üniversitesi’nde misafir profesör olarak çalıştı. 1993’te Ankara’ya taşınarak Bilkent Üniversitesi’nde tarih bölümünü kurdu. Geçen yıl TBMM onur ödülünü aldı.



Prof. Kemal H. Karpat

/_np/2873/8562873.jpg

Kürt meselesi:

Kürt devleti fikrini, en aktif şekilde savunanlar, Türkiye’dedir. Bugün Amerikalıların ve İsraillilerin etkisiyle, Kuzey Irak’ta bir Kürt bölgesi kuruldu ama unutmamak gerekir ki, ‘Kürt bölgesi’ dediğimiz yerin iki efendisi vardır. Sözde sosyalist Talabani ve Barzani. Bu liderler 10-15 sene önce savaşıyorlardı. Orada bir Kürt toplumu ortaya çıkmakla beraber, Kürt devletinin milli ideolojisi oluşmamıştır. Onun ideolojisi Türkiye’de oluşuyor.

Türkiye dağılırsa, bir Kürt devleti uzun süre yaşayamaz. Ne bir Arap devleti kalır, ne de Kürtler. Bu topraklar bambaşka şekil alır. Türkiye’nin ayakta kalması, kuvvetli olması, birçok bakımdan uzun vadede Kürtler için de, Araplar için de emniyet kilididir.

(Türkiye’de) Amerikan fobisi var; her şeyin oradan kaynaklandığını düşünmek hatadır. Amerika’nın buradaki en büyük endişesi petrol ve enerji kaynaklarının kendine düşman ellere ve ülkelere geçmemesi. (...) Petrol olmasa Amerika’da her şey durur. Hayat bir günde çöker. Bu nedenle Amerika’nın petrol bölgelerini karmaşaya meydan vermeden güven altında tutması lazım.

İslam:

Bu milletin kökünde din ortaklığı önemlidir ama ben hiçbir zaman bu milleti tamamen İslam’a dayandırmıyorum. İslam da önemlidir, fakat İslam da Anadolu ve Rumeli şartlarında gelişmiş ve kendine özgü bir din anlayışı doğurmuştur.

(Osmanlı’nın son döneminde dini) saha, dini yozlaştıran medreselerdeki yetersiz hocalara kalmaya başlamıştır. O bakımdan, Atatürk’ün medreseleri kapatmasını kaçınılmaz bir adım olarak kabul ediyorum. Mutlaka yeni bir başlangıç yapılmalıydı ve burada Atatürk’ün hakkını vermek lazım; o, din düşmanı değildi. Dinin hakiki manasının kabullenilmesini, vicdanlara hitap eden bir hale gelmesini istiyordu. Nitekim Atatürk o devrin aydın din bilginlerine ilişmemiş.

Cumhuriyet devrinde, bir yandan gerçek İslam’a sadık kalan yeni din düşüncesi doğmakla beraber, devleti din aleyhtarı gören ve devletin politikasının bazı yanlışlarını istismar ederek “devleti dini yok etmek isteyen bir kurum” olarak göstermek isteyenler de olmuştur. Bunlar Türkiye’de dinin siyasallaşmasına yol açmıştır.

Atatürk devrimlerinin İslam ülkelerindeki etkileri çok geniş ve sürekli olmakla beraber, doğru değerlendirilmiş değildir. İslam ülkeleri idarecileri ve hâkim sınıfları, Atatürk devrimlerini kendi mevkilerine ve çıkarlarına tehdit olarak gördükleri için kınamışlardır.

Laiklik:

Türkiye’de rijit/katı bir laiklik anlayışı var. Dini siyasileştiren devlet olmuştur, mesele budur. Laikliğin birçok tarifi vardır. En geçerli tarifi şudur: Bugün İran’da olduğu gibi bir ruhban sınıfının siyasete hâkim olmaması, siyaseti düzenlememesi esas olmalı. (...) Türkiye’de bir dereceye kadar doğru hareket edilmişse de, dinin kendine özgü serbest bir alanı olduğu kabul edilmemiş, o alan içinde kendi kendini idare etmesine, serbest fikirler ileri sürmesine izin verilmemiştir.

Laikliğin hiçbir zaman bir dogma, körü körüne uygulanan bir değer olmaması gerektiğini anlamalıyız. Toplumun gelenekleriyle, ruhuyla çatışmayacak bir laiklik anlayışının gerektiği ortadadır. Bir toplumun kimliğini, ruhunu da mutlaka koruması gerekmektedir.

Türkiye ne İslamiyet’ten ne Türklükten ne de Batı biçimi modernleşmeden vazgeçebilir. Bugün modernleşme ve ilerleme konusundaki Batılı fikirler, toplum kültürünün ayrılmaz bir parçası haline gelmiştir. Ve nasıl Türkiye İslamiyet’ten vazgeçmezse, toplumu modernizmden soyutlamak da aynı ölçüde olanaksızdır.

Diyanet İşleri Başkanlığı:

AKP’nin yapması gereken en önemli hareketlerden bir tanesi, din otonomisini kurmak ve ondan sonra elini çekmekti. AKP buna yanaşmadı. Çünkü parti içinde de bilhassa alt kademelerinde sözde mevcut İslam eğilimine karşı gelmeme ve partiye oy kaybettirmeme, bu partilerin Saadet Partisi’ne gitmesini önleme kaygısı var.

Cumhuriyet mitingleri:

Kadınların bu mitinglere coşkulu ve çok sayıda katılmalarını çok olağan ve anlaşılması kolay bir olay olarak görüyorum. Bugün İslam ülkelerinin karşılaştığı en çetin sorun, kadın hakları ve hürriyetlerdir.

Türkiye’de dinciler ve sosyal-kültürel tutuculuğu ön plana çıkaranlar kadın hakları konusundaki görüşlerini açıkça ortaya koymaktan çekindikleri için, kadınların birçoğu bu kimselere karşı tedirgin hareket etti.

Türkiye’de birçok kadın AKP’nin kadın konusunda ne düşündüğünü, ne yapmak istediğini bilmediği için ondan çekiniyor, hatta korkuyor.

ABD-İslam ilişkisi:

Eskiden Amerika laikleri, modernistleri tutarken şimdi İslam’ı tutmakta, İslam’ı dikkate alarak hareket etmektedir. Bu benim eski görüşümdür üstelik.

• Batı’nın şimdi İslam’ı tanıması ‘ılımlı İslam’, ‘liberal İslam’ tanımları üzerinden Fethullah Gülen gibi liderlere yaklaşmaya çalışması büyük bir dönüşümdür. Bunu çok daha önce yapsaydı çok daha somut sonuçlar alırdı.

• Amerika’nın dış ve iç politikasında benim de eleştirdiğim yerler vardır. Ama Amerika dünya siyasetini her bakımdan etkileyebilecek, Türkiye’ye yararı veya zararı dokunabilecek büyük ve etkili bir güçtür. Gerçek duygularımız ne olursa olsun Türkiye siyasetçisi daima Amerika’nın desteğini sağlamaya çalışmalıdır. Çünkü buradan bize büyük fayda gelebilir.

Askeri darbe:

1980 müdahalesi artık son askeri müdahaledir. Çünkü bu müdahaleyle bundan sonra yapılacak müdahalelerin gerekçesi yok edilmiş, orduyu kullanmak isteyenler de artık orduyu kullanamayacak duruma gelmiştir. Ordu içindekiler de kendilerini destekleyecek temellerden yoksun kalmışlardır.



Prof. Kemal H. Karpat kimdir:



1923 Romanya, Dobruca’da doğdu. 1934’te Türkiye’ye geldi. Hukuk fakültesinden mezun oldu. 1948’de ABD’ye gitti; Washington Üniversitesi’nde yüksek lisans öğrencisi oldu. Türkiye’ye geldi; sosyalist Kemal Sülker’in “İşçi Hakkı”nda makaleler yazdı. Sonra New York’a döndü. BM’de çalıştı. Montana Eyalet Üniversitesi’ne doçent olarak girdi. Harvard ve Princeton Üniversitesi’nde ders verdi. Türkiye’de ise ODTÜ, Robert Kolej ve AÜ Siyasal Bilgiler’de hocalık yaptı. Tekrar ABD’ye gitti; New York Üniversitesi’nde görev aldı. 1970’te Wisconsin Üniversitesi’nde “Ortadoğu Etütleri Programı”nı kurdu ve 1988’e kadar bu görevini yürüttü. Bilkent Üniversitesi’ne Orta Asya Merkez Kürsüsü’nü kurdu. 2003’te Wisconsin Üniversitesi’nden emekli oldu. Fethullah Gülen cemaatinin organize ettiği Abant Toplantıları’na dört kez katıldı. Bu yıl TBMM Onur Ödülü’nü aldı.

Kaynak: http://www.hurriyet.com.tr/yazarlar/12241576.asp?yazarid=218

AnnE
10-08-2009, 12:00
Küçük Hoca; acaip bir adam vesselam. Onu ilk 80 in hemen sonrası iki ucu yerlere degen kırmızı kaşkolü ile organize ettiği '' hadi bakalım solu bi daa toparlayalım '' toplantılarından hatırlarım. O zamandan bu zamana, hertürlü denge teorilerini yerle yeksan etmiş bir muhterem. Acaip okumuş, konuşamayacağı konu olmayan bir zat. Ama, bu kadar şeyi bildigini zannedince demek ki kolay kısa devre yapıyor. Tabii onun zamanında fiberoptik falan yoktu, devreler erken aşındı.

Konusurken her ne kadar sık sık bokunu cıkarsa da dinlemesi keyif vericidir. Allah şifa versin desem, bu temennimi şiddetle reddedip, benim de ne dönmesi olduğumu yirmidört saniyede aleme ifşa eder ki, yemezler, girmem bu polemiklere valla.

Şimdi polemige girmemek lazım diyince; erken dönem gugılisti, en eski tv şaklabanlarından erginar dıç'dan çok sevilen bir bilgi hazinesi diye bahsedip, Küçük Hoca'yı da onun seviyesine indirmek de polemiğin bir başka sahfası olacak ki bunu zaten hiçbir öğünde yemem ; girmem dedim mi girmem.
Küçükmüş, ardıcmış ; Hepsinin ebadı kendine.

Dünyanın en ''cambaza bak !!'' davasınnın bir nömerolu sanığı buysa, polemik lafının PO'suna bile giremem; sonunda MİK'i var maazalllah.

Bilmem girdim mi ?

LAZIO
10-08-2009, 14:24
Efendim "Adam deli.......cezai ehliyeti yok........bu saniksa bu dava nasil bir davadir" falan filan....

Ancak yukaridaki yazi Kucugun tutuklanmasina "Ataturkculer susturulmak isteniyor......Ergenekon vatanseverlere karsi komplodur" diye bagrisanlar icin yazilmis vede tabir caizsse tas gedigine oturmusdur......

Tasi yerinden oynatma gayreti sirf Engin Ardic'a verip veristirmekse,kendisi benim babamin oglu degil.....Buyrun......LAZIO

-------------------------------------------------------------------------

dohol
10-08-2009, 21:08
666

Minik söz: Bayram değil seyran değil eniştem beni niye öptü.

AnnE
11-08-2009, 06:00
Yukarıdaki ÇİŞ yazısı hakkında ;

Demokrasiden yana olmayı, demokrasi kavramına asla sahip olamayacak zihniyetin özgürce herşeye elkoymasını savunmak olarak algılayan zat, heryanı boka bulandıktan sonra, oturarak işemek durumunda kalınca paçalarına çiş sıçrama ihtimalinden dolayı telaşlanmış.

Oyda ki ortam aydınlatması müsaitse, o sıçrayan küçük çiş damlacıklarının ışığı çok hoş birşekilde kırdığını ve bu yansımaların yarattığı renk oyununun ne kadar huzur verici olduğunu da savunması bence çok yakın.

Tabii oturarak işemek yetmez, işeme eylemi bitince, bir plastik ibrik ile işeme aparatının cop cop diye yıkanması da bir mecburiyet olduğunu da öğrenince tam huzura o zaman varacak zatoğluzat.

AnnE
11-08-2009, 06:20
Orhan Gökdemir/Habercem.com



1 Numarayı açıklamak bana düştü
Ergenekon’un lideri Abdurrahman Çelebi...

"Ergenekon yurdun adı
Börteçine kurdun adı
Dört yüz sene durdun haydi
Çık ey yüz bin mızrağımız" diyor Ziya Gökalp. Börteçine dedikleri bir bozkurt. İşte o bozkurdun Türkleri Ergenekon yurdundan çıkardığına inanılıyor.

“İnanılıyor” denince okuyucular çok eskiden beri inanılıyor sanabilir. Orta Asya araştırmaları Macar “Türkologlar” tarafından 19. yüzyılda başlatıldı. Macarlar kendilerinin Hunlardan geldiğine inanıyordu. Bu inancı sağlamlaştırmak için Orta Asya’yı dolaşıp durdular. Bu gezgin araştırmacılardan en ünlüsü Armin(us) Vambery’ydi. Orta Asya gezilerinden topladığı bilgileri gidip İngiliz İstihbaratına sattı. İngiliz İstihbaratı ise bu bilgileri Rus Çarlığı’nın arka bahçesinde sorun çıkarmak için kullandı.

Bozkurt efsanesinin Anadolu topraklarında inanılır hale gelmesi o tarihlerdedir.

Pek çok kişiyi kızdıracağını bildiğim bir de not ekleyeyim Arminus Vambery Yahudi asıllı bir Macar’dı. Onun gibi, Doğu Avrupa’daki pek çok Yahudi o tarihlerde Rusya’daki sayısı 5 milyon civarında olan “esir Yahudileri” kurtarmaya çabalıyordu. Bunun yolu da elbette İngiltere’nin desteğini almaktan geçiyordu. Esir Yahudiler Ekim devrimi ile kısmen kurtuldu. Ve fakat bu kez de Türkler “esir” kalmıştı. Bozkurt’un ve Ergenekon’un hatırlanmasının tam zamanıydı.

Eee, herkes inandı tabii…

Nihal Atsız arada “keçidir keçi” diyecek oldu, kimse oralı almadı. Bozkurt daha uygundu demir dağı eritip Türkleri Ergenekon’dan çıkartmak için. Kim kılavuzu keçi olsun ister ki?

Orta Asya’daki araştırmalar ilerledikçe bir de bakıldı ki Türklerin kılavuzu sanıldığı gibi kurt değil, keçi… Doğal olarak keçi dağ taş hoplaya zıplaya gezen, karnını doldurmakta hiç güçlük çekmeyen bir hayvan söz konusu olan. Bir de kaplumbağa makbulmüş Türkler arasında ki sebebi evini sırtında taşıyor olması. Al keçiyi vur kaplumbağaya sonuç bildiğin Türk!...

“Ergenekon yurdun adı, Börteçine keçinin adı” doğrusu demek ki. Börteçine dediğimiz keçinin dişisi oluyor, erkeği teke.

Teke zortlatması, Ergenekon’un henüz revize edilmediği o eski günlerden mi kaldı bilinmez. Ama bildiğimiz “bozkurt ulutması” diye bir oyunumuz yok. Yokluğu kanıt olarak kullanmaya kalkacak değilim. Var olandan yola çıkıyorum sadece.

Bir iddiaya göre.zortlatma, sıçrama, hoplama anlamına geliyor. Tekelerin çiftleşme zamanı sonbahar. Bu mevsimde tekeler hoplayıp zıplayarak dişilere kur yaparlar. İşte teke zortlatması da kur yapan tekeleri canlandırmakta.

Tevekkeli değil, bizim Ergenekon soruşturması da bir bozkurt kovalamacadan çok, teke zortlatmasına benziyor. Hoplayıp zıplayan iddialar var ortada, gerçekliği kuşku götürür. O iddialara dayanarak birilerinin çiftleşmek istediği ise kuşku götürmez!

Kürt açılımına bozkurt tepkisi de bir ulumadan çok, teke zortlatmasına benziyor fark ettiyseniz. “Ne mozağiyi ulan”dan geldi, iş “PKK ile görüşmeyecekseniz tamam” noktasına dayandı.

Ergenekon’un üstüne geldi Kürt açılımı. Bakın ortada ne uluyan var ne ısıran.
Bozkurttan vazgeçtik, bir keçi inadı da göremiyoruz ortada.

Yoksa… yoksa bizi bir kaplumbağa mı emzirdi!

Orhan Gökdemir/Habercem.com

buena vista
11-08-2009, 09:17
bcoskun@hurriyet.com.tr



MEDYADAN izlediyseniz, insanların çişlerini hangi pozisyonda yapacaklarına vali karar verdi:

Oturarak...


İnsanı boşuna vali yapmazlar.

Vali ne derse o...

Otur otur...

Kalk kalk...

*

Pisuarlar, çişlerini genelde ayakta yapan erkekler için düşünülmüştür. Zaten ben oturarak çişini yapan erkek hiç görmedim...

Dünyanın her yerinde, özellikle uygar ülkelerde yaygın biçimde kullanılan, hijyenik, modern, medeni bir tasarımdır pisuarlar.

Dinciler pisuarlara da kızarlar...

İşte Ordu Valisi bu meseleye eğildi, pisuarların “itikadımıza uygun olmadığına” karar verdi ve “Pisuarları sökün” dedi...

Söktüler...

Çişinizi oturarak yapacaksınız...

Ve o sırada düşüneceksiniz:

“Ben niye bu pozisyondayım?..”

*

İşin doğrusu; AKP tüm valilerin böyle olmasını istiyor.

Bunun için zaten geçtiğimiz günlerde üniversite giriş sistemini değiştirerek, imam olarak yetişenlerin doktor-mühendis-yargıç-kaymakam-vali olmalarını sağladı. Ve siz gazetelerde-televizyonlarda “İmam hatiplerin önü açıldı” haberlerini okudunuz...

Vali, pisuar taşlarını “İtikadımıza uymaz” diye söktürüyorsa, gerisini düşünmek tabii ki size düşer:

Neden Türkiye giderek Arabistan’a benziyor?..

Çağdaşlıktan neden uzaklaşıyor memleket?..

Bu ilkellikler niye?..

Niçin Türkiye’nin namuslu aydınları, aklı başında insanları, Türkiye’yi yöneten bu dincilere tepki gösteriyorlar?..

Ve Arap kültürünü Türk toplumuna giydirmek isteyenler, neden Atatürkçüleri, laik cumhuriyeti savunanları yok etmek peşindeler...

Ve bu kavgalar...

Bu çekişmeler...

Bu çığlıklar niçin?..

*

Oturarak çişinizi yaparken, bunları düşüneceksiniz...

ar_de_
13-08-2009, 00:29
Zevk almaya başla Hamdullah! Sonuna geldin............

Sahi nasıl bir adamsın sen Hamdullah?'AK'ın A'sı adalettir dedin, hapiste yatanların yüzde 54'ü suçsuz. Oysa
senin vekillerinin, belediyecilerinin yüzde 90'ı sabıkalı Hamdullah. Nasıl
bir adalet, nasıl bir ahlak bu seninki Hamdullah?*

Mevcut azınlıklar yetmedi sana, Ermenistan'dan 50 bin Ermeni ithal ettin,
Alman dahil 50 azınlık icat ettin başımıza. . *Memlekette 'çoğunluk'
bırakmadığının farkında mısın, kendinle gurur duyuyor musun Hamdullah?*

Anladım Hamdullah!

Osmanlı Viyana kapılarına koçbaşıyla dayanmıştı, sen Osmanlı'nın
'neo'su (nasırsurat'ın N'si, ebleh'in E'si, orman çocuğunun O'su)
olarak, 'AB'ye girmek' derken, boş gaz borusunun içinden sürünerek
Avusturya'ya pasaportsuz gitmekten bahsediyordun. Şimdi anladım!
Lakin Hamdullah; AB, kendisi için bunca önemli enerji hattını senin
belkemiğine döşemişken, binlerce noktaya kompresörler falan kurmuşken,
Şirket, 'Nabucco GmbH, taraf ülkelerde malın güvenliğinin sağlanmasına
katkıda bulunur' demişken,
Ve AB, 'Atalanta Deniz Harekâtı' (EU NAV-FOR ATALANTA) adı altında,
kırık dökük teknelerle deniz ulaşımını tehlikeye düşüren (!) Somalili
korsanlarla mücadele bahanesiyle 112 gemilik deniz filosunu Hint
Okyanusu'na, Aden Körfezine, Somali sahillerine indirmiş iken...
Yani Hamdullah; -Nabucco'nun diğer yarısı-, Trans-Sahara Projesi
dediği Nijer Deltası'nın doğal kaynaklarını sömürme, Avrupa'ya aktarma
projesi gözünün önündeyken,
Avrupa, Trans-Sahara'nın, yani enerji nakil yollarınının güvenliğini
üfürükten korsan hikayeleriyle AB standardına göre havadan, karadan,
denizden militarize etmiş iken,
Avrupa bir yandan Afrika'da askeri istihbarat üsleri açar bir yandan
"Afrika'daki açlara yaptığım yiyecek yardımının kargosunu koruyorum"
diye kıvırtırken,
Sen AB'nin döşediği boruyu koruma bahanesiyle Türkiye'ye AB askeri
göndermesine karşı bir nasıl bir önlem aldın Hamdullah?
TSK'yı itibar infazlarına maruz bırakıp tel tel çözmeye çalışman AB
militarizasyonuna yol vermek için midir Hamdullah?
Sahi kimsin sen Hamdullah?
Nasıl bir kafadır, nasıl bir dindir, nasıl bir ahlaktır seninki?
Nasıl bir 'vatan' kavramı vardır senin kafanda Hamdullah?
Ve nasıl bir Allah'tır bu seninki Hamdullah, vatana ihanetini, insana
ihanetini, doğaya ihanetini sırf müslüman doğduğun için affeder de
sana cennette 70 bin bakire gelinli köşkler hazırlar, nasıl bir Allah
bu seninki Hamdullah?
Sen Hamdullah islamiyetten başka kimlere, neye 'hizmet' için
buradasın? Nasıl bir adamsın, kimsin nesin sen Hamdullah?
Hani seninle havaalanından (Ravalpindi) İslamabad'a gidiyorduk,
hatırlıyor musun Hamdullah? O onbeş kilometrede gördüğün
fukaralıktan, ölüm tehlikesinin her an, her yerde, herkes için mevcut
olmasından duyduğun dehşeti hatırlıyor musun?
Hani sen "Buralar Türkiye'nin 80 sene evvelki hali" demiştin de, ben
de "Hayır" demiştim, "Buralar sizin iktidarınızda Türkiye'nin beş yıl
sonraki hali."
Daha beş yıl dolmadan falım çıktı Hamdullah. Önüm arkam açlık, sağım
solum ölüm oldu sayende.
Sen Hamdullah, "Suriye'ye bugünden itibaren istediği kadar su
verilsin" talimatınla Suriye'nin su sorununu bir kalemde çözdün de,
barajlar yüzde 90 doluyken bile neden hergün 'suyu kesilecek semtler'
listesi yayınlıyorsun?
O nasıl bir öncelik listesidir senin kafandaki Hamdullah, Suriye'nin
sorunları Türkiye'den önce gelir!?
Sahi nasıl bir adamsın sen Hamdullah? Bu ülkenin adaleti sana emanet
edilmişti, Bakan olarak altına imza attığın yasanın şerrinden korumak
için çocuklarını bir günlüğüne çalışmış gösterip sigortalattın.
Ana-babaları, altı aylık bebeklerini sigortalama sahtekarlığına mecbur
ettin, sonra da 'Yakaladım' diyerek sigortalanmış 50 bin çocuğun
kaydını sildin.
AK'ın A'sı adalettir dedin, hapiste yatanların yüzde 54'ü suçsuz. Oysa
senin vekillerinin, belediyecilerinin yüzde 90'ı sabıkalı Hamdullah.
Nasıl bir adalet, nasıl bir ahlak bu seninki Hamdullah?
Mevcut azınlıklar yetmedi sana, Ermenistan'dan 50 bin Ermeni ithal
ettin, Alman dahil 50 azınlık icat ettin başımıza.
Yedi sene evvel dedem de anam da ben de çocuğum da hepimiz 'Türk'dük.
Sayende bugün hepimiz başka azınlık mensubuyuz Hamdullah. Kusura bakma
senin gibi 'hamdolsun' diyemiyorum, içim yanıyor Hamdullah.
Azınlık listende bana en uyanı 'sünni Türk' idi. İslamiyetle ilişiği
keseli çok olduğundan o da uymadı. Sünni'yi silip geriye 'Türk'
kalınca benim de Türkiye'de azınlık olduğum (!) gerçeği kafama dank
etti. Memlekette 'çoğunluk' bırakmadığının farkında mısın, kendinle
gurur duyuyor musun Hamdullah?
Hangi Hamdullahdı o, Dalaksızgillerin Ağmet mi? O muydu literatüre
CEMAAT kelimesini sokup da TARİKAT oluşumlarını sevimli, insani ve
kanuni göstermeyi başlatan?
Yoksa 70 yaşına kadar eline kadın eli değmemiş, 40 erkekle yaşayan,
üzerine kayıtlı bir kuruşluk mal yokken milyar dolarları yöneten
Hamşotullah mı?
Genç kızları ailesinden kopartıp tarikat yalılarında seks kölesi ettin
Hamdullah. Evladı anaya düşman edip utanmadan sevgiden, hoşgörüden,
'sarsılmaz Türk aile yapısı'ndan bahsettin.
Sen nasıl bir adamsın, nasıl böyle krematoryum kapağı kadar pişkin
olabiliyorsun Hamdullah?
Ya sen köşe kadısı Hamdullah! Sen hamsi mi yedin de zihnin açıldı?
İnandığın dinin temel ritüellerinin Şamanizm'den geldiğine uyanınca
'Kurban kesmesek de olur, mezartaşı dikmesek de olur' sahtekarlığıyla
aba altından Vahabi islamın ucunu gösteriyorsun.
'Ata'ya tapınmak Şamanizmde vardı' derken sen neyi, kimi, hangi Ata'yı
ima ediyorsun Hamdullah?
Nasıl bir Allah bu senin Allahın Hamdullah? Kadını kaburgandan yaratıp
sonra ona her türlü ezaya seni yetkili kılıyor. Seni eksik akılla,
bozuk ahlakla yaratıp sonra sırf müslüman doğduğun için cehennem
azabından muaf kılıyor. Ne yanlış yaparsan yap gözetliyor, biliyor ama
seni durdurmuyor. Nasıl bir allah, nasıl bir peygamber, nasıl bir din,
nasıl bir vicdan bu seninkisi Hamdullah?
Bebeğe acımıyor dövüyor, öldürüyor, çöpe atıyor, tecavüz ediyorsun.
Gence acımıyorsun, kadına -kendi imanınca- Havva'dan itibaren
düşmansın zaten. Yaşlıya hiç merhametin yok, zam yaptığın
bakımevlerinden bavulu alıp çıkan, gidecek yeri olmayan yaşlılar ne
oldu belli değil. Kediyi köpeği döve döve öldürüyor, ineği vince asıp
(İran'dan mı öğrendin?) kesiyor, tavukları canlı canlı toprağa
gömüyorsun.
Tarım arazisine diktiğin villandan akan bokunla toprağımı zehirledin,
soyumu, suyumu kuruttun. Ruhumu çürüttün Hamdullah! Farkında mısın
Hamdullah, sana kişibaşına 5 villa düşerken bize kişibaşına 50
cehennem düşüyor. Giderayak bir düşün, bokundan başka ne bıraktın bu
memlekete?
Sigarayı yasaklıyor, içkili restoranları kapatıyorsun. Ama Hamdullah,
bir yandan da Afganistan'daki üretim fazlası eroini rahat
nakledebilmesi için Amerikalıya havaalanları, limanlar veriyor,
teröristin eroini ptt kolileriyle postalamasına göz yumuyorsun. Kendi
baronlarının tırlarla uyuşturucu sevkıyatı yapmasını hangi ahlaka,
hangi yasaya, hangi vicdana sığdırıyorsun sen Hamdullah?
Sen nasıl aşağılık bir adamsın? Daha doğrusu adam mısın, insan mısın
sen Hamdullah?
Her işin gizli kapaklı, her işinin altında manipüle edilmiş
bilgisayar, sahte evrak, sahte tanık, naylon darbe guruları var. Her
işin saman altından, her ihalen sakat, her seçimin şaibeli.
Her tanığın çift uyruklu, çift cinsiyetli, çift dinli. Yazarlarının
hepsi Amerika'dan oturma müsaadeli. Oysa şüphelin, tutuklun, sanığın
Türkiye'de yaşama müsaadesiz. Sağlam girdiği hapisten ya sakat çıkıyor
ya ölü.
Senin dürüstlükle, namusla, açıklıkla yaptığın bir iş yok mudur şu
güneşin altında Hamdullah?
Nasıl bir Allah nasıl bir peygamber bu seninkisi? Bulutların arkasında
emekliye ayrılmış gibi sanki. Sen emekliden de nefret edersin, bilirim
Hamdullah. Emekli sussun, bildiğini anlatmasın istersin. Senin
emekliye ayrılmış Tanrın ondan mı bu kadar sessiz yaptığın kıyımlara
Hamdullah?
Senin Allah'ına, peygamberine inanan boşanma davası açmıyor. Kadının
ya gırtlağını kesiyor ya sokak ortasında kurşunluyor. Nasıl bir
din-iman, nasıl bir namustur bu kafanın içindeki Hamdullah? Nasıl bir
yaratıksın sen?
Nasıl bir tıp doktorusun sen Hamdullah? Doğum kontrolundan habersiz,
altı çocuklu.
Sen dün'ün merdivenaltı işportacısı Hamdullah! Şimdi milyon dolarlara
hükmediyor kanal üstüne kanal satın alıyorsun.
Nasıl doymaz bir adamsın sen? Medya yetmiyor, su, toprak, enerji gasp
edebildiğin herşeyi gasp ediyorsun.
Kim için, kimin adına, kimin malını gasp ediyorsun ve bunu nohut
beyninde nasıl 'helalize' ediyorsun Hamdullah?
Sen Hamdullah! Çokuluslu şirketlere 'anahtar teslim' sattığın bu
ülkede çocuğunun, torununun genetiği değiştirilmiş tohumla, arsenikli
suyla kanser yiyip kanser içeceğini bilmiyor musun? Kendi evlatlarına
nasıl kıyabiliyorsun, kaç paraya sattın gelecek kuşakları? Ne komisyon
alıyorsun o Cargill'lerden Monsanto'lardan da geceyarısı şirkete özel
yasa çıkartıyorsun Hamdullah?
Üstelik çökerttiğin sağlık sistemiyle hastaların bakımını bile
üstlenmiyorsun. Sen hangi devletin adamısın Hamdullah?
Bilim adamını, doktoru, bu ülkeyi ülke yapan herkesi dışarı kaçmaya
mecbur ettin. Kaçamayanı açlığa, onursuzluğa, üç kuruşa sözleşmeli
köleliğe mahkum ettin. Sen nasıl bir yamyam, nasıl bir vicdansızsın?
Sen Hamdullah, bu ülkenin taşını, toprağını, limanını, karayolunu,
tren hattını, toprağın altındakini, üstündekini, telekomünikasyonunu
sata sata bitiremedin. Nehirleri, gölleri, denizin yüzeyini
satacaksın yakında.
Satışı sen yaparken 'ekonomi taş gibiydi' de (!) sen koltuktan
düştüğünde ne değişti "Kriz Başbakanı teğet geçmiş, halkı değil" diye
zırlamaya başladın Hamdullah?
Peki sen! Parti dediğin menfaat çetesinin ciğerini biliyorsun da,
ayrılıp kendi partini kurduktan sonra neden bildiklerini belgelerle
açıklamıyorsun Hamdullah?
Altı yıl her suça ortak-destek olup yedinci yıl istifa edince "Ak
değildir" demekle gusül abdesti mi almış oluyorsun? Vitrin görüntün
kadar dürüstsen belgelerle açıklasana menfaat çetesinin
icraatını...Yoksa tuğlaya oturup tuğlayı eritene kadar yıkanıp arınmış
mıydın Hamdullah?
Sen Hamdullah, doğaya, bilime, hayata, insana düşmansın. Teknolojiyi
de fena halde düşmansın da kendi propagandanı yapmak, en gizli
işimizi AB-D'ye açık etmen için lazım sana o teknoloji. O yüzden
toptan yasaklayamıyorsun. Sana kalsa telefonu bile haram ilan edersin
ya...
Sanata düşmansın, dansa, müziğe, kültüre, bilgiye düşmansın. İnsanı
insan yapan, ulusu ulus yapan herşeye düşmansın sen Hamdullah. Ama
sanki Allahı'nla aranızda bir anlaşma var gibi. Tüm ihanetlerin,
ahlaksızlıkların 'öte tarafta' sana ödül olarak dönecek gibi. Nasıl
bir dindir bu seninki Hamdullah?
Sen dini, sen Allah'ı da tükettin Hamdullah! Rahatsın ama, ettiğin
ibadet huzur veriyor sana.
Oysa benim günahlarımı affedecek bir papazım, başımı okşayacak
hahamım, 'Allah affeder kızım' diyecek bir imamım yok... Beni
yönlendiren Allah'ım, peygamberim, cinim, şeytanım yok.
Söylediğim, yazdığım her kelimenin, her davranışımın sorumluluğunu tek
başıma taşıyorum. Yanlış yaptığımda şeytanın üzerine atmayıp,
insandan, hayvandan, doğadan özürümü kendim diliyorum. Bunun nasıl
ağır bir sorumluluk, nasıl bir huzursuzluk olduğunu sen anlayabilir
misin Hamdullah?
Senin asit döküp soyunu tükettiğin bitten küçük parazitin, üstüne
asfalt döküp yeryüzünden sonuncusunu yok ettiğin bitkinin, bokunu
akıttığın su havzasının sorumluluğunu hissetmek çok ağır Hamdullah.
Benden sonraki kuşağa senin ırzına geçtiğin bir ülke, bokunla
kirlenmiş bir eko-sistem bırakmaya içim elvermiyor.
Gelecek kuşakların 'kendisini bu ülkeye ait hissetme hakkı'nı gasp
etmeni hazmedemiyorum muhterem!
Senin ahlakın öyle ahlaksız ki; bebeklere, çocuklara tecavüz ediyor,
sonra da mağduru cezalandırıyorsun. Irzına geçtiğin çocukların yüzde
70'i oğlan, nasıl bir manyaksın sen Hamdullah?
Sen plastik bebekten, saçtan, kıldan, tüyden bile tahrik oluyorsun
Hamdullah. Kafan karışık senin. Çocuklara plastik seks oyuncağı, el
kadar oyuncaklara kadın muamelesi yaptığının farkında değilsin.
Hırsızlık konsepti öyle gelişti ki senin döneminde; ekili buğday
tarladan çalınıyor artık.
Nasıl bir adam, nasıl bir insansın sen Hamdullah? Hiç kimseden ve
hiçbir şeyden kendini sorumlu hissetmeden nasıl yaşayabiliyorsun? Oysa
demokratik sistemi birarada tutan zamk 'sorumluluk' tur muhterem.
Sana demokrasiden bahsediyorum, kime ne diyorum ben yahu!
Avrupa'daki işçinin parasını Keriz Feneri üzerinden kasana aktarman,
gemiler alman yetmedi, şimdi daha fazlası için ikna turlarına
çıkıyorsun. Ar damarın Nabucco borusu gibi mi senin Hamdullah?
Nasıl bir yamyamsın sen Hamdullah, anlat bana! Kıvırmadan anlat ama!
Senin Teslime Bacı'larına benzemem, yalanı saniyesinde görürüm
gözünün bebeğinde. Evde dantele, örgüye teşvik edip, kapıcılıkla,
bakıcılıkla yüksek maaşa bağladığın kadınlardan değilim.
Peki ya sen liboş Hamdullah! Sen de nasıl bir işbirlikçi Hamdullahsın
ki, Birinci Dünya Savaşında, Kurtuluş Savaşında, askerden kaçanların
çoğunun tekkelerde, dergahlarda saklanan tarikat ehli Hamdullahlar
olduğunu bile bile tutup 'Asker zorla savaşa sürdü, yoksa millet
savaşmak istemedi' yazabiliyorsun.
Vatan savunmasından kaçan 'millet' değil, şimdi yalakalığını yaptığın
Hamdullahlardı liboş muhterem. Bilmiyor musun? Donguz gibi biliyorsun.
Sen bu ülkeyi sömürgeciye anahtar teslim veren Hamdullah'dan da
betersin işbirlikçi liboş Hamdullah. Bazılarının 'ahirette hesabını
veremezsem' korkusundan uykuları kaçtı. Oysa senin dinle imanla da
işin yoktur. Şarabı çektin mi havada uyuyup yastığa düşersin sen.
Anlat hele, sen kaç paraya Hamdullahlaştın? Çoluk çocuğun da yok
bildiğim kadarıyla, kime bırakacaksın o dünyalığı, Keriz Fenerine mi
liboş Hamdullah?
Senin her cinsinin gözünün bir zaman paraya doyması ihtimali var mıdır
Hamdullah?
Hakikaten soruyorum, paraya, mala mülke doyma ihtimalin var mı senin?
Kıvırtmadan söyle. Ben Teslime Bacı değilim. Yalanı gözünün bebeğinde
görürüm.
Böyle bir özgürlük varsa eğer Hamdullah, sen yedi yıldır vatana ihanet
özgürlüğünü tepe tepe kullandın muhterem.
Dur bak sana bir anektod anlatayım;
Jinekolog vajinal ultrasonu biten kadının evrak işlemlerini yaparken sormuş:
"Sevk aldınız mı?"
Kadın utana sıkıla cevap vermiş:
"Sonuna doğru biraz."
Sen de zevk almaya başlasan iyi olur Hamdullah! Sonuna yaklaştın.
Sıkma kendini yiğidim gevşe!! Bitmek üzeresin.

Kıymet Nadir BİNDEBİR

AnnE
13-08-2009, 06:38
Allah Allah !! Kim bu Hamdullah ; çıkaramadım ?

AnnE
14-08-2009, 06:17
Üniversite mezunu gençlerimizin üçte biri işsiz” diyorlar yalan!

Bunun nasıl bir kuyruklu yalan olduğunu somut olaylarla kanıtlayayım…

Başbakan Yardımcısı Bülent Arınç'ın oğlu Ahmet Mücahit Arınç, Temmuz ayında üniversiteden mezun oldu. Şimdi siyaset danışmanı! İstanbul Bilgi Üniversitesi İktisadi ve İdari Bilimler Fakültesi'nden mezun olan Mücahit Arınç, Türkiye Odalar ve Borsalar Birliği bünyesindeki TEPAV'da "siyaset danışmanı" kadrosuna alındı.

Geçtiğimiz günlerde, İstanbul eski Emniyet Müdürü Celalettin Cerrah'ın ve İstanbul Valisi Muammer Güler'in kızı THY'de işe başlamıştı. Güler’in oğlu da zaten Akfırat’ta arsa sahibi biliyorsunuz. İşte size işsizliğin bir terane olduğunun kanıtı.

Başka? Biraz geçmişe gidelim bakalım işsiz kalan gencimiz var mı?

Cumhurbaşkanı Abdullah Gül'ün yakın arkadaşı, AKP Kayseri Milletvekili Yaşar Karayel'in oğlu İsmail Emrah Karayel de TMSF'de, Yurtdışı Dava Grubu'nda çalışmaya başlamış.

Babası Merkez Valisi olan Aslı Yıldırım, TMSF'nin el koyduğu kimi şirketlerde yönetim kurulu üyeliği yapıyor.

Cumhurbaşkanı Abdullah Gül'ün büyük oğlu Ahmet Münir Gül. Londra'da Merrill Lynch'te iş bulmuş. Büyük başarı! Küçük oğul Mehmet Emre Gül daha Ankara TED Koleji'nde öğrenciyken "bardak içinde soslu haşlanmış mısır satışı" işine girmiş. Yetinmemiş, e-ticaret alanında yatırım yaparak, "Adresime Gelsin Bilişim Teknolojisi ve Ticaret Ltd." adlı bir şirket kurmuş. Kübra Gül’ün eşi Mehmet Sarımermer de internette iş yapıyor. Sarımermer ayrıca "Fenn Bilgi Teknolojileri" adlı bir bilişim şirketinin sahibi.

Başbakan Recep Tayyip Erdoğan'ın çocukları da iş güç sahibi. Büyük oğul Ahmet Burak Erdoğan'ın gemisi var ve armatörlük yapıyor. Erdoğan'ın küçük oğlu Bilal ise ABD'de Dünya Bankası'nda çalışıyordu. Büyük kız Esra Berat Albayrak'la evli.
Genç yaşına rağmen Çalık Holding'te genel müdür olan Berat Albayrak, ayrıca Sabah ve Atv'yi alan Turkuvaz Matbaacılık şirketinin yönetim kurulu üyesi. Erdoğan'ın küçük kızı Sümeyye ise ünlü London School of Economics'te okuyordu. Mezun olduysa kesin iş de bulmuştur.

Abdullah, Zeynep ve Fatma eski Maliye Bakanımızın çocukları. AB Gıda, Telemobil Bilgi İletişim ve SAB Makina onların yoktan var ettiği üç şirket.

Ulaştırma Bakanı Binali Yıldırım'ın oğlu Erkan ve kızı Büşra Yıldırım da armatörlükle iştigal ediyor.

Osman Pepe'nin oğlu ve Hilmi Güler’in damadı İsmail Pepe müteahhit.

Var mı aralarında işsiz kalan… Yok!

Hadisimiz ‘Haksızlık karşısında susan dilsiz şeytandır’ buyuruyor. “Üniversite mezunu gençlerimiz işsiz” demek büyük haksızlık.

Haksızlık karşısında susmuyorum ve dilsiz şeytan olmayı reddediyorum. Kriz bize teğet geçmiştir, işsizlik iddiası büyük bir palavradır diyorum. İyi ediyorum…


Orhan Gökdemir/Habercem.com

LAZIO
16-08-2009, 15:36
Fikir mi önemli, kimin söylediği mi?
Bu ülke hakkında hiçbir şey bilmeyen ve kendini aniden İstanbul’da bulan bir yabancının sorularını cevapladığınızı düşünün.

Ve bu meraklı yabancıyla aranızda şöyle bir konuşma geçtiğini hayal edin.

Yabancı: Türkiye’de siyasal hayat nasıl?

Siz: Demokratik rejimle yönetiliyoruz. Meclis’te partilerimiz var.

Yabancı: Bu partilerin eğilimleri ne?

Siz: Sağcı parti de var, solcu parti de. Avrupa’da olduğu gibi.

Yabancı: Peki insan hakları, kültürel haklar, Avrupa Birliği gibi konularda sağcı partiler ne düşünüyor?

Siz: Sağcı parti Kürt sorununa evrensel insan hakları düzleminde bir çözüm geliştirmeye çalışıyor. Kan dursun diyor.

Yabancı: Ya solcu parti?

Siz: O daha milliyetçi bir söylemi benimsiyor ve bu açılımın Türkiye’yi böleceğinden korkuyor.

Yabancı: Peki milliyetçi parti?

Siz: O da aynı şeyi söylüyor.

Yabancı: Avrupa Birliği konusunda durum ne?

Siz: Orada da durum üç aşağı beş yukarı aynı. Sağcı ve din ağırlıklı parti AB üyeliğini savunuyor, sol ve milliyetçi partiler buna kuşkuyla bakıyor.

Yabancı: Ya azınlıklar meselesi.

Siz: Sağcı Başbakan “Azınlıkları Türkiye’den kovmanın faşizm olduğunu” söylüyor. Ruhban okulunun ve Ermenistan sınır kapısının açılmasını istiyor. Sol ve milliyetçi partiler bu girişimleri ağır bir dille mahkûm ediyor.

Ayrıca iktidar Türkiye’deki yer isimleri konusunda ırkçılığa gerek olmadığını söylüyor, muhalefete “Siz Ermenice, Rumca, Latince şehir isimlerini koruyan Alpaslan’dan, Orhan Gazi’den, Mustafa Kemal’den daha mı milliyetçisiniz?” diye soruyor.



***


Bu konuşma sonunda o yabancının tepkisi ne olurdu acaba?

“Kusura bakmayın ama siz sağınızla solunuzu karıştırmışsınız. Çağdaşlık, demokrasi, AB, insan hakları, azınlıklar, kültürel haklar gibi solun savunduğu değerleri öne çıkaranı sağcı; milliyetçi refleksleri öne çıkaranları solcu ilan ediyorsunuz. Dünyanın hiçbir yerinde böyle bir gariplik yok. Önce terminolojinizi düzeltseniz” demez miydi?


***


Bugün Türkiye “fikir mi önemli, yoksa söyleyen mi” sorusuna cevap vermeye uğraşıyor.

Yıllardır savunduğunuz fikirleri bir gün karşıtınız söylediğinde ne yapacaksınız.

Temel fikirlerinizden vazgeçecek misiniz? Yoksa karşıtınıza bu söylediklerin doğru mu diyeceksiniz.

Gerçek solun bu ülkede yıllardır savunduğu, uğruna bedel ödediği kavramları bugünün iktidarı dile getirdiğinde onlara karşı mı çıkılır, yoksa o kavramları dile getiren tutum desteklenir mi?

Esas soru bu.

Omurgalı bir insan olmanın gereği nedir?

Kimin söylediğine bakmadan doğru açılımları desteklemek mi yoksa giderek dünyaya kapanan, Mustafa Kemal’in devrimciliğinden ve “evrenselleşme” idealinden ayrılıp garip bir tutuculuk içinde kıvranan eski takımlara “bizdendir!” diye göz yummak mı?

AKP’nin karşı çıktığımız ve çıkmaya devam edeceğimiz birçok temel politikası var ama bu durum, her söylediğine gözü kapalı itiraz etmeyi gerektirir mi?

Siyah-beyaz bir dünyada mücadele kolay ama bu karmaşık durumda gelecek kuşaklar için doğru tavır almak epey zor değil mi?

Zulfu Livaneli

Master
16-08-2009, 23:21
DEMOKRASİ CUMHURİYETE KARŞI. (!)

Halkın kendi kendini yönetimi: (!)

Demokrasi Yunanca Demos (halk) ve karatos (idare) kelimelerinden meydana gelen kökü eski Yunan kültürüne dayanan ve O çağlardan günümüze gelen bir terimdir.

Kırallık ve İmparatorluk yönetimilerine dayanan diktatörlük ve totoliter rejimlere altarnatıf olarak düşünülmüş bir idare şeklidir.

Demokrasının ilk uyğulayıcıları Yunanlılar olmuştur,
Demokrasi yada diyer adıyla halk idaresi azınlığın çoğunluğa hakim olması deyil çoğunluğun devlet idaresinde söz sahibi olmasının adıdır.

Böylece halk devlet yönetiminde söz sabidir,
Ancak O çağlardan günümüze demokrasi bugün ülkemizdede görüldüğü gibi amaçlandığı şekilde hayata geçirilememiştir.

Demokrasi liberal Batı toplumunun simgesi haline gelmiş ve sömürü sisteminin böl parçala yönet uyğulamasınında vazgeçilmez ilkesi olmuştur.

Milli Devletleri yıkmak için insan hakları ve bireysel özgürlükler gibi sınırsız haklar ! vaad ederek içerden çürütüp ele geçirme sistemidir.

Devletçi ve anti emperyalist olması gereken Marksit sosyalist sistemde bu oyuna katılarak günümüzde sömürücü emperyalizmin koltuk deynekliğini üslenmiştir.

Demokrası Batılı aydınlar düşünürler ve devlet adamları tarafından çeşitli şekilde alğılanmış farklı yorumlar getirilmiştir.

Abraham:Lincoln göre halkın halk tarafından halk için idaresi olarak tarif edilmiş,Churchill ise en iyi idare şekli deyil ama kötü tarafı en az olan idare şeklidir diye kabul edilmiştir.

Demokrasi her yönetim biçimi tarafından kendi istendiği şekilde kullanılabilen istismara açık bir idare şeklidir.
Hitler nazizmi ve Musolini faşizmine görede merkazi ve otoriter demokrasi olarak tarif edilmiştir.

Ancak burada dikkat edilmesi gereken çok önemli bir ayrıntıyada dikkat çekmek isterim ki, hiçbir şekilde demokrasi ve özgürlükten yana olmayan ve şeriat iseteyen güçler bile son yıllarda demokrasinin arkasına saklanarak hatta Batıdanda destek alarak amacına uyğun bir düzen kurmak ğayretindedir.

Yüzyillarca feodalizim çağlarını yaşan toplumlar, Kırallar ve padişahlar tarafından yönetilen ülkeler, demokrasidede aslında seçilmiş bir kıral yada imparator olabileceği ihtimalini herzaman gözaradı metmişlerdir.

Halk tarafından seçilmiş kişileri seçen halkın O seçtiği kişileri birdaha konturol etme hakı olamadığı gerçeğini ne yazıkki anlamakta zorlanmaktadır.

Halkın temel hak ve hürriyetinin korunması demokrasılerde hiçte kolay olamıştır. Bireysel özgürlüklerin verdiği sınırsız özgürlük elit bireylerin hızlı yükselmesinede yolaçarak kısa zamanda azınlık bir zümre yaratacak ve bu zümre ülke sermayesini elegeçirip konturol ederek büyük çoğunluğu ikinci hatta üçüncü sınıf insanlar topluluğu durumuna getirecektir.

Ama demokrası hala vardır söylemde ve kağıt üzerinde,özgürlükler sınızsızdır anacak bu sınırsız özgürlüğü yaşamak imkanı yoktur.

En lüks restorantta yemek yemek en keliteli kumaştan elbiseler giyinmek en lüks arabalara binmek Dünyanın en gözde türizim merkezlerinde tatil yapmak yat alamak kat alamak özgürlüğüne sahiptir insanalar, ! demokrasilerde ama toplumun büyük çoğunluğu bunları sadece hayal edebilirler fakat hiçbir zaman bu hayallarine ulaşamazlar.

İşte tamda burada yoksul halkata ahlak çöküntüsü başalayacaktır neden bendede yok sorusunu soracaktır kendine.

Toplum yoksullaşıp kirlendikçe demokrasi ve din bezirganları çoğalacaç söğmürü katmarleşerek devam edecektir.
Evdeki demokrasi yetmeyecek Batıdan demokrasi doğudanda din ital temeye başlayacak devlet yönetiçileri.

Yakın Tarihimizde Osmanlı Devletide bunu yapmış koca imparatorluğu yok etmeyi başarmıştır. Tanzimatlar meşrutiyetler ıslahatlar ve diyuni umumiyelerlerle Batı yörüngesinde dönmesine ramen demokrasi bir türlü gelememiş yerine son yirmi yıl savaş ve yoksulluk gelmiştir sadece.

Oda yetmemiş Dünyanın en büyük donanması Çanakkale boğazına gelmiş Tarihin en kanlı savaşını yaşanmıştır.
Arkasından teslimiyet ve işkal.

Artık demokrasinen tamamen umudunu yititen Türk milleti,
gerçek bağımsızlığına ve özgürlüğene Mustafa Kemal komutasında kahraman Türk ordusunun mavzerineden çıkan kurşunlarla kavuşmuştur.

Onbeş yıl tam bağımsız özgür ve kalkınan bir ülke,ne yazıkki (10 Kasım 1938 de saat dokuzu altıgeçe geldiği noktaya geri dönmeye başlamıştır.)

Günümüzde demokrasi Batı emperyalizminin ürettiği bir hastalıktır önce ayleyi sonra toplumu daha sonrada Devletleri parçalar ve ele geçiren bir vürüstür.

Bundan sonrasını resmi kaynaklardan okulalım.



Uyumayan Kuvvacı.(24 Temmuz.2008)


ATATÜRK'TEN SONRA BUGÜNLERE NASIL GELDİK?


*Atatürk'ün ölümünden hemen sonra, Türkiye; 19 Ekim 1939' da İngiltere ve Fransa ile " üçlü ittifak anlaşması" imzaladı.
*23 Şubat 1945: Türkiye BM'm üye olabilmek için Almanya ve japonya'ya savaş ilan etti.
*23 Şubat 1945: ABD ile ilk ikili anlaşma imzalandı. TC ile ABD arasında imzalanan Ödünç Verme ve Kirala Kanunu'ndan yararlanmak için yapılan anlaşma 4780 sayılı yasayla yürürlüğe girdi.
*19 Mayıs 1945: ismet İnönü; " savaş zamanlarını gerektirdiği sıkı önlemlerin kaldırılacağını ve demokrasi ilkelerinin uygulanacağını" söyledi
*29 Haziran 1945: Türkiye; san Francisco'da BM anlaşmasını imzaladı.
*15 ağustos 1945: BM anlaşması TBMM'de görüşülürken DP adına konuşan Adnan Menderes, Kemalizm'i kastederek, Türkiye'deki rejimin bu anlaşmaya aykırı olduğunu söyledi.
*7 Ocak 1946: Celal Bayar, Refik Koraltan ve Adnan Menderes "liberal kapitalist" rejimi öngören DP'yi kurup faaliyete geçirdi.
*27 Şubat 1946: 4882 sayılı yasayla ABD ile 10 milyon dolarlık kredi anlaşması kabul edildi.
*23 Mart 1946: Türk Sosyal Demokrat Partisi hükümet tarafından kapatıldı.
*6 Nisan 1946: Amerika'nın Missuri zırhlısı ve 2 savaş gemisi İstanbul demirledi. Amerikan donanması boğaza demir atmadan önce resmi makamlar Amerikalı denizcileri rahatlatacak önlemleri aldılar. ABD missuri zırhlısını hediye ederek İstanbul'dan ayrıldı." Amerika, refahımızı sağlayacak kurtarıcımız olarak ulus bilincine yerleştirildi.
*13 Nisan 1946: hükümet, ABD'den 500 milyon dolar istedi. ABD rakamı fazla buldu ve görüşmeler başladı.
*7 Eylül 1946: Türk Lirası ilk kez devalüe edildi.
*23 Kasım 1946: ABD filosu İzmir'i ziyaret ederek gövde gösterisine girişti.
*6 Aralık 1946: TC Hükümeti ve ABD ile imzalanan ikili anlamaya ek anlaşma ile ABD'ye Türkiye'de mülk edinme ayrıcalığı verildi.
*3 Mart 1947: Truman Doktrini gereğince Türkiye'ye yardım yapılmasına karar verildi.
*11 Mart 1947: Türkiye, uluslar arası İskân ve Kalkınma Bankasına (dünya bankası) ve uluslar arası para fonu -IMF'ye- resmen girdi.
*12 Nisan 1947: inceleme heyetleri, danışmanları, barış gönüllüleri, misyonerleri ile inceleme yapmak üzere bir ABD heyeti Türkiye'ye geldi.
*22 Mayıs 1947: 20 kişilik bir ABD askeri yardım kurulu General Oliver başkanlığında Türkiye'ye geldi.
*24 Mayıs 1947: Türk ordusunda kara kuvvetleri subay üniformaları ABD modeline göre değiştirildi.
*14 Haziran 1947: ABD ekonomi heyeti Türkiye'ye geldi.
*12 Temmuz 1947: ABD ile ilk askeri yardım anlaşması imzalandı.
*8 ağustos 1947: Türk subaylarının eğitim görmesi için ilk kez ABD'ye götürülüşü.
*21 Eylül 1947: bir ABD yardım kurulu Türkiye'ye geldi.
*31 Ekim 1947: bir başka ABD yardım kurulu daha Türkiye'ye inceleme yapmak üzere gönderildi.
*15 Şubat 1947: ilkokullarda isteğe bağlı olarak din dersleri başlanması önerildi. Bu tarihte ve öncesinde diğer dinsel ödünler gündeme geldi.
*4 Temmuz 1948: 2004'lerde AKP hükümetinin ABD ile stratejik anlaşmasına kadar giden ekonomik ve işbirliği anlaşması imzalandı.
*12 Temmuz 1948: Hasan Saka kabinesinde bayındırlık bakanı olan Nihat Erim, ABD'li uzmanların bakanlıkta çalıştığını ve Türkiye'yi topografik, ekonomik ve askeri açıdan incelediklerini kamuoyuna açıkladı.
*8 Ekim 1948: Dünya Bankası'ndan 50 milyar dolar kredi alınması için girişim başlatıldı.
*1948-1949: ilkokullarla, ailelerin isteğine bağlı olmak koşuluyla, okul içinde ve ders saatleri dışında din dersleri konuldu.
*MEB'e bağlı "imam hatip yetiştirme kursları" açıldı.
*Hacca gideceklere döviz verilmesi için izin çıktı.
*Ankara Üniversitesine bağlı İlahiyat Fakültesi açıldı.
*İmam-hatip kursları okula dönüştürüldü.
*4 ŞUBAT 1949: iki "meczup" mecliste ezan okuyor.
*Dinci çevrelere ödünler veren gelişmeler ve kararlar dönemi açıldı.
*22 Ocak 1949: Dünya Bankası 2 kişilik bir kurulu incelemede bulunmak için Türkiye'ye gönderdi.
*27 Aralık 1949: Türkiye ve ABD hükümetleri arasında eğitim komisyonu kurulması hakkında anlaşma yapıldı.
*1 Mart 1950: (27 Mart seçimlerine 2 ay 27 gün kala)CHP'nin tek başına iktidar olduğu tarihte, hükümet, Atatürk'ün kaldırdığı tekke ve türbelerin kapatılmasına dair 677 sayılı yasa yürürlükten kaldırıldı. M.E. B.'nca halka açıldı. İlk aşamada açılan türbe sayısı 19.
*12 Nisan 1950: Mareşal Fevzi Çakmak için düzenlenen cenaze töreninde gericiler dinci siyasete alet edilerek gövde gösterisi yaptı.
*27 Mayıs 1950: genel seçimler yapıldı. DPO tek başına iktidara geldi.
*16 Haziran 1950: ezanın Arapça okunma yasağı kaldırıldı.
*5 Temmuz 1950: radyoda dini program yayınlanmaya başladı.
*21 Ekim 1950: MEB okullarda din dersinin zorunlu olmasına karar verdi.
*1950: tekke ve zaviyelerle türbelerin kapatılmasına ilişkin kanun'da değişiklik yapıldı. Türk büyüklerine ait ve sanatsal değeri taşıyanlar MEB'ce halka açıldı.
*3 Aralık 1950: Arap harfleriyle tedrisat yapmak için gizli ya da aleni dershane açanlar hakkında 23 Eylül 1931 günlü, 12073 sayılı kararnamedeki yasaklar kaldırıldı. Böylece kuran kursu ve imam-hatip okullarına yeşil ışık yakıldı.
*1950'lerde önü açılan ve yasal olarak ülkenin dört yanını saran Kuran kurslarında genç beyinlere ezberletilen yemini tam metni:
" … Ben, Muhammet Müslüman ümmetindenim. Türkiye dinsiz, laik bir memleket haline gelmiştir. Hayatımı Mustafa Kemal dinsizliği ile savaşa adayacağıma, Türkiye'yi bir din ve şeriat devleti haline getirmek için mücadele edeceğime, Kemal Paşa zamanında çıkarılan kanunların tatbikini önleyeceğime, kısa zamanda ümmet esasına dayanan şeriat devletinin kurulması için çalışacağıma, dinim, Allah'ım ve bütün mukaddesatım üzerine yemin ve kasem ederim…"
*1953: köy enstitüleri, ilköğretim okullarına dönüştürüldü.
*1953: yasa değişikliği ile "siyasi yayın ya da beyanlarda bulunmak, öğretim üyeliğinden çıkarılmaya neden olan bir suç" sayılmaya başlandı.
*1954: 25 yılını dolduran öğretim üyelerinin emekliye ayrılmasını sağlayan yasa ile öğretim görevlilerini bakanlık emrine almayı ya da görevden uzaklaştırmayı sağlayan yasa çıkarıldı.
*1955: Başbakan Adnan Menderes, DP meclis grubunda " siz öyle güçlüsünüz ki şu anda isterseniz Anayasa'yı bile değiştirebilir, hilafeti bile getirebilirsiniz" dedi.
*13 Eylül 1956: ortaokullarda seçmeli din dersi konuldu.
*1957: Adnan Menderes Ödemişte; " Allah, münafıkların şerrinden bizi korusun", genel seçimler yaklaşırken seçmenlere şu vaatlerde bulundu; "İstanbul'u ikinci Mekke, Eyüp Sultan Camii'ni ikinci Kâbe yapacağız" dedi.
*19 Mayıs 1958: Adnan Menderes Kayresi'de " 7 yılda 15.000 camii inşa edildi" dedi.
*1957-1958: liselere seçmeli din dersi kondu.
*1959: din dersleri öğretmeni yetiştirmek için Yüksek İslam Enstitüsü açıldı.
*27 Mayıs 1960: askeri müdahale etti, DP devrildi.
*12 Eylül 1980'deSilahlı Kuvvetler yönetime üçüncü kez el koydu
*26 Haziran 1986: cumhurbaşkanı Evren ve başbakan Özal katıldığı Atatürk Kültür, Dil Ve Tarih Yüksek Kurulu toplantısında:
Türk-İslam Sentezi devletinin resmi kültür politikası olarak benimsendi.
*29 Aralık 1989: türban takılması YÖK'ün aldığı kararla üniversiteler bırakıldı
*27 Mart 1994: RP'nin yerel seçimlerde yükseliş ivmesi devam etti. Çoğu ilde belediyelerin, Ankara, İstanbul anakent belediyelerinin tüm olanakları RP eline geçti.
*Erbakan; " Refah iktidara gelecek" diyordu "sorun ne? Geçiş dönemi kanlı mı olacak? Kansız mı= 60 milyon buna karar verecek"
*10 Kasım 1994: Anıtkabir'de Atatürk'e çirkin bir saldırı yapıldı. Saldırgan "Taşlara, kemiklere secde etmeyin. Taşlar sizi kurtarmaz. Kuran'a davet ediyorum" sloganı attı.
*28 Haziran 1996: Erbakan'ın başbakanlığında DYP-RP koalisyonu kuruldu.
*1997: Ankara'da Sincan'da belediyenin düzenlediği, İran'ın Ankara büyükelçisi Bagheri'nin konuşma yaparak katıldığı, "şeriat" gösterilerinin sergilendiği bir gecede ve sonra, "laiklere şeriat enjekte edileceği" söylendi.
*28 Şubat 1997: İrticai, gerici eylemlerin kaynaklarını izlemeyi geri plana attık. Bir boşluk doğdu ve 29 Şubat'ta _askerin öncülüğünde_ bağnaz yobazlara dur diyebildik.
*1997: genelkurmay ikinci başkanı Çevik Bir Sincan'da tankların yürüyüşünü "Demokraside balans ayarı yaptık" diye tanımladı.
*18 Nisan 1999: birinci parti önderliğinde DSP genel başkanı Ecevit'in başbakanlığında hükümet kuruldu.
*3 Kasım 2002: AKP tek başına iktidara geldi.

İMAM-HATİP OKULLARI

*1924: Tevhidi-i tedrisat kanunu'na dayanılarak 28 merkezde "imam-hatip mektepleri" açıldı.
*1949: CHP hükümeti, "imam-hatip kursları" adı altında 10 ay süreli kurslar açtı.
*10 Ekim 1951:DP döneminde müdürler komisyonu kararı ile 7 ilde "imam-hatip okulları (İHO)" açıldı.
*1963-1964 öğretim yılında İHÖ' ya ilk kez parasız ve yatılı öğrenci alındı.
*12 Mart 1971 askeri müdahalesi ile imam-hatiplerin orta kısımları kapatılarak öğretim süresi 7 yıldan 4 yıla indirildi.
*1973: imam-hatip okulları, imam-hatip lisesi olarak adı değiştirildi ve mezunlarına fark dersleri vermelerine gerek kalmadan üniversitelerin edebiyat kollarına girebilme hakkı tanındı.
*1976: Danıştay kararı ile ilk defa İHF'lere kız öğrenci alınmaya başlandı.
*26 Ocak 1974: CHP-MSP hükümeti İHF'lerin iki yıl önce kapatılan orta kısımlarını yeniden açtı.
Süleyman Demirel yönetimindeki Milli Cephe hükümetleri 2 dönemde(3yıl 9 aylık dönem) 230 İHL açtı.
*12 Eylül askeri yönetimi MEB temel kanunun 32. maddesinde yeniden düzenleyerek; İHL mezunlarının üniversitelerin tüm bölümlerine girebilmesine olanak tanıdı.
*Turgut Özal döneminde Anadolu İHF'leri açıldı. Var olan okullar şubeler şeklinde bölündü.
*28 Şubat sürecini ardından 8 yıllık kesintisiz eğitim ile İHF'lerin orta kısımları kapatıldı.
*30 Temmuz 1998:YÖK genel kurulunun getirdiği katsayı düzenlemesi ile İHL mezunlarının ilahiyat fakülteleri dışındaki fakültelere girmeleri engellendi.
*2001 yılında faaliyet gösteren resmi Kuran kursu sayısı 3664 iken bu rakam *2002'de başlayan AKP hükümeti döneminde yüzde 65 artarak 5654'e ulaştı.
*2002 yılından itibaren İHL'den mezun AKP Başbakanı R.T.E. bu kararı kaldırmaya ve İHF'lerden mezun olanların normal fakültelere girmesini sağlamaya çalışıyor.

İMAM-HATİP OKULLARI AÇAN HÜKÜMETLER
1951-1959:A. MENDERES: 19 ADET
1962-1963:İ. İNÖNÜ: 7 ADET
1965-1971: S. DEMİREL: 46 ADET
1974-1975: B. ECEVİT: 29 ADET
1975-1978:S. DEMİREL: 233 ADET
1978-1979:B. ECEVİT: 4 ADET
1979-1980:S. DEMİREL: 36 ADET
1984-1989:T.ÖZAL: 90 ADET
1990-1992:M. YILMAZ: 23 ADET
1992-1993:S. DEMİREL: 12 ADET
1994-1995:T.ÇİLLER: 13 ADET
1995-1997:DİĞER HÜKÜMETLER: 97 ADET
REKOR SÜLEYMAN DEMİRELDE:327!


1950 ADNAN MENDERES KONUŞUYOR

"…irticai tahrike asla müsaade etmemekle beraber din ve vicdan hürriyetlerinin icaplarına riayet edeceğiz. Hakiki laikliğin manası biz böyle anlamaktayız. Programımızda da sarahaten ifade edildiği gibi hakiki laikliği, dinin devlet siyasetiyle hiçbir ilgisi bulunamaması ve hiçbir din düşüncesinin kanunların tanzimi ve tatbikinde müessir olmaması şeklinde anlıyoruz. Bu itibarla gerek din dersleri meselesinde gerekse din adamlarını yetiştirecek yüksek müesseselerin faaliyetine geçmesi hususunda icap eden tedbirleri süratle ittihaz etmek kararındayız."(28 Mayıs 1950)
"… Millete mal olmamış, millet vicdanına bir değirmen taş ağırlığıyla çökmüş olan bazı tedbirleri ortadan kaldıracağız. 15-20 sene sonra üzerinde bekçi gibi duracağız; onları mutlaka muhafaza edeceğiz demek doğru mudur?..." (13 Haziran 1950)
"… Maddi bakımdan ne kadar ilerlemiş olursa olsun, milli ahlak sarsılmaz esaslara dayanmayan, bugünkü karışık dünya şartları içinde kötü akıbetlere sürükleneceği tabiidir"
" Allah, münafıkların şerrinden bizi korusun",
Genel seçimler yaklaşırken seçmenlere şu vaatlerde bulundu; "İstanbul'u ikinci Mekke, Eyüp Sultan Camii'ni ikinci Kâbe yapacağız" dedi.

R.T. ERDOĞAN KONUŞUYOR

"Ben laik değimli, devlet laik"
"… AKP iktidarı, Cumhuriyet tarihinin ileride *sessiz devrim* olarak hatırlanacak çok önemli birikimlerine imza atmış bir icraat hükümetidir…"
"… Kendi yaptıkları Anayasa'ya sahip çıkmıyorlar. Demek ki ayık kafayla değil sarhoş hazırlamışlar. Dört senede delik deşik olmasını nedeni bu…"
"… Atatürk'ün önünde sap gibi duruyorlar…"
Yahu bu millet istedikten sonra laiklik tabii elden gidecek yahu… Sen bunun önüne geçemezsin ki… Yani zorla bu milleti elinde tutmaya gücün yetmez. Millete rağmen bu iş yürümez zaten…"
"… Bu adam dürüst bir adam… Lütfen şunu yapmaya çalışın… Sömürmek kötü bir kelime, ama kullanmak… Bence onu devirmeye çalışmak, delikten aşağı koymak yerine onu kullanın… Burada ve Avrupa'da bundan yararlanmalısınız… Teklifim budur…"
"… Hem laik hem Müslüman olunmaz. Ya Müslüman olacaksın ya laik ikisi bir arada ters mıknatıslanma yapar…"
"… Ben diyorum ki insanlar laik olmaz. Nitekim Anayasamızda T:C: vatandaşları laiktir demiyor. T:C: devleti laiktir diyor. Bizim yaklaşımımız bu. Laik din midir, değil midir? Değil, o zaman Müslümanlığın karşısına laikliği oturtamazsınız…"
"… Türkiye'de yaşayanlarım yüzde 99'u Elhamdülillah Müslüman olduğunu söylüyor. O zaman 'Elhamdülillah şeriatçıyım,' demeside lazım. Ben Elhamdülillah şeriyatcıyım…"
"… Benim referansım İslam'dır…"
Milli egemenlik, milli devlet, laiklik gibi kavramların "kimsenin tekelinde" olmadığını söyleyen R.T. Erdoğan: "BU kavramların demokratik gelişmeye paralel şekilde yeni alanlar kazandıkları ve hayatın ve dünyanın bütünü ile değişime açık oldukları unutulmamalıdır…" diyor.
"… Biz referansı İslam olan Türkiye'yi temsil ediyoruz."
"… Türkiye Cumhuriyeti'nin 70 yıllık tarihine baktığımızda rejimin yüz akı ile çıktığını söyleyemeyiz. Hatta Türkiye din konusunda aynı şeyi seçmiş, kendisine din olarak Kemalizm'i (Atatürkçülük, laiklik, devrimler…) almış, başka hiçbiri dine (Müslümanlık dâhil) hayat hakkı tanımayarak kitlelere zorla dikte ettirilmiştir…"
"… Türkiye Cumhuriyeti 1923'ten bu yana sürekli gerileyiş içindedir. Türkiye'nin 70 yıllık tarihi boşa harcanmış bir zamandır…"
"… En üs belirleyici İslam ilkeleridir. Her şey ona göre belirlenir…"
"… Bize göre demokrasi amaç değil araçtır. Hangi sisteme girmek istiyorsanız, bu düzenin seçiminde bir araçtır…"
"… Türkiye kendisine din olarak Kemalizm'i (Atatürkçülük, laiklik, devrimler…) almış, başka hiçbiri dine (Müslümanlık dâhil) hayat hakkı tanımayarak kitlelere zorla dikte ettirildi…"
"… Türkiye'yi İslam'ın devlet planı içinde düşünüyorum…"
"… Tutturmuşlar laiklik elden gidiyor. Yani millet istedikten sonra tabiî ki elden gidecek yahu!"
"… İrtica yoktur, bundan nemalananlar vardır…"
"… Şehit değil, kelle!..."
"… Askerlik yan gelip yatma yeri değildir…"
"… Ananı da al git…"
"… Türkiye'de İslam devrimi olmaz çünkü, Türkiye modern bir islam devletidir…"
"… Büyük Orta Doğu Projesi içinde Diyarbakır merkez olacaktır…"
(Almanya'da bir Türk'e): "… Söyleyin şu sahtekâra ne istiyormuş…"
Rauf Denktaş'a "… Neyse ki, yaşına başına saygı duyuyorum. Ağzı olan konuşuyor be!..."
Çiftçilere "… Yahu, bu millet yatıp kalkıp size mi çalışacak…"


*BUGÜNLERE NASIL GELDİĞİMİZİ HALA DÜŞÜNÜYORMUSUNUZ???

Cüneyt ARCAYÜREK
++++++

Minik Not : Bu konu şahsım adına kapanmıştır...

AnnE
17-08-2009, 06:30
Mehmet Tezkan
mtezkan@gazetevatan.com


Sabah’ta ‘Entelektüel Cavit’ kavgası..

İstanbul’da yaşayıp yaşı 30’ları aşmışlar arasında yolu Çiçek Pasajı’na düşenler onu tanır..

Geçenlerde vefat etti..

Sabah’tan Engin Ardınç’ın yazısına baktım.. Aman Allah’ım o ne hakaret..

Sanki milyonların katili..

Hitler öldü..

Stalin öldü..

Ardıç yazıya, ‘entelektüel sarhoşların efsanevi kahramanı’ diye başlıyor, sıradan salaş bir yerdi diye devam ediyordu:

“Cavit müşteriye köpek muamelesi ediyor, içki ya da meze isteyeni azarlıyor, yanından geçerken bir tutam istavriti alıp bir müşterinin ağzına sokuyor, masadan bir turp alıp başka bir müşterinin kafasına fırlatıyor, sonra da onunla gelip “entelektüel olduğu varsayılan”, aslında gündelik politikadan ileri gitmeyen tartışmalara giriyordu.”

*
Cevap aynı gazetenin başyazarı Mehmet Barlas’tan geldi..

“Ben de Cavit’i tanıyan, onun müşterisi olmuş bir eski Beyoğlu bağımlısıyım.

Onun kimseyi aşağıladığını, hakaret ettiğini görmedim. Aksine herkese ‘ekselans’ muamelesi yapardı. Bu nedenle ‘Huzur’ tutunmuştu.(...) Yıllarca Huzur’un masalarında dirsek çürütmüş bir müşterisi olarak, ideolojik ve sınıfsal kavgası olmayan insanların bu mekanda çoğunluğu oluşturduğunu biliyorum.”

Sabah’ta çıkan iki yazı böyle..

Benim de o mekâna dört beş defa gitmişliğim vardır.. Ne istavritin müşterinin ağzına sokulduğunu gördüm ne de turpun havalarda uçuştuğunu..

Tahlilim şu; Engin Ardınç, ‘entelektüel’ sıfatını görünce içgüdüsel olarak küfür etmiş, yazdıklarının gerçekle alakası yok..
Veya halüsinasyon..

Veya bugün kime sövsem hali..

Master
18-08-2009, 03:26
Bekir COŞKUN
bcoskun@hurriyet.com.tr




İyi ki bu aydınlar var...


AYDINLAR(!) AKP’nin “Kürt açılımını” destekliyorlar.


Tıpkı “Kıbrıs açılımı”nda, “AB açılımı”nda, “Ermenistan açılımı”nda olduğu gibi.

Tümü fiyasko ile sonuçlandı...

Kıbrıs daha da mağdur, Ermenistan’a olan kapılar da kapandı, ortaçağ yaşam biçimini dayatıp, pisuvarları dahi söktüren bir zihniyetle, Türkiye şimdi AB’ye daha da uzakta...

*

Sıra “Kürt açılımı”nda...

Bir kere; Kürtler bizim vazgeçilmez parçamızdır.

Kürtler “Türk” tanımını istemiyorlarsa, gerekirse biz “Kürt” oluruz... Tıpkı “Hepimiz Ermeni” olduğumuz gibi...

Nitekim bu ülkede bin senedir kimsenin aklından Kürt-Türk ayrımı geçmedi.

*

Ama bakın; AKP “Kürt açılımı” dediğinden ve aydınlar(!) da destek için koştuklarından bu yana, Türkiye daha bölük pörçüktür...

Bir defa Kürt vatandaşlarımızı PKK ile aynı kefeye koydular...

İşte; koca Türkiye, “bebek katili” diye yargılayıp müebbete mahkûm ettiği Apo’dan “yol haritası” bekliyor...

İyi mi?..

Ama devletin “açılımı” ise nedir, henüz bilen yok...

Bir tek adı belliydi, onu da önce “Kürt açılımı”, sonra “demokratik açılım” şimdi de “milli bilmem ne” diyerek tam üç kez değiştiriverdiler...

“Açılım” için “Aman kaçırmayalım, kaçıyor...” diyen Cumhurbaşkanı sessizliğe büründü, gıkı çıkmıyor...

Başbakan, açılımı görüşürken “Başbakan” olmaktan çıkıp “AKP Genel Başkanı olarak” kimlik değiştiriyor...

Bu nasıl açılım?..

Böyle örtülü, böyle gizli hesaplı, böyle esrarengiz...

Böyle karanlık...

Böyle kuşku ve korku dolu ve basiretsizce bir “açılım” Türkiye’ye güven ve huzuru getirebilir mi?..

Nasıl?..

*

Aydınlara(!) gelince:

Onların çoğu bir zamanlar solcuydu.

Solu bitirdiler...

Şimdi AKP’li oldular...

AKP’yi bitirecekler, sağ olsunlar

++++++++++++++


Minik not : Birileri 3 defa okumalı... Bu konu şahsım adına kapanmıştır.

ar_de_
19-08-2009, 22:53
Onların kameraları var görmezler, mikrofonları var söylemezler. Sıra ‘tapındıklarınızı’ satmaya geldi.

-----------------------------------------------------------------

Muhterem Megaloman Hazretleri,

Her türlü açılımınızı ailecek severek, anlamaya çalışarak izliyoruz.

Fekat sonunda, şiirdeki gibi

“Anlamak yok çocuğum, anlar gibi olmak var / Akıl için son tavır saçlarını yolmak var” noktasına gelip tıkanıyoruz.

Zat-ı alinize ve yabancı istihbarat servislerinin son 30 yılda Türkiye’de bulup çıkarttığı yaşayan diğer beş altı ‘cevher’e koyduğumuz teşhis aynı oluyor: ‘megalomani’.

Tedavi edilmesi gereken ciddi bir ruhsal hastalıktır megalomani.

Hasta en başta ‘zulüm gördüğünü’ iddia eder. Zulüm görmeyi aklına sığdırmaya çalışırken ‘yüce güçlerin seçtiği yüce insan’ olmasına bağlar.

Türkiye’deki megalomanlar açısından bunda bir gerçeklik payı vardır. Çünkü derin ve yüce (!) AB, ABD’nin yüce (!) gizli servisleri tarafından seçilmişler, zulüm bab’ından illa ki birkaç ay da hapiste parlatılmışlardır.

Megaloman, kendisinde olmayan ‘üstünlükleri’, ‘yetkileri’ vehmeder. Bedensel, cinsel, toplumsal, zihinsel yeteneklerine aşırı değer verir, ‘büyüklük’ hezeyanlarına kapılır. Kendisini abartılı, mesnetsiz ve gerçekdışı bir şekilde önemser.

Megalomani'ye, özellikle paranoid şizofreni ve mani vakalarında ya da bunama süreçlerinde sık rastlanır. Megalomani sonunda narsizme kayar ki, megalo narsistin söyledikleri çoğu kez ‘zırvalama’ formatındadır.

---

Nitelikli dolandırıcılık tarikatı şeyhi, Amerikalı megalo imamın devleti ele geçirme açılımı,

Sınırsız seks tarikatı şeyhi, 300 kitap yazdırmış megalo ahir zaman peygamberinin (ki paranoid şizofren raporludur) ‘bilim out safsata in’ açılımı,

İmralı’daki megalo etnik terör elebaşının ‘Çözersem ben çözerim. Ordu da isterim, polis de’ açılımı,

Siyasi hayatına CIA istasyon şeflerinin, ABD büyükelçilerinin referansıyla başlayan iktidar partisinin açılımları, ancak ‘megalomani’nin seyri bilinince anlaşılır hale gelir.

Megalomanlarımızın hepsi, hastalığın normal seyri sırasında ‘algılama bozuklukları’ yaşayıp, herşeyi kendilerine ‘hak’ görüp, halkın altından ülke çalar hale geldiler.

Hastalıktır, tedavisi de vardır.

Megalomaninin tedavisinde en önemli unsur hastanın algılamalarını düzeltmek ve kendisinin diğer insanlarla eşit olduğunu hastaya anlatmaktır.

Sıfatları, unvanları, etiketleri de yapıştıranların ‘başka insanlar’ olduğunu, toplumda aşağılık ya da üstünlük gibi kavramların olmaması gerektiğini megalomana hatırlatmak gerekir.

Hastaya ‘kırılmasın, üzülmesin’ muamelesi yapılmayıp, davranışları hangi tepkiyi hak ediyorsa o tepki verilmeli, megalomana etrafındakilere verdiği zarar açık açık gösterilmelidir.

Megaloman ancak bu şekilde normal çizgiye çekilebilir.

Halkın ‘Her lafa verecek bir cevabın var. Lakin bir lafa bakarim, laf mı diye. Bir de söyleyene bakarım adam mı diye’ pankartları, protesto gösterileri, aslında megalomanlarımızın algılamalarını düzeltmeye yönelik tedavidir. Hak ettikleri, görmeleri gereken muamelenin gösterilmesidir. Megalomanları normal bir çizgiye çekme çalışmasıdır.

Bu arada, megaloman ‘çöküş’üne çeyrek kaldığının, halkın kendisini tedaviye aldığının farkına varacak kadar da zekidir. Konuşanların ağzını sürekli kapatması tedaviye direndiği şeklinde yorumlanmalıdır.

Her çöküş arefesinde her megalomanın imdadına yetişecek bir anket gurusu da daima bulunur.

Mart yerel seçimlerinde, mutad olduğu üzere elektriği kesip sandık cebellezi eden,

bilgisayar sistemlerini artı yüzde 25’e programlayan,

6 milyon da hayalet seçmen yaratarak ancak yüzde 38’i toparlayabilen megalomanyaklar koalisyonuna Tarhan Erdem moral verir: “AKP yüzde 50 alır.”

(Yine bir seçim sonucu tahmini yayımlayarak ‘erken seçim’ öngörülerini teyid ettiği için teşekkürler ama, NAH ALIR!!! )

Anket guruları gölge etmesinler, halk megaloman hastalarımızı tedaviye doğru yolda devam etmektedir. Yaşayan beş büyük megalomanımızı, peygamberlik, padişahlık, şeyhülislamlık, barış havariliği ve sair hezeyanlarından uyandırıp diğer insanlarla eşit olduğu inancına getirmeye çalışmaktadır.

Siz de ey ehl-i din!

Yetki verip megaloman ettiğiniz adamların gündeminde ‘dininizi, imanınızı da satmak’ olduğunu görmek için ‘hırka-i şerif’in Ramazan münasebetiyle Suudi Arabistan’a kiraya verildiğini ya da satıldığını televizyondan mı duymanız gerekiyor?

Onların kameraları var görmezler, mikrofonları var söylemezler. Ben söylüyorum. Geçmiş olsun muhterem, sıra ‘tapındıklarınızı’ satmaya geldi.

Kimin giydiği umurumda değil, 1400 yıllıksa ‘tarihi eser’dir. AKP’nin satış hırsından tarihi eserlerimizin kurtulduğunu hiç sanmıyordum. Şimdi hırka vesilesiyle müzelerimizi nasıl pazarladıklarının ortaya çıkmaya başlamasını umuyorum.

Satmak, pazarlamak deyince, nadir huzurlu kalabilmiş yerlerdendi Adalar.

Fekat başvekilin bastığı yerde otoyol bitiyor, köprü bitiyor, ihaleler, milyar dolarlık rantlar bitiyor. Bu arada hava-su-toprak, huzur/sükun da bitiyor. Geçmiş bitiyor, gelecek tükeniyor.

Adalar İçin Beklenti Raporu’na “Adalar’a özel Bölge Kalkınma Ajansları kurulmalı” önerisi eklenmiş. Beyni cebinde megalomanlar Adalar’ı da satıyor, Adalar da ‘bitiyor.’

Megalomaninin nasıl tedavi edileceğini anlattım. Gerisi ferasetinize kalmış.

Ha bir de medyadan ‘Onlar da kader kurbanıydı’ başlığı altında, uyuşturucudan, adam öldürmek-yaralamaktan hapse girmiş-çıkmış şarkıcı-türkücü taifesinin hikayeleri pompalanıyor.

‘Bu da herhalde sokağa salınacak PKK’lılarla yaşamaya alıştırılma açılımıdır’ deyip ailecek severek izliyoruz. Akıl için son tavrın saç baş yolmak olduğunu unutmaya çalışarak yani.



Ancyralı ya da Angoralı Kıymet Nadir Bindebir

Master
20-08-2009, 17:06
Necati Doğru
ndogru@gazetevatan.com


Niçin “sizi tetikçi” yaptılar?


Soracak mısınız! Sorgulayacak mısınız! Gerçek bir aydın ve gerçekten tam bağımsız olmayı ahlak edinmiş demokrat gazeteci, yazar, toplu halde savcıya gidip, “bak ordu bize darbe yapma kirli niyeti taşıyor” diye suç duyurusunda bulunan iktidar partisinin milletvekili, CHP’ye genel başkan olma arzusu kursağında kalmış anketçi, sivil toplum önderi, üyesi kalmamış ağalaşmış sendikacı, serçeden şarkıcı, bağlamacı türkücü, romancı, TV programcısı, TV münevveri konuşmacı, aydın, profesör kişiler iseniz, takipçisi olacak mısınız?

Sizi “tetikçi” yaptılar.

Size söylüyorum.

Demokrat aydınlar!

Hepinize zarf atıyorum.

Tetikçi yapıldığınız ortaya çıktı, netleşti, kesinleşti. Gerçek bir aydın, gerçek bir demokrat iseniz, “sizi tetikçi yapanlara” bunun hesabını soracak mısınız? Şu dönemde niçin tetikçi yapıldığınızı merak edecek misiniz? Sivil savcılar da (İstanbul Cumhuriyet Savcılığı) Albay Dursun Çiçek’in imzaladığı öne sürülen gizli belgeyi kimin yazdığını bulamadı. Dosyayı Ankara’ya geri gönderdi.



***


Bu belgenin; Genelkurmay’ın bir dairesinde, Kurmay Albay Dursun Çiçek tarafından yazılmadığı şimdi kesinlikle ortaya çıktı.

Oysa siz ne yapmıştınız?

Bu belgeyi Albay Dursun Çiçek hazırlamış gibi yazmıştınız.

Hatırlayın!

Ergenekon davasından şüpheli avukat Serdar Öztürk’ün bürosundaki masasının çekmecesine gece gizlice ve bir hırsız gölgesi sessizliğiyle o belgeyi koymuşlardı. Çekmeceye koyulmuş belge bir ihbar üzerine polis baskını ile bulunmuştu.

Savcıya teslim edilmişti.

5 gün geçmişti.

5 gün içinde bu belgenin doğru olup olmadığını soruşturacak, doğru ise hazırlayanı kulağından yakalayıp “seni darbeci seni...” diye adalete teslim edecek yerde 5 gün sonra bu fotokopiyi bir gazeteye sızdırdılar. Ve “Ordu AKP hükümetini devirmek istiyor, Fethullah Gülen’i bitirmek istiyor... Bunun için andıç planları yapıyor... İşte belgesi...” diye yazdırdılar. Bu yapılan bel altı vuruştu; İttihat Terakki’den beri süregelen “150 yıllık süzme sızdırma, vurma ve kollama derin devlet gazeteciliğinin” devamıydı.

Sizler, hepiniz.

İktidar yanlıları.

AKP yalakaları.

ABD yandaşları.

Kandil söyleşi yazarları.

Dün tezkereyi savunanlar.

Bugün ABD trenine binip “açılım demokratlığına” soyunanlar; sızdırma belgeyi yayınlayan gazetede yüzü kapatılarak fotoğrafı basılan ve “orduda darbeciler var, bundan Genelkurmay Başkanı’nın da haberi var” iddiasında bulunan general kimdir diye hiç merak etmeyenler, gazetede iddia eden generalin yüzü niçin kapatıldı, ismi niçin gizlendi, yüzsüz general fotoğrafı yayınlamanın adına demokrat gazetecilik(!) nasıl dendi diye hiç merak etmeyenler, Albay Dursun Çiçek’e vurdunuz da vurdunuz... Aslında orduya vurdunuz.


***


Unuttunuz mu?

Siz vurdukça!

Başbakan seviniyordu.

Bülent Arınç ağlıyordu.

Sizler de; “Belgenin aslı var mıdır, kim yazmıştır, avukatın çekmecesine kim koymuştur, süzme sızdırma gazeteciye kim sızdırmıştır, fotoğrafı yayınlanan iddiacı yüzsüz general kimdir?” diye hiç merak etmeden; ordu darbeden vazgeçmiyor, diyerek dünyayı ayağa kaldırdınız.

Gördünüz mü ne oldu?

Askeri savcı 12 gün araştırdı.

“Bu belge sahte” dedi.

Sivil savcı 46 gün araştırdı.

“Bu belge sahte” dedi.

İktidar yanlıları, ABD yandaşları, dün orduya vuranlar, bugün “açılım demokratlığına” soyunun sizler ise “belge gerçekmiş” gibi yazdınız, dünyayı ayağa kaldırdınız, halka “ne kadar yüksek dozda demokratlar olduğunuz” izlenimi vererek, çok önemli insanlar oldunuz!

Aslında tetikçi oldunuz.

Sizi tetikçi yaptılar.

Soracak mısınız?

Sizi niçin tetikçi yaptılar?

++++

Minik Not : Bu konuda şahsım adına Kapanmıştır

ar_de_
24-08-2009, 23:36
Havaya bir ‘salih amel’, bir ‘nefis hakimiyeti’ halleri hakim olacak ki...



Geçen yıl, “Ramazan sözcüğünün aslı Arapça değil Sanskritçedir. "Ramadhana-sudra" Arapça kökle yazılırsa "Ramadan” okunur” yazdım, yemediğim küfür kalmadı.

“Amin Arapça değildir. Mısır kralı Amenofis’in talimatıyla, her dua kralın adı anılarak (Amen) bitiriliyordu. Dinlere geçen amin’in kökeni eski Mısır’dır” yazdım, yine yemediğim küfür kalmadı.

Bu yıl Ramadhana Sudra açılımımıza ‘oruç’la başlıyoruz. Uluğ Kök Tengri mailbox’ımıza nurlar yağdıra!

İslamiyetin ilk 13-14 yılında ‘oruç’ yok. İlk kez 624 yılında uygulanıyor.

Yahudilere İslamiyeti kabul ettirmek isteyen Muhammed ‘Yahudi Açılımı’ yapıyor.

Kıbleyi değiştirip Kudüs’e çeviriyor. Yahudilerin tuttuğu iki günlük Aşur orucunu, Mekkeli haniflerin gelenekleriyle de harmanlayarak bir aya uzatıyor. Orucu Musevilikten ithal ediyor.

Muhtaç olduğu destek vahiy olarak iniyor: (Bakara Suresi 2:120)

“Sen onların milletine (dinine) uyuncaya (tabi oluncaya) kadar ne Yahudiler ne de Hristiyanlar senden razı olurlar...”

Prof. Yaşar Nuri Öztürk, ‘Batı’nın şeytani oyunu’nu bu ayete dayandırarak şöyle açıklıyor:

“Yahudi ve Hıristiyan toplumlarına yaranmanın yolu, demokrasi veya çağdaşlaşma değil, Kur’an’ın söylediği gibi tam teslimiyettir. Ne var ki onlar, Müslüman kitleleri teslim alırken, onları demokratikleştirdiklerini, uygarlaştırdıklarını, ıslah ettiklerini söyleyerek egemenlik kurarlar.”

Öztürk, İslam’ın özünün ‘teslimiyete’, ‘itaat etmeye’ dayandığını biliyor.

Gelelim İslamiyetin ‘sembol açılımı’na:

M.Ö. 2000’li yıllarda Arap Yarımadası’ndaki Pagan kabileler Ay’a tapınıyorlar. Muhammed’in doğumundan 400 yıl kadar önce de, Ay’ın sembolü olan hilali (Hubal) Kabe’nin tepesine yerleştiriyorlar. En önemli tanrıları ‘Ay Tanrısı’na ‘Al-ilah’ diyorlar.

Minare tepesindeki alem (hilal) Pagan dönemden kalma ay sembolü. Muhammed Hubal’ı Kabe’den indirtiyor ama, Al-ilah kelimesini Allah olarak kısaltıp benimsiyor.

Müminlerin yerleri gökleri yarattığına inandığı Tanrı (??) kendisini Allah olarak adlandırmıyor yani.

Şimdi kibarı “Bari Ramazan’da yazma şunları, inancıma saygı göster” diyecek, angutu ana-avrat dümdüz gidecek. Fekat birader, sen inandığın dogmaların temelini, kaynağını bilsen, zaten benim bunları yazmam gerekmeyecek.

Müslümanlar Ramazan boyunca şeytanlarını zaptedip meleklerini salacaklar.

Ol melekler de üçüncü köprünün güzergahı boyunca uçup, o havalide arazi almış AKPli müslümanların kasasına konacak. Ol kasaları parayla doldurup, iman sahiplerini (!) ihya edecekler.

“Ey Muhammed! (Rabbin) seni şaşırmış bulup da yol gös*termedi mi? Seni fakir bulup zengin etmedi mi? “ (Duha Suresi, ayet 78.) Rab mıdır zengin eden?

Ehl-i müselman (iki cihanda dokunulmazlığı olan AKP hariç) şeytanını zaptedince ‘Ramazan’da suç oranı yarı yarıya düştü’ haberleri duyacağız.

Kaçak Kuran kurslarında oğlanlara tecavüz edilmeyecek,

Küçük baldızın gazozuna ilaç katılmayacak,

Kadınlar ölesiye dövülmeyecek de, iz bırakmayacak hafif darbelerle ikaz (!) edilecek.

Havaya bir ‘salih amel’, bir ‘nefis hakimiyeti’ halleri hakim olacak, say ki Allah’ın çeşmesinden üzerimize dezenfektan solüsyon akıyor.

Cinayet, hırsızlık, gasp vs arzularımızı (AKP hariç) Ramazan sonrasına erteleyeceğiz.

Yalnız, ‘dinin dışavurumunun tavan yapması’ nedeniyle, sokakta simit yiyeni öldürmeyi Ramazan sonrasına ertelemeyeceğiz. İşini oracıkta bitirip ‘Dinime saygısızlık etti’ diyeceğiz.

Bu sıcakta açlıktan, susuzluktan illüzyonlar da göreceğiz.

Salatalığın çekirdeklerinde, enine kesince Allah, boyuna kesince Muhammed yazıyor olacak.

İmambayıldıdaki soğanın dizilişinde Kabe’nin koordinatlarını göreceğiz, domatesin ezilmişinde evrenin sırlarını çözeceğiz.

Çadırlar kuracak, “Sadakaları (zekatları) kalbleri İslama ısındırılacak olanla*ra...” (K. 9, Tevbe Suresi, ayet 60) dağıtacağız.

Üçaylar başladığından beri ‘ölünmüyor’ ‘şehit olunuyor’du. Bu Şehit Açılımı’na Ramazan’da da devam edeceğiz.

Devrilen kamyonda ölen asker şehit,

bir gıdım adrenalin iğnesiyle kurtarılabilecek, arı venomuna allerjik asker şehit,

teçhizatsız alevlere dalıp dumandan zehirlenen itfaiyeci şehitse,

Kırım Kongo Kanamalı şehidi,

Domuz gribi şehidi,

Karne şehidi (karnesini göstermeye korkup kendini asan çocuklar),

Hymen şehidi (bakire çıkmayan gelin),

Medeni Ahval şehidi (boşanmak isteyince alnına kurşun yiyen kadın),

Eroin şehidi (aşırı dozdan) de olmalı.

Ramazan’da sigara içtiği için öldürülenlere de ya ‘dopamin şehidi’ denilmeli ya ‘nikotin şehidi.’

Ehl-i müselman salih amel, nefsine hakimiyet bab’ından niyet etti niyet eyledi kriminal faaliyetlere bir ay ara vermeye de, bu sıcakta sağı solu belli olmaz.

Ergenekon adı verilen davanın ikinci iddianamesinde enteresan bir bölüm vardı:

“Çok ilginç, Kuran-ı Kerim’in surelerini aç, Allah’ın yerine sermayeyi veya medya kelimesini koy ve oku. ‘Ikra!’. Anlam bozulmuyor.“ diyor.

Yaptık netekim. Bir adım daha atıp Allah yerine ‘sermaye’, peygamber yerine ‘medya’ koyduk. Anlam değişmedi! Deneyin.

Uluğ Kök Tengri affetsin, Enfal Suresi’nin birinci âyeti şöyle oluyor:

Sana savaş ganimetlerini soruyorlar. De ki: Ganimetler Allah (sermaye) ve Peygamber'e (medyaya) aittir. O halde siz gerçek müminler iseniz Allah'tan (sermayeden) korkun, aranızı düzeltin, Allah (sermaye) ve Resûlüne (medyaya) itaat edin.
Nasıl?

Bir adım daha ileri gidip ‘kafir’ kelimesini de ‘muhalif’le değiştiriyoruz. Bakın Mücadele Suresi’nin beşinci âyeti nasıl oluyor:

Allah'a (sermayeye) ve Resûlüne (medyaya) karşı gelenler, kendilerinden öncekilerin alçaltıldığı gibi alçaltılacaklardır. Biz apaçık âyetler indirmişizdir. Kâfirler (muhalifler) için küçük düşürücü bir azap vardır.

Yeni şekline göre bu ayetin meali; Ya AB’ye, ABD’ye ‘Emrin başım üstüne’ denilip İslamiyet’e sarılınacak; vatan gözüne taş-toprak, ‘dâr-ül harb’ görünecek. Savunmaya kalkıp da Batı’nın tekerine çomak sokmayacaksın. Yoksa adın bir iftiranamede geçirilecek, gözünü Silivrilerde açacaksın.

Ehl-i müselman bunları okurken ayetleri değiştiriyorum diye hınç içindedir, biliyorum.

Değiştirdim agam! Lakin, o ayetleri değiştiren ilk değilim.

Eski Amerikan Büyükelçisi Eric Edelman’la AB Türkiye Delegasyonu Başkanı Hans Jörg Kretschmer, Ali İmran Suresi’nin 19. Ayetinin değiştirilmesi için Diyanet’ten sorumlu Bakan’a resmi başvuru yapmışlardı.

“Allah katında yegâne din İslam’dır” ayetini tehdit olarak algıladıklarını söyleyip, hutbelerden çıkartılmasını istemişlerdi.

Eh! Elin ABsi, ABDsi “Ayetleri değiştir” deyince hazmedeceksin, ben değiştirince isyan edeceksin. Yok öyle çifte standart, eşitlik isterim!

Madem ki ‘ulus devlet’e dair herşey tartışılıyor, herşey açılıma tabi tutuluyor, o halde İslamiyet de, Kuran da tartışılacak. Açılımlara tabi tutulacak.

Niyetim halistir, maksadım Ramazan boyunca dinini dışavuracakları rasyonel bir çizgiye çekmektir.

Ve inanın tamamen açılım olsun diye yazıyorum bunları. Zihin açılımı. Benim ‘salih amel’den anladığım büyük ölçüde budur.


Kıymet Nadir Bindebir

Ramo
28-08-2009, 22:16
27 senedir gazetecilik yapıyorum... Ve, çalışma hayatımın en enteresan "sansür" olaylarından biri geldi başıma... "Açılım"ı destekleyen arkadaşların, iyi okumasını öneririm.
*

Tatilden döndüm...

"Kürtçe" başlıklı

bir yazı yazdım.

Bugün çıkacaktı.

*

Şöyle başlıyordu:

"Kimimiz Türk, kimimiz Kürt, kimimiz Laz, kimimiz Çerkez... Yahudimiz, Rumumuz, Ermenimiz, Rus gelinlerimiz, Alman damatlarımız; uzatmayayım, ’mozaik’ derler, değiliz aslında, ’ebru’yuz, koskoca bir aileyiz... Ve, ortak bir vatanımız, ortak bir resmi dilimiz var bizim; Türkçe... Bizi, biz yapan."

*

Şöyle devam ediyordu:

"Dünyaya entegreyiz; İngilizce de öğreniriz, Japonca da... Elbette, anadilini de, mesela Kürtçeyi de öğrenmek en doğal hakkıdır yurttaşların... Ama, bu doğal hakkı, ’açılım’ adı altında, ’resmi dil’ haline dönüştürmeye çalışmak, bizi biz olmaktan çıkarmaz mı? ’Bizi bize yabancı’ hale getirmez mi? İki lisanlı toplum olursak eğer... Birlikte yaşamak isteyen, sorunlarını konuşa konuşa çözme iddiasında olan, ancak, birbirinin dilinden anlamayan bir toplumu, hangi tutkal bir arada tutabilir?"

*

Ve, şöyle bitiyordu:

"Silahla beceremeyen bölücülerin tuzağına düşmemeli Türkiye... Kanın durması için teröriste bile şefkat gösterilebilir; bakarsın, tatlı dil yılanı deliğinden çıkarır... Fakat, farklı dil, kardeşi kardeşe yabancı haline getirir, ki, terörden tehlikelidir."

*

Yazı buydu.

Peki "sansür" nerede?

Şurada...

*

Yazıyı Kürtçe yazmak istedim!

*

Hayır...

Amacım, Türkiye’nin en etkin gazetesinde ilk Kürtçe makaleyi yazan kişi olmak değildi... Yukarıdaki satırları okuyacaktınız ve anlamayacaktınız.

Amacım işte buydu.

*

Araya "ikinci resmi lisan" girdiğinde... Farklı etnik gruplara mensup olan, ancak, Türkçe konuşarak, Türkçe yazarak, Türkçe okuyarak "anlaşan" bir toplumun, nasıl aniden birbirine yabancılaşacağını görecektik...

Kanıtı da, bu yazı olacaktı.

*

E hani sansür?

Buyrun...

*

Kürtçe bilmediğim için, Türkiye Çevirmenler Derneği’ne başvurdum, "Bu yazıyı Kürtçeye çevirmek istiyorum" dedim. "Hay hay" dediler, İstanbul’daki "yeminli tercüme bürosu"nun telefonlarını verdiler. Aradım... "Hay hay" dediler, Kürtçe tercüman bulmak için iki gün izin istediler ve çevirme ücretinin de 180 lira artı KDV olduğunu belirttiler... "Hay hay" dedim, fatura bilgilerimi gönderdim, yazımın Kürtçe tercümesini beklemeye başladım.

*

İki gün sonra... Türkiye Çevirmenler Derneği’nden aradılar... "Kürtçe tercüman bulduklarını, hatta 8 tane Kürtçe tercümana başvurduklarını, ancak 8 tercümanın da bu yazıyı Kürtçeye çevirmek istemediğini" söylediler...

*

Allah Allah!

Niye birader?

"Yazının içeriğini uygun bulmamışlar!"

*

(Bu arkadaşlar "yeminli" tercüman ama, yeminleri bi acayip... İçeriğini beğenirlerse, tercüme ediyorlar, beğenmiyorlarsa, etmiyorlar... Sanırsın, tercüman değil,

sansür kurulu!)

*

İşte böyle...

Terör, bizi bölemez.

Lisan, böler.

Cart diye.

*

Bizi bize yabancı eder.

Kanıtı da bu yazı.

Yılmaz Özdil

AnnE
31-08-2009, 07:38
LeMan, Livaneli'ye fena çaktı. "Özgürlük" bestesini Vodafone'a reklam müziği olarak veren sanatçıya yeni cingıl önerilerini sıralayan LeMan, asıl mesajı dipnotta verdi.
LeMan'dan Başar Başaran yazdığı öneriler şöyle:

"Yiğidim aslanım burda yatıyor" - Yersen Yatakları, yatakta kalite

"Pencerem kör kapım kitli" - "Bu bendeki seyir değil" diye üzülmeyin Tak Pen taktırın seyrine dalın.

"Topraktan mı sürmüş candan mı kopmuş" - En taze organik sebzeler

"Gökyüzü senindir"
Gökyüzü herkesindir" Zülf Air ile uçun gökyüzünün tadını çıkarın

"Hoşgeldin bebek yaşama sırası sende"
Senin yolunu gözlüyor
Tren kazası, uçak kazası, iş kazası, yer depremi, kuraklı filan" -Parseller Hospital'de doğum artı kaza sigortası 2000 tl

Not: Bestesini reklam müziği olarak vermesi üzerine gelen eleştirileri "Şarkılarım artık benim değil halkın" diye yanıtlayan Livaneli, reklamdan aldığı parayıda o zaman bize verse ya. Şarkı bizim ama para sizin... Bari kontör versinler...

meraklı
31-08-2009, 08:46
Muhterem validanım,

Biliyorum ki bekliyordunuz caarrrtt diye bişiler yazmamı...

Yazacaktım, biliyordunuz...
Ama maksat sükût-u hayale uğratmak değil mi... yazmayacammm :)

Ama anladınız sizzz ... :ds:*


:friends:-

ar_de_
31-08-2009, 23:11
Sabrı, itaati, korkup kaçmayı, teslim olmayı kimseye tavsiye edemem. Çünkü hep ‘inat’tan yanayım.




Haberin linki aşağıda, bakarsınız. Zülfü Livaneli’ye göre;

‘medya sitesi denilen bir yerde sinirini boşaltan’, ‘gazetelerde iş bulamamış, yarım yamalak akıllı, kompleksli’ binlerce köşe yazarından biriyim.

Tv seyretmiyorum, hiç kimseyle görüş alışverişinde bulunmuyorum. Fikir oluşturabilmek için yazmadığım günlerde dahi 8-10 saat haber, köşe vs. okumam gerekiyor. Yazdığım günlerde buna 3-4 saat daha ekleyin.

Zülfü’nün beğenmediği çoğu ‘kompleksli (!) ve yarım akıllı (!) site yazarı’ gibi yazıdan para kazanmıyorum.

Yazar olarak iş aramıyorum, para karşılığı yazmayı da istemiyorum. Kısıtlanmaya, sansürlenmeye, talimatla yönlendirilmeye hiç gelemediğimden bu işi meslek edinemeyeceğimin farkındayım.

Gazete yazarlarına hakaret ettiğim düşünülmesin lütfen. Hepsi baskı altında yazıyor. Bildiklerini, öğrendiklerini çoğu kez ya üstü kapalı anlatmaya çalışıyorlar ya oto-sansür uygulamak zorunda kalıyorlar. Kalemim, zekam o kadar kıvrak değil, ben beceremem.

Hergün oturup, ülkemin başına örülen çorapları çözmeye, anladıklarımı birilerine anlatmaya çalışıyorum. Bu işe, gazetelerde köşe yazanlardan daha fazla emek ve vakit harcadığımı biliyorum. Yazabilmek için uykumdan, aileme karşı sorumluluklarımdan vakit çalıyorum.

Hangi görüşte olduğunun önemi yok, para karşılığı yazmayan bütün ‘site yazarları’ gibi bu işi çok ciddiye alıyorum. Yazdığım her kelimenin sorumluluğunu taşıyor, sonuçlarına katlanmaya razı oluyorum.

Livaneli’nin beğenmediği sitelerde, yazar Zülfü Livaneli’yi köt pardon kot cebinden çıkartacak en az elli tane köşe yazarını da yazılarından tanıyorum.

İçimdeki ‘idealist genci’ öldürecek, mayınlı ruhumu huzura kavuşturacak para ise henüz basılmadı.

Gelecek kuşaklara (geçmişten de) bilgi aktarımı sorumluluğum,

beni yaşatan, besleyen, okutan ülkeme, ulusuma borcum olduğunu düşündüğümden yazıyorum. ‘Yazının namusu’na sonuna kadar sadık kalmaya çalışarak...

‘Sinirimi boşaltmak için’ Zülfü gibi okura ‘itoğlu it’ deme raddesine geldiğim dakika köşelere yazmayı bırakırım. Siz de kurtulursunuz ben de...

---

Bu vesileyle, son günlerde aldığım okur maillerinde zihnimi tırmalayan birkaç cümleden bahsetmek istiyorum.

Bir okur “Kendimi yanlış topraklara atılmış tohum gibi hissediyorum” demiş, iki ayrı okur da “Herşeyi bırakıp yurtdışına mı kaçayım, ben artık bu ülkede yaşamak istemiyorum” yazmışlar. Bir de, son yazılarımdan birine dair “Beni kederlere gark eylediniz” başlıklı, “Durum bu kadar vahim mi?” mealinde bir mail.

Eyy Aziz and Azize okur!

Amacım kimseye umutsuzluk aşılamak değil, aksine, isyana, direnmeye, ülkeye sahip çıkmaya, değiştirmeye, düzeltmeye, sahtekarlardan hesap sormaya teşvik etmektir. Din tüccarlarının cahil kafalarının içindekini anladığım kadarıyla yorumlamaya çalışmaktır.

Yazdıklarımdan umutsuzluk, teslimiyet, kaçıp kurtulma arzusu gibi sonuçlar çıkartılıyorsa birşeyleri yanlış yapıyorum, yanlış yoldayım, en kötüsü de karşı tarafın işine yarıyorum demektir.

Ve evet!

Yıllardır coğrafi isimler Potamya, Likya, Klikya vs olarak değiştirilerek yapılan ‘halkı vatanına yabancılaştırma operasyonu’ amacına ulaşmışsa, Türkler Türkiye’de kendisini ‘yanlış topraklardaki tohum’ zannetmeye başlamışsa durum vahimdir. Hem çok vahimdir!

Benim bu operasyona katkı sağlama gibi bir amacım asla olamaz. Meramımı anlatamamış olmam daha da vahimdir.

Kimseye “Yurtdışına kaç kurtul” tavsiyesinde bulunmam, aksine, ülkemin ulusal çıkarının “tersine beyin göçü”nde olduğunu düşünür, yurtdışında tanıdığım cevherlere Türkiye’ye dönmeyi, Türkiye için birşeyler yapmayı tavsiye ederim.

Terketmenin çözüm olmadığını, gittiğiniz her yere Türkiye’nin arkanızdan geleceğini bilirim. Yakanıza, paçanıza yapışır Türkiye. Kolayına bırakmaz tohumunu.

Zannediyor musunuz ki Batı pembe kollarını açtı, rahatlığınızı, mutluluğunuzu sağlamak için sizi bekliyor!

Batı sizi kanınızı emmek, iliğinize kemiğinize kadar sömürmek için bekliyor. Batı doktorunuza taksi şoförlüğü, mühendisinize markette kasiyerlik yaptırmak, çocuğunuza bulaşık yıkatmak için sizi bekliyor.

-Çakma Hüseyin- Obama Meksika’ya vizeyi gevşetti. Çocuk baktırmak, evde hizmetçilik ettirmek, gökdelen camı sildirmek, kanalizasyon boku temizletmek için Amerika’nın daha fazla Meksikalıya ihtiyacı var da ondan.

Almanya, Avustralya, Amerika, Afganistan’a, Irak’a bundan böyle kendi askerini göndermek istemiyor. Müslüman göçmenlerden asker devşiriyorlar savaşa göndermeye.

Göçmenlik dediğinin ilk beş yılı esaret...kölelik. İlk kuşak göçmeninki ‘kayıp hayat’. İkinci kuşak biraz rahat yüzü gördüm sanır ama, üçüncü-dördüncü kuşağın bile kafasına ‘yabancı’ olduğu her fırsatta kakılır.

Batı pembe kollarını açar, emeğinizi, ruhunuzu sömürmeye bekler ancak sizi. Köpeklerini üzerinize salmaya bekler!

Brüksel’de üç gündür sokak çatışmaları sürüyor. Kuzey Afrikalı göçmenler polisle çatışıyor. Sidney’de aylardır Hintli göçmenler sokaklarda dayak yiyor, polis seyrediyor.

Kaçtığınızda kurtulacağınızı umduğunuz Batı bu! Denize düştüğünüzde sarılacağınız ustura bu! Batı ‘ırgat’ etmeye bekliyor sizi.

Batı’nın Türk’e en uygun gördüğü meslek ‘kebapçılık.’ Elinizden geliyorsa buyrun gidin. Ama nereye giderseniz gidin Türkiye’yi de içinizde götüreceksiniz. Türkiye yakanızdan, paçanızdan çekiştirecek sizi.

‘Türk’ü Türkiye’ye yabancılaştırma operasyonu’ kendi vatanınızda ‘yanlış tohum’ olduğunuzu düşündürecek kadar başarılı olduysa eğer, şunu bilin ki bu toprağın dışında hiçbir toprak için doğru tohum değilsiniz.

Demek ben meramımı anlatamamışım Aziz and Azize okur. Yıllardır söylemeye çalıştığım, bundan sonra da söylemeye çalışacağım özetle şudur:

Karşı devrimcilerin, Cumhuriyet yıkıcılarının, bölücülerin, yabancı istihbarat servislerinin, AB-ABD’nin ve içimizdeki hainlerin gemi azıya aldığı bu dönemde;

-Sokağımızdan, semtimizden, şehrimizden başlayarak tüm ülkemize sahip çıkacağız. “Bu ülke için ne yapabilirim, ülkeme ne verebilirim” diye düşüneceğiz.

-Kafamıza geçirilmeye çalışılan islamiyet çuvalına direneceğiz. Mizahla, dansla, müzikle, sporla, yogayla, şortla, mayoyla direneceğiz. Alkolle kafamızı yumuşatma hakkımızdan asla vazgeçmeyeceğiz. Akdenizli hayat tarzımızdan en ufak taviz vermeyeceğiz.

-Takva satıcısı nitelikli dolandırıcılık çetesini ‘şeffaf’ olmaya, hesap vermeye zorlayacağız.

-Birbirimizi kollayacağız, cesaretlendireceğiz. Korkanları desteğimizle korkularından arındıracağız.

-Yedi yılda kaybettirilen değerlerimizi geri alacağız, içi boşaltılan kavramlarımızın içini yeniden dolduracağız.

-En önemlisi de; Meclis’i işgal eden, meşruiyetini halktan değil yurtdışından alan, kendilerine hergün bir başka ayrıcalık tanıyan islamofaşist dolandırıcılık çetesine, önce karşılarında EŞİT İNSANLAR olduğumuzu kabul ettireceğiz.

Mersedes makam arabalarınla trafik kurallarına uymamak için çıkarttıkları “Önümüze çıkmayın ezer de geçeriz yasaları”nı biz ezip geçeceğiz. Megalomana ‘eşiti’ olduğumuzu her daim hatırlatacağız.

Ben hep isyandan yanayım Aziz and Azize okur. İsyandan, direnişten, mücadeleden yanayım. Sabrı, itaati, korkuyu, kaçmayı ve teslim olmayı kimseye tavsiye edemem. Çünkü hep ‘inat’tan, hep 'cesaret'ten yanayım.

Ben hep Türkiye’den yanayım. Elin İngilizi Fransızı Arapı ülkeme postu sermişken çıkıp gitmeyi kimseye tavsiye edemem. Vatana küsülemez çünkü.

Vatansever insanları umutsuzluğa sevk etmek ya da yurtdışına göçe teşvik etmek gibi bir niyetim asla olmadı. Demek ki birşeyleri eksik söyledim. Yanlış söyledim. Ya da henüz söylemedim.

Umut olmazsa isyan edecek, direnecek, mücadele edecek güç, enerji de olamaz. Ben hep enerjiden yanayım.

Yazdıklarımdan farklı sonuçlar çıkartan olursa, lütfen dönüp bir kez daha okusun.

Çok uzattım Aziz and Azize okur! Zülfü olsa kısacık bi yazıyla okuruyla dertleşiverirdi ama, bendeniz yarım akıllı, gazetelerde iş bulamamış kompleksli bir yazarım (!). Fark oluyor haliyle...


Kıymet Nadir Bindebir

AnnE
01-09-2009, 07:28
Zülfü Livaneli

Özgürlük, reklamlarda kullanılmayacak




Joan Baez, 80’li yıllarda Harbiye Açıkhava Tiyatrosu’nda verdiği konsere “Livaneli şarkılarına özgürlük” diye başlamıştı.

Çünkü o dönemde TRT’de yasaktım.

Sıkıyönetim dönemlerinde kasetlerimin satılması da yasaktı. Çalan da cezalandırılırdı, söyleyen de...

Leylim Ley söyleniyor diye yurtlar basılırdı.

Konserlerim sürekli valilikler tarafından engellenirdi.

Sıkıyönetim mahkemelerinde yargılanırdım.

Bütün bunlara nasıl dayanırdım biliyor musunuz?

Şarkılarımızın özgürce çalınacağı günlerin düşünü kurarak.

Gün geldi Özgürlük bestesi, bütün televizyonlardan reklam müziği olarak bangır bangır çalınır oldu.

Ezgi, milyonlarca kişinin diline takıldı, birçok genç bizim müziğimizi ve Eluard’ı , Nazım’ı, Orhan Veli’yi bu ezgi yoluyla keşfetti.

Ama hemen itirazlar yükseldi.

Bazı dinleyicilerim “Bu bizim şarkımızdır. Nasıl reklamda çalınır” dediler.

Kimileri ise “Daha iyi ya, bak şarkılarımız bütün Türkiye’yi fethediyor” diye bundan bir övünç payı çıkardılar.



***


Elbette bu arada art niyetliler de çıktı.

Özellikle “Demokratik açılım gereklidir” dememden ve sol partiyi sol olmaya davet etmemden sonra, fikirlerime mertçe karşı çıkamayanlar belden altı vuruşlara başladılar.

Hayatımda hiçbir eksik gedik bulamadıkları için de konuyu Özgürlük ve reklam üzerine yoğunlaştırdılar.

Hayali paralardan söz ettiler.

Ve sanki öz be öz bestemi, enstrümantal olarak kullandırmam bir suçmuş gibi, akıl dışı, insanlık dışı iftiralara giriştiler.


***


Oturup düşündüm. İftiralara kızıp da oruç bozamazdım ama dinleyicilerimin görüşleri önemliydi.

Bu görüşlerden ikincisi bana daha doğru geliyordu; evet şarkılarımız Türkiye’yi inletmeliydi ama ya buna üzülenlere ne demeli?

Onlar da kendi açılarından haklılardı.

Epey düşündükten sonra önceki gün telif hakkı ajansım olan Taksim-Universal Edisyon’a telefon ettim.

“Reklamları kaldıralım” dedim.

Şaşırdılar. “Kampanya çok başarılı gidiyor, yeni filmler hazırlanıyor” dediler.

“Teşekkür ederim ama istemiyorum” dedim. “Reklam ajansını kırmak değil niyetim ama bir tek dinleyicimi bile üzmek istemem. Özür dileyerek yeni filmlere izin vermeyelim.”

Şimdi eski filmler bir süre daha dönecek ama devamı gelmeyecek, bu müzikle çekilmesi planlanan yeni filmler çekilmeyecek.


***


Bunu size saygımdan yapıyorum ama bilin ki hâlâ eski fikrimdeyim.

Sadece kendi parçalarım için değil, her hümanist sanat yaratısı için böyle düşünüyorum.

Bugün MTV kanalı Bunuel’in filmlerinden, Dali’nin resimlerinden yararlanıyor.

Zorba melodisi bütün dünyada meyhanelerden reklam filmlerine kadar her yerde bangır bangır çalınmakta.

Picasso motifleri t-shirtlerin üzerinde.

Böyle bir dünyada saklanmak, gizlenmek, yaratılarımızı geniş kitlelere ve özelliklere “yoz sayılan” genç kuşaklara iletmekten kaçınmak bana doğru gelmiyor.

Bir de para konusu var. Bu reklamdan büyük paralar kazandığımı iddia edenler yalan söylüyor. Tamamen uyduruyorlar. Edisyon hakları ve vergiler çıktıktan sonra kalan para komik bile sayılabilir.

Ama patron sizsiniz. Bu parçalar benden çok size ait.

Madem ki istemediniz Özgürlük artık kullanılmayacak.

AnnE
01-09-2009, 07:36
1. Sen Tisortlere resminin basılması şansını yitirdin.
2. Yurtlar Leylim Ley söylendigi için basılmadı ; zaten onu İbo bile söyledi fakat kimse alınmadı.
3. Meyhanelerde senin şarkıların pek iyi gitti, kimse bundan da gocunmadı.
4. Senin ilk şarkılarını sadece sen unutmak istedin.
5. Türk soluna, rahmetli Ecevit'ten sonra en çok zarar veren adam olduğunu ne zaman farkedeceksin acaba ?
6. Özgürlüğümüzü satmana rağmen numaramızı değiştirtemedin ; demek ki bahsettiğin kapmanya o kadar başarılı olmamış.
7. Sen hala Özgürlüğün bedelini vodofon kampanyasının başarısı ile ölçüyorsan vay sana, vaylar sana...
8. Özgürlüğümüzün satış karından edisyon hakkı ve vergileri düştükten sonra kalan sana ( OTOSANSÜR OTO SANSÜR )
9. Bana ne bana ne !! Ben kontürümü istiyorum.

ar_de_
01-09-2009, 15:54
Seyyar hoca Kıymet Nadir Bindebir’den faideli fetvalar

habercek.com sitesinin ücretsiz hizmetidir

.................................................. .................................................. ....


Malûmunuz, geçende fetva makamına ‘Makattan lavman yapılırsa oruç bozulur mu (hojam)?’ suâli tevcih edilmişti.

Bendenizde bu derin mevzunun ‘Bağırsakların emeceği su miktarına bağlıdır’ şeklinde muğlâk bir izâhatla geçiştirildiği kanaatı hâsıl olunca, niyet ettim niyet eyledim güncel mevzularda ehl-i müselmânı tenvir edecek fetvalar neşretmeye.

Niyet habis ise de lisan selimdir. Ailecek okunabilir.

.................................................. .................................................. ....

-Validebağ Devlet Hastanesi’nin arazisini (rant için) satıp, geceyarısı yatan hastayı apar topar taburcu etmek, serum şişesi takılı vaziyette evine göndermek orucu bozan hallerden değildir.

Lâkin, protesto eden hasta yakınlarından yüzünüze tüküren olursa ve bu tükürük ağız ya da burun deliklerinizden içeri girerse orucu sakatlar. Bu hususa dikkat etmek lâzım gelir.

-Yandaşlarına rant sağlamak, arazi açmak için Kaz Dağları Milli Parkında 180 hektar ormanda onbinlerce ağacı yaktırmak, yine arazi rantı için köprü yapmaya kalkıp İstanbul’da 50 bin ağacın kesilmesi talimatını vermek orucu bozan hallerden değildir.

Kibriti çakanın orucu bozulursa da azmettirene müeyyidesi yoktur. Lâkin, yangının dumanı genzinizi yakacak kadar içinize kaçarsa orucu sakatlar. Orman yakılabilir fakat dumanı içeri çekmemek lâzım gelir.

-Resmi evrak-form vs doldururken MESLEK hanesine Tarikat Şeyhi yazmak orucu sakatlayan ya da bozan hallerden değildir. Bunda yalan yoktur. Tarikat Şeyhi olarak hayatını namusuyla (!) kazanan yüzlerce insanımız vardır. Lâkin, şeyhin orucu, üzerinde kuluçkaya yattığı altınların, paraların vergisini vermeye kalkarsa bozulur.

O takdirde, kefâret gerekir. Yani 60 gün oruç artı 1 gün kazası tutulur. En sevilen sahabenin ruhuna mevlit okutulur (www.ensevdigimsahabe.com).

-Yedi yıldızlı oteller kurup ‘Bu parayı nereden buldun’ diye soranlara ‘Halıcıda tezgâhtarlık yaptım’ diye açıklamak orucu bozmaz. Bir gün bile halıcıda tezgâhtarlık yapılmış olsa kâfidir. Yalan olmaz. Allah herşeye kadirdir. ‘Yürrrrüü!’ diyeceği kulunun karşısına Rus mafyasını bile çıkartıp zenginleşmesine vesile edebilir.

Lâkin, aynı şahıs “Güneyde ‘her şey dahil’ sistemiyle çalışan otellerin yüzde 90’ı içkinin içine katkı maddesi koyuyor, müşteriye sahte içki içiriyor” diye ihbar edip, siyasetçilere ülke çapında sahte içki yakalama operasyonları düzenletirse orucu sakatlanır.

Hele ki; Antalya’da yapılan denetimlerde 5 bin 111 şişe sahte içkinin 2 bin 270’i halıcılıktan (!) zengin ihbarcının Beldibi, Tekirova, Belek’teki yedi yıldızlı otellerinde yakalanmışsa orucu bozulur.

Telafisi için kefâret yetmez. Bir yıl boyunca, her ay 50 ‘akşamcı’yı otellerinin 5000 dolarlık odalarında ‘herşey dahil-bedava’ misafir etmesi lâzım gelir. Ol otel sahibinin (ki adını ve otellerinde tatil yapan nitelikli dolandırıcılık çetesini her daim meymenetle zikretmeliyizdir) iftarda orucunu içkiden kazandığı parayla açması câizdir. Lâkin, hurmayı o parayla almasın. Hurma için helâl süt emmiş birinden borç alsın.

-Bakanlar Kurulu (*) kararıyla;

‘(30.11.2009 tarihine kadar geçerli olmak üzere, 4760 sayılı Özel Tüketim Vergisi Kanununa ekli (II) sayılı listede yer alan) 18 gros tonilatoyu geçmeyen yolcu ve gezinti gemileri, yatlar ve diğer eğlence ve spor tekneleri; kürekli kayıklar ve kanolara uygulanacak özel tüketim vergisi oranını yüzde 6,7’den yüzde 0 (sıfır)’a indirmek,

Yine, ‘(30.11.2009 tarihine kadar geçerli olmak üzere) 18 gros tonilatoyu geçmeyen yolcu ve gezinti gemileri, yatlar ve diğer eğlence ve spor tekneleri; kürekli kayıklar ve kanoların tesliminde yüzde 18 olan KDV oranını yüzde 1’e indirmek orucu bozan hallerden değildir.

Yat, gemicik, tekne vs almak isteyen takva sahibi müminleri kollamak câizdir. Lâkin, o yatlarla teknelerle gezinirken sâhildeki bikinili kadınlara nazar eylemek orucu sakatlar. Ağıza, buruna deniz suyu kaçırılmamalıdır. Tuzlu su orucu bozar, hem kazâ hem kefâret lazım gelir.

-‘Makattan lavman yapılırsa oruç bozulur mu?’ sualine gelince;

Bakınız geçen gün AKP Genel Başkanı muhterem ikaz ettiler; “Gençlerimizde sulu - kuru her türlü kötü alışkanlık var” buyurdular.

Burada zikrettikleri kötü alışkanlıkların sulusu lavman, kurusu kolonoskopidir. O cihetle, lavman ya da kolonoskopi sırasında zevk alınıyorsa, nefis kabarması hûsûle geliyorsa orucu bozar. Gûsül abdesti almak lâzım...

Nee? Sulu-kuru o değil mi?

Nasıl yani?

E ben şimdi yanlış mı anladım muhteremi?

Yani makatımla mı dinlemiş oluyorum bu zâtın konuşmalarını?

Yapmayın yaa!!

Tuh be!!

Şu İncirlik’te misafir (?!) edilecek 100 bin Amerikan askerinin 'açılım'la bağlantısı var mıdır anlatırsa doğru organımla dinleyeyim bari.


.................................................. .................................................. ..


(*) 22 Temmuz tarihli, 27327 sayılı Resmi Gazete’de yayımlanan 2009/15315 sayılı Özel Tüketim Vergisi (ÖTV) ve Katma Değer Vergisi (KDV) indirimlerini içeren Bakanlar Kurulu kararı.



Kıymet Nadir Bindebir / kiymetnadirbindebir@gmail.com

Master
04-09-2009, 06:50
mehmetyilmaz@hurriyet.com.tr


Suçlama gizli sorgu açık!



CUMHURBAŞKANI Abdullah Gül ile ilgili bir davada “yargılanmalı” kararı veren Sincan Ağır Ceza Mahkemesi Başkanı Osman Kaçmaz hakkında Adalet Bakanlığı tarafından açılan soruşturmada ilginç şeyler oluyor.

Kaçmaz, sorgu için çağrıldığı bakanlıkta sorulara yanıt vermedi.

Nedeni hakkında yürütülen soruşturmanın niçin yapıldığının, suçlama ile ilgili bilgi ve belgelerin kendisine verilmiyor olması.

Bunu avukatının yaptığı açıklamadan anlıyoruz.

Gerçekten ilginç bir durum!

Telefonlarınız dinleniyor, hakkınızda bilgi ve belge toplanıyor, sorguya çağrılıyorsunuz ama nedenini bilmiyorsunuz.

Ve bu soruşturmayı emreden bakanlığın, yargıç ve savcıların kaderlerini, siyasetin iki dudağının arasına alacak “adalet reformunu” AB’ye uyum için yaptığına inanmamız bekleniyor.

Bu kadar saf olduğumuzu düşünmeleri için ne yapmış olabiliriz?

meraklı
04-09-2009, 15:15
Nasılsa Ülkem satılmış; açılımın alâsıyla açılmış, domuz gribinden nasibini beklemekte…
Ülkemin ciğerleri ormanlar çatır çatır yakılmakta; yerlerine ecaip lüküs beach-park oteller yapılmakta….
Eğitim dediğin ne ki, okullara zaten gerek yok ;imam hatipler yeterli- gerçi sürü olmuş halka hatip ne gerek ama ..???
Tuğluk teyzem bile demiyor mu ki; “Anlaşma yoksa ayrılır, sınırlarımızı çizeriz” diye.. ee buyursunlar zaten haritalar hazır Amerikanya nın elinde… hariçten yorgunluğa ,çalışmaya hacet de yohitur….

Ehh Türkiye’m İstila edilmiş , dünyaya yaratıklar inse noolurrr …?????????????



http://www.radikal.com.tr/Radikal.aspx?aType=RadikalDetay&ArticleID=952434&Date=01.09.2009&CategoryID=81
667

AnnE
05-09-2009, 08:48
BUSMEK'te skandal... Bursa Bursa olalı, böyle ayıp görmedi


Büyükşehir Belediyesi'nin mesleki eğitim kurslarının yürütüldüğü "BUSMEK", yeni koordinatörün yol açtığı skandalla çalkalanıyor.

BUSMEK'e proje koordinatörü olarak atanan Yüksel Yeni, 20'ye yakın bayan şube sorumlusuyla yaptığı toplantıda, "Burası çok kötü yönetilmiş, geneleve dönmüş" deyince ortalık karıştı. Kimi çalışanların eşleri, soluğu BUSMEK'te aldı. "Ben dişilerle çalışmam" diye konuşan Yeni'nin tavrı Bakan Çelik ve Büyükşehir Belediye Başkanı Altepe'ye intikal ettirildi.

Milli Gençlik Vakfı ve imam hatip kökenli olduğu öğrenilen Koordinatör Yeni'nin, bayan şube sorumlularına hitaben yaptığı konuşmada "Makyajda harcayacağınız vakti, abdest alırken namaz kılarken de harcayabilirsiniz. Tuvalette makyaj için ayna karşısında vakit geçireceğinize, namaz kılın" dediği ileri sürülüyor. Kendisinden önce de AKP'li kadroların denetim ve yönetiminde olan BUSMEK'İn çok kötü yönetildiğini, inşaallah kendisinin bu durumu düzelteceğini söyleyen Yeni'nin (Burayı geneleve benzetmişsiniz) sözü Bursa'da günün konusu... Şimdi Büyükşehir Belediye Başkanı Recep Altepe ile AKP Bursa Milletvekili ve Devlet Bakanı Faruk Çelik'in tavrının ne olacağı merakla bekleniyor.

http://www.bursahakimiyet.com.tr/HaberDetay.aspx?hid=26251&ypid=1

AnnE
05-09-2009, 08:55
Zülfü Livaneli, 'kendisi için döneklik etti' iddialarına karşı, Ataol Behramoğlu'na bir mektup gönderdi.

İşte Livaneli'nin şair ve Cumhuriyet Gazetesi Yazarı Ataol Behramoğlu'na gönderdiği o mektup:

Livaneli’den Mektup

“Sevgili Ataol,

Yazını okuduktan sonra sana bu mektubu yazmaya ve mümkünse köşende değerlendirmeni rica etmeye karar verdim.

Çünkü cevaplarımı saygıdeğer Cumhuriyet okurlarının da öğrenmesini istiyorum.

Benim için kullandığın güzel sözlere teşekkür ederim.

Senin hem dost hem de şair olarak hayatımdaki önemini ve değerini zaten biliyorsun. Tekrarlamama bile gerek yok ama dostluğuyla her zaman gurur duyduğum bir avuç insan arasındasın.

Gelelim tavrıma:

Bu konuda yazdığım yazıyı AKP’nin ne idüğü belirsiz açılım politikasına destek olarak değil, mefhum-u muhalifiyle, yani sol olması gereken CHP niye bu konularda adım atmıyor, hatta engelliyor yakınmasıyla yorumlamak gerekir.

Benim AKP ile ne gibi bir ilgim olabilir!.. Onlardan ne kadar canım yandığını ortaya koyan yazım ise bu konudaki bazı haksız kuşkuları gidermek içindir. Çünkü bildiğin gibi bazı sevgili arkadaşlarımız bu yazımı ‘dönüş sinyali’ olarak algılamak basiretsizliğini gösterdiler.

Onlar her gün adam ve mesafe kazanırken bizim kesim yıllardır birbirini kuşkuyla süzüyor ve acaba bugün kimi çarmıha gersek duygusuyla uyanıyor her sabah.

AKP’yi topa tutan yüzlerce yazı yazıyorsunuz konserlerde, televizyonlarda alarm çanları çaldırmaya çalışıyorsunuz bu uğurda ‘değiştiler’ diyen birçok kişiyle kavga ediyorsunuz sonra günün birinde ‘Kürtlere insan hakları ve kültürel haklar verilmesi kırk yıllık mücadelemizdir onlar söyledi diye biz fikirlerimizden vaz mı geçeceğiz?’ diye yazıyorsunuz, kıyamet kopuyor.

‘Türkiye’de rejimin değişeceği tarih’, yazımın internette dolaştığı günler, Uğur Mumcu, Türkan Saylan ağıtları ne çabuk unutuldu?

Sevgili Ataol,

Bundan on beş yıl önce ‘Sağ ve sol kutuplar eriyor, yerine üç kutuplu bir Türkiye oluşuyor.’ diye yazmaya başladım. Bana göre bu üç kutup ‘İslamcılık, Kürtçülük ve Milliyetçilik’ kutuplarıydı.

Bu tehlikeyi yüzlerce kez vurguladım. CHP parti meclisinde söyledim, Baykal’a anlatmaya çalıştım.

Tehlike CHP’nin bu etkiyle milliyetçilik kutbuna yani MHP eksenine kayması ve ‘kardeşlik, barış, eşitlik’ gibi sol değerlerden uzaklaşmasıydı.

Ne yazık ki öyle oldu.

Ne olur dinamik bir tahlil yapalım ve 2002’den beri geçen duruma bakalım. AKP 7 yılda nereden nereye geldi, toplumu nasıl dönüştürdü?

Bu işin bir yedi yıl daha sürdüğünü düşün.

Kim bilir hangi noktalara sürükleneceğiz?

Karanlık hızla artıyor ve biz bir türlü kendimizi eleştirmeyi, ‘Nerde hata yapıyoruz’ sorusunu cevaplamayı başaramıyoruz.

Bunun yerine her gün birbirimizin ‘imanını’ sorguluyoruz.

Kimse korkmasın, başımı kesseler, idam sehpasına götürseler Mustafa Kemal aydınlığından taviz vermem. Sorun bu değil.

Ama Türkiye’yi kaybediyoruz. Atatürk ilkeleri tersine çevriliyor, tevhid-i tedrisat deliniyor, genç beyinlerin üstüne kapkara bir örtü çekiliyor.

Ne yapacağız sevgili Ataol?

Ne yapacağız?

Diyelim ki Zülfü kusurludur, yanlışları vardır, hatalıdır tamam itirazım yok.

Ama sorun bu değil ki?

Ne yapacağız?

Bu ülkeyi göz göre göre teslim mi edeceğiz?

‘Erdoğan’ı başbakan yapmak için mücadele vermiş’ bazı siyasilerin ihtirasına kurban mı gidecek ülke?

Ülkenin tek kurtuluşu olacağını düşündüğüm ‘sol’dan tamamen mi vazgeçtik?

Kusura bakma, fazla uzattım galiba ama son bir söz de Ergenekon konusunda.

İlhan Abi’nin yanında olduğumu belirten yazılar yazdım, onu ziyaret ettim ama beni kimse Veli Küçük’lerle, Kerinçsiz’lerle aynı safta göremez. Biz yıllarca Susurlukçulardan çekmedik mi? Veli Küçük Susurluk’un en önemli ismi değil mi?

AKP’ye karşı olduğumuz için gün gelecek yedi TİP’linin katili Abdullah Çatlı’larla, Haluk Kırcı’larla da mı aynı safta olacağız?

Geçenlerde seninle ne güzel bir türkü söylemiştik.

Hisarlı Ahmet’in ’Ben kendimi gülün dibinde buldum’ türküsünü.

Umarım yakında gülün dibinde türkü söyleyeceğimiz günlere yeniden kavuşuruz sevgili kardeşim.

Zülfü”

*Değerli dostum Zülfü Livaneli’nin geçen haftaki yazımla ilgili elektronik mektubu böyle. Ben de ona benim hakkımdaki içtenlikli sözleri için teşekkür ederim. Mektuptaki kaygılar ve sorular kuşkusuz ki hepimizindir. Tartışılabilecek bazı noktalar üzerinde ise önümüzdeki haftalarda dururuz.

dohol
05-09-2009, 19:47
Kâğıt Parçasıysa, Bu Kadar Büyütmeyin!

Genelkurmay Başkanı ya da yetkilisinin düzenledikleri basın toplantılarına bayılıyorum.

Hiç izlemedim ama, bayılıyorum.

Pardon, bir kez izlemiştim. İlker Paşa, içinde Habermas ve Weber geçen “korkutucu” bir konuşma yapmış, bazı gazetecileri “usulü dairesinde” azarlamıştı.

Bir de “Basın Bilgilendirme Toplantıları” adı altında düzenlenen rutin toplantılar var.

Bunları da hiç izlemedim.

Zaten istesem de izleyemezmişim... İki ay ara verilmiş.

Neden bu iki aylık ara?

Herhalde İlker Paşa’nın “gündem dışı” konuşmaları ve rutin açıklamalarının (30 Ağustos mesajı gibi) “arayı doldurduğu” düşünüldü.

Bilmiyorum... Hiçbir fikrim yok.

Bugün ajanstan düşen bir haber, Genelkurmay Başkanlığı’nın iki ay ara verdiği “Basın Bilgilendirme Toplantıları”na bugün (siz bu yazıyı okuduğunuzda “dün” olacak) tekrar başlandığını bildiriyordu.

Hayırlısı olsun...

Peki, toplantı sözcüsü olan, Genelkurmay Başkanlığı İletişim Daire Başkanı Tuğgeneral Metin Gürak toplantıda neler konuşmuş, gazetecileri hangi konularda bilgilendirmiş?

Mayın ve “pimi çekilmiş bomba” olayıyla geniş açıklama yapar diye umuyordum.

Toplantıda söz alan Genelkurmay Başkanlığı Hukuk Müşaviri Tuğgeneral Hıfzı Çubuklu, yapılan soruşturma neticesinde 31 Ağustos 2009 tarihinde iddianame düzenlenerek mahkemeye gönderildiğini, 3 Eylül 2009 tarihinde 8. Kolordu Askeri Mahkemesi tarafından iddianamenin kabul edildiğini, ilk duruşmanın 14 Ekim 2009 tarihinde yapılacağını bildirmiş.

Mevzu anlaşıldı.

Peki, “mayın” hadisesi?

Çukurca Cumhuriyet Başsavcılığı olaya el koyarak derhal soruşturma başlatmış. Daha sonra yapılan inceleme neticesinde eylem ‘’ölümle so
nuçlanan terör olayı’’ kapsamında değerlendirilmiş, dolayısıyla dosya 23 Haziran 2009 tarihinde, Ceza Muhakemesi Kanunu 250. maddesi gereği yetkili Van Cumhuriyet Başsavcılığı’na gönderilmiş. Halen yargı süreci devam ediyormuş.

Bunu da Tuğgeneral Çubuklu’dan öğreniyoruz.

Girişteki “ironik” olmaya çabalayan sözlerime bakmayın.

Güzel gelişmeler bunlar.

Genelkurmay Başkanlığı’nı bu cehdinden (bilgilendirme çabasından) dolayı kutlamak lazım...

Fakat bir hususa takılmadan edemedim.

Bilgilendirme toplantısında, ana konuyu, Kıdemli Deniz Albay Dursun Çiçek’e ait olduğu iddia edilen “İrticayla Mücadele Eylem Planı” oluşturuyordu ki, konunun bu şekilde, bu “ağırlıkla” gündeme gelmesine anlam veremedim.

Tuğgeneral Gürak, ‘’Türk Silahlı Kuvvetleri, özellikle iddia edilen belgeyi maksatlı olarak üreten ve basın organlarına sızdıran kişilerin tespit edilmelerini ve adalet önüne çıkarılmalarını beklemekte, gelişmeleri yakından takip etmektedir’’ diyerek, topu bir kez daha İstanbul Başsavcılığı’na attıklarını açıkladı.

Bu açıklamadan şunu anlıyoruz:

Genelkurmay Başkanlığı, belgenin “sahte” olduğu iddiasında ısrarlı...

Bu belgeyi üretenlerin ve basına sızdıranların yakalanmalarını istiyor.

Kimlerin “ürettiği” konusunda fikrim yok...

İnşaallah sahtedir.

Sahteyse, basına kimler tarafından sızdırıldığı önemini yitiriyor.

Kaldı ki, sahteyse ve “kâğıt parçası” olmak dışında herhengi bir ehemmiyeti yoksa, soruşturma önceliğini “üretenlere” vermek gerekiyor.

Bu da İstanbul Başsavcılığı’nın işi olmasa gerek.

Madem bir “kâğıt parçası”dır, Genelkurmay Başkanlığı neden işi bu kadar büyütüyor?
Ahmet Kekeç
akekec@stargazete.com


Not: Yazının sonundaki cümleleri hayretler içinde okudum. Liboş olunur ama bu kadarıda fazla.....

ar_de_
10-09-2009, 10:47
Birgün annemim ölümüne sevineceğimi hiç düşünemezdim. Sevindim!

Ölümünden üç yıl sonra, 2002 Kasım seçimleriyle Nakşibendi tarikatının İskenderpaşa cemaati AKP iktidara geldiğinde ‘Annem yaşıyor olsaydı üzüntüsünden bugün ölürdü’ diye düşündüm. O günleri görmediğine sevindim.

Muhallebici Topbaş Silivri’deki sel baskını için CHPli belediyeyi suçladığı an da, Sayın Kemal Kılıçdaroğlu’nun İstanbul’da -AKP’nin seçim hileleriyle- kaybetmiş olmasına sevindim.

Düşünebiliyor musunuz, 15 yıl (*) boyunca ilçe teşkilatından belediyecisinden cumhurbaşkanına kadar bütün AKPliler rant için toprağa, ağaca, suya ihanet etmiş olacak. İlçe teşkilatından belediyecisinden cumhurbaşkanına kadar su havzalarına villalar yaptırmış, ormanlara TOKİ rantı için binalar .diktirmiş olacaklar ve onaltıncı yıl sel vuracak...Ölümlerden, yağmalardan, her türlü pespayelikten 6 aylık bir CHPli belediye başkanı sorumlu tutulacaktı. Sayın Kılıçdaroğlu’nu allah korumuş.

İSKİ Genel Müdürü “Poroblem yok afat oldu” dedi (problemi aynen böyle telaffuz etti). Muhallebici Topbaş daha bir krematoryum kapağı pişkinliğinde; Silivri’deki selden CHPli belediyeyi, İstanbul’daki felâketten ‘insanoğlu’nu sorumlu tuttu. AKPlilerin ‘insanoğlu’ olmadığını çoktan anlamıştım da, yazamıyordum açık açık.

Ya insansın ya mürteci bu hayatta! Ötesi yok.

Kapanan yolun Basın Ekspres Yolu olması da feci ironiktir yani.

Yağmur Ankara’ya doğru ilerliyor. Tedbir alınmazsa Kızılay, Cebeci, Dikimevi’nde ölümler olacak.

AKPli fırın kapakları, Ankara’yı 15 yıldır târ-ü mar eden adamları Melih’i suçlamamak için “Sel felaketinin sebebi Ergenekon terör örgütüdür. Muvazzaf subayların yağmur duasına çıktığı istihbaratını aldık” diyebilirler.

Doğanın attığı tokadı Ergenekon dedikleri hayali örgüte yıkıp, TSK’yı da illâ ki birşeylerle suçlamak uğruna şu yazdığım cümleyi hakikaten sarf edebilirler.

---

İngilizler Alt-Kıta’yı (şimdiki Hindistan, Pakistan) işgal ettiklerinde, halka köprüler, yollar yapmaya, oraları imar etmeye geldiklerini söylemişlerdi.

Hintlilere, onsekizinci yüzyılda, hidrolik mühendisi William Hancock’un, Mısır’da, Mezopotamya’da sulama kanalları açtığı, oraları ihya ettiği anlatılmıştı. Bengal bölgesinde de aynısını yapacak, Hindistan’ın tarımını kalkındıracaktı.

Bu mühendis, delta bölgesindeki bütün nehirlerin doğal yataklarını değiştirdikten sonra, Ganj nehrinin taştığı dönemlerde bu nehirler Ganjla birleşip üzerinde tarım yapılan bütün toprağı denize akıttılar. Hindistan’ın en verimli tarım alanları bataklığa dönüştü, toprak kısırlaştı, verimsiz hale geldi. Bataklıklardan sıtma yayıldı, sıtmaya sayısız insan kurban verildi.

Ganj’ın debisinin düşük olduğu dönemlerde, erozyonu önlemek için Hintlilerin daha sonra aldıkları bütün tedbirleri doğa yuttu. Düzeni bozulmuş su akışını bir daha düzeltmeleri mümkün olamadı.

Hindistan’a bu zararı veren sömürgeci İngilizdi. Nakşibendi tarikatının İskenderpaşa cemaatinin partisi AKP’nin Türkiye’ye ve Türk halkına verdiği zarar en az sömürgeci devletlerinki kadar acımasızdır.

Bugün Türkiye’nin Cumhurbaşkanlığı makamında oturan AKPlinin Ümraniye’de (TOKİ ortaklığı) 920 bin YTL’ye satın aldığı iki adet, karısı Hayrünisa Gül’ün kardeşi İbrahim Özyurt’un satın aldığı bir adet İdealist Kent villaları ‘su toplama havzası’ üzerindedir. Kaçak yapıdır.

AKP insanların içindeki hırsızı, câniyi serbest bıraktı. İstanbul’da dükkanlar yağmalanıyor.

PKK propagandasını suç olmaktan çıkarttılar, Zana beraat etti.

Yazarı, çizeri, rektörü, doktoru da “Türkiye Cumhuriyeti hükümetini ortadan kaldırmaya ve görevini yapmasını engellemeye teşebbüs”ten içeri attılar.

Türkiye nüfusunun en az yarısı bu hükümeti ortadan kaldırmak için kolunu vermezse ben de birşey bilmiyorum. Görevini yapması meselesine gelince, kendi içlerinden henüz çıkmış Abdüllatif Şener biraderleri soruyor: “Bu hükümet kime çalışıyor?” diye.

Sahi kime çalışıyor?

Türkiye Cumhuriyeti’ni yıkmaya çalışan, kime çalıştığı belli olmayan bir hükümeti ortadan kaldırmaya teşebbüs edildiyse bu neden suç olsun?

Yok yok! Hakikaten, ya insansın ya mürteci, ikisinin arası yok. Selden dolayı TSK’yı nasıl suçlayacaklarını gerçekten merak ediyorum. “Muvazzaf subayların yağmur duası yüzünden” demezlerse ne diyecekler acaba!



(*) İstanbul Belediye Başkanları

1994-1998 Potamyalı Recep Tayyip Erdoğan

1998-2004 (AKP) Ali Müfit Gürtuna

2004-2009 (AKP) Muhallebici Topbaş



Kıymet Nadir Bindebir / habercek.com

Master
11-09-2009, 11:31
Ayşe ARMAN
aarman@hurriyet.com.tr




Güle güle Bekir Bey


DÜNYANIN en zarif adamlarından biri gitti:

Bekir Coşkun.


Artık bizim gazetede yazmayacak.

Bundan böyle Habertürk’te.

Bu satırları ona güle güle demek için yazıyorum.

*

Güle güle Bekir Bey...

Siz benim bu gazetede en sevdiğim insanlardan biri oldunuz.

Hep.

Çünkü siz de biliyorsunuz ki, sizin gibi insanlardan bu dünyada pek yok.

Hele bu medyada... Allah muhafaza!

Zekânız, duyarlılığınız, mütevazılığınız, saflığınız, utangaçlığınız, kocaman elleriniz, güzel gülüşünüz, peltek peltek konuşmanız...

O inanılmaz cümleleriniz...

Minicik, kısacık, küçücük yazılarla...

Dünyanın en büyük duygularını anlatışınız...

Ezilenleri, itilip kakılanları, fakirleri, fukarayı, ihtiyacı olanları...

Bir erkek gibi değil de...

Bir baba gibi koruyuşunuz, esirgeyişiniz...

Yaşlıları, çocukları, hayvanları sevme biçiminiz...

Ve o dibine kadar sahici haliniz...

Size hep hayran olmama sebep oldu.

Benim için siz “duyguların efendisi”ydiniz.

İnsani her türlü zaafı, ayrıntıyı yakalamakta, ifade etmekte üzerine olmayan “usta”...

*

Ama itiraf ediyorum, “insan”a dair yazdıklarınızı, siyasi yazılarınıza tercih ettim.

Çünkü sizin gibi “insan”ı anlatan yoktu.

Ben balyozlar yerine, hafif dokundurmaları sevdim.

İtiş kakışlardan, iktidar savaşlarından nefret ettim.

Gülümsemeden okuduğum bir tek yazınızı hatırlamıyorum

Acı acı da olsa, gülümsemişimdir...

Sizin köşeniz, bana nefes aldığım, es verdiğim, soluklandığım mis kokulu bir bahçe gibi gelirdi.

Enerji toplar, hayata devam ederdim.

Ama söylüyorum bir ara, “Tutturuk Kemalistler gibi yazıyor. Cumhuriyet emin ellerde, o abartıyor!” dedim.

Sonra bir gün geldi, “Ulan, acaba Bekir Bey haklı mı?” diye şüphe ettim.

Bir uçtan bir uca gittim.

Hâlâ zaman zaman gidip, geliyorum.

Herkes gibi ben de endişeyle memleketimi izliyorum.

Ama yine de insana dair yazdığınız yazıları tercih ettim.

Hep de öyle olacak...

*

Kardeşimin evlilik telaşında gazete okuyamadım.

Sadece bir gün...

Koptum bütün medyadan...

Bağlandığımda bir de ne öğreneyim...

Gitmişsiniz!

Bir günde gitmediniz, biliyorum.

Sizinki uzuuuun bir kırgınlıktı, hissediyorum.

Sevgilisine küsen delikanlılar gibiydiniz.

Sizin kalbiniz kırılmıştı.

Kendinizi oyunun dışında kalmış gibi hissediyordunuz.

Eminim herkes kendine göre haklıdır, ben sadece gittiğiniz yerde mutlu olmanızı diliyorum.

Güzel Andree’nizle...

Cunda’nızla, tekneniz Pako’yla, sizinle renklenen Ankara’nızla, köpekleriniz Postal ve Mösyö Hırpani’yle, kedilerinizle ve dünyanızı tanımlayan her şeyinizle...

Mutlu olun...

Ve hep bizim Bekir Coşkun’umuz olarak kalın...

Güle güle.

HAMİŞ: Yarın Hürriyet’in ilavesi Look’ta, Yeşim Çobankent’in Bekir Bey’le Cunda’da yaptığı bir söyleşi yayınlanacak. Bütün bu tantanadan önce konuşmuşlar. Bekir Bey, yine anlattığı bir sürü şeyle beni güldürdü. Çok keyifli bir söyleşi. Fotoğraflarda da pek yakışıklı görünüyor. Kaçırmayın derim.

HAMİŞ 1: Bu arada, beni de tipik bir İstanbul gazetecisi olarak tanımlamış. Oysa o görmeyeli, ben kasaba gülü oldum! Yine de... Bekir Bey, ne diyorsa haklıdır. Hiçbir şey ona sevgimi değiştiremez. Onun benim hakkımdaki düşünceleri bile...

Master
14-09-2009, 05:44
Can Dündar
can.dundar@e-kolay.net




Gökçek’in tehlikeli oyunu: İlk içki referandumu

İstanbul Beyoğlu’nda olsa kıyamet kopardı; Ankara 7. Cadde’de olduğu için pek ilgi çekmedi.
Konu, sel haberleri arasında boğuldu gitti.
Oysa Başkent, tarihi bir oylamaya hazırlanıyor.
Bahçelievler halkına “Semtiniz içkili bölge ilan edilsin mi, yoksa içkiden arındırılsın mı?” diye sorulacak.
Yani ilk içki referandumu yapılacak.
* * *
Bahçelievler 7. cadde, Ankaralı gençlerin buluşma ve eğlenme merkezlerinden biri oldu son yıllarda... Barlar ve kafelerle canlandı.
Çankaya Belediyesi, 7. Cadde’nin trafiğe kapatılması için kamuoyu yoklaması teklif etti.
Büyükşehir Belediye Başkanı Melih Gökçek teklifin üstüne atladı:
“Referandum yapalım. Esnafa, vatandaşa soralım” dedi.
Çankaya Belediyesi “Çok mutlu olduk” açıklaması yaptı.Oysa Gökçek’in başka hesabı vardı:
“Orada son dönemde bol miktarda meyhane açıldı. Bölge sakinlerinden yoğun şikâyetler alıyoruz. Hazır referandum yapmışken caddedeki restoranlarda alkollü içki satışını da halka soralım.”
* * *
Konu Büyükşehir Belediye Meclisi’ne geldi. Son anda referandum paketine “içki” maddesi de eklendi.
Çankaya Belediye Başkanı, işin özüne itiraz etmedi; “İkisi ayrı ayrı oylansın” demekle yetindi.
CHP’liler (tıpkı askeri yargı düzenlemesinde TBMM’de olduğu gibi) “uyudular”.
Önerge onların da desteğiyle oybirliğiyle kabul edildi.
CHP’li üyeler ertesi gün neye imza attıklarını anlayınca, “Valla fark etmemişiz, çok hızlı okudular, karambole geldi” diye düzeltme istediler, ama artık çok geçti.
Gökçek, “Anlama kabiliyetlerini ölçmek lazım” diye alay etti. Referandum tarihi olarak da 20 veya 27 Eylül’ü açıkladı.
20 Eylül, bayramın ilk günü...
“Ramazan bayramında içki referandumu...”
Zekice değil mi?
* * *
20 veya 27 Eylül’de, Belediye’nin anket aracı Bahçeli’de gezdirilecek. Her işletme ve her evin 1 oy hakkı var.
Anketin sonucu, belirleyici değil aslında...
Son kararı, CHP’li Çankaya Belediye Meclisi verecek.
Ama gerçek niyet, Gökçek’in bir demecinde gizli:
“Bu tip referandumları Ankara genelinde farklı konularda yapmaya devam edeceğiz. Keşke halkoyuna sunduğumuz konular Meclis kararı gibi geçerli olsa...”
Yani?
“Her konu halka sorulsa; halkın kararı derhal uygulamaya konsa...”* * *
Arkadan gelebilecek referandum konularını tahmin edelim mi:
“Sizce gençlerin caddelerde el ele tutuşup dolaşmaları, ulu orta koklaşmaları uygun mu, değil mi?”
“Bölgenizde mini etekli kızlar, küpeli oğlanlar, eşcinseller görmek ister misiniz, istemez misiniz?”
Ya da şu “karşı sorular”a ne dersiniz:
“Sizce semtimizde ramazan davulu çalınmalı mı, yasaklanmalı mı?”
“Cami hoparlörlerinin sesinin biraz kısılmasını mı istersiniz, açılmasını mı?”
İçki referandumunda veya sonra geleceğini tahmin ettiğimiz halk oylamalarında sonuç şu ya da bu yönde, mesela “yüzde 51’e yüzde 49 çıkarsa” ne olacak?
Şu halkoyu sevdasını ve onun ardındaki faşizan niyeti biraz daha deşmek lazım.Yerimiz kalmadı; o da yarına...

LAZIO
14-09-2009, 14:04
Bu yaziyi daha evvel "Notlar" bolumunde yazmistim....Yukaridaki yorumu okuyunca buraya tekrar kopyaliyorum;

--------------------------------------------------------------------------

15 saate yakin araba kullandiktan sonra Kuzey Carolina'da kucuk bir yerlesim bolgesinde durdum........Birseyler yemek icin caddede bulunan kucuk iki restorandan birini secip iceri girdim.....

Kucuk,gosterissiz salonda kimseler yoktu.....Masalardan birine oturdum....Biraz sonra yanima lokalin sahibi oldugunu sandigim adam,siparisimi almak uzere geldi.....Bu yorgunlugun uzerine yemekten once soguk bir bira istedim......."Alkollu icki satmiyoruz"cevabini alinca,kendi kendime "Kismete bak bula bula icki lisansi olmayan yeri buldum"diye dusunup kalkip gitmeye hazirlanirken......."Icki lisansi alamadiniz herhelde" dedim......Adam cevap verdi "Burasi -dry town-dir,burada icki satilmaz" dedi......"Nasil yani?" demisim......"Bu town'da yerel yonetim karari ile icki satisi yasaktir" dedi......"Ne restoran ne market nede baska bir yerde icki satilamaz"......

"Olurmu oyle sey insanlarin ozgurlugunu nasil kisitlarsiniz?" dedim....."Icki icmek yasak degil satisi yasak,isteyen 20 dakika otedeki town'a gider ickisini alir gelir evinde icer" dedi......."Belediye meclisi halktan gelen istek uzerine yaptigi oylama sonucu icki satisini yasakladi"....

Daha sonra ogrendim ki ABD'nin ozellikle guney eyaletlerinde yuzlerce icki satisinin yasak oldugu "dry town" var....

Marijuana satislarinin serbest birakilmasinin tartisildigi bir ulkede boyle bir uygulama inanilir gibi degilmi.......

Rakinin bolunerek satilamamasi uygulamasindan sikayet edilince aklima bu ani geldi....LAZIO

Master
14-09-2009, 17:57
ABD ilk önce Ateş suyunu İndian diye adlandırdığı Kızılderilere BEDAVA sundu ( Ki halen ellerinde geçerli kart olanlar çok eyalette BEDAVA içer ) Değişik ülkelerden bunun çok planlı bir yok etme olduğu eleştirisi alınca ( Rusya Çin Hindistan Küba ve Norveç ) Yeni bir yapılanma ile DEMOKRATİK bir sunumla çeşitli eyaletlerin BAZI kasabaların da Halk oyu ile Ev hariçi alanlarda kullanımı yasakladı ...Satışı ise Market işlevinde kurallara göre verilir..18 yaş küçükler hariç vssv )

Anayasaların da ki 18. ek maddesince Kanunen Yasak uygulanmış olup, 1935'te Yine Kanun gereği yürürlükten kaldırılmıştır.

Küçük ABD olduğumuza göre..

ar_de_
15-09-2009, 22:34
Medeniyet dedikleri ‘doğaya boyun eğmiş, kabullenmiş bir alt-yapı’ymış meğer.



1998 Ocak ayında, literatüre ‘Great Icestorm’ olarak geçen Montreal buz fırtınası felâketinde oradaydım. Buz yağmaya başlamadan önce, hava gündüz eksi 30, gece eksi 40 santigrad civarıydı. Ve bir hafta süren buz fırtınası başladı.

Ağaç dalları, binaların dış yüzeyi, arabaların üzeri birkaç saat içinde kalın buz tabakasıyla kaplandı. St Laurent nehri taştı. Montreal’e elektrik veren üç ana direk buzun ağırlığından yıkılınca şehrin elektriği kesildi. Binalar elektrikle ısındığından kaloriferler de söndü.

Şakası yok, Kanada kışından, eksi 30-40lardan bahsediyorum. Elektrik yok, ısınma yok. Her bir ağaç dalı kristalden fil bacağı gibi olmuş, asırlık ağaçlar kırılıp devriliveriyor.

Koca Montreal, o elektronik medeniyet, 24 saat içinde çatır çatır çöktü. Arşivlerden görüntüler için aşağıda link verdim.

Buz fırtınası felaketinde, devlet ilk 24 saat içinde derhal organize olarak şunları yaptı:

-Önce buzlu yollar hemen açılmaya başlandı.

-Bina cephelerini kaplayan buzu kırmaya, dalları kırılan ağaçları kesmeye başladılar. İkinci gün Amerika’dan da itfaiyeciler, askerler yardıma geldi.

-Radyolar sürekli her semtteki sığınakların (shelter) adreslerini yayımladı. Herkese, evlerini terkederek sığınaklara yerleşmeleri tavsiye edildi. Yaşlılar tek tek evlerinden toplanıp, sığınaklara götürüldü.

-Şehrin elektriği kesilmeyen bazı banliyölerinde sıcak yemek servisi yapan restoranların adresleri anons edildi.

-Kanada’da her evde en az bir buz hokeyi oyuncusu, her oyuncunun da en az iki kaskı olduğu bilindiğinden, halka sokağa çıkarken kask kullanmaları önerildi (kask takmayan birkaç kişi kırılıp düşen ağaç dalları yüzünden öldü).

-Evden çıkmamakta ısrar edenler, günde iki kez kapıya gelen itfaiyecilere tekmil verdi. İtfaiye, listede o adrese kayıtlı herkesi görmek, sağlığından emin olmak istedi.

-Radyo aracılığıyla, insanlar arasında korkunç bir ‘dayanışma ruhu’ yaratıldı. Şömineli evlerde oturanlar, hiç tanımadıkları insanlara kapılarını açtılar. Bir haftaya yakın evlerinde barındırdılar. Bir Türk olarak, o türden bir dayanışmayı sadece savaş filimlerinde görmüştüm.

-Ve en önemlisi de, radyolar o şartlarda bile mizahı elden bırakmayıp insanlara moral verdi. Sırtımızda battaniyelerle mum ışığında otururken, sex shop’ların önünde sıraya girmiş Montreallilerle yapılan söyleşilere güldük. Marketlerde mum kalmayınca, penis şeklindeki mumlara aşırı bir talep oldu.

Kanada kışının ortasında, bir hafta süren felâkette sadece 30 kişi öldü. Ölenler; inatla evini terketmeyenler, propan ısıtıcının gazından zehirlenenler ve kasksız sokağa çıkıp, kırılan dalların altında kalanlardı.

Ölenler kendi hataları, tedbirsizlikleri yüzünden, devletin korumasını kabul etmediklerinden öldüler.

Ne o elektriksiz, ısınmasız bir hafta boyunca, ne de daha sonra yetkililerden kimse Allah’dan bahsetmedi. Hiç kimsenin ‘St Laurent nehrinin intikamı’ndan bahsettiğini de duymadım. Halk “Aldın mı dersini!” diye azarlanmadı, korundu.

Yetkililer karla, buzla mücadele eder, ölümleri engellemeye çalışırken şu kararı aldılar: “Montreal daha önce böyle bir felaketle karşılaşmamıştı. Bir kez olduğuna göre bundan sonra da olabilirdi. Bu şehrin elektrik dağıtımı yeraltından yapılmak zorundaydı.”

O noktada Türk aklımızla anladık ki; ‘çöktü’ sandığımız medeniyet katiyyen çökmemiş. Yöneticiler rant peşinde değil, gerçekten insana hizmet peşinde olunca, her hizmet insanın sağlığı, rahatı-mutluluğu ince ince hesaplanarak yapılınca medeniyet çökmezmiş meğer.

Medeniyet; doğayla itişe kakışa mücadele etmek değil, doğanın hiddetlendiği anda verebileceği zararı hesaplayıp, doğanın kurallarına göre oynamakmış. Ve medeniyet ‘doğaya boyun eğmiş, kabullenmiş bir alt-yapı’ymış meğer.

---

İstanbul’da aklına beton dökülmüş, türbanlı, AKP seçmeni, yağmacı bir kadın, kameralara “Bu mallar oruç tutmayanları malları. Bunlar bize haktır!!” diye bağırıyordu. Can Yücel sağ olsaydı, “Mal sensin hak da sana gir...gelsin” derdi herhalde.

O kadının seçtiği, iyi kötü mevcut alt-yapıyı bile insanın aleyhine çevirebilecek zihniyetteki AKPli adamlar; “Dereyi ıslah edeceğiz” dedikçe tüylerim diken diken oluyor. Dereye kinlendiler. Derenin intikamıymış...yok devenin intikamı!

Etme kardeşim! Dere mere ıslah etme! Sen bir şeyi ıslah etmeye kalkınca bilim adamını, mühendisi falan dinlemezsin, ihaleden cebine girecek komisyona bakarsın! Islah etme, bırak dağınık kalsın!

Kentsel dönüşüm diye, kendine rant alanı yaratacaksın diye eko sistemi yıktın. Bu coğrafya senin manyakça üremeni, genişlemeni kaldıramaz hale geldi. Dereyi ıslah edecekmiş! Dön kuyruğunla oynaş birader!

Bundan sonraki seçimlerde de buzdolabı yerine Zodyak bot dağıtırsın, bulgur yerine de 3G teknolojisi bilmemne...onu da artık hangi G’sine yerleştirir halkım kendisi bilir.

---

Topbaş’ın mimar, doktor diye şişirilmesine bakmayın. Orta-lise imam hatip, sonra Marmara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi. Mimarlık okumaya başlayana kadar formasyon tamamlanmış yani.

Ankaralılara “Mazgallarınızı temiz tutun” talimatı veren Melih’e de; Emrin başım üstüne!

Ben sokaktaki mazgalları temizleyeyim, sen de bir zahmet şu ütüleri yap. Fırındaki böreğin üstü pişince tersyüz ediver!

İşin özeti, jeofizik, maden, inşaat mühendisleri, şehir plancılarının ortak açıklamasındaydı Aziz and Azize okur: “İktidar sahipleri vicdanlarını kaybetti.” dediler.

İktidar sahipleri vicdanlarıyla birlikte ruh ve akıl sağlığını da kaybetti. Hepsi şizotipal-histrionik-narsist adamlara dönüştüler. Önce birinde başladı, yedi yılda hepsine bulaştı. Kendilerine ‘çamur tedavisi’ yazıyorum. Yatıp yuvarlansınlar. Göl laleleri!!





Montreal buz fırtınası: http://archives.cbc.ca/environment/extreme_weather/topics/258/


Kıymet Nadir Bindebir / habercek.com

LAZIO
16-09-2009, 15:06
Simdi ben cikip Kanada'nin demokrasisi ve hukuk sistemini ornek gostersem.....Mutlaka birisi cikip Kanada'nin GSMH si ve egitim duzeyinin istatistiklerini Google dan buraya kopyalayip......"Eh onlarda bu sartlar altinda gercek demokrasi ve hukuk devletin olmasi normaaal.....Bizim finansman ve egitim durumumuz bunu kaldirmaz" falan diye ortaya cikar....

Ancak demokrasi ve hukuk devleti olmanin yarattigi nimetleri ornek gostermek olagandir....Islemiyen,carpik,cagdisi,kokusmus sistem tartisilmaz hep kisiler hep siyasi gorusler tartisilir......

Arada birileri cikip "Yahu sakin ola problem anti demokratik,burokrasi cenderesinde bogulmus,hukukun islemedigi,slogan milliyetcisi sistem olmasin"dediginde onlarada entel ,libos daha olmazssa isbirlikci falan denir....veee......Kimin oyu kac sayilsin,istemedigimize oy vereni nasil assagilasak,illegal orgutlerin yargilanmasina nasil karsi ciksak gibi son derece demokratik ve yararli tartismalara devam edilir.....LAZIO

--------------------------------------------------------------------------

Master
16-09-2009, 19:27
RTE.... '' Biz ona bineriz hedefimize doğru gideriz, istediğimiz istasyonda demokrasi treninden ineriz ''


Bizim Okul... "Demokrasi istemlerinin büyük çoğunluğu Birşeyleri örtüp asıl istemi gizlemek adına kullanılan bir terimdir..."

...Doğada olmayanı aradıkca,istedikçe,anlamadıkça...

LAZIO
16-09-2009, 23:15
Bizim Okul... "Demokrasi istemlerinin büyük çoğunluğu Birşeyleri örtüp asıl istemi gizlemek adına kullanılan bir terimdir..."

Yani Turkiye'de "Atanmis burokratlar secilmis yoneticiler uzerinde tahakkum kuramasin......insanlarin secimine saygi gosterilsin,secimlerinden dolayi assagilanmasin......hukuk disi yeralti orgutleri yok edilsin......insanlari inim inim inleten askeri cuntalar artik lugatimizdan ciksin......dusunce ve fikir ozgurlugu tam anlami ile tesis edilsin......devlet vatandaslarini ezmek yerine onlara hizmet versin" .................gibi gorusleri olan insanlarla ayni fikirde olmamayi anlarim ama "Boyle dusunenlarin tamami art dusuncelidir ve mutlaka birseyleri gizlemektedir" seklindeki bir gorusu hayretle karsiliyorum.....LAZIO

--------------------------------------------------------------------------

Master
17-09-2009, 05:40
RTE.... '' Biz ona bineriz hedefimize doğru gideriz, istediğimiz istasyonda demokrasi treninden ineriz ''


Bizim Okul... "Demokrasi istemlerinin büyük çoğunluğu Birşeyleri örtüp asıl istemi gizlemek adına kullanılan bir terimdir..."

...Doğada olmayanı aradıkca,istedikçe,anlamadıkça...

Şimdi birdaha okununca, netleşmesi lazım...Dert demokrasi ise...RTE.... '' Biz ona bineriz hedefimize doğru gideriz, istediğimiz istasyonda demokrasi treninden ineriz '' dediği gibi....

Bence zaten olmayan.....

LAZIO
17-09-2009, 13:25
Insanoglu icin vazgecilmez bir cok kavrami,sadece dogada yoktur diye yok saymak,aramamak,istememek nasil bir mantiktir?.....Dogada ticaret diye bir kavram yoktur,mulkiyet kapanin elinde kalir....

Dogada hukuk diye bir kavramda yoktur doga kanunlari gecerlidir.....

Bu mantikla bu kavramlarida yok sayip magra adami gibi yasamamiz gerekir zahir..

RTE "Demokrasi trendir,gereginde ineriz" dedi diye demokrasiyi cope atan mantigida guzelce aciklayan bir terim vardir Turkce'de...."Gavura kizip oruc bozmak".........LAZIO

---------------------------------------------------------------------------

Master
20-09-2009, 10:01
670

CAN DÜNDAR BEKLENEN AÇIKLAMAYI YAPTI!CAN DÜNDAR DÜN GAZETE HABERTÜRK'TEKİ FOTOĞRAFLARINA İLİŞKİN İLK AÇIKLAMAYI YAPTI. İŞTE CAN DÜNDAR'IN AÇIKLAMALARI:

''Bir süredir kendimi dinliyorum.

İyi dinleyebilmek için susmuştum biraz…

Uzun sürdü, farkındayım.

Ama hem iş hem özel hayatımla ilgili olarak bu suskunluğa ihtiyacım vardı.

Bitti mi?

Hayır.

Ama basına yansıyan haberler karşısında konuşmak şart oldu.

Uzun konuşmayacağım.

Haberi yapanları suçlayacak değilim.

Fotoğrafı çeken arkadaş, kendisine verilen görevi yapmış.

Basan editör de öyle…

Bu, bir gazetecilik tercihidir.

Benim her zaman eleştirdiğim bir tercih…

Başkalarına yapıldığında ne deyip ne yazdıysam, aynısını şimdi kendim için söyleyebilirim:

Özel hayata müdahale bizim işimiz değil; olmamalı…

Yorumculara gelince…

Onlara sadece “İlk taşı, en masumunuz atsın” diyebilirim.

Bir de şunu hatırlatmak isterim:

Geçen ay Habertürk’ten gelen iş teklifini kabul etseydim o fotoğraf ne çekilir ne de yayımlanırdı.

Ama şimdi konu bu da değil:

Her kararın bir faturası olur.

Ben de kendi kararımın faturasını ödeyeceğim.

Yeter ki sadece bana ödetilsin.

Net’te konuya ilişkin geyik çeviren çoluk çocuğun aşina olduğu bir “kaçamak” değil bu:

Birini sevdim.

Ve suçsa bu hesabını, vermem gereken tek kişiye, eşime verdim.

Hem de haber çıkmadan önce…

Gerisi kimseyi ilgilendirmez.

Bugüne dek, arkasında duramayacağım hiçbir şey yapmadım.

Bu, benim hayatım.

Hatasını da, sevabını da üstlenmeye hazırım.''

meraklı
20-09-2009, 10:10
.......Bugüne dek, arkasında duramayacağım hiçbir şey yapmadım.

Bu, benim hayatım.

Hatasını da, sevabını da üstlenmeye hazırım.''


........:friends:-

AnnE
22-09-2009, 06:07
Bu meselenin mütalaa edilmesi gereken cok yeri var.
İlk fırsatta edilecektir.

Yazarın kendi hakknıda yazdığı yazının her '' ince '' satırı kendisinin bugüne kadarki varlık nedeni olan inceliğin birşeyinin derdine düşünce anıden köreldiğini gösteriyor.

AnnE
22-09-2009, 13:10
Mesela, o su samuru'nda biri beni öpse, bu haber olmaz. Ama yıllardır, piyasanın en duygusal, utangaç görünümlü, toplumsal değerlerin en başta giden temsilcisi gibi formlarla kamusal bir şey haline geldi isen ( ya da kendini o şekilde satmış isen ) şakkadanak haber olursun.

Benim öpülmem, benim sosyal çevremi ve sevenlerimi ilgilendirir ama sen kamusal birşey isen ve kamusal birşeyleri temsil ediyorsan, baş sayfalık bir paparazzi haberi olursun.

Sonra da, ''dürüst'' ama tehditvari bir çamur püskirtme makinası edası ile kendini savunursan da, Tuncay ÖZkan'ın kanalını ReteE'ye satmasından pek farklı durumda olmazsın.

Tamam, herkesin , hele senin yaşına gelip de bir yerleri fazlaca kaşınmaya başlayanların da romantizmini kaldırmaya, hatta cinsel riskler almaya ihtiyacı olduğunu düşünebilirsin ; ama, bunu dünyada metrekare başına en fazla paparazzi teroristinin düstüğü Bebek sahilinde yaparsan sana ya salak denir, ya da durumu deklare etmek isteyen bir kişi. Bence A şıkkı daha gecerli.


Arada da '' ilk taşı en masumunuz atsın '' diye piyasanın alayını bir kalem de çizersen olmaz . Sen diyebildin mi '' aldattım sevdiğim kadınlar '' diye Nazım Hikmet gibi ; diyebildin mi '' Ne kadınlar sevdim zaten yoktular '' diye Atila İlhan gibi ?

Onlar yüreginin coşkusunu acık acık yaşarken kimse tarafından ''aldatan'' sıfatıyla anılmadılar. Onlara pek de yakıştı.

Sana da bu yakıştı.

ar_de_
23-09-2009, 15:31
Beyninde nöron bağlantıları ters döşenmiş, ‘imâlat hatası’ köşeciler, yımırtaya can veren Allah tarafından bu enayi bağlantıları bulup çıkartmak için yaratılmıştır.







Mübalağa etmeyelim hanımlar beyler! Habbeyi kubbe yapmayalım.

Nihayetinde genç bir elikanlı pardon delikanlı, sevgilisini cep telefonuna gelen mesajlardan kıskanmış. Üstelik mesajları atan da bir teğmen. Körolası, yokolası TSK’nın bir mensubu.

Gencecik delikanlı, kıskançlık neticesi elini kana bulamış. Eh haliyle cesedi ortadan kaldırması gerekmiş. Çocuk (!) aklı işte, “Bavula tıkıştırır çöpe atarım” diye düşünmüş.

Bavula sığdıramayınca da çarşıya gidip testere almış. Eve dönüp sevgilisinin kafasını kesmiş. Kimbilir ne streslere girdi yavrucak o bavulu, o gitar kutusunu falan bulmak için.

Yavrım, inşallah belini falan sakatlamamıştır o bavulu taşıyacağım, kaldırıp çöp konteynerına atacağım diye.

Çocuktur (!) korkmuş, travma yaşamış haliyle. Kaçmış. 197 gün aç, susuz, evinden, ailesinden uzak, kolay mı? Traş olacak jileti bile bulama sen, Ned Kelly gibi sakal koyver...Maşallah nasıl da gür çıkmış o sakallar gencecik yaşta. Bizim oğlan çatladı hasedinden. 17’sindeyken bıyığının üstünde sarı şeftali tüyleri yeni zuhur etmişti.

Sonunda kaçmaktan yorgun ve pişman delikanlı, sucuk-ekmeğini yiyip polise teslim olmuş.

Neyse ki, tarikat evlerinde yetişmiş, itaatkâr müritten polis abileri ‘kader kurbanı’ hallerini anladılar da, travma geçirmiş yavrucağa Ergenekon şüphelisi yazar-çizer gibi kelepçe vurmadılar.

Bakınız gözaltındayken polis abileri cinayet anını sormuşlar da, yavrucak sinir krizleri geçirmiş. “Ne olur bu konuda soru sormayın bana artık” demiş. Onlar da anlayışlı davranıp cinayet anını sormamışlar bir daha. Aferim!

Zaten avukatı da İstanbul Emniyeti’nin şefkat pıtırcığı olduğunu bildiğinden, savcıya değil polise teslim etti delikanlıyı.

Gözaltı oldu mu böyle olacak. Çocuk Ergenekon şüphelisi mi ki 24 saat uyutmadan, oturtmadan sorguya çekesin!

Ergenekon şüphelisi canavar ruhlu (!) adamlar dayanmışlardı. 70 yaşında adamlar 24 saat uyutulmadan, hatta oturtulmadan ifade vermeye zorlanmıştı ama, onların derisi kalındır, dayanırlar. Cem evladım, zayıf nahif bir oğlan çocuğu.

Bakınız, delikanlı hakikaten travmayı atlatabilmiş değil. Savcıya ifade verirken de zorlanmış, titremeler geçirmiş. Savcılar da -sağolsunlar- anlayışlı davranmışlar. Adliye’de 8 saat kalmış ama sadece 4 saat ifade vermiş.

Genç çocuk, yazık kilo da vermiş kaçarken koşarken, uzun saatler sorgulanmaya dayanamaz haliyle.

İstanbul Emniyeti ne kadar ‘Mutluyuz, gururluyuz’ dese hakkıdır.

Henüz cevabı bilinmedik milyon soru var ama, teslim old...pardon yakalandı (!) ya, önemli olan budur.

Bazen.en komplike olayların basit, enayice bir açıklaması olabilir Türkiye’de.

Bencileyin beyninde nöron bağlantıları ters döşenmiş, ‘imâlat hatası’ köşeciler, yımırtaya can veren Allah tarafından bu enayi bağlantıları bulup çıkartmak için yaratılmışızdır.

Şimdi sadece “Neden 16 Eylül’de teslim oldu?” sorusuna spekülatif bir cevap veriyorum.

Valiliğin ve Emniyet’in, “Cem Garipoğlu’nu yakalamak için özel tim kuruldu / görevlendirildi” açıklamaları 21 Haziran 2009 tarihli haber. Yani, bu tim 20 Haziran tarihinde veya önce kuruldu. Elemanlar pekâla İstanbul dışından da görevlendirilmiş olabilir.

Garipoğlu’nun teslim olma tarihi 16 Eylül’den 90 gün geri sayarsanız, 18 Haziran 2009 tarihi bulunur.

Garipoğlu için ’15 Mart’ta Antakya üzerinden Suriye’ye gitti. Suriye istihbaratı (El Muhaberat) kaldığı oteli biliyor’ haberi de hatırlansın bir zahmet. Hatta, Garipoğlu’nu yakalamak için Rusya’ya, Ermenistan’a özel tim görevlileri gönderildiği haberi de hatırlansın.

Özel tim görevlileri, elikanlı pardon delikanlının Suriye’ye gittiği haberini alır almaz 15 Mart’ta Suriye’ye gitmiş olsalar 16 Eylül’e kadar geçen gün sayısı 185. Fakat devletin çarkı ağır işler. Bunun Olur Belgesi var, Bakan Onayı var, resmi pasaport çıkartması var, harcırah tahakkuku var, şu var bu var. Garipoğlu’nun gidişinden 5 gün sonra, 20 Mart’ta gitmiş olsalar, 16 Eylül’de teslim olmasına kadar aradan geçen gün sayısı 180.

Diyacahsın niya tahtı bu karı 90 gün 180 gün diya?

Habertürk’ün ileri sürdüğü gibi Suriye’den getirildiyse, Beşar Esad’la aynı uçağa bindirilmiş de olabilir. Esad’ın Türkiye’ye geliş tarihi de 16 Eylül.

Şinci ey Aziz and Azize okur! Bu otistik gibi görünen 90-180 gün hesabına şunun için taktım:

6245 sayılı Harcırah Kanunu’nun 42. maddesinin (a) bendi der ki; “Yurtiçinde aynı yerde, aynı iş için ve aynı şahsa 180 günden fazla gündelik verilemez. İlk 90 gün için tam, takip eden 90 gün için 2/3 oranında ödenir.”

b) Yurtdışında ilk 180 gün tam ve müteakip günler için 2/3 oranında gündelik ödenir.

“Neden şimdi teslim oldu?” sorusuna spekülatif cevabım budur işte:

Sırf özel tim görevlilerinin peşin aldığı yurtiçi ve yurtdışı görev harcırahını hak etmiş olmaları için, görevin süresi yurtiçinde 90, yurtdışında 180 güne uzatılmış olabilir.

Emniyet Müdürü de “Çember daralıyor” beyanlarıyla hem katilin yerini bildiklerini ima etti, hem de bir ‘süre’ beklemeleri gerektiğini.

Şinci yine diyacahsın niya beklendi 3-5 kuruş harcırah parası için? Diyacahsın olur mu, devlette bu kadar keyfî davranılır mı?

Ben de sana diyacağam ki; bu senin müslüman sandığın, Allah’a tapındığını sandığın tarikatlar esasen paraya tapınırlar. Yedi yıldır alınan kararların da yüzde 99’u rasyonel değil ‘keyfî’dir.

Hem öyle bir tapınırlar ki paraya, gölge başbakan Diyanet İşleri Başkanı çıkar; “Cemaate paranın nereden geldiği önemli değildir. Müsterih olsunlar. Uyuşturucu parasıyla inşa edilen camide ibadet caizdir, mübahtır” der.

Hoşgörü (!) dini islamın aydınlığında (!) ‘suç’ kavramının hızla ‘günah’la yer değiştirdiği demlerde ben de inceden sıyırmış, Harcırah Kanunu’na takmış zırvalıyor olabilirim netekim!

Fekat nihayetinde insanım. Başvekil, emniyet müdürü, diyanet adamı kadar olmasa da zırvalama, spekülasyon yapma hakkımı kullanıyorum. “Peşin ödenen harcırahların yasal süresini doldurmak için beklenmiş olabilir”, “Keyfilikte bu kadar ileri gidilmiş bile olabilir” diyorum. Fikri beğenmediysen at çukura, dök kireci...

Şu sakallı bebeğin psikolojisi irdelenirken bir de şunlar sorulsa:

Hiç kurban kesti mi? Kestiyse, keserken neler hissetti?

Kurban kesilirken seyretti mi? Seyrettiyse, neler hissetti?

Bu cinayetten sağ salim paçayı sıyırıp kendisini polis abilerinin şefkatli kollarında bulduğu için kurban adağı yaptı mı?

Önümüzdeki Bayram’da kurban kesmeyi düşünüyor mu?

Düşünüyorsa ne kesecek? Deve, dana, koç, kadın?

Cinayetten sonra kendisini dine, imana verdi mi? Kaldığı evde iftarda maklûbe yeniliyor muydu?

Zırvalıyorsam “Niya?” diya sorma Aziz and Azize okur! Say ki Ertuğrul Özkök’ün “Kâbe’de bir arkadaşa bakıp çıkacaktım umresi”nde sorduğu enayi Beyaz Türk sorularından soruyorum.

Psikolojim medyatik cinayet reytinglerine armağan olsun!

Diyacahsan niya?

İşte eele!



Kıymet Nadir Bindebir / habercek.com

buena vista
25-09-2009, 06:30
Necati Doğru

ndogru@gazetevatan.com

Acı verse ve yüreğimizi karartsa da söyleyip yazmalıyız. ABD Başkanı’nın Rambo yapılı korumaları, Türkiye’nin Başbakanı’nın kolunu arkadan bükebilir, önce diz çöktürebilir, yüzükoyun yatırarak arkadan ellerine kelepçe atabilirlerdi.

Tanrı’ya bin şükür!

Bu densizlik olmamış.

Rambolar geri durmuş.

Tersi de yaşanabilirdi.

Bizim Başbakan’ın babayiğit korumalarının, Obama’nın Rambo korumalarını püskürtememesi, bir anlık “öfke köpürmesi” yaratabilirdi. Bizim Başbakan, Obama’nın korumasına kafa atabilir ya da geriye doğru gerinip hız ve kuvvet alarak adamın hayalarına doğru futbolcu Nihat Kahveci’nin volesine benzer bir vuruş çıkartabilir, adam ölebilirdi.

Dünya’ya olay lazım.

Skandal haber olurduk.

Gerçi İslam dünyasındaki ezilmiş-horlanmış-ötekileştirilmiş 1 milyar insan tıpkı dağ köyü Davos’ta “one minute öfkelenmesinde” yaşandığı gibi New York kentinde Obama korumasını ittirip kaktırarak tekmeleyen bizim Başbakan’ı “İslam dünyasının yeni Hazreti Hamza’sı” ilan edebilir, bizi de sevinçlere boğabilirdi fakat bizim “demokratik açılım” güme gidebilirdi. Çünkü ABD ve AB desteklerini “demokratik açılımdan” çekebilirlerdi!

Allah, yüzümüze baktı.

Öfke köpürmesi olmadı.

Yine de “densizlik ya da öfke köpürmesi olmaması” acı gerçeklere gözümüzü kapatmamızı gerektirmez. Bizim Başbakanlık Koruma Müdürlüğü kadrosunda görevli 300 polisin 80’i Başbakan Erdoğan’ın yakın korumalığını yapıyor. Koca ABD Başkanı’nın yakın koruması ise 20 kişi.

Aradaki farka bak!

Bak bak, otur ağla!

80 kişilik yakın koruma içinde bir tek bile İngilizce olarak; “Arkadaş biz ABD’nin stratejik ortağı Türkiye’nin Başbakanı’nın korumalarıyız. Gerçi size verilen listede; Tayyip Erdoğan adının karşılığında ‘Türkiye’li diplomat’ diye yazıyor ama o diplomat değil Başbakan’dır. Ve şu sizin kapısından ABD Başkanı Obama’yı çıkarttığınız 5 yıldızlı lüks otelde bir konuşma yapacaktır. Onu bekliyorlar” diyemedi.

Diyebilseydi!

İttirme-kaktırma olmazdı.

Bizim Başbakan öfkelenmezdi ve otele girip “dünyaya yeni bir dünya düzeni getirmeye kilitlenmiş seçkin konukların” keskin bir dikkatle dinleyecekleri konuşmasını iptal etmek zorunda kalmazdı.

Acı ama gerçek!

300 koruma var.

80’i yakın güvenlik.

Başbakan’ı otele sokamadı. Boşa gitti, çünkü yapılamadı o özenle hazırlanmış güzelim konuşma! Gerçi ertesi gün yapma imkânı bulduğu konuşmalarda bizim Başbakan, iptal ettiği söyleminin ana örgüsünü oluşturan; “Avrupa, adaletin bu mu...” temasını dile gitirdi. AB’nin lokomotif iki kofti lideri Almanya Başbakanı Merkel ile Fransa Cumhurbaşkanı Sarkozy, başı çekiyor; “Türkiye’nin AB üyeliğine taş” koyuyorlar ve 27 AB üyesi ülkeden, 2’si hariç, diğer 25’i de Türkiye’yi istemeyen Merkel ile Sarkozy’nin peşinden gidiyorlar.

Bu da başka bir acı!

Ve başka bir gerçek!

Türkiye’nin Başbakanı 7 yıldır Türk halkını “Sizi AB üyesi yapacağım” diye avutmasına karşılık 27 AB üyesi ülkenin 25’inden sürekli ve kararlı olarak “başka kapıya” cevabı aldığı için Avrupa’yı ABD’ye şikâyet ediyor.

Acı ama gerçek!

New York’ta otele giremiyor.

Brüksel’de AB’ye giremiyor.

Açılım, yeni bir dünya düzeni, yeni dünya düzeni de Türkiye’nin AB’ye kabulünü getirecek.

Acı ama gerçek!

Yeni afyonlu düdük bu!

ar_de_
28-09-2009, 16:47
Öksüz bir hastalık ve AKP'nin Kahperengi Devrimi

Atatürk nasıl devrim yaptıysa AKP de öyle devrim yapmak istiyormuş. Haddini bilmemek suç değildir, legaldir, müeyyidesi yoktur. Bunu diyen kültürümün bakanı suç işlememiştir de, kiminle idrar yarıştıracağı hususunda yanlış bir seçim yapmıştır.



AKP’nin sadece sağlık konusunda yaptığı devrimlere (!) bir göz atıverelim;

“Türkiye dünya devlerinin bilmemne üssü oluyor” haberlerine boşverin. Türkiye organ mafyasının ana üssü oluyor.

Batı’da, organ bağışı yüzde 30 civarındadır. İsrail’de dini inanç nedeniyle bu oran yüzde 4’e düşer. Organa ihtiyaçları var.

2009 Nisan ayında İstanbul’da, İsrailli, organ kaçakçısı bir kasap-doktor yakalandı; Zaki Shapira. Bu haber, İsrail basınında bomba gibi patladı.

Kudüs Üniversitesi Hastanesi'nden Michael Friedlaender, Türkiye ile İsrail arasında kurulan “organ köprüsü” konusunda: “Her hafta Türkiye'ye böbrek nakli için giden bir uçak kalkıyor. 300 hastam ameliyat oldu. Bu insanlar önceleri Irak'a giderdi. Artık Türkiye'ye gidiyorlar.” dedi.

2003 yılından bu yana kaybolan çocuklarımızın sayısındaki müthiş patlama malûmunuzdur. Organ çetelerinin eline geçip geçmedikleri bilinmiyor. Bilinen şu ki; çocuklardan alınan organ daha uzun süre dayanıyor ve doğal olarak daha sağlıklı.

Türkiye; AKP döneminde, ilaç şirketlerinin ucuza insan-kobay temin ettiği, 20 yaşında gençleri 200 Lira karşılığında denek olarak kullandığı, en yeni ilaçların ilk kez denendiği laboratuar haline geldi (sadrazam Recep Efendi’nin “En az üç çocuk yapın” tavsiyesinin altında, organ / denek tarlasına malzeme tedariki ve yaşlıların bakımını çocuklarına yıkma arzusu yoksa, ben de birşey bilmiyorum Aziz and Azize okur). 9 yıl önce 24 kişi olan denek sayısı bugün 12 bin.

Tıbbi bakım, parası olana satılacak ticari bir mal değil herkese eşit olarak dağıtılması gereken bir haktır. Fakat, bir ülkede sağlık sisteminin işleyişi, o ülkenin ulusal değerleriyle halkının karakterine göre de şekillenir.

Devletin görevi, halka ahlâki bir taahhütte bulunarak, herkesin yaşama hakkını garanti altına almak, herkese sağlık hizmeti sunmaktır.

Her konuda cehaletinin ve ahlâk yoksunluğunun derecesini bildiğimiz, tüm ulusal değerlerimizi paspas etmiş, Bursa’da acil yardım servislerini bile özelleştirip satmış AKP hükümetinin, ‘herkese sağlık hizmeti’ gibi ahlâki bir taahhütte bulunması beklenemez.

Tarikatlar ve tarikat medyası eliyle şekillendirilen halkımız, bundan böyle yeşil kartlının dahi katkı payı ödeyeceği, parası olmayana özel hastane kapılarının kapanacağı bir sisteme mahkûmdur.

AKP’nin sağlık konusunda hiç mi olumlu icraatı, devrimi (!) yoktur?

Vardır!

Mesela; emekliler için Antalya’da sağlık köyleri kurdu.

Kamuya ait termal tesisleri bile kaplıca tedavisi, fizik tedavi, rehabilitasyon vs için yaşlıların hizmetine soktu.

Kimin mi? Her yıl Norveç’ten gelecek 25 bin, Almanya’dan gelecek 1 buçuk milyon yaşlının, hastanın.

Sağlıkta Dönüşüm deyip Türk vatandaşına termal tedaviyi kısıtladı amma, hakkını teslim etmek lazım, Norveçli ve Alman hastalar için AKP sağlıkta gerçekten devrim yaptı.

AKP dönemi öyle öksüz kaldığımız bir dönem ki; çocuk sahipsiz, gencin yüzde 32’si işsiz,

Yaşlılar ödeme güçlüğü yüzünden huzurevlerinden atılıveriyor,

Hasta parasızlıktan tedavi olamıyor, ilacını alamıyor,

Emeklinin ömrü ucuz halk ekmek kuyruklarında tükeniyor,

esnaf, memur, işçi, aydın, her kesimden insan, tarikatlara kapılanmamışsa eğer, kendisini sahipsiz, öksüz hissediyor.

Bu öksüz dönemde bir de hastalığın ‘öksüz’üne yakalanmışsan halin yaman.

ALS (Amiyotrofik Lateral Skleroz) öksüz bir hastalık. Stephen Hawking en ünlü ALS hastası. Seyrek görülen hastalık olduğundan ilaç şirketleri tedavi araştırmasına yatırım yapmıyorlar. Öksüz hastalık denmesi bundan.
Hayatta kalabilmeleri, akülü tekerlekli sandalyeye, cihazlara bağlı.
ALS hastası dostum Dr. Alper Kaya, cihazlara bağlı nefes almayı bakın nasıl anlatmış;
“Kulağımda güç kaynağının sinyal sesi, gözlerimin önünde kasvetli bir hava, aklımda elektrik kesintisinin ne kadar süreceği vardı. En son elektrik kesildiğinde güç kaynağım 3 saat idare etmişti. Üç saatin sonunda akülerim imdat sinyalini verdiğinde nasıl olduysa elektrik gelmişti. Kafamda düşünceler... Bu kez elektrik üç saatte gelir mi? Akülerimi uzun zamandır değiştirmedim. Keşke paraya kıyıp 8 tane akü alsaydım. Ventilatör dursa da kendim 1-1 buçuk saat nefes alabilirim ama ya bronş sekresyonu olursa? Asansör de çalışmıyor. 112 acil servisi şimdiden arasam mı? Yoksa fazla mı vesvese yapıyorum?”{₁}

ALS hastalarının kullanmak zorunda olduğu akülü sandalyenin fiyatı 5 bin YTL’den başlıyor. Sağlığımın bakanlığı bunun sadece bin 700 YTL’sini ödüyor. Oysa 10 bin, 20 bin Liralık akülü sandalye, ALS hastasının hayatta kalma şansını büyük oranda artırıyor.

İhtiyaçları bu akülü sandalyeyle bitmiyor elbet. Başka cihazlara da gereksinim duyuyorlar. Fakat Norveçli ya da Alman olmadıkları için sağlığımın bakanlığından ayrıcalıklı bir muamele göremiyorlar.

Akülü sandalyeyi alamayacak durumda olanlar için aralarında para toplayıp, dayanışarak birbirlerini yaşatmaya çalışıyorlar.

Ölüme ve paraya tapınan, hukuk tanımayan, sadece allaha hesap vermesi gerektiğini düşünen moron zihniyet tarafından yönetildiğimiz sürece, üzerimizde devletin koruyucu kanatları yok. Hepimiz öksüzüz. Ama ALS hastaları hepimizden daha öksüz.

Sağlık alanında yaptığı devrimler (!) arasında;

Açık Öğretim mezunu, doktor dahi olmayan bir adamı ayda 5 bin Dolar maaşla Kuş Gribi Koordinatörü (ne demekse) atamak,

Sigara içen vatandaşın cebinden pakedi çıkartıp “İçme şu zıkkımı” demek olan AKP devrim yapıyorsa, adına Kahperengi Devrim denilsin.

AKPliler ve TBMM’de olmaması gereken bazı gruplar, kendilerini halktan farklı ve üstün sanmakta o kadar ileri gittiler ki; “TBMM üyelerinin organ nakline ihtiyaç duyması halinde, doku uyuşması tesbit edilen vatandaşın her türlü organı, rızasına gerek kalmadan alınır ve TBMM üyesine nakledilir” içerikli bir yasa tasarısıyla karşımıza çıkarlarsa şaşırmayacağım.

ALS gruplarına ait linkleri aşağıda verdim. Sağlığımın Bakanlığı belki bir göz atar da, bu insanların kendi ülkelerinde, neden Norveçli, Alman hastalar kadar ihtimam göremediğini açıklar.

TBMM’nin sağlık harcamalarının neden sürekli artış gösterdiğini “Çok çalışıyorlar da ondan çok hastalanıyorlar” diye açıklayan makamlar, bakımları tamamen ailelerinin üzerinde olan ALS hastalarının akülü sandalye bedelinin neden tamamının ödenmediğine de açıklama getirirler herhalde.



Kıymet Nadir Bindebir prostat olmuş

Demek öyle Aziz and Azize okur!

Demek bunca yıl ve resimden sonra “Kıymet Nadir prostat olmuş” deseler inanacaksınız. Siz bilirsiniz.

Bagimsizgundem.com da da yazmaya başladım. KONUK YAZARLAR bölümünde Hamdullah Efendi’nin Amerika Sergüzeşti yazıma da beklerim.




Kıymet Nadir Bindebir / habercek.com

ar_de_
29-09-2009, 02:07
Hamdullah Efendi’nin Amerika Sergüzeşti


Gördüm. Arabasını beyaz bir brandanın içine saklamışlardı. Etraftaki Siykrıt Sörvis elemanlarına aldırış etmedim. Yürümeye devam ettim. Onunla başbaşa görüşmeden, eli elime değmeden, kendimi o kalabalıkta bîçâre ve müdâfaasız hissedecektim.

Bir kelime İngilizce bilmiyordum, lâkin lisan uzmanım yanımdaydı ben hâlimi Osmanlıca arz edecektim, o İngilizce diline tercüme edecekti.
Başkan’la sevişirdik, ama bugün ön sevişmeyi kısa tutmak niyetindeydim. Toplantıdan evvel ikindiye yetişmekliğim lâzımdı.
Lakin ne olduysa o dakikada oldu. İzbandut cüsseli korumalar yolumuzu kesti. Bizim âdemleri itip kakmaya başladılar. Bir tanesinin elini tutup arkaya büktüm; “Van minüt lann!” dedim “Van minüt!”. “Şunun şurasında iki kelâm edip, bi resim çektirip gideceğiz.”
Kısmetten çıkmış göte uçkur neylesin! Nasip, kısmet değilmiş, Başkanla toplantıdan önce muhavere edemedik.
Toplantıda, orada bulunmaktan bahtiyarlığımı beyân eden bir nutuk irâd eyledim. Lâkin havuç suyunu fazla kaçırmışım, üzerinize afiyet bağırsaklarım mülâyemet çayı içmiş gibi idi. Nutkumu kısa kestim.
Neyse ki toplantıdan sonra O... O... bana el etti, “Yaklaş” dedi, “What is your problem buddy?”
Başbaşa görüşmemiz kısa sürdü, lâkin verimkârdı.
Sırasıyla; Kürt Açılımı>Demokratik Açılım>Ulusal Birlik Projesi>Kardeşlik Projesi dediğimiz poroceyi sordu. Dedim “Adını “Biz Varken Son Osmanlı Ölmez ve Amerika Kanka Porocesi” olarak değiştirirsek, kapsama alanı genişler.” Başkan “Münâsiptir” dedi.
Geçende yaptığım hissî, ahâlinin gönül tellerini titreten konuşmamdan bir pasaj arzettim. Heyecandan ezberim şaştı, bazı hatâlar yapmışım. Şöyle demişim;
“Biz artık Botan Çayı’nı da satmak, Zap suyunu kurutmak, Dicle, Fırat gibi barışa kalleşliğe akmak istiyoruz. İstiyoruz ki Munzur dağlarında hep birlikte altın çıkaralım. Cudi Dağı’nda yedi cüceleri, Ağrı Dağı’nda Ermeni çiğdemleri dermek istiyoruz. Ülkemin yedi coğrafyasından derilmiş çiçekleri…” derken “Okey…okey!” dedi, susturdu.
Dedi “İmralı Kuşcusu’nun bile şüpheleri var. Açılım mı satış mı tuzak mı sahtekârlık mı emin değilim diyor. Ne iş?”
“Merak buyurmayınız” dedim. “Ona da, herkese de hazmettiririz. Siz Güneydoğu’ya 100 bin, Sabiha Gökçen Havaalanına da 42 bin Amerikan askerini yığdınız mı kimsenin gıkı çıkamaz.”
Dedi ki “Nasıl hazmettireceksin 142 bin Amerikan askerini?”
Dedim “Telâşa mahal yok. Ahaliye; Askerlerin psikolojisi bozulmuş. Tatile gönderileceklermiş. Nereye gitmek istersiniz diye oylama yapılmış, Türkiye çıkmış dedik.”
O mübârek Başkan “Aferim” dedi, bâş-ı âlimi okşadı. Adana Havaalanını ‘Kentsel Dönüşüm’ numarasıyla nasıl genişlettiğimizi, tapulu evleri bile yıktığımızı anlattım. “Güzeeel” dedi, “İncirlik’e 13 kilometre o havaalanı.”
Dedim “Medeniyetinizin âşık ve hayrânıyım. Osmanlı’ya sadrâzam olacağıma şurada keten helva, mesir macunu satsam razıyım.”
Dedi “O da olur, sabret.”
“Bir manzûme okuyayım, çok güzel okurum” dedim. “Kısa olsun” dedi. Vakti yokmuş. Bir kıt’a okudum;
Bu kârhanede bir nebze itibârım yok benim
Ne varsa cümlesi senindir bu Gülistan’da
Ne kudret-i iktidâr, ne ilâhî şefaat
Bu kârhânede senden başka hâmim yok benim

Bizim tercüman (maaşallah) manzûmeyi pek güzel tercüme etti. Sanırsın lisân-ı mâderzâdı İngilizcedir. Başkan önce mütebessimâne, efsûnlanmış dinledi, sonra oturduğu yerde büküldü, katıla katıla gülmeye başladı, gözlerinden inci dânesi yaşlar döküldü. Hislendi vesselâm.
Akşam yemekte, perhizkârlığımızı bildiklerinden, şarap kadehim leb â leb elma suyu doluydu. Lâkin, ihtiyâtı elden bırakmayıp kadehe ağzımı değdirmedim. O kalabalıkta alkol değmemiş bardak istemek münasip olmazdı.
“Hey yavrum Hamdullah!” dedim kendi kendime, “Sen ki tarhananı içip, delik pabuçları sürüyerek mektebe giderdin, şimdi altınların, elmasların üzerinde kuluçkaya yatmaktasın. Kimlere neleri hazmettirdin yedi yılda. Şu oturduğun sofralara bak, gidinin Hamdullahı! Nerdeeen nereye!”
Memlekete avdet edince, Amerika seyahatinin sûretlerini (görsel mi diyorsunuz?) getirdiler. Rûhevâz eşim; Misis Obama, Madam Bıruni ve sâir eşlerin yanında Kafkas folklor ekibinden fırlamış gibiydi. Entarisinden kumaş esirgenmemişti. Diğer hatunlardan farklıydı. Farklılığımız zenginliğimizdi nihâyetinde. Hiç bir siyasetçi, şahsi servet konusunda elimize su dökemezdi nitekim.
Yalnız, bugünlerde birşey nazar-ı dikkatimi celbetmeye başladı. Yurtdışında “Acaba burada da bir Türk var mı” diye düşündüğüm zaman, bir anda bir vatandaşımız karşıma çıkıyor. Lâkin, insan Türkiye’deyken bu kadar çok Türk’e rastlamıyor.
Laz var, Boşnak var, Arnavut var, Kürt var, Ermeni var... Türk yok!
Acaba diyorum, olmayan bir halkın adını şeytsek mi yani... Hani yeni bir açılım, devletin adından Türk kelimesinin şeydilmesi felân... Erken mi olur?
Tuh! Oradayken aklıma geleydi sorardım Başkana.


Kıymet Nadir Bindebir
kiymetnadirbindebir@gmail.com

AnnE
30-09-2009, 06:40
Güngör Uras
Olayların içinden

30 Eylül Çarşamba 2009

İlk köprüye ‘Hayır’ dedim, köprülerden utanarak geçiyorum (…Çünkü derdimizi anlatamadık. Her köprü yeni bir köprü doğuruyor.)



Ben Devlet Planlama Teşkilatı’nda, “Köprüye hayır” diyenlerden biriydim. Sayın R. T. Erdoğan önceki gün “Köprüye hayır” diyenler, birinci ve ikinci köprüden utanmadan geçtiler” deyince üzüldüm. Demek ki, o zaman da, bu zaman da, “plancıların köprüye neden hayır dedikleri” anlaşılamamış.
Bir defa daha, Büyük Türk Büyüklerimize durumu arz edeyim. Çünkü Devlet Planlama Teşkilatı’ndaki uzmanların köprüye hayır demelerinin gerekçesi değişmedi. O uzmanların köprüye neden hayır dedikleri anlaşılamadığı için, bundan sonra köprü yapımını sınırlamak imkânsızdır. Her yeni köprü, bir yeni köprüyü doğuracaktır. Köprü sayıları artacaktır.
Köprüye hayır diyenler, köprü sayılarının artmasından ötürü değil, dertlerini anlatamadıklarından, söylediklerini dinletemediklerinden ötürü köprülerden “utanarak geçecek.”
Devlet Planlama Teşkilatı’nda çalışanlar, “yabancı şehircilik uzmanları”ndan öğrendiler ki, büyüyen şehirlerde yapılaşma eğer bir İmar Planı’na göre kontrol altına alınamazsa, şehirler çarpık olarak büyür. Yabancı uzmanlar uyardılar ki, İstanbul’un 1 /100 bin ölçekli Nazım Planı tamamlanmadan ve uygulamaya konulmadan yapılacak bir köprü İstanbul’da yapılaşmayı kontrolden çıkarır.

Bir yanı konut, bir yanı işyeri
İmar planları şehirlerin gelişme istikametini gösterir. Şehrin nerelerinin konut, nerelerinin işyeri, nerelerinin park, eğlence ve spor alanı olarak gelişmesinin doğru olacağını gösterir.
Bize anlattılar ki, böyle bir planlama olmadan bir köprü yapılırsa, İstanbul’un Anadolu yakası bir “yatakhane”, Avrupa yakası “işyeri” olarak gelişir. İnsanlar akşam uyumak için Avrupa yakasından Asya yakasına, sabahları da çalışmak için Asya yakasından Avrupa yakasına geçer.
Bu tür çarpık yapılaşma gelişince ve de nüfus artınca bir köprü yetmez. Her köprü bir yenisini doğurur. Köprüden geçmek için insanların satın alacakları araçlar trafiği kilitler.
İşte biz “Köprüye hayır” derken, köprü hiç yapılmasın demiyorduk. Önce şehrin doğru dürüst imar planı belirlensin. Asya yakasındakilerin o yakada, Avrupa yakasındakilerin bu yakada yaşamalarını sağlayacak düzenleme tamamlansın, sondan sonra köprü yapılsın diyorduk
Yabancı şehircilik uzmanlarından öğrendiklerimizi Büyük Türk Büyükleri’ne anlatamadık. O zaman bizlere “komünist” dediler. Şimdilerde “gözlerimizin her iki tarafının kapalı olduğu”(at gözlüğü taktığımız) söyleniyor.

Köprü köprüyü doğuruyor
Ünlü mimar Doğan Tekeli’ye “İstanbul’un neden bir imar planı olamıyor?” diye sordum. Öğrendim ki 1870’ten buyana İstanbul için imar planı yapılır, sonra gene yapılırmış. İstanbul Nazım Plan Bürosu’nun yaptığı imar planlarından sonra şimdi de 450 uzmanın görev yaptığı İstanbul Metropolitan Plan Bürosu’nun (İMP) yaptığı bir imar planı varmış. Ve de bu imar planında üçüncü köprü yer almadığı için Sayın R. T. Erdoğan helikopterden üçüncü köprünün yerini belirlemiş.
Bugüne kadar yapılan, iki köprüden geçen araçlara bakın. Dörtte üçü sabahları çalışmak için bu yana, akşamları uyumak için öbür yana geçenlerin araçları.
Üçüncüden hemen sonra dördüncü ve beşinci köprüler için hemen yap-işlet usulü ihaleler açılmalıdır. Çünkü evlerine ve işyerlerine gidip gelmek için günde iki defa Boğaz’ı geçmek zorunda olanlara üçüncü köprü de yetmeyecektir. Dördüncü, beşinci köprüye ihtiyaç vardır.

LAZIO
02-10-2009, 14:31
Ahmet Altan'dan.....Atis serbest

Biz, “kimse devlet ve rejimi korumak için hukuk dışına çıkamaz” diyen bir cumhurbaşkanına cevaben “konuşması yüreğimi kararttı” diyen bir ana muhalefet lideriyle, “konuşmasında hiç Türk kelimesi geçmedi” diyen bir başka muhalefet partisinin bulunduğu bir ülkede yaşıyoruz.

Bu düzeydeki bir muhalefet bir toplum için utanç vericidir bence.

Bazıları, muhalefetin eleştirilmesine, “muhalefete muhalefet edilir mi” diyerek karşı çıkıyor.

Eğer, hükümetin “demokrasi ve hukuk” dediği bir yerde muhalefet “ne demokrasisi, ne hukuku” diyorsa, evet, muhalefete muhalefet edilir.

Bugünkü hükümet Avrupa Birliği yolunda adımlarını yavaşlattığı, ihale yasasını savsakladığı, anayasayı değiştirmeyi bir türlü beceremediği için eleştirilir, demokrasiyi genişletme çabalarında ve Kürt açılımı konusunda da alkışlanır.

Avrupa Birliği’ne, ihale yasasına, 12 Eylül anayasasının varlığına ses çıkarmayıp, demokrasiyle hukukun sağlamlaştırılmasına karşı çıkan muhalefete muhalefet edilir.

Tabii demokrasiden ve hukuktan yanaysan böyledir bu.

Ama Ergenekon soruşturmasının üstünün kapatılmasını istiyorsan, JİTEM’in araştırılmasına karşıysan, türbanın özgür bırakılmasını, faili meçhul cinayetlerin aydınlatılmasını istemiyorsan, sen muhalefete muhalefet etmezsin.

Hükümetin yaptığı “gerçek hataları” görmezden gelir, demokrasi yolundaki açılımlarına karşı çıkmayı da “gerçek muhalefet” diye yutturmaya kalkarsın.

Sonra da 12 yaşındaki bir kız çocuğu roketle vurulup parçalandığında sesini bile çıkarmazsın.

Bunun da “gazetecilik” olduğuna inandırmaya çalışırsın insanları.

Bekir Coşkun, AKP’ye oy veren insanları tarif ederken “göbeğini kaşıyanlar” demişti.

Daha sonra Sanem Altan’la yaptığı konuşmada böyle yazdığı için pişman olduğunu da söylemişti.

Bence talihsiz bir yazıydı.

Ama derdim Bekir’in yazısını tartışmak değil.

Onun, “gerçekleri” çok da yansıtmayan bu kavramını ödünç alıp, başka bir gerçeği daha iyi anlatabilmek için kullanmak.

Bu ülkede “göbeğini kaşıyan adamlar” sanıldığı kadar çok değil ama “göbeğini kaşıyan gazeteciler” tahminlerden çok fazla.

Bu gazeteciler toplumun çok gerisindeler.

Bu sistemin asıl yüzünü gösteren gerçek bir olayla karşılaşıldığında başlarını öbür yana çevirip “göbeklerini kaşımaya” koyuluyorlar.

On iki yaşında bir çocuk bir roketle parçalandı.

Üç gün önce oldu bu.

Taraf gazetesi dışında tek bir gazete bu olaya değinmedi.

CNNTürk dışında tek bir televizyon bu olayı haberlerinde görmedi.

Başka gazetelerde sadece bir yazar bu olay hakkında yazı yazdı.

Bir çocuğun öldürülmesi hiçbirinin ilgisini çekmedi.

Üstelik bu gazeteciler “birbirlerinden” farklı kampları destekliyorlar, birbirleriyle çatışıyorlar.

Ama iş, Güneydoğu’da vurulan bir çocuğa geldiğinde ağız birliğiyle susuyorlar.

Çocukların öldürülebilir olmasından rahatsız değiller, vurulan sahipsiz bir Kürt kızı, niye başlarına dert alsınlar, birbirleriyle dalaşırlar, birbirlerine isimler takarlar, karşılıklı göbeklerini kaşırlar.

Hükümetin bu konuda sesi bile çıkmıyor.

Ne oldu peki muhalif gazetecilere, niye hükümeti eleştirmiyorlar, niye göbeklerini kaşıyıp duruyorlar?

Cumhurbaşkanının konuşmasını “içinde Türk sözü yok” diye eleştiren Devlet Bahçeli, vurulan çocuk Kürt olduğu için mi böyle sessiz?

“Demokrasi ve hukuk” laflarını duyunca “yüreği kararan” Baykal’ın, vurulan bir Kürt çocuğu için kararacak bir yüreği olmadığı zaten bu lafından belli.

Peki, muhalif gazeteciler hükümeti bu konuda eleştirmedi de, hükümet yanlısı gazeteciler muhalefeti bu konuda eleştirdi mi?

Yoo, hep birlikte göbeklerini kaşıdılar.

Biz onların bu “göbek kaşıma” seanslarına daha önce de şahit olmuştuk.

Küçücük bir kız çocuğunu vurup öldürdüler.

Olay yerine savcı yerine imam gönderildi, otopsisi karakol bahçesinde yapıldı, bu trajedinin her adımı haber...

Tabii sen gerçekten gazeteciysen.

Umuyorum ki bu “göbeğini kaşıyan” gazeteciler kalabalığından dürüst ve yürekli birileri çıkıp Ceylan’ın hesabını geç de olsa soracak.

Bu medya, “yandaş medya” ve “Doğan medyası” diye ikiye ayrılmıyor, bu medya “vicdanlılar” ve “vicdansızlar” diye ikiye ayrılıyor.

Vicdanlı insanlar iki gruptan da çıkacaktır, göbeğini kaşıyan gazetecilerin iki gruptan da çıkacağı gibi.

Ceylan’ın annesi o vicdanın sesini duymayı bekliyor.

Çok uzakta, ıssız bir mezrada bekliyor.

Sesinizi duyurmanız için yüksek sesle bağırmanız gerekiyor.

Gozlemci
02-10-2009, 15:24
YALAN 1:

"Eğer, hükümetin “demokrasi ve hukuk” dediği bir yerde muhalefet “ne demokrasisi, ne hukuku” diyorsa, evet, muhalefete muhalefet edilir. "

Ben muhalafetin "ne demokrasi ne hukuk" dedigini hic duymadim. Siz duydunuz mu? NIYE BU YALANLARI YAZIYORSUN? AMACIN NE?

YALAN 2:
"Ama Ergenekon soruşturmasının üstünün kapatılmasını istiyorsan.."

EN BUYUK YALAN. Kotu niyetli kisilerin yaymaya calistigi bir yalan. Ben su ana kadar Ergenekon'un ustunu ortmek isteyen gormedim. Kaldi ki muhalafetin boyle bir sey yapmaya gucu yok.

Ama ulkenin saygin rektor ve hukukcularinin ve cogu gazetecinin, tahliye edilmek suretiyle, yillarca hapislerde curumeden, yargilanabileceklerini soyeleyen (benim gibi) cok var. OKKIR'in hapiste olmesine karsi cikan, benim gibi, cok var. Ama bazi KOTU NIYETLI kisiler, bu insanlarin suclari tescillenmeden hapiste yatmasina karsi cikmiyor sonra da muhalefeti sucluyorlar!

DOGRU1:

Bozuk saat bile gunde iki kere dogruyu gosterir.

"Bu medya, “yandaş medya” ve “Doğan medyası” diye ikiye ayrılmıyor, bu medya “vicdanlılar” ve “vicdansızlar” diye ikiye ayrılıyor. "

Dogru soz ama yorumu yanlis.

Sen PKK'nin oldurdugu binlerce kisi icin hangi vicdani yazilari yazdin da simdi vicdan, hak,hukuk dersi veriyorsun.

SENIN GAZETEN BIR KAGIT PARCASI UZERINDEN TURK ORDUSUNA IFTIRA ETMEDI MI?

Bazi vicdansizlar, hastalikla bogusan Ergenekon saniklarinin tahliyesini elestiren yazilar yazmadi mi? Sen ne yazdin, Eruygur Pasa hapishaneden komalik olarak cikinca? KUDDUSI OKKIR icin ne kadar yazdin?

" DEMOKRASI BIZIM ICIN AMAC DEGIL ARACTIR" diyenleri demokrasi asigi ilan etmedi mi, bazi guya demokrasi asigi!!!! vicdanli gazeteciler?

Hrant Dink cinayetinde, mevcut iktidarin, burokratlarina sorusturma izni vermedigi gercegini niye yeterince irdelemedin? Kuddusi Okkir'in olumunde, burokratlara yargilanma izni vermeyen iktidari niye elestirmedin. Bu, senin vicdanli olmandan mi kaynaklaniyor. Huku anlayisindan mi?

Vicdan, demokrasi ve hukuk sozleri SENIN VE SENIN GIBI kisilerin agzina hic mi hic yakismiyor.

Gozlemci
02-10-2009, 15:27
Bu yaziyi daha cok yazacagiz anlasilan.

Sn. Lazio,

Ben de tesekkur ederim.

Ben de demokrasi istiyorum ama Altan ve benzerlerinin istedigi demokrasiyi degil. Yani, bu ulkede insanlarin daha mahkum olmadan hapise atildiklari ve boylece muhaliflere gozdagi verildigi, birakin iskenceyi, hapiste olduruldukleri ve sonra bu savunmasiz insanlara bel altindan vurulan demokrasiyi degil. Elde ciddi kanitlar varken iktidar yandaslarina sorusturulma izni verilmezken, imzasiz ihbar mektuplari ile muhaliflerin hapislere atildigi demokrasiyi degil.

Sonra da bunlari yapan ve tek basina yedi yildir iktidarda olanlar yerine yetkisiz baska partileri ve insanlari suclayanlarin demokrasi istemlerine tabii ki inanmiyorum.

ar_de_
04-10-2009, 22:34
Laf ola beri come back!

Ruhsatların Efendisi Potamyalı Recep Bey “Artık dünün kavram ve sıfatlarıyla Türkiye’yi tanımlamak, eksik ve yetersiz kalacaktır’’ derken 80 yıllık Cumhuriyet’in üzerine cızığı atmıştır. Devlet’in dağıldığını, Hükümet’in devletin tüm organlarını ele geçirdiğini, Türkiye Cumhuriyeti’ni bitirdiğini itiraf etmiştir. Çok önemli...

Haklarında düşündüklerimi söyleyebilmek için benim de Türkçem eksik ve yetersiz kalıyor. Arada argoya başvurmam konjonktür gereği.

Kayserli ABDullah Bey’in “Ülkenin içini kemiren sorunların çözülmemesi halinde, kaçınılmaz olarak başka devletlerin müdahalesine açık alanlar ortaya çıkar...” demesi ‘Hasduuur! Mehteran geliyor!’ ikazıdır da, gelenin hangi ülkenin mehteranı olduğunu ben bilmez Amerikalılarla gizli anlaşma yapan ABDullah Bey bilir. Çok önemli...

ABDullah Bey’in konuşmasındaki “yabancı bir parlamentoya hitap ediyor” ya da “kendisini o mekânda yabancı hissediyor” nüansları, paradigmasının hepten kaymasındandır. Bu da önemli...

Abdestli sendikanın başkanı (Hak-İş), IMF'i protesto edenlere “Anti emperyalistler, küreselleşme karşıtları, anarşistler gibi marjinal takılma şansımız yok.” demiş. Bundan böyle her türden protesto eylemi anarşist eylemdir, eylemciler marjinal ilan edilmiştir. Emperyalizme, küresel şebekelere ve AKP hükümetine direnmek anarşizmdir ve hatta terörizmdir. Çok önemli...

Ar-hınç sünnet çocuklarına “Anarşist, terörist olmayın” diyor. PKK’yı, Hamas’ı, Hizbullah’ı, El Kaide’yi teröristten saymayan bir nitelikli dolandırıcılık çetesinin mensubu olduğuna göre; itaat’tan, ‘isyan-protesto’ etmemekten bahsediyor. Çok önemli...

Protestocu gençlere yapılan muamele aynen kesilecek kurbanlık koyunlara, danalara yapılan muamele. Yatır yere, çök üstüne, daya dizlerini ensesine, kıpırdayamayacak hale gelene, tamamiyle teslim olana kadar kes nefesini.
Boyun eğip isyan etmeyene de koyun muamelesi, protesto edene de...Hangi tip koyun olacağını seçmek durumundasın. Çok önemli...

Eğitim özelleştirilmiş, satılmış, çökmüş, -hangi akla ya da yandaşa hizmetse- bilardo seçmeli ders olarak müfredata girmiş. Zıkkımın YÖK’ü üniversiteyi medrese etmiş, ilkokul çocuğunun Kürt Açılımı’yla beyni yıkanıyor, üniversite öğrencisine kapıda polis “Siyasete bulaşmayın” broşürü dağıtıyor. İstanbul İl Milli Eğitim Müdürüm de kalkmış “Pardon, arkadaş Google’dan bulduğu ilk haritayı basmış” diyerek dağıttığı anneannemin çorabı gibi sündürülmüş Türkiye haritasını savunmaya çalışıyor.Türkçe, İngilizce, Sırpça, Macarca arıyorum, Google’dan bulunabilecek ilk Türkiye haritası o değil. Müdürüm sallıyor! On yıl önce olsa suçu ‘bilgisayara’, ‘sistem’e falan atardı. Değişerek gelişmiş, suçu Google’a atıyor. Önemli...

Ebu Dallama Hazretleri cimadan cuma’ya gitmekten fırsat buldukça televizyonlarda. Takım elbiselisi, poturlusu, sarıklısı, Amerikalısı, Kanlıcalısı ekranlardan fetva veriyor; “Kız çocuklarınızı bana gönderin, bizim tarikattakilerın altına yatmanın sevabı büyük.” Çok önemli...

Hakim, "Mağdur kadının direnişi tecavüzü engelleyecek boyutta değil" diyor, kadını yeterince direnmemekle suçlayıp tecavüzcünün cezasında indirim yapıyor. Çok önemli...

Diyanet olası deprem, afetler için önlem alıyor: İstanbul’da 40 bin mezar yeri hazırlanıyor, tüm il ve ilçelerde “Ölü yıkama ve kefenleme kursları” açılıyor. Artık herkes imam, herkes hatip, herkes ölü yıkayıcı. Çok önemli...

AKP ve tarikatların, bütün bu laf ola beri come back sözlerinin, haberlerinin ötesinde en önemli haber; Amasya’da, 25 yaşında bir kadının, belediyenin ölüm ilanları yüzünden her sabah yatağında ölüm korkusuyla uyanması. Hoparlörlerden gencecik insanların yüreğine sürekli ölüm korkusu salınması! Ölüm anonslarıyla, selâlarla, hayata bağlılık aşılanması gereken insanlara ölümün hatırlatılması. Anti-depresan kullanımı, AKP döneminde durup dururken tavan yapmadı.

Biz bu noktaya “İstikamet Allah’ın kerhanesi” diye hedef gösteren adamlar yüzünden geldik. 70 bin huri, 80 bin gılman, 600 yıl orgazm, hurma ağacı, kevser şarabı diyerek geldik. Biz bu noktaya kamunun parasıyla sevap (!) işleyip, Allah’ın kerhanesine gitmek isteyen adamların kıçına takılıp geldik.

“Türklerden ancak manav olur” diyen adam ya son yedi yılımızı eksik biliyormuş, ya da hakaretin dozunu düşük tutmak istemiş. AKP ve Ebu Dallama tarikatları kıskacındaki bizler için, “Türklerden ancak gassal (ölü yıkayıcı) olur” diyen çıkarsa kızmayın. Biz bu noktaya ölü yıkayıcıların, ölü-ölüm sevicilerin kıçına takılıp geldik.

Biz bugüne “O ganimetler, o esir kadınlar size helal kılınmıştır” diyerek hırsızlığı, soygunu, yağmayı, köleliği helalize eden,“Sizden olmayanın urun kellesini” diyerek cinayeti ev ödevi veren hadislerin, ayetlerin peşinden geldik.

Ben bunları yazarken Potamyalı yine konuşuyor. “Bu partiye elitler yön veremez.” diyor. Nüfusun yüzde 70’ine ‘elit’ demenin bizleri sayıca azımsama stratejisi olduğunu, Amerika’dan aldığı besleme enerjiyle konuştuğunu anlamadığımızı sanarak konuşuyor.

Endonezya’daki tsunami kurbanlarına yardım için işadamlarından topladığı paraların, Deniz Feneri’nin, tüm komisyon ve ‘ganimet almalarının’ hesabını henüz vermediğini unutarak, kendilerini yargılamaya sadece Uranüs mahkemelerinin yetkili olduğunu sanarak konuşuyor.

Allah’ın deluxe kerhanesine gideceğinden emin adam tavrı ve vaiz sesiyle...
Konuşuyor, laf ola beri come back!


Copyright KiymetNadirBindebir ©

AnnE
05-10-2009, 06:34
Ey kaşınan Göbek ;

Ölüye sahip cıkmak en kolay iş.
Prensip olarak bu memlekette ölünün ardından konusulmaz. Mankafaları kafalamak için Ahmet Kaya'ya bile sahip cıkarsın. Ko girsin yaşayanlara.

Büzük ve marifet yaşayana sahip cıkmakta.

4 sene once 1 Mayıs gösterisine katıldı diye deli gösterilip müebbet hapisle gazeteci kıza nooldu.

Ceylan kıza üzülmemek elde mi ; tıpkı Kadıkoy'de binlerce polisin bir kişiyi yakalamak için mahalleyi yaktığı ''catışmada'' ölen yoldan geöen cocukcagız gibi. Neyine sahip cıktın o cocugun hey kıllı göbek !!!

Türkan Saylan utancı 4 ayda unutuldu gitti. Sen bu balık ahalinin hafızasına güvenmeye devam et, en büyük avantajın bu.

o göbek deliğinin tam arkasında fakat otuz santim kadar asagıdaki delikten düzenli olarak saldığın koku da kalıcı degil, her ne kadar kendi saldığın koku sana keyif verse de..

Ulan el kadar bebeleri genetikci yaptın be ! Alayı benim aslım ne diye kurcalamaya başladı.

Agzımı bozma ihtimalim var. Kestim.

AnnE
07-10-2009, 05:56
Necati Doğru
ndogru@gazetevatan.com
Çoban kız Ceylan’ın öldürülmesi kâğıt parçasına mı dönecek!


Asla ve kat’a bölünme olmayabilir, PKK’nın miadı (kullanım süresi) da dolmuş olabilir. Türkiye, “Ortadoğu- Kafkaslar-Orta Asya petrolü ile doğalgazına hâkim olma” dayatmasındakilerin pis oyununa düşmeyebilir, gerekirse dünya süperiyle de savaşılır ve gerekirse bir kardeşlik yolu bulunup, “Türkler ile Kürtlerin birlikteliği” bölünmeden ebediyen sürebilir.

Tersi de olabilir.

Emperyalistler kazanır.

Kürtler bölünüp ayrılırlar.

Ne olursa olsun!

Ceylan’ı vuran netleşsin!

Havan topu attı, “TSK yaptı, Ceylan Önkol’un karnını evinin önünde koyun güderken parçaladı, öldürdü” diye yazıp 12 yaşındaki çocukların cesedi üzerinden Ordu’yu katillikle mahkûm ettikten sonra susmak veya “(...) mermiyi kim attı, ne oldu tartışmalarına girmeden... Üç lider; Tayyip Erdoğan, Deniz Baykal, Devlet Bahçeli birlikte ölen kızın ailesine baş sağlığına gitsinler, barış için el sıkışsınlar (...)” diye yazmak olmaz.

Ordu öldürdü dediler.

Kesinmiş gibi yazdılar.

Yazmayanları da; “TSK’nın fino köpeği olmuş karnını kaşıyan gazeteciler” diye suçladılar. Ordu da; “kızın öldüğü günlerde bizim askeri birliğimiz ile karakollarımızdan atılmış bir havan topu yoktur” diye açıklama yaptı.

Ordu vurdu diyenler!

Size sözüm var:

Yazdıysan takip edeceksin.

Fikrini takip etmeyen fikirsiz olur, çizgisini takip etmeyene “dönek” denir, haberini takip etmeyen habersiz kalır.

Kim öldürdü Ceylan’ı?

Ordunun havanı mı?

PKK’nın hain mayını mı?

Bunun netleşmesi gerekir. İddia ettikleri gibi ordunun havanı ile 12 yaşındaki kız evinin önünde davarlarını güderken öldürülmüşse ve 6 saat boyunca jandarma olay yerine gelmemişse, Lice Savcısı da “burası teröristlerin destek gördüğü bölgedir, can güvenliğin yok” diye uyarı alıp korkudan masasından kalkmamışsa, gündüz öğle vakti kızın parçalanan cesedini annesi ile köyün imamı, 6 saat jandarma ve savcı bekledikten sonra, toplayıp torbaya doldurup karakola gitmişse...

Vay ülkemin başına gelenler!

Sorumlusu olmalı.

Sorumluları bulunmalı.

Hesap vermeliler.

Ordu yapmamışsa!

Ölüm PKK’nın döşediği hain mayınla ya da bölgede sıkça görülen başka nedenlerle olmuşsa; o zaman da “TSK’yı Ceylan kızı havan topuyla öldürmekle” suçlayanların bunu niçin yaptıkları da araştırılsın.

Şöhret olmak için mi...

Para aldıkları için mi...

Hainlik olsun diye mi....

Yoksa “bize demokrat desinler” diye “dolduruşlara” geldikleri için mi yazdıkları da netleşsin. Çoban kız Ceylan’ın öldürülmesi “kâğıt parçasının” durumuna dönmesin. Orduyu “darbe ortamı yaratma peşinde” diye suçlamış, Genelkurmay’da 3. Bilgi Destek Şubesi’ne bağlı çalışan Kurmay Albay Dursun Çiçek’in belge hazırladığını yazıp, dünyayı ayağa kaldırmışlardı.

Belge sahte çıktı.

Kâğıt parçası çıktı.

Kâğıt parçasını yazan henüz bulunamadı. Ceylan kızı kim, nasıl öldürdü? Sorumlu Başbakan’dır. Ordudan sorumlu olan da Başbakan’dır. PKK’nın mayın döşediği toprakların güvenliğinden de Başbakan sorumludur. Bir hafta geçti, tek söz etmedi, bize açıklamalı. Olaya el koyduğu söylenen TBMM İnsan Hakları Komisyonu da elini çabuk tutmalı.

neron
07-10-2009, 08:47
http://www.hurriyet.com.tr/yazarlar/12636636.asp?yazarid=249&gid=61
Yılmaz Özdil

Hanya Konya


Bazı arkadaşlar mesaj atıp, tehdit eder, “Ayağını denk al, gösteririz Hanya’yı Konya’yı” filan der... Halbuki, ana tarafım Giritli, baba tarafım Aksaraylı, doğuştan görmüşüz biz zaten Hanya’yı Konya’yı!

*

Hadi gelin, size de göstereyim.

*

Bizden banka aldılar. Biz onlardan babayı aldık. Bize pamuk satıyorlar. Eskiden biz onlara satardık. Şeftali ithal ediyoruz onlardan... En son sperm ithal ettik. 140 şirketleri var burada, bizim sadece 14 şirketimiz var orada... İkimizin de üç tarafı denizlerle çevrili; dünyanın en büyük deniz taşımacılığı filosuna sahipler, biz hâlâ taka... Yoksulu sıfır, bizde 4 kişiden 1’i yoksul... Açlık sınırı saçmalığı yok onlarda. Rakıyı raki yaptı, biz Amerikalılara sattık. 10 milyon nüfuslu ülkenin telefonunu 27 milyar dolara verdiler, 72 milyon nüfuslu ülkenin telefonunu 6.5 milyar dolara verdik. Suriye sınırını komple kiralamaya kalktık, adam bizim sınırda saksı bile vermiyor. Öğretmeni 3 kat maaş alıyor. Asgari ücreti 2 kat. Ortalama işçi ücreti, 1.500 Euro... AB üyesi, biz değiliz. Kıbrıs Rumu’nu AB’ye soktu, Kıbrıs Türkü’nü Rum’a sokmaya çalışıyoruz. Avrupa şampiyonu oldu, olamadık. Olimpiyat yaptı, yapamadık. Erkeği, bizden 12 yıl fazla yaşıyor. Çocukları senede 14 litre süt içiyor, bizimkiler 4... Kızları ortalama 18’ine kadar eğitime devam ediyor, bizim mecburi olmasına rağmen 11 bile değil... Yüzde 82’si tuvalet kâğıdı kullanıyor, biz yüzde 8... “Bu iş nüfusla olsaydı, Hintliler ineklerle ahırda yatmazdı” diye düşündükleri için, 1 çocuk yapıyorlar. Onların nüfusu kadar işsizimiz var. Kişi başına milli gelirleri harbi hesapla 25 bin dolar, bizimki kofti hesapla anca 8 bin dolar... Kriz vurdu, büyüdüler, bizi hamdolsun teğet geçti, tarihi küçüldük.

*

Kalp krizi yüzde 9, bizde 19...

Onlar zeytinyağı seviyor, biz yağcılığı...

20 bin lirayı görünce, Çanakkale Yağlı Güreşleri’nin ağalığını kime sattık mesela?

Anestis Milonais ağa’ya!

*

Aramızda saat farkı yok ama, 50 sene ilerdeler... Ve, bunu 18 bakanla yapıyorlar.

Biz 27.

*

Seçim oldu, 3 dil bilen, hukuk ve ekonomi masterli başbakanlarını “Daha iyisini yapabilirdin, senin yüzünden geri kalıyoruz” diye sandığa gömdüler.

*

Niye?

Said-i Nursi’den haberleri yok çünkü hıyarağalarının... E noksan maneviyatla, maneviyatsız maneviyatsız olacağı bu.